26 Eylül 2016 Pazartesi

Mesuliyet

Ülkeyi terk etmek isteyenlerin veya “bir sihirli değnek olsa da bir sabah Türkiye’yi Avrupa’nın Baltık diyarına taşısak” diyenlerin galebe çaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu dönemde sadece on beş yıllık devlette yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Geçmişi unutuyoruz, onu anımsatanları hayal âleminde, komplolar dünyasında yaşamakla, ânı hissedememekle eleştiriyoruz. Geçmişe bağlanacak öfke, rehabilite edilmek isteniyor.
Metrobüs kazasını AKP’ye bağlamaya mecburuz. AKP’yi bize yakışmayan özelliklere sahip olan Erdoğan’a indirgemek zorundayız. AKP’den nefret edildikçe, herkesin bize yaklaşacağını, bizim ideolojimize, varlığımıza bağlanacağını zannediyoruz. Tersten, devlet ve cumhuriyet, AKP şahsında örgütleniyor. O, devletin ve cumhuriyetin kirini-pasını örtbas ediyor. AKP, devletin alt işlevi.
İslam yok olunca, sosyalizme alan açılacak zannı, ne büyük yanılgı. AKP’de yansıyan şeyin adı İslam değil, devletin kadîm geleneği. Zikir yapanlar, İslamcı değil, devlete ait bir ritüelin basit parçası. Cübbeli’nin bireyin hizmetine teksif ettiği şeyin İslam olması mümkün değil. Adalet, eşitlik ve hürriyet gibi kolektif ideallerin kavgasına dair gelenek, bu tip isimleri her daim düşman ve düşkün görmüş. Cemaat, tarikat diye görülenler, devletin örgütlenmesi.
CHP’liler, “elinizdeki imkânları bahşeden devlettir, o devlet Türk’tür, dolayısıyla o imkânlara Türkler layıktır. Herkes devletin malıdır. AKP, Arap bedevî kültürünün ürünüdür” demekle meşgul. Diğer sol ise, “elinizdeki imkânlar, burjuvazinin, ilerlemenin mahsulüdür. Herkes onun malıdır. Ancak ona layık olanlar, yaşama hakkına sahiptirler. AKP, insan-bireye düşman olan İslam’ın ürünüdür” tespitinin esiri. “Türk devleti” ile “insan-birey” arasında bir fark yok. Biri içeriye, diğeri dışarıya dönük kontrol ve disiplin aracı. Devlet iki tespite basarak ilerliyor.
Buradan tüm burjuvaziden ve sınıftan ari tutulan devlet, tüm memurlarda ve AKP binasında somutluk kazanıyor. Özgecan cinayeti sonrası feministler, bir otobüs şoförüne saldırıyorlar. Son metrobüs kazasının yolculardan birinin şoföre saldırması sonucu yaşandığı iddia ediliyor. Şirketler, sorumluluklarını kişisel gelişim kursları üzerinden “birey-çalışanlar”ına havale ediyorlar.
AKP koşullarında, devlet, birey bağlamında, birey özelinde örgütleniyor. Metrobüs kazası, Soma, Özgecan, Cizre vb. olaylar, bireyin mutlak bütünlüğü üzerinden istismar ediliyor. Metrobüs kazası haberi, ABD’de camekân içinde koruma altına alınmış şoförlere atıfla veriliyor. Şoförlerin terapi görmesinden bahsediliyor. Koruma altına alınmak istenen bireyin hassasiyetlerine oynanıyor. Bu oyunda en ileri teklifi sunan, kazanacağını sanıyor. Kazanan, hep egemenler oluyor.
Dolayısıyla devletin sicili, AKP üzerinden temize çekiliyor. Bağlarından kopartılmış, kendinden menkul bireyler, asli güce bağlanıyorlar. Sarıklı-cübbeli kişileri uzun süredir görmeyen gözler, bugün nefretle doluyor, devletin ajanları olarak onlara saldırıyor. Emek, toprak, müşterek canla kurulan bağlar kopartılıyor; bireyler, devletin iktisadına, coğrafyasına ve biyolojisine bağlanıyor. Bunun sonucunda içi boş “kadın partileri” kuruluyor. Burjuvazi ve devlet bu yolla örgütleniyor. AKP, bu bağlanma sürecinde bir dolayım olarak iş görüyor. Liberalizm, devlete bireyle ilgili sorumluluklarını; solculuk, burjuvaziye gene bireyle alakalı sorumluluklarını anımsatıp duruyor. Her iki pratik de AKP’ye işaret ediyor. İkisi de kendilerine sorulan soruları asla işitmiyor (Nejat’ın sorularını nasıl duysun!).
Türk’ün devleti veya burjuvanın batılı bireyi, AKP’ye basarak yükseliyor. Televizyonlar, artık “erkek terörü”nden bahsediyorlar. “Trafik terörü” tabiri, toprağın yollarla çizilmesinin, fethedilmesinin zeminini teşkil ediyor. Bir sosyalist partinin kadın liderinin ifadesiyle, “sosyalistler, kadınların AVM’lerde dolaşma hakkını savunuyorlar.” “Erkek terörü”, kentlerin AVM’lerle düğümlenmesi için gerekli zemini teşkil ediyor, tüketici kadına gerekli meşru zemini sunuyor. Devlet ve burjuvazi, gerçeğine yabancı olduğu kolektif olanı, çıkarına uygun hâle getiriyor. “Terör” tabiri, kolektif olan meseleyi dışsallaştırmanın bir yöntemi olarak dile getiriliyor. Kendi yaydığı dehşeti bireylerin gözünde gizliyor. Egemenler, kolektif dinamikleri nasıl maniple edeceklerine dair bilgiyi sürekli güncelliyorlar.
Kolektif, mesuliyeti gerekli kılıyor. Devlet ve burjuvazi, kolektife karşı mesuliyetini bireyler üzerinden iptal ediyor, geçersiz kılıyor. “Yerli ve millî” Tayyip Erdoğan, şiir okuyup hapse girdiğinde Uluslararası Af Örgütü’ne başvurduğunu, örgütün bu başvuruya cevap vermediğini söylüyor. Onun, bu mesuliyetten kaçmaya meyyal olduğu, bu başvurudan anlaşılıyor. Uluslararası Af Örgütü ise özel bireylerin, kolektif mesuliyetten kaçanların affedilmesi için gerekli kurum olarak işliyor.
“Devletin kendi partisi, milletin kendi partisi” olduğundan söz ediliyor. İsmet İnönü’nün Menderes taifesinin kurucu ilkelere bağlı olduğunu söylediğinden ve onlara yol verdiğinden bahsediliyor. Benzer bir süreç, Erdoğan’ın yolunun Deniz Baykal sayesinde açılmasında da işliyor. Kurucu irade, hiç mesuliyet almak istemiyor. Sorumluluklarını bu sefer sosyalist sola havale ediyor. Süreci geri planda idare etmeye çalışıyor. Sosyalist sol bir eliyle demokrasiye, diğer eliyle devlete işaret ediyor. Devrimin demokrasisinden ve iktidarından kimse bahsetmiyor. O da kaçtığı yer itibarıyla, sorumluluğu karşı tarafa atıyor.
Mesuliyet sual; sorumluluk soru sözcüğünden kök alıyor. Kentin efendisi burjuvazi ve toprağın sahibi devlet, varlığını asla sorgulatmıyor. Eskiden sorumluluğu kendine layık bireye bahşeden bu güçlerin yeni dönemdeki moda tabiri, “her şeyi devletten beklemeyin”. Bu tabir, burjuvaziye ait. Demek ki iktidar, kent ölçeğinde inşa edilecektir. Ya da belirli bir kentte odaklanmış iktidar, diğer kentlerde yeniden örgütlenecektir.
Bu amaçla Soma, bireyin tercihi adına kurban edilmiştir. Kadın denilen yeni yüce birey adına, Özgecan yeniden katledilmiştir. Cizre, onların ülkesi adına yıkılmıştır. Devlet ve burjuvazi, tüm bu olayların sorumluluğunu belirli şahıslara yükleyecektir.
“Sömürü!” diye bağırarak devletin; “zulüm” diyerek burjuvazinin sorumsuzluğuna kaçılmaktadır. “Marx’a dönüş” meselesi, Marx devrimsiz olduğu için yapılmış bir hamledir ve devrimin sorumluluğundan kaçmakla ilgilidir. Kaçanlar, hiçbir soruya cevap vermezler. Sorumsuzluğa sığınıldığında, doğalında sığınağın da korunması gerekir. Devletin ya da burjuvazinin mevcut mevzileri, otomatikman koruma altına alınır.
AVM’den memnun olanın, Suriye’de askerin konuşlanmasına laf etmeye hakkı yoktur. Sorumsuz bir özne olarak tasavvur edilen kadını yüceltenin, erkeğe “mırıldanmakla yetin” emrini veren başbakana itiraz etmesi mümkün değildir. Soru ve sorgu, örgüyle, bağlarla, bağlama ait olmakla alakalıdır. Ülkeyi terk etmek, sorusuz, sorunsuz, sorgusuz olma istemidir. AKP, sorumsuz, sorgulamayan, soru sormayan bir sol inşa etmektedir.
Bu sol, Beyoğlu’ndaki dönüşümü, içki masasındaki rahatsızlık derekesinde ele alabilmektedir. Demek ki işret âlemine dokunmasa, oradaki sermaye-mafya-devlet ilişkisinde bir sorun yoktur. Misal Ahmet Saymadi meseleyi böyle ele almaktadır. Ona göre AKP solun içtiği yerlere saldırmaktadır. Bilindiği üzere, Saymadi’nin buna bulduğu çözüm, sokak çocuklarının kaldığı metruk binaları gasp etmek, o çocukları dayaktan geçirmek, “hırsız” diyerek kriminalize etmektir. Saymadi’nin Beyoğlu Belediyesi’nden ne farkı vardır? Ayrıca AKP döneminde açılan içkili mekân sayıları nedir? Okul ve camiye yakın olmama şartını kaldıran kimdir? Kentin efendisinin sorumluluğunu gizleyen Saymadi’nin, sınıfı adına, o sınıfın Beyoğlu ve başka yerlerdeki yağmasını AKP ile örtbas etmeye çalıştığı açıktır. Bilmelidir ki o sokak çocukları yüzlerine inen o tokadı hiç unutmayacaktır.
Oysa devletin ve burjuvazinin varlığını sorgulamak, sol değil midir? Bu sorgu için denk bir kudretin ve aklın-vicdanın örülmesi gerekir. Sorumsuzluk, bu örgüyü imkânsızlaştırmaktadır. Sendika üyeleri, sendika konfederasyonlarının eylem kararları ile alay etmektedir. Onların bu tarz eylemler içerisine girmeyeceğini görmektedirler. Dipte sömürüye ve zulme dair, öfkeli bir çığlık birikmektedir. Teoriyi ideolojiye; ideolojiyi politikaya bağlayacak araçlar, bu çığlıkla şekil almak zorundadır.
Yusuf Karagöz

Hipermetrop

Müslüman dindar bir kadındır Cihan Aktaş. Denk geldikçe de okurum yazılarını. Bir tweet atmış. Der ki: “Günde en az 40 kez ‘Allah'ım bizi doğru yola ilet’ diye yakaran insanın ‘doğru yol kesinlikle benim gittiğim’ demesi nasıl mümkün olabilir?”
Böyle düşünen İslamî muhafazakâr, entelektüel insanlar da var bu camiada. Bu topraklarda böyle bir İslamî gelenek de var. Şeyh Bedrettin, Alevî değil, Sünnî İslam yorumundan gelmektedir mesela. Özellikle belirttim. Bedrettin'in fıkıh çalışmaları kimilerine göre hâlâ en iyi fıkıh çalışmalarıdır.
Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, bu topraklarda başka bir İslam'ın peşinden giden isyancı dinî liderler. İlki Sünnî dinî lider, ikincisi Alevî bir siyasi lider, üçüncüsü ilk adı Manisalı Samuel olan, Yahudilikten İslamiyet’e ihtida etmiş bir derviş. Muhteşem bir uyum.
Bu adamlar hakkında sempozyum düzenleyen sol camia, akşam içki masasında dine küfür edecek kadar kafa karışıklığına sahip. Latin Amerika'daki kurtuluş teolojisi üzerine kitaplar yayınlar bir sol yayınevi mesela. Sonra aynı yayınevi ile bağlantılı gazetenin yazı işleri müdürü “dini ne anlayacağız kardeşim, bizi yakanlardır bunlar” mealinde bir tweet atar.
Latin Amerika'da Hristiyanlığın farklı bir yorumuna methiyeler yaz, sonra da burada dindarlara “gerici, yobaz” her türlü yaftayı yapıştır. Kalıtsallaşmış hipermetrop sorunumuz var.
Doğrudur, böyle bir İslam da var memlekette. Siyasal İslam tam da buna karşılık geliyor belki de. Derdim, bunları aklamak değil, iktidar da böyle bir İslam anlayışından besleniyor.
“Emevî İslam’ı” ve “devlet İslam’ı” böyle bir tanımlama mesela. Onlarla zaten bir mesafe koymak gerektiğini düşünüyorum.
Fakat Anadolu İslamı'nda başka bir damar da var. Bu damarı yakalamak lazım. Evet yüzlerce yıldır devletin İslam anlayışına göre zehirlenen beyinler var. Belki onlarla uğraşamayız. Gerek de yok zaten. Fakat artık solun kendine bir bakması gerekiyor. Siyasal İslam denen terane iktidarın çirkinliğini olabildiğince içinde barındıran düşünce yaktı, yıktı, kesti de sol hiç mi yapmadı?
En ufak bir lider eleştirisini dahi örgüt içi infazlarla halleden, “bavul cinayetleri” ismi ile cinayet tarihine yeni sıfatlar kazandıran, yıllarca beraber mücadele ettiği dostları tasfiye edildiğinde haysiyet cellatlığı yapan ya da mesela Stalin'i baş tacı eden bir sol da var bu memlekette.
Reel Sosyalizm deneyiminden sonra “gerçek sosyalizm bu değil” deme kolaycılığını gösteren sol, “gerçek İslam bu değil” diyenlere neden alaycı bakar?
Bir düşüncenin modern zamanlarda ortaya çıkması, ona inananları gerici olmaktan kurtaramaz. Memleket Marksistlerinin büyük bir kısmı bu anlamda gericidir.
Yani demem o ki temas etmek lazım Müslüman birey ile. Yoksa bu karanlıkta, bu zulüm ikliminde hep birlikte boğulacağız.
Tekin Yasin Çelikkaya

25 Eylül 2016 Pazar

Anadolu İrfanı Sanrısı

“Burada güvenlikçi arkadaşlarımızı üstümüze salıyorlar. Size bir sır vereceğim. Altlarını tutamıyorlar, hepsi ishal. Amirleri burada kameraya alıyor. Baskı yapıyor: ay sakın Cemal ile konuşmayın. Selam vermeyin. Ben de soruyorum. Hani sizin Müslümanlığınız? Bak kameraya konuşuyorum. Müslüman mısınız? Soruyorum. Müslüman adam Müslümana selam verir. İşçi de işçiye selam verir. Ama bunlar hep yalan dolan. Koltuğa oturan, mevki makama oturan ne din ne iman ne Allah’ı tanıyor, ne emeği ne alın terini tanıyor. Al burada yüzüne söylüyorum. Biz sizin gibi arkadan konuşmuyoruz.”[1]
Söz nasıl tüketilir? Bir zamanlar insanların hayatlarına değen, onları örgütleyen, toplumsallaştıran söz nasıl yitirilir? Adaleti, dayanışmayı, mazlumun derdini dilinden düşürmeyenler; Anadolu irfanını bugün hâlâ yere göğe sığdıramayanlar; resmî ideolojinin tarihyazımını beğenmezken, yerine tüm kültürel, zihinsel maziyi millî ve dinî duygularla çoraklaştıranlar, aslında hiç inanmadıkları ve anlamaya çalışmadıkları bir şeyi ucuzca satıyor olmasınlar?
Her fırsatta geçmişinden övgüyle söz eden, kendi mağduriyet ve kahramanlık hikâyelerini Malazgirt kapılarını açan Türklerle, Haçova ruhuyla, Kurtuluş Savaşı’yla irtibatlandıran muhafazakâr cenah, kültürel ve zihinsel sermayeyi tüketip yerine kıymetli bir söz bırakamadığından, bir zamanlar var olmuş bir ruh üzerinden devasa sanrılar evreni oluşturuyor. Asla hakkı verilerek anlam dünyasına çekilmeyen bu kültürel birikim, bağlamından koparılarak parçalı ve kullanılabilir bir hâle getiriliyor. “Dinî hassasiyetinin, merhametinin, iyilik ve dayanışma duygularının istismar edildiği”[2] iddia edilen Türk milletinin bu irfanları kimlere, ne tür bir toplumsallığa borçlu olduğu hiç konuşulmuyor. Ve sanki buna zemin hazırlayan bir mutabakat alanı hâlâ varmış gibi davranıldığından, bu irfanların da gerçekliğini koruduğu söyleniyor.
Misafirperverlik ve cömertlik nasıl bir toplumsal dayanışmanın içinden çıkmıştı mesela? Karşılıklı yükümlülük nasıl örgütlenmişti? Gökten zembille inmemişti ya… Her birinin bir anayurdu ve tarihi vardı. Geldikleri yerde ne gibi bir ihtiyaca binaen zuhur ettikleri, nasıl bir atmosferde insanların yaşamlarını kolaylaştırdıkları önemli meselelerdi. Bugün ne hikmetse, bu irfanların millî mutabakat içerisinde yaşadığına inanılıyor. İçeriğinde hamd, şükür ve kanaat olduğu söylenerek ahilik kurumuna övgüler diziliyor.[3] Hâlbuki bu irfanların tezahür edebilmesi için oluşturulması gereken, hamdı ve şükrü mümkün kılan iktisadî ilişkilerden kimse bahsetmiyor. Esnafa, işçiye özverili ve cömert olması öğütlenirken, buna zemin hazırlayan devlet yapılanması hep es geçiliyor. Yine de aynı toplumsallığın oluşması, verilen nimete nankörlük edilmemesi, sisteme dokunulmaması bekleniyor.
Şükür ki toplumsal dayanışmayı tektanrılı dinler öncesine kadar geriye götürebiliyor, bunun bambaşka bir serüveni olduğunu biliyoruz. İnsanların bir zamanlar alma-verme işinde ne kadar hassas olduklarını, eğer ortada iyiye giden bir şeyler varsa bunun bugünkü anlamda iktisadî bir boyutunun olduğunu ve bu boyutun yadsınamayacak kadar önem arz ettiğini anlayabiliyoruz. Bunun için çok basit bir alışkanlığı hatırlatmakta fayda var. Anadolu’da bir yere misafirliğe gittiğinizde ikramda bulunmak, misafiri en iyi şekilde ağırlamak, yani veren el konumunda olmak her zaman için daha iyidir. Misafirin -alan el- ise ikramı mutlaka kabul etmesi gerekir ki ayıplanmasın. Ancak aynı zamanda da ev sahibine borçlanmıştır. Çünkü ev sahibini misafir etme sırası ona gelmiştir. Yüzyıllardır açık edilmeyen gizli bir anlaşma var gibidir arada. Ancak bu bir zamanlar bireyler arasında değil de tamamen kolektif bir şekilde gerçekleştirilerek hayatın her alanını örgütleyen bir değiş-tokuş düzeninin parçasıdır.
Anadolu ve Osmanlı’nın bugünlerde otantik birer doku hâline getirilen bu irfanları birer iyi niyet ve hoşgörü ifadesine indirgememek lazım. Polinezya’dan Kuzey-Batı Amerika’ya, Yeni Zelanda’dan Anadolu’ya uzanan geniş bir alanda bir yaşam biçimi olarak inşa edilen bu ortak yaşam kültürüne literatürde potlaçdeniyor. Anadolu ve Osmanlı tarihini potlaçüzerinden değerlendiren Oğuz Adanır’a göre, Anadolu’da egemen olan kargaşa karşısında insanları dil, din, ırk ayrımı yapmaksızın gerek Orta Asya’dan göç eden Türkleri gerekse Anadolu’da yaşayan Bizanslı insanları bir arada durmaya iten sebep temelde bu zihniyeti/kültürü paylaşmalarına dayanıyor.
Bu değiş-tokuş sürecinde her şeyin simgesel bir değere sahip olduğunu; değiş-tokuş edilen şeylerin sadece mal, mülk olmadığını aynı zamanda karşılıklı nezaket gösterilerinin, şölenler ve ayinlerin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu kültür Anadolu’da İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etmiş; misafir ağırlamaktan, devletle tebaa arasındaki ilişkiye kadar uzanan sosyal dayanışma, yardımlaşma, eğlenme gibi çok yönlü bir toplumsallık inşa edebilmişti. İslamiyet gelmeden önce dahi insanların kadim bir barış ya da ütopik bir iyilikler dünyasında yaşamalarını değil, oldukça somut ihtiyaçları için ortak bir kültür oluşturmalarını sağlayan şey, alma-verme meseleleri konusunda çok titiz davranmalarıydı. Toplumsal, kültürel ve politik olanın ekonomik olanı belirlediği ortak yaşam kültüründe günümüz çağdaş toplumlarının aksine kazanma, paylaşma, tüketme ve inanmanın nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz değildi.[4]
İki kabile arasındaki konsensüsten, ahilik ve esnaf birliklerine, dergâh ve tarikat geleneğine kadar tesir eden; servetin ekonomik yollarla değil toplumsal ve siyasal yollarla biriktiği ve biriken bu ‘artı’nın yok edildiği karşılıklı yükümlülük düzeninde nesnelerin ekonomik değerlerini yitirmeleri de son derece doğaldır. Ancak Adanır’a göre, bu kardeşlik ve soy birliği düzeninin bozulması sonucu bu değiş-tokuş eylemi Türkiye bağlamında ‘adamını bul, işini gördür’ eylemine dönüşmüştür. Yükümlülük düzeninde herkes herkesin yardımına koşmakla yükümlüyken, bunun ortadan kalktığı demokratik gibi sunulmaya çalışılan bir düzende yalnızca yanınızdakilerle, yapılanın karşılığını verebileceklere yardımcı olun kuralı işletilmektedir. Günümüz Türkiye’sinde egemen olan anlayış simgesel düzenin bu tersine döndürülmüş hâlidir. Kendinden olanın yardımına koşmak, sana benzeyeni yanına almak ideolojik siyasetin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüş, Anadolu irfanı ortak yaşam kültürünün içi boşaltılmış, dejenere olmuş hâliyle reel siyasette karşılık bulabilmiştir. Aksi takdirde gerçek bir ortak yaşam kültürü söz konusu olsaydı, bunu ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak düşünemezdik.
Neo-liberal politikaların konut hakkımıza ve çalışma hayatımıza doğrudan müdahalesi söz konusuyken, komşunun hakkını gözetme, mahremiyet, tevazu gibi ortak yaşam kültürünün dinamikleri ortadan kalkıyor. Tüketim toplumunu en çok teşvik eden, dostu dosta kırdıran, dedikoduyu yayan, adam kayırmayı sıradanlaştıran çalışma hayatı karşısında birliği ve beraberliği teşvik ettiği iddia edilen millî ve dinî duygular maalesef kuru retorikle birlikte düşünüldüğünde boşa düşüyor. Bu bir yanılsama evresidir. Artık ekonomik olanın toplumsal ve politik olanı belirlediği tipik bir tüketim toplumunda ideolojik siyaset sınırına ulaşmıştır. Kardeşlik, ümmet, akrabalık ilişkisi; simgesel düzenden miras kalan aile ilişkilerindeki incelikler, düğün-cenaze-bayram ritüelleri yaşamın farklı alanlarında bir dayanışma kültürü inşa etmeye duyarsız haldedir. Kültürel olanın gerçek bağlamından koparılıp hızlıca ideolojik yük hâline getirilişi çağdaş Türkiye’nin yanılsama evresinden çıkmasını zorlaştırmaktadır. Bir kısım insanımız, çokluk ve kalabalıkla övünen, gücü elinde tutmayı vazife edinen bir siyasî projeye mahkûm olurken, diğer bir kesim bu hegemonik yanılsamanın kuşatıcılığı karşısında, ideal bir düzen ve devrim hayali kurmaktan öteye geçememektedir.
Cemal Bilgin’in 15 yıldır taşeron işçi olarak çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi’nden çıkarılması da büyük oranda böyle bir ortamın neticesi. Cemal abi, memlekette hiç de böylesi bir irfan ağının olmadığını onlarca kez deneyimlemek zorunda kalıyor. En basitinden, hastanedeki zehirlenme furyasını ifşa ettiği, bir anlamda ülkedeki aksayan gidişatı ortaya çıkardığı için cezalandırılabiliyor. Cenazesine, düğününe katıldığı özel güvenlikçilerin Cemal Abi’nin işe iadesi için hastane önünde toplanan kalabalığa coplu müdahalesi de herhalde bu pek övünerek anlatılan irfanın nasıl örgütlenemediğini bize göstermek için yeterlidir. “Gidilmezse ayıp olur” düşüncesiyle icabet edilen davetin karşılığı bu olmasa gerekir.
Cemal Abi’nin işten çıkarılmasına bu nedenle itiraz ediyoruz. Onun işten çıkarılmasının arkasında yatan, her yanımızı kuşatan bu adaletsizlik, sistemsel ve zihinsel bir krizin neticesidir. Çünkü gerçek ve somut olan, emeğini değiş tokuş ederken, değiş tokuş ettiği şeyin yalnızca bir metadan, mesai saatinden ibaret olmadığını, çalışırken kendisinden, hayatından bir şeyler sunduğunu bizlere hatırlatan Cemal Abi’nin mücadelesidir. Eğer gerçekten dayanışmak istiyorsak, bu, ancak ortak yaşam kültüründen bize miras kalan dinamikleri evlerden, miting alanlarından, gündelik ritüellerden çıkararak, Türkiye’de her yıl üretilen artı-değerin hakça ve eşitçe bölüştürülmesi için işyerlerinde mücadele etmeye kadar uzanan bir gerçeklikten, sahicilikten devşirilecektir. Amacımız, geçmişe duyulan bir özlem ya da son derece yanlış bir ifadeyle arkaik/ilkel olana dönüş merakı gibi bir heves değil, bu topraklarda bizden önce de birilerinin yaşadığını ve bizden sonra da birilerinin yaşayacağını hatırlamak ve bize dayatılanın ötesinde başka bir ilişkisellik ve dayanışmanın mümkün olduğu gerçeğini her daim canlı tutmaktır. Bu olasılığı gözetmeden, yaşadığınız dönemin gerçekliğini yakalama imkânını önünüze çıkan her fırsatta teperseniz, bir tür yinelemeler evreninde debelenir, gerçek bir anlığına ayyuka çıktığında yanıldığınız, kandırıldığınız için özür dilemekle yetinirsiniz.
Bilge Tekin
Dipnotlar
[1] Cemal Bilgin’in işten çıkarılması üzerine hastane önünde toplanan kalabalığa yaptığı konuşmadan bir pasaj: “Cemal Bilgin’le Dayanışma Eylemi
[2] “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ahilik Kutlamalarına Katıldı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı sayfası.
[3] Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış, Oğuz Adanır, (Doğu Batı Yayınları, 2015).

Bir Asırlık Tecrübe

İslam ve Sosyalizm Dünya Devriminin Dinamikleri mi?
Hiçbir toplumsal sistem, bireyin inanç dünyasını yok sayamaz ve karışamaz. İnanç ritüelleri ve mekânları ayrımsız korunur geliştirilir. İnancından dolayı hiç kimseye baskı uygulanamaz. Baskı yapılması hâlinde insan hakları ihlalidir ve suçtur. Yazıya böyle bir girişle başlamak, konunun kapsamı açısından gerekli.
İslam sosyalizmini savunan arkadaşlar, sosyalizmle paylaşım, eşitlik ve insan temelli ortak yana vurgu yaparlar. Paylaşmak, İslam dininde “zekât” vermek olarak kendisini ifade eder. Zekât, insanların kazançlarından kırkta bir oranında verme durumudur. Zekâta giren ve/ya girmeyen mallar olduğu için, toplam mal varlığının kırkta birini her yıl zekât olarak dağıtmak zorunluluğu var. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti koşullarında zekât verme olgusu yoksulluk ortadan kaldırıldığından, günümüz toplumunda olduğu gibi benzer bir zemin bulamaz.
Paylaşım ve eşitsizliğin temeli, emeğin sömürülmesidir. En kutsal değer olan emeğin sömürüsü devam ettiği sürece gerçek manada eşitlik ve paylaşımdan bahsetmek mümkün müdür?
İslam ve diğer dinlerde var olan zekât verme olsa olsa emek sömürüsü temelinde kazanılan paranın vicdanlara pansuman yapılmasıdır. Böyle olmasına rağmen zekât küçümsenemez. Sosyal adalet ve paylaşımın zayıf olduğu ve/ya hiç olmadığı koşullarda faydalıdır. Bunun altını çizmek gerek. İslam’ın diğer dinlerden farkı, zekâtın İslam’ın beş şartından birisi, farz kılmasıdır.
Sosyalizm; felsefî planda materyalizmi savunmuş olması nedeniyle İslam dininin felsefesiyle ayrışmakta ve çatışmaktadır. Sosyalistlerin materyalist felsefe ve Marksizmi “aşarak” İslam sosyalizmini birlikte kurmanın olacağı kanısı var. Bu kanı iki farklı dünya görüşünün nitelik farkı olmasına rağmen insanlığın geleceğiyle ilgili olduğu için Dünya'nın yorumunda ve çözüm üretmede ortak paydaları yakalama kaygısı taşıması ve vurgu yapması açısından olumludur.
Materyalizm, her şeyin maddi ortamdan oluştuğunu bilinç ve de bütün görünenlerin maddî etkileşim sonucu elde edildiğini söyleyen, hiçbir metafizik kavramı kabul etmeyen felsefî bir kuramdır. K. Marks'ın diyalektik ve tarihî materyalizm bakışı Marksist kuramın temelini oluşturur. Üretici güç ve üretim ilişkilerini ancak bu bakışla teorileşirmek mümkündür.
Maddecilik, insanın fiziksel emekle, üretici faaliyetini ve günlük ihtiyaçlarını karşılaması gerçeğini başlangıç verisi olarak alır. Bu başlangıcın bile tek başına ekonomik, sosyal, siyasal faaliyet ve oluşumları içinde barındıran toplumsal ilişkiler sistemine neden olur.
İslam’ın; kapitalizm, liberalizm, özgürlük, demokrasi ve sosyalizme nasıl baktığı tartışması yapılmaktadır, yapılmaya da devam edecektir.
Allah'a iman İslam düşüncesinde temel bir kavram. Bu nedenle mutlak iktidar, mutlak hüküm ve mutlak mülkiyet Allah'a aittir. “Mülk Allah'ındır” ilkesi, özel mülkün varlığını ortadan kaldırmaz, mutlak mülkü engeller ve paylaşımı, yardımı öne çıkarır. Hüküm, halkın büyük çoğunluğunun uzlaştığı, ittifak ettiği yolla ilgilidir, buna halkın yolu da diyebiliriz. İktidar da halkın seçimini esas alır. Yani mülkün, iktidarın ve hükmün kaynağı veya meşruluğu ancak halkın kabulü ile olabilmektedir. Bunlar açık, kesin olan hükümlerdir ve tev'il edilemez.
Halk iktidarı ezilmişlik ve sömürülmüşlük temeline dayanır. Bu temel İslam’ın sosyalizmle ortak bağı olabilir mi? Veya ortak bir binaya temel olabilir mi?
Teoride ve uygulama noktasında iki düşünüş biçimine baktığımızda;
1- Sosyalizm esasında ezilen işçi sınıfı, yoksul köylülerin iktidarıdır ve sınıf esasına dayanır. Yaşanan bir asırlık pratik ise teorinin tam manasıyla hayata geçirilemediği sonuç olarak ezilen sınıf yerine Nomenklatura denilen yeni bürokratik bir sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Uygulama noktasında sınıf adına oligarşik, politik, bürokratik bir sınıfın iktidarı mutlak anlamda kullanması, teorinin zıddı bir sonuç doğurmuştur. Bu yeni sınıf merkezi, hiyerarşik devlet iktidarıyla egemenliğini kurmasıyla iflas etmiş, çökmüştür. Bu tecrübe, insanlığın geleceği konusunda önemli bir ders olmuştur.
2- İslam dininde ise Allah'a iman İslam düşüncesinde temel bir kavram. Bu nedenle mutlak iktidar, mutlak hüküm ve mutlak mülkiyet Allah'a aittir. Teoride böyle olmasına rağmen 1.400 küsur yıllık pratiğe baktığımızda 'ümmet' adına ezilen ve sömürülen yoksul emekçi halk iktidar olamadı. Aksine halkın iktidarı yerine, aile, kabile, mezhep ve bir avuç sömürücü egemenin uluslararası güçlerle işbirliği yapan iktidarların "Allah" adına iktidar mevzilerini koruduğu ve sömürdüğü bir süreç yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor!
Bu nedenle “hiçbir Müslüman, haklı olduğunu bildiği bir kişi için farklı güdülerle onun karşısında yer alma hakkına sahip değildir. Halkın başat öğe olduğu, sosyal adaletin temel alındığı, mülkün, iktidarın ve hükmün halk bağlamında yeni bir yoruma kavuşturulmaya çalışıldığı, halkın inanç, kültür ve mutluluğunun bir ideolojik dayatma olmadan gerçekleştirildiği yolların bulunması elzem hâle gelmektedir.
İslamcı söylem ve sosyalist söylem aynı hedefe farklı düşünce tarzları ile yürüyüş gerçekleştirebilirler. Pratik anlamda zulme ve sömürüye karşı birlikte ama kendi bütünlüklerini muhafaza ederek bir tavır geliştirebilirler. Dünyada adaletin, hukukî eşitliğin ve toplumcu bir paylaşımın oluşması adına birlikte mücadele etmek elbette mümkündür.”[1]
İslam sosyalizmi, İslam ve sosyalizmi birleştirmeye çalışan bir görüştür. Müslüman sosyalistler Kur'an ve Muhammed'in öğretilerinin ekonomik ve sosyal eşitlik ilkeleriyle uyumlu olduğu ve bu nedenle İslam coğrafyasında sosyalizme yönelik beklenti ve yaklaşımların liberalizm ve kapitalizmden farklı olduğu görüşündeler.
İslamcı sosyalistler, Marksizmin dine bakışına katılmadıkları için uzak durmuşlardır. Kapitalist üretim biçimini ve burjuva sınıf tahakkümünü kabul etmeyen anti-kapitalist Müslüman, aynı zamanda paylaşımın sosyal adalet çerçevesinde tüm topluma yayılması gerektiği noktasında, sosyalistlerle ortak bir payda olması sosyalizm ve İslam arasında bir bağın zeminini görmüşlerdir.
Türkiye'de anti-kapitalist Müslümanlar, kapitalizmle mücadele ve siyasal İslamcılık akımından farklı olarak anti-emperyalist bir dünya görüşüyle siyaset yapmaktadır. Mevcut koşullarda zayıf görünsede 'İslamcılık' akımları içinde dinde reformu gerçekleştirecek niteliğe sahip olduklarından, ciddi bir toplumsal dinamik olarak görülmelidir. Ortak buluşma noktaları araştırılarak zenginleştirmeli ve omuz omuza olacak siyasi ve toplumsal pratikler yaratılması gerektiği kanısındayım. Halkın gerçek dostları mutlaka buluşmalı ve birbirini anlama gayreti içinde olmaları geleceğimiz açısından, coğrafyamız açısından ve tüm dünyanın geleceği için mutlaka önyargılar yıkmalı. Bir ideolojik fikri veya bakış açısını koşulsuz desteklemekten ziyade eleştirel ve sorgulayan ortak bir bakışa ihtiyaç var.
İslam coğrafyasındaki tüm iktidar güçleri de böyle bir tartışmayla veya baskıyla karşı karşıya. Sonuçta İslam coğrafyasında dinî meşruiyeti olmayan herhangi bir hareketin siyasi veya toplumsal bir meşruluğu oluşturması oldukça zor. Tüm bu zorluğa rağmen yaşamın doğal akışı maddî gerçekler zemininde ve kendi mecrasında yoluna devam eder. Bu nedenle dinî meşruiyet olgusu, İslam coğrafyasının gerçeği olmasına rağmen kapitalizmin ortaya çıkardığı çelişmeler baskın olabiliyor veya başat konuma geçebiliyor. Fakat son bir asırlık pratik her koşulda dinî meşruiyete dayanmayan ve toplumun dokusuna dinamiklerine nüfuz edemeyen oluşumlar etkili olamamıştır.
Ülkemizde bunun acı sonuçlarını çokça yaşıyoruz. Avrupa-merkezli dayatmalardan kurtularak kendi gerçeğimizle buluşmayı ve kaynaşmayı bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Buna benzer girişimleri de ya "gerici" ya da "sapma" görerek o girişimlere cepheden karşı çıkmaya devam ediyoruz. Kendi adıma bu yanlış bakıştan kurtulmanın ve kendi özünü kavramanın çok ama çok gerekli olduğuna ve altını kalın çizgilerle çizmek gerektiği kanısındayım. Böyle bir bakış, ne Avrupa'nın insanlığa dair birikimlerini inkâr etmeyi ne de pozitif bilimlerden kopmayı veya yok saymayı gerektirir. Tam aksine bu olguların kendi tarihselliği içinde kavranmasına ve geleceğimize ışık tutacak bakışların zenginleşmesine neden olacaktır.
“Sosyalist taleplerle dinin bağdaşmayacağını savunan yaklaşım, düşünsel olarak hiç de somut koşulların diyalektik tahliline dayanmayan soyut ve mekanik bir yaklaşımdır. Daha ziyade din konusundaki Marksist olmayan, dar kafalı burjuva aydınlanmacılığının uzantısıdır. Toplumsal hayatın kıpır kıpır işleyen canlı gerçekliğini ve sonsuz görünümlerini değil, kafadaki dar ve önyargılı formülleri esas alan bir eğilimi yansıtmaktadır. Bu anlayış, dini, kökleri toplumsal hayatın derinlerinde yatan bir olgu, yani tüm gerçekliği içinde toplumsal bir olgu olarak görmekten ziyade, fikri anlamda bir gerilik, bir ilkellik, kitlelerin cehaleti, eğitimsizliği vs. olarak görmeye eğilimlidir.
Oysa din, Marx’ın dediği gibi, “ezilenin protestosu”, “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur”. Tam da böyle olduğu için, tarihin daha önceki dönemleri bir yana, yakın zamanda Latin Amerika’da ortaya çıkan Kurtuluş Teolojisi hareketi gibi örnekler mevcuttur. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan ve 80’lerin başında Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) kuruluşunda da yer alan bu hareket, emek ve demokrasiden yana tavır koyan din adamlarının yanı sıra kilise dışı dinî hareketleri de içinde barındırır.”[2]
“Brezilya’nın orta-batı bölgesindeki piskoposlar ve önde gelen rahipler Kilisenin Şiarıadıyla bir belge yayınlarlar ve şunları söyler: ‘Kapitalizm aşılmalıdır. O en büyük kötülük, birikmiş günah ve çürümüş kök, o, verdiği her meyvesini -sefalet, açlık, hastalık ve ölümü- çok iyi bildiğimiz bir ağaçtır. Kapitalizmin aşılması için üretim araçları (fabrikalar, toprak, ticaret ve bankalar) üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmalıdır.’ Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi’nin temel felsefesini oluşturan bu yaklaşım, Latin Amerika’nın toplumsal hareketlerin yönünü belirlemede önemli bir etkide bulundu. Kurtuluş Teolojisi’ni savunanların pratik-politik yönelimlerine bakıldığında, dönemsel Latin Amerika devrimci hareketlerine ve toplumsal devrimlerine önemli bir destek sundukları görülür.”[3]
"–Öyleyse, sol ile İslam’ın bu zamana kadar barışık olamamasının sebebi nedir?
– Genel anlamıyla bakarsak, komünizmle dini birbirine düşman etmek isteyenler kapitalistlerdi. Bunu kesinlikle küresel sömürgecilerin bir projesi olarak görüyoruz. Böylece solu İslam dünyasında antikomünist propagandayla, ‘Bunlar din düşmanı’, ‘Sol, Allah düşmanı’ gibi namus, vatan, millet meselesi gibi sağ argümanlarla bir ‘öcü’ haline getirdiler. Aynı şekilde komünistler için de ‘din eşittir sömürü’ denklemi işlendi. Ayrıca Türk solu, Kemalizm’den ve Stalinizm’den çok büyük ölçüde etkilendi.
[…] İktidarı ele geçirince Kemalistlerle aynı şehvete sahip olduklarını gördük. Farklı işler yapmamaya başladılar. Abdestsiz kapitalizm gitti; yerine abdestli kapitalizm geldi. Abdestsiz militarizm gitti; yerine abdestli militarizm geldi. Dün toplumun alt sınıfında olan, aşağılanan adam yarın işini büyütüp patron olduğunda işçisi için namaz kılabileceği bir oda açıyor. Sonra da ‘İşte Müslüman’ın farkı!’ diyor. Ama asgari ücret konusunda bakıyorsun, hiçbir değişim yok."[4]
Tevfik Özkorkmaz
25.09.2016
Dipnotlar
[1] “İslam ve Sosyalizm”, Abdulaziz Tantik, İştirakî.
[2] “Anti-Kapitalist Müslümanlar ve Sol”, Levent Toprak, Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum, Haziran 2012.
[3] “Ezberi Bozan Anti-Kapitalist Müslüman Gençler”, Dr. Mustafa Peköz, 10 Mayıs 2012, Sendika.org.
4- “Antikapitalist Müslümanlar Ne Diyor?”, Bercan Aktaş, 26 Eylül 2012, Turnusol.biz.

23 Eylül 2016 Cuma

Evrenin Baltası

Evren Balta şahsında dil bulan “anlamsızlık” [bkz.: “Bir Kuruntu Olarak Batı Karşıtlığı”] her tür değerin ve bağlamın hükmünü yitirmesiyle alakalıdır. Avrupa devriminin boşluğunda düşünen Troçkistlerin, Sovyetler boşluğunda düşünen Sovyetçilerin, Arnavutluk’un yokluğunda Envercilerin, Çin’in dönüştüğü ortamda Maoistlerin yuvarlandığı bayır, bu anlamsızlığa dair. Hepsi de kâh liberalizmin kâh muhafazakârlığın dallarına tutundu. Meselemiz bu.
Bu çırpınışta Balta’nın baltasını savurduğu yer tabii ki Doğu. Dala tutunmanın bedeli, değerleri ve bağlamı silmek. Devletin ve demokrasinin dönüşümüne ajan olmak. O, iktidarın AKP dolayımı ile kendisini örgütleme sürecine katkı sunuyor. AKP, iktidarın bir alt-işlevi oysa.
Balta, yazısına sağcıların çürük iddiasını dillendirerek başlıyor: Sovyet sosyalizminin bir “Rus pratiği” olduğunu söylüyor. Oysa o genel, müşterek sosyalizm kavgasının belli bir yerellikte teşkil ettiği mevzi. Sonrasında devrimi sadece Avrupa’ya layık ve has görenler, ona düşman kesiliyorlar. Bunlara, ezilmenin kibrini örgütleyenler, devrimi horgörenler ekleniyor.
Evren Balta’nın kanaatinin aksine, Batı, Sovyetler’le rekabet ettiğinden değil, kendi iç sınıflar mücadelesini çeşitli araçlarla kontrol ve disiplin altına almak için sosyal devleti devreye sokuyor. Kemalistlerde görülen, ilk dönem Türkiye’de sosyalizm arayıp bulan yaklaşım, Balta’da dünya geneline aksettiriliyor. Bakılan yer değiştiğinde, kurgu ve teori de değişiyor. Balta, yüce Batılı Kemalist odaktan bakıyor hayata. Bu nedenle, tüm akademik kariyerine karşın, eski sosyalist ülkelerde devlet teşekküllerinin bir avuç oligarkın eline nasıl geçtiğini idrak edemiyor. Çünkü o, devrim değil, devlet geleneğine bakıyor. Sovyetler ölünce düşmanlarının gözünde bile badem gözlü oluveriyor. Buna pek aldanmamak gerekiyor.
Balta, sosyalizmin üretim tarzı değil, bölüşüm sistemi olduğunu düşünüyor. Tipik bir küçük burjuva tavırla, dolaşım meselesine kilitleniyor. Soğuk Savaş diye kendisine öznel pay biçtiği dönemde ABD üniversitelerinde sosyal bilime yatırım yapılıyor. Devlet ve sermaye, Soğuk Savaş öncesinde sanayiyle ve teknolojiyle ilgili projelere yoğunlaşırken, bu dönemde kitlelerin nasıl maniple edileceği, Sovyet ideolojisinin nasıl parçalanacağı gibi konu başlıklarına odaklanıyor. Muhtemelen bu külliyatın eseri olan Balta, kaşığını o çorbaya daldırıp, hoşuna gidenleri alıyor. Amerikan akademya doymak için bu çorbayı içmeye mecbur.
Tadından vazgeçemediği çorba, yirmilerden beri dillendirilen totaliterizm, fundamentalizm gibi konulara yönelik eleştirilerle baharatlandırılmış. Bu sebeple Balta, o eleştirilerin Sovyetler ile ilgili olarak dillendirildiğini görmüyor. “Emperyalizmin pompaladığı fundamentalizm” bir strateji gereği devreye sokuluyor. ABD “Afganlara Rusya sizi işgal edecek”, Sovyetler’e de “desteklediğiniz hükümeti gericiler yıkacak” diyor. Sovyetler ilmeği Afgan coğrafyasında çözülüyor. Balta, bu noktada emperyalizmi ne de politik tezahürlerini görebiliyor. O sadece kendisini görebiliyor. Trump’ta bile batı karşıtlığı görecek vuzuha sahip olması gerçekten tuhaf.
Batı karşıtlığı, ona göre, “popülist siyasal liderlerin kullanışlı bir aracı.” Aşağılayıcı bir ifade olarak popülizm, Balta’nın lügatinde Sovyetler’i asla ifade etmiyor. Çünkü onunla devrim değil, devlet geleneği üzerinden rabıta kurabiliyor. Ama o siyasî liderlerin, “ezilenlerin, alttakilerin” politik-ideolojik yönelimlerini kontrol altında tutma zorunluluğundan hiç bahsetmiyor. Kitleyi aşağılayan bakış, tüm göz hücrelerini ele geçiriyor.
Buradan, iktidarı, devrimi görmemeyi maharet sayan Sovyet sonrası dönemin solculuğuna, “başka bir dünya mümkün”cülüğe bağlanıyor. Bu mümküncüler, Avrupa’dan Latin Amerika’ya göç ediyorlar. Halka sol masallar anlatırken, siyasetin yüksek katlarında emperyalistlerle sömürü ve yağmayı katmerleyecek anlaşmalara imza atıyorlar. Balta’daki halkı, kitleyi küçümseyen dil bu solculuğun eseri. Söz konusu kibir, halktan yenilecek tokattan sakınma yöntemi.
Özellikle sosyalist veya komünist partilerin Batı’da yürüttüğü, “tüm güzel haklarınız Sovyetler’in eseri” propagandasının alıcısı olmamak, bu diplomasiye has dilden uzak durmak gerek. İzmir Fuarı veya İskenderun Demir-Çelik’le anlaşılabilecek bir dünya değil bu. “Babam çocukken Sümerbank’tan çiçekli pazen elbise almıştı” cümlesi artık manasız. Bunlar, üretimin, bir devrimi yaşatmanın maddi zorluklarıyla boğulan Sovyet halklarının idrak edilmemesinin, devrimi yapmanın maddi zorunluluğuyla yüzleşmemenin sonuçları.
Balta, TKP ile aynı evrende fikir yürütüyor dolayısıyla. TKP, “biz başka dünya isteriz”, gerçek Enternasyonal Marşı ise “yakında duyacaklar havada uçuşan kurşunları” diyor. Balta ve TKP bu geri, eski dünyaya ait lafları kenara itip hayal âlemine dalıyor. Çünkü o sadece dolaşımdaki payını istiyor, hayale vakit ve imkân buluyor.
“Zeki Müren de bizi görecek mi?” lafına atfen, “acaba o dünya istiyor mu TKP’yi veya Balta’yı?” diye sormak gerekiyor. Dünya nedir? Neresidir? İnternete ilk bağlanınca “aha komünizm gelmiş” diye sevinenlerin dünyası mı bu? ABD çizmeleri veya Kemalist devletin çizmeleri arasında ayrım ve seçim yapanların dünyası ile ezilenlerin dünyası bir olabilir mi?
“Üniversiteyi eski hâline geri döndüreceğiz” diyen, Anayasa Mahkemesi’nce kuruluş tarihi 1993 olmamasına rağmen, bu tarihle tescil edilen TKP’nin başka bir dünya istemesi mümkün değil. Balta ve TKP, sadece AKP gerçekliğinde, dolaşım alanına, küçük burjuva dünyasına dair bir pazarlık yürütüyor. Pay ve hak istiyor. Her ikisi de egemenlerin dünyası ile ezilenlerin dünyası arasında ayrım yapmıyor. İkincisinin biriktirdiği kudret imkânlarını ilkinde yansıyan gölgeler üzerinden ezmeye gayret ediyor.
Bu tip solcular, “ezilen”e öteki olarak tahammül edebiliyor, bunu öğütlüyor; ezilen, başını çıkarttığında da onu hemen ötekileştiriyor, insan yurduna koymuyor, oradan da egemenlerin sınırsız-sınıfsız “insan” tasarımına sığınıyor. Batı’yı ancak kendi yarattığı değerleri sahiplenmemekle eleştiriyor. O değerlerin savunuculuğuna soyunuyor. Hepimizi Batı’nın değerlerine, anlam dünyasına ve bağlamına esir etmek istiyor. Batı’nın yarattığı değerlerde sömürüye-zulme dair boyutu görmezden geliyor. “Değerler” dediği şeylerin, ezilenlerin kazanımlarının temellük edilmesine dair bir içeriğe sahip olduğunu anlamak istemiyor. “Öteki” deyip küçümsediği ezilenlerin yer/mevzi tutma iradesini “gerici” kabul ediyor. “Benim kadar yüce, ilerici ve hayalperest olamazsın, çünkü sen zavallı, eziksin” diyor. Böylelikle yer/mevzi tutma iradesiyle ortaklaşma zorunluluğundan kaçıyor, bu iradenin ortakçı boyutunu toprağa gömüyor ve kendi mevkiini korumak adına, emperyalizmin ve sermayenin “evrensel”ine kaçıyor.
Ekim devrimcileri, Batı liberallerine, küçük burjuvalarına yaranmak, hoş görünmek için yapmadılar devrimi. Ekim dâhil hiçbir devrimin böylesi bir anlamı yok. Anlamını, değerini ve bağlamını bu liberallikte, küçük burjuvalıkta bulanların devrime ve devrimci mücadeleye burjuvaziden yana ayar vermeye çalıştığı açık. Ezilenlerin ayar bozan pratiği, kavganın semaya yükselen teberi, daha çok hayal kıracak, daha çok uyku kaçıracak, bu net.
Yusuf Karagöz

Hâlâ Oradayız

Eskiden sistem, laikliği ve demokrasiyi reddeden, İslam devleti ideali olan, tağut, küfür, şirk, tevhid, kıyam, İslamî hareket, nebevî yöntem, rab, ilah, firavun, karun vb. kavramlarla tavır geliştiren müslümanları küçümser, böcek gibi görürdü.
Bu kesimden haberdar olan laikler, demokratlar da “siz hâlâ 1.400 yıl öncesinde misiniz?” türünden ifadelerle kendilerini ileride, Müslümanları geride görür, onlara kibirle muamele ederdi.
Şimdi ise İslam’ın bu en temel kavramlarını kullanan insanlara herkesten önce dünün hızlı müslümanları itiraz ediyor.
Kendileri bu kavramları ağızlarına almadıkları gibi, muhataplarına “siz hâlâ orada mısınız?” sözüyle yaklaşıyorlar. Bu kavramlardan, bu dünyadan, bu idealden utanıyorlar.
Kemalistleri aslında elli yıl geriden takip ediyorlar, bir fark yok.
Kendi zihinleri tamamen seküler, milliyetçi, devletçi kavramlarla tarumar olduğu için, bu kavramları ağızlarına bile alamıyorlar. Bunu da hep aynı numarayla gizlemeye çalışıyorlar: “siz hâlâ orada mısınız?”
Bir yerde siz, “hâlâ orada mısınız?” diye konuşan birileri varsa, bilin ki o ya yorgun düşmüş birisi ya da sistemin nimetlerinden pay almış birisidir.
Bizse hâlâ oradayız.
Yerimizi daha da berkitme çabasındayız.
Ahmet Şahin

Esad’ın Ölüm Fermanı

“ABD, Suudi Arabistan ve İsrail istihbarat kuruluşlarına ait gizli yazışmalar ve raporlar, Esad'ın Katar boru hattını reddettiği anda askerî ve istihbarî planlamacıların hızla, işbirliği yapmayan Beşar Esad'ı devirmek için Suriye'de bir Sünni ayaklanması hazırlamanın Katar-Türkiye gaz bağlantısını tamamlama yönündeki ortak hedefe ulaşmanın hayata geçirilebilir bir yolu olduğu yönünde konsensüse vardığını gösteriyor. WikiLeaks'e göre 2009 yılında, Beşar Esad'ın Katar boru hattını reddetmesinden kısa süre sonra CIA, Suriye'deki muhalefet gruplarını silahlandırmaya başladı.”
[Robert F. Kennedy Jr., Why the Arabs don't want us in Syria
[“Neden Araplar bizi Suriye'de istemiyor”, Politico]
Suriye'deki çatışma, kelimenin geleneksel anlamıyla bir savaş değil. Bu, tıpkı Libya ve Irak'ta olduğu gibi, bir rejim değişikliği operasyonu.
Bu çatışmanın ana motor gücü, 2. Dünya Savaşı'ndan beri 50'den fazla egemen hükümeti devirmiş olan ülke. (Bill Blum'un listesine bakınız.) Elbette Amerika Birleşik Devletleri'nden bahsediyoruz.
Washington, açık ara rejim değişikliği şampiyonudur, kimse onun yanına bile yaklaşamaz. Hal böyleyken, Amerikan halkının müdahale modelini farkedeceği, propagandanın arkasında yatanı göreceği ve buna uygun şekilde sorumluyu suçlayacağı iddia edilebilir. Ama bu, hiçbir zaman olmamış gibi görünüyor ve muhtemelen burada da olmayacak. Kanıtlar ne kadar ikna edici olursa olsun, beyni yıkanmış Amerikan halkı, her zaman hükümetlerinin doğru şeyi yaptığına inanır.
Fakat ABD Suriye'de doğru şeyi yapmıyor. Yarım milyon insanın öldürülmesine, 7 milyondan fazlasının yer değiştirmesine sebep olmuş ve ülkeyi yaşanmaz, boş arazilere çevirmiş olan Selefi aşırıcıları silâhlandırmak, eğitmek ve finanse etmek doğru değildir. Bu, yanlıştır, ahlâksızlıktır. ABD, bu çatışmaya en başta doğalgaz gelmek üzere yanlış sebeplerden ötürü müdahil olmuştur. ABD, Şam'a bir kukla rejim yerleştirerek bu şekilde Doğu'daki boru hattı koridorlarını emniyete almak, Katar'dan AB'ye giden hayatî önemdeki enerji rezervlerinin nakliyesini denetlemek ve bu rezervlerin ABD Hazine'sine ve ABD mali varlıklarına dönecek şekilde, ABD doları cinsinden fiyatlandırılmaya devam etmesini güvence altına almak istiyor. Ortadoğu'daki ABD tahakkümünü sürdürmenin ve Amerika'nın küresel güç üzerindeki emperyal kontrolünü geleceğe taşımanın temel formülü budur.
Suriye'deki savaş, Beşar Esad hükümeti 2011 baharında protestoculara müdahale ettiği zaman başlamadı. Olaylar hakkındaki bu versiyon, hakikatlerin üzerini örten bir saçmalıktır. Savaş, 2009 yılında, Esad Katar'dan gelen ve Katar gazını Suriye üzerinden AB'ye taşımayı öngören bir planı reddettiği zaman başladı. Robert F Kennedy Jr.'ın “Suriye: Yeni bir boru hattı savaşı” başlıklı mükemmel makalesinde izah ettiği üzere:
“Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye üzerinden geçecek olan, 1,500 km uzunluğunda ve 10 milyar dolar değerindeki boru hattı, […] Katar'ı Türkiye'deki dağıtım terminalleri üzerinden doğrudan Avrupa'nın enerji pazarlarına bağlayacaktı. […] Katar-Türkiye boru hattı, Fars Körfezi'nin Sünni krallıklarına dünya doğalgaz pazarları üzerinde belirleyici bir hâkimiyet kazandıracak ve Amerika'nın Arap dünyasındaki en yakın müttefiki olan Katar'ı güçlendirecekti. […]
2009 yılında Esad, ‘Rus müttefikinin çıkarlarını korumak’ için boru hattının Suriye'den geçmesine izin verecek anlaşmayı imzalamayı reddedeceğini duyurdu. […]
Esad, İran'ın doğalgaz sahalarından başlayıp Suriye'den geçecek ve Lübnan limanlarına ulaşacak olan Rusya onaylı bir ‘İslamî boru hattı’nı destekleyerek Körfez'in Sünni monarşilerini daha da öfkelendirdi. İslamî boru hattı, Sünni Katar'ı değil Şii İran'ı Avrupa enerji pazarının başlıca tedarikçisi haline getirecek ve Tahran'ın Ortadoğu'daki ve dünyadaki etkisini çarpıcı derecede arttıracaktı. […]”
Doğal olarak Suudiler, Katarlılar, Türkler ve Amerikalılar Esad'a öfkeliydi, ama ne yapabilirlerdi? Onun kendi iş partnerlerini seçmesini ve pazara gaz taşımak için kendi egemen topraklarını kullanmasını nasıl engelleyebilirlerdi?
Yapabilecekleri şey, iyi bir mafya babasının yapacağı şeydi: birkaç bacak kırmak ve istediği her şeyi çalmak. Bu özgün durumda Washington ve entrikacı müttefikleri Şam'a karşı yasadışı bir vekâlet savaşı başlatmaya, Esad'ı öldürmeye veya devirmeye ve Batılı petrol devlerinin gelecekteki boru hattı sözleşmelerini kapıp Avrupa'ya giden enerji akışını kontrol etmesini garanti altına almaya karar verdi. En azından plan buydu. İşte Kennedy'den bir alıntı daha:
“ABD, Suudi Arabistan ve İsrail istihbarat kuruluşlarına ait gizli yazışmalar ve raporlar, Esad'ın Katar boru hattını reddettiği anda askeri ve istihbarî planlamacıların hızla, işbirliği yapmayan Beşar Esad'ı devirmek için Suriye'de bir Sünni ayaklanması hazırlamanın Katar-Türkiye gaz bağlantısını tamamlama yönündeki ortak hedefe ulaşmanın hayata geçirilebilir bir yolu olduğu yönünde konsensüse vardığını gösteriyor. WikiLeaks'e göre, 2009 yılında, Beşar Esad'ın Katar boru hattını reddetmesinden kısa süre sonra CIA Suriye'deki muhalefet gruplarını silahlandırmaya başladı.”
Tekrar edelim: “Esad Katar boru hattını reddettiği anda”, kendi ölüm fermanını imzaladı. Tek başına bu davranış, canlı, beş bin yıllık bir medeniyeti, çeşitli müttefik istihbarat kuruluşları tarafından istihdam edilmiş, hazırlanmış ve konuşlandırılmış cani fanatiklerle dolup taşan, Felluce benzeri ıssız, çorak bir manzaraya dönüştüren ABD saldırganlığının katalizörü oldu.
Fakat bu hikâyede özellikle ilgi çekici olan şey, ABD'nin 60 yıl önce, Eisenhower yönetimi zamanında neredeyse aynı tipte bir plana girişmiş olması. Kennedy'nin yazısından bir alıntı daha yapalım:
“1950'le Başkan Eisenhower ve Dulles kardeşler […], özellikle Arapların kendilerine ait olan yönetimi petrol imtiyazlarını tehdit ettiği zaman CIA Direktörü Allan Dulles’ın komünizmin dengi olarak gördüğü Arap Milliyetçiliğine karşı yasadışı bir savaşa girişti. Suudi Arabistan, Ürdün, Irak ve Lübnan'daki tiranlara gizli Amerikan askerî yardımı pompalayarak, Sovyet Marksizmi'ne karşı güvenilir bir panzehir olarak gördükleri muhafazakâr 'cihadçı' ideolojiler taşıyan kuklaları kayırdı. […]
CIA, Suriye'deki aktif müdahalesine 1949 yılında, teşkilatın kurulmasından ancak bir yıl sonra başladı. […] Suriye'nin demokratik olarak seçilmiş devlet başkanı Şükrü Kuvvetli, amacı Suudi Arabistan'ın petrol sahalarını Suriye üzerinden Lübnan'a bağlamak olan Trans-Arabistan Boru Hattı'nı onaylama konusunda tereddütlüydü. (Bu yüzden) CIA bir darbe tezgâhlayarak Kuvvetli’nin yerine CIA tarafından dikkatle seçilmiş diktatörü, Hüsnü Zaim isimli, dolandırıcılıktan hüküm giymiş kişiyi geçirdi. Zaim, parlamentoyu feshedip Amerikan boru hattını onaylamaya pek de zaman bulamadan yurttaşları, rejim kurulduktan 14 hafta sonra onu devirdi. […]
(CIA ajanı Rocky) Stone, Nisan 1956'da 3 milyon dolar değerinde Suriye lirasıyla, Selefi militanları kışkırtmak, Suriyeli subaylara ve politikacılara Kuvvetli’nin demokratik yoldan seçilmiş seküler rejimini yıkmaları için rüşvet vermek üzere Şam'a geldi. […]
Fakat tüm bu CIA paraları Suriyeli subayları ayartmaya yetmedi. Askerler, CIA'in rüşvet girişimlerini Baas rejimine rapor etti. Buna yanıt olarak Suriye ordusu, Amerikan Büyükelçiliği'ni işgal edip Stone'u esir aldı. Sert bir sorgulamanın sonunda Stone kameraların karşısında, İran darbesindeki ve CIA'in Suriye'nin meşru hükümetini devirme yönündeki başarısız girişimindeki rolünü itiraf etti. […] (Bunun ardından) Suriye, ABD'ye sempati duyan bütün politikacıları tasfiye etti ve ihanet suçundan astı.” [Politico]
Tarihin nasıl tekerrür ettiğini görüyor musunuz? Herhalde CIA yeni bir senaryo yazamayacak kadar tembellik etmiş ve eski bir senaryoyu tozlu raftan indirip yeni aktörler kiralamış.
Neyse ki Esad, İran'ın, Hizbullah'ın ve Rusya Hava Kuvvetleri'nin yardımıyla, kendisini devirme ve bir ABD yardakçısı yerleştirme girişimini savuşturdu. Bu, bir lider olarak Esad'ın desteklenmesi olarak değil, küresel güvenliğin ulusal egemenliğin korunmasına bağlı olduğu ve uluslararası hukukun mihenk taşının, sebepsiz saldırganlığın reddedilmesi olması gerektiği şeklindeki prensibin savunulması olarak görülmelidir; bu saldırganlık, ister bir tarafın kendi ordusu eliyle, isterse inandırıcı yadsınırlık getirirken, aynı stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan silahlı vekil güçler eliyle gerçekleştirilsin. Gerçeklik, Bush'un Irak işgaliyle Obama'nın Suriye işgali arasında bir fark olmadığıdır. Ahlakî, etik ve hukukî meseleler aynıdır; yegâne fark, Obama'nın olan biten konusunda Amerikan halkının kafasını karıştırmada daha başarılı olmasıdır.
Olan biten ise rejim değişikliğidir: “Esad gitmeli”. Yönetimin en başından beri tekrarladığı nakarat bu olmuştur. Obama ve şürekâsı, Washington'un bölgedeki AB hâkimiyetini daha da güçlendirecek şekilde, boru hattı koridorlarına erişim sağlama taleplerine boyun eğmeyi reddeden, demokratik yoldan seçilmiş seküler bir rejimi devirmeye çalışıyor. IŞİD saptırmasının, “Esad zalim bir diktatördür” saptırmasının ve “Halep'teki savaş mağduru siviller” saptırmasının arkasında olan şey gerçekte budur. Washington bunların hiçbirini umursamıyor. Washington'un umursadığı şey petrol, güç ve paradır. Bugün bu konuda nasıl kafa karışıklığı içinde olunabilir? Kennedy bunu şöyle özetlemişti:
“Suriye çatışmasının, kaynakların kontrolü üzerinde yürütülen ve 65 yıldır Ortadoğu'da verdiğimiz yığınla yasadışı ve ilan edilmemiş petrol savaşından ayrılamaz nitelikte bir savaş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ve yalnızca bu çatışmayı bir boru hattı üzerine yürütülen bir vekâlet savaşı olarak gördüğümüz zaman olaylar anlaşılabilir hale gelir.”
Bu her şeyi anlatıyor, sizce de öyle değil mi?
Mike Whitney
Çev: Selim Sezer