2 Ekim 2016 Pazar

Bahardan Sonra

Devrim-darbe-devrim dizgesi, sonrasında turuncu devrimler çağı 1980’lerin sonundan başlayıp bugüne geldi. Doğu Bloku’nun çöktüğü, Yeni Dünya Düzeni’nin ilân edildiği yıllar, bağlantısızlarda ilk serbest seçimlerin ve İslamcı partilerin başarısının yolunu açmıştı: Yugoslavya-Bosna’da SDA, Cezayir’de FİS.
Bu ülkelerin hâkim yapıları, Yugoslavya’da iç savaşla, Cezayir’de darbeyle cevap verdi. Bosna’da 3, Cezayir’de 8 sene sürecek iç savaş yaşandı. Bir diğer bağlantısız ülke Sudan’daysa tersi bir durum yaşanarak, darbeyi İslamcı parti yaptı. Turabi’nin sivil İslamcı partisi/Müslüman Kardeşler’in Sudan kolu, Ömer Beşir liderliğindeki subaylarla birlikte yönetimi ele geçirdi.
Cezayir’de darbenin şekli, seçim iptalidir. FİS iktidarı daha alamadan, seçimin ikinci turu yaptırılmadan, bir devlet darbesi gerçekleşir. Cezayir darbesi, iç savaşla sonuçlanan darbenin çok büyük bir örneğiydi.
15 Temmuz darbesinin de iç savaşı hedeflediği fikri var. Bir yönüyle, 8 yıllık iç savaşların 8 saate sıkışmış bir minyatürü olarak, evet. Cezayir’de darbeyi yapan cunta kendine “kökten kazımacılar” adını verir. İslamcıları kazıma düsturunu hem devlet içinde hem de sokakta uygular.
İlk saatlerden itibaren sokakta Çengelköy pastanelerinde adam vuran, bizzat devlet içinde infaza başlayan, özel harekâtı bombalayan yurtta sulhçular da benzer bir tablo çizdi.
Darbeye direnme hakkının sınırsız olacağı da darbe karşıtı cephede bir başlangıç olarak kendini belli eder: Darbe bitiminde olan linçlerin usulen bile kınanmaması, darbe sonrası tutuklanıp normal ölümle ölen sivil tutukluya dahi mezarlık yeri verilmemesi. “Her darbe bir iç savaştır” denir.
Bir iç savaş 8 saat değil 8 sene sürecek olursa, daha neler olabileceğini gösteren emareler bunlar. Usule değil esasa bakacak olursak, 15 Temmuz bahar vizyonuna uyar: Bir turuncu devrim olan -bir bahar olan- Akp deyişiyle, “sessiz devrim” olan uzun sürecin bir çatışmayla, bir birbirine girmeyle nihayete ermesi.
2011 Mısır: Devrimin ordu desteğiyle Mübarek’i indirişi. Aynı ordunun 2 sene sonra devrimcileri ve sivil hükümeti yıkması, ezmesi.
2011 Libya: Selefî mücahitlerle batıcı generallerin birlikte Kaddafi’yi indirişi. İç savaş bitince, yeni iç savaşta birbirlerinin üzerine yürümeleri.
2010’lar Türkiye: Türk sessiz devriminde Gülen’le Akp’nin Ergenekon koduyla eski egemenleri indirişi. Sonrasında sessiz devrimcilerin karşılıklı tasfiye sürecinde kılıçları çekmesi. Her üç örnekte de eskiyi indirenler, yenide birbirlerine karşı acil bir indirme-bindirme sürecine girdiler.
Baharın mütemmim cüzü haline gelen bu olay, geri addedilen/"Türkiye’yi model alsın” denilen ülkelerde değil, modelin kendisinde de yaşanmış oldu. Bu darbelerin ortaya çıkışında dış faktör, yani Amerika’nın iteklemesi mi daha baskındır? Yoksa turuncu devrimin-baharın doğası ille de bu darbeleri patlatacaktır?
Lideri alma tarzı turuncu devrimin-darbelerin ilki Sırbistan’dı. Yıl 2000. Miloseviç’i indiren turuncu devrimciler, batıyla yaptıkları-yapacakları yeni anlaşmalar zarfında, Miloseviç’ten farklıydılar. Onu indirip Lahey’e teslim etmek üzere anlaşmışlardı. Aşağı yukarı her turuncu devrimde-darbesinde bu yeni anlaşmalar, yeni koşullar masası açılır.
Türkiye’de de çok erken sayılabilecek bir tarihte, darbeden sadece 2-3 hafta sonra vaka gerçekleşti. Nato’ya selam çakan, “bizi Suriye’ye savaşa sokacaklardı” denilen darbecilerin darbesi kırılır kırılmaz, bu kez darbeyi kıranlar, ABD ile birlikte Suriye operasyonunu yapma hakkını ele aldı.
Yasin Şafak

1 Ekim 2016 Cumartesi

Siyonistseverler

Siyonist Peres’e Gözyaşı Döken Siyonistsever Lider ve İktidarlar
İslam ülkelerinin başında bulunan sözde lider ve iktidarların Siyonistlere olan aşk ve muhabbetini tarif edebilecek, yazıya dökebilecek, duygu, düşünce ve hislerini anlatabilecek, ne bir dil, ne bir cümle, ne bir kelime, ne de bir kalem vardır!
Öyle bir aşk ki; o aşkın ne bir benzeri ne de bir dengi vardır!
Geçmişten günümüze böyle bir aşka tanık olmadığımız gibi tarifi de mümkün olmayan bir aşktır bu!
Kara sevda mı, tutku mu, his mi, samimiyet mi, duygu mu, sadakat mi, bağlanma mı, duyuları yitirme mi, körelme mi?
Anlam veremediğimiz bir hissin harekete geçimi ve esir alması mı bilemedim gitti...
Sıradan bir aşk olmayıp tüm duyguları kontrol altına almış, beyni esir tutmuş, zihinlerini perdeleyip gözlerini köreltmiş, el ve ayaklarını felç etmiş, dillerini lal etmiş, hatta yaşamlarına son vermeye razı etmiş benzersiz bir aşk!
Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun ve tarihte masallara konu olmuş nice aşklar, bu aşkın yanında bir hiç ve kıyaslanması durumunda hakaret ve ihanet sayılabilen bir aşk!
Tarihte böyle bir aşka rastlamak imkânsız ve olanaksızdır.
Tabii böylesine ateşli ve ihtiraslı bir aşkın olamayacağını veya çok abarttığımızı düşünenler de olabilir.
İşte böyle düşünenler de bir kaç soru ile düşüncelerinden vazgeçecekler, hatta benim bu aşkı tarif etmemde ne kadar zayıf ve yetersiz olduğumu fark edecekler.
Siyonistlerin genelde dünya üzerindeki İslâm ülkelerine kazık atmadıkları sömürmedikleri bir ülke var mı? Yok...
Kendi çıkarları adına kullanmadıkları lider ve iktidar var mı? Yok...
Önce kahraman ilan edip sonra işleri bitince çöpe atmadıkları lider var mı? Yok…
Bir verip yüz almadıkları bir ülke var mı? Yok...
İslam ülkelerinin başına kendilerinin cevaz vermediği lider ve iktidarlara müsaadeleri var mı? Yok...
Lideri lidere düşman, kendilerine kul köle yapmadıkları var mı? Yok...
Ya da özelde Filistin ve Araplar noktasında bakacak olursak…
Filistin'in topraklarına konmadılar mı?
Filistin'i işgal etmediler mi?
Namuslarını paymal etmediler mi?
Namuslarını kirletmediler mi?
Çocuklarını öldürmediler mi?
Kadınlarının saçlarından tutup yerlerde sürüklemediler mi?
İhtiyar, çocuk ve sakatlarını kurşuna dizmediler mi?
Cezaevlerini Filistin topraklarında Filistinlilerle tıka basa doldurmadılar mı?
Ekili tarlalarına el koymadılar mı?
Onlara hayvan muamelesi yapmadılar mı?
Toplu katliamlar işlemediler mi?
Bunun gibi sayamadığımız ve hatta dile getirmeye utandığımız çirkeflikleri reva görmediler mi?
E bu yapılanlara rağmen Siyonistlere karşı duyulan aşk ve muhabbet daha da alevlenmedi mi?
Siyonistlere olan aşk daha da gözle görülür hale gelmedi mi?
Siyonistler daha da sevimli ve saygın hale getirilmedi mi?
Şimdi Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun'un aşkı İslâm ülkelerinin başında bulunan lider ve iktidarlarının Siyonistlere olan aşkının yanında bir hiç kalmaz mı?
Siyonistler öldürdükçe, işgal ettikçe, tecavüz ettikçe, onurlarını ayaklar altına aldıkça, hayvan muamelesine tabi tuttukça, kullanıp attıkça onlara olan bağlılığı, sadakati eksiltmek yerine; çoğaltmadı mı, sevdirmedi mi, gözlerini köreltmedi mi?
Şimdi nasıl bir aşk ve sadakat olduğunu anladınız galiba...
Yıllardır onlara zulmeden, hakaret eden, mallarını, canlarını, topraklarını, namuslarını, evlatlarını, evlerini, emeklerini, kendilerine helal kılan Siyonist rejimin elebaşlarından; cani, canavar, alçak, vampir, katil, Peres'in ölümünün ardından Mahmut Abbas'ın, Suudi Arabistanlı, Bahreynli yetkililer ve diğer köle ruhluların beyanat ve tavırları ne ile izah edilebilir?
Mahmut Abbas'ın “Peres'in ölümü bölge barışı için büyük bir kayıp” demesini mi, Peres'in kuyulanması sırasında iki gözünün iki çeşme gibi akmasını mı, hüzünlü olması, yas tutmaya çalışmasını mı, babasını kaybetmiş gibi derinlere dalmasını mı, hangisini, neyle izah edebiliriz?
Bahreyn iktidarının Allah'u Teâlâ'dan barış ve savaş insanı olarak tanımladıkları Peres'e rahmet dilemesini mi,
Suudi liderin zaten konuşacak ve üzüntüsünü dile getirebilecek mecalini kaybettiğini mi, neyi nasıl izah edelim?
Türkiye'den Sinirlioğlu'nun şerefli katılımını mı,
Irak Kürdistan'ının göz yaşartan tavrını mı?
Bunlar en ateşli ve tarif edilmemiş aşk değil de nedir?
Normal bir gözle baktığımızda Simon Peres katilinin ölümü, başta Filistin, Arap ülkeleri ve diğer İslâm ülkelerinde bayram coşkusu, her cami avlusunda ve İslamî derneklerde lokum dağıtmayı gerektirirken, İslâm ülkelerinin başındaki lider ve iktidarlar yas tutmuş, karalar bağlamış ve bu duruma üzülen birer ‘aşağıların aşağısı' olmuşlar, insanlıktan nasibi olmayan Peres'den daha aşağı bir konumuna düşmüşlerdir.
Cellâdına âşık, tecavüzcüsüne hayran ve bu halini değiştirmeye gayreti olmayanın bu durumu tarif edilmemiş bir tutku, bir bağlılık değil de nedir?
Peres'in ölümüne üzülen, ağlayan, ah çeken, rahmet dileyen, barış elçisi gören, dua eden, kuyulanması için Kudüs'e gidip iştirak eden, ismi, cismi, ırkı, dini, mezhebi, konumu, ülkesi, siyasi görüşü ne olursa olsun bizim nazarımız da Siyonist, halkların ve insanlığın düşmanı, ‘esfele safilin', onursuz ve kimliksizdirler. Birer köleden farksızdırlar.
Peres'in akıbetini şeker dağıtarak kutlayan İslâm İnkılâbı gençlerine selâm,
Cenaze törenine katılanlara da lanet olsun...
Bahir Aydın

Marx Neden Ateist Değildi?

Bilgi ile kanaat arasında neredeyse hiçbir sınır kalmadığı, kanaat teknisyenlerinin cafcaflı retoriği ile dört bir yandan çevrelendiğimiz şu zamanlarda, Karl Marx, başlıktaki soruyu bugün cevaplamak zorunda kalsa, homurdanarak herhalde şöyle derdi: “Gazete yorum sayfalarından uzak durmak için!”
Lakin ben iyi bir Marx öğrencisi değilim. 20 Mayıs tarihli Radikal’deki “Marx Neden Ateist Değildi?” başlıklı yorumu okuduktan sonra, bazı hususlarda bildirilmiş kanaatlerin izahatla düzeltilmesi gerektiğini düşündüm.
Önce şunu söyleyeyim: fikirlerle yaşamayı seçmiş insanların, uğraştıkları zanaata dair bir takım sorumlulukları olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu sorumluluklardan biri de, mesela gazete gibi bir ortamı kullanarak, ahaliye fikir arz etmeden önce, bu fikirler hakkında doğruluk, sarihlik, gerekçelendirilebilirlik gibi kıstaslarla kontroller yapmak olmalı. Atalay Girgin’in “Marx’ın ateist olmaması” ile ilgili aktardığı fikirlerin bu kıstasları sağlayamadığını, iyi temellendirilmemiş kanaatler olarak ahalide Marx’ın pozisyonu hakkında ciddi bir yanlış-tanıma etkisi yarattığını düşünüyorum.
Hedef Merak Uyandırmak
Fikirlerle yaşayan birinin kanaat tüketicileri piyasasına arz ettiği fikirlerle sansasyon ve heyecan hedeflemesi, kabul edilebilir gözükmüyor bana. Sol entelektüel üretim içinde modalaşan tabirle, “ezber bozmak” adına bir flaş haber veriliyor: Marx ateist değildi, yanlış biliyorsunuz! Bütün yorum, bu önermeyi gerekçelendirmeyi değil, manşetin merak uyandırıcı, şaşırtıcı biçimini güçlendirmeyi amaçlamış.
Girgin’in yazısında Andy Blunden’in aynı başlığı taşıyan makalesindeki argümanları arayıp durdum. Niye ateist değil? Makalenin reklâmı ve ezber bozmanın önemi dışında, bu argümanları bulamadım. Diğer yazıları ışığında da kendini sosyalist gören biri olduğunu düşündüğüm Blunden’in makalesini yine de sürprizler bekleyerek okudum.
Neyse ki karşıma, Marx’ın Yahudiliği ve masonik bağlantıları ile ilgili pespaye bir komplo analizi değil, benim bildiğim, kendine Marksist diyen hemen herkesin ayırdında olduğu bir temel argüman çıktı: Marx’ın, en açık hâliyle Alman İdeolojisi’nin iki cildinden takip edilebilecek “felsefe” eleştirisi, teolojik spekülasyonu ve çağdaşı olan Fransız ve Alman materyalizmini (ki Marx, ateist düşünceden, Hegel ilhamlı bu Hıristiyanlık eleştirisini anlıyordu) aynı düzlemde karşısına alır, daha devrimci, daha tarihsel, daha “bize dair” bir maddecilik adına... Kafayı Tanrı’nın varlığı ispatlarını yanlışlamakla bozmuş bir idealist maddecilik de, Marx’ın 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nın girişinde açıkça ifade ettiği gibi, teoloji gibi “bir başka soyutlama” biçimidir.
Ateizm Düşman Kardeşinin İdeolojik İkizidir
Tanrı’dan boşalan kutsallık tahtına "insan"ı oturtan, spekülatif bir uğraş olarak ateizm, düşman kardeşinin ideolojik bir ikizidir. Ateizmin felsefî pozisyonundan kutsadığı İnsan, somut insan yaşamlarını olumlayıcı, pratik bir insan felsefesinde yaşamaz, bir tür “negatif teoloji” ikonası hâline gelir.
Yani, Blunden’in Marx’tan sarih biçimde aktardığına göre, sosyalistlerin meselesi, örgütlü dinlerin sabit fikirleri ile felsefî düzlemde uğraşmak, dindarlığın her biçiminin uzlaşmaz düşmanlığını yapmak olamaz. Sosyalistler, insanı kucaklarken, teolojiden olduğu kadar idealist maddecilerin koltuk felsefesinden de kopar, fikirlerinin insana dairliğini dünya içindeki gerçek mücadeleler içinden çıkarırlar. Örgütlü din, muktedirlerin çıkarlarını kollamalarına, halkın da çıkarlarını yanlış tanımasına hizmet ettiği zaman devrimci eleştiri ve müdahalenin konusu olur.
Bu menzilde Marx ve Engels’te ziyadesiyle sert (özellikle “Hıristiyan Sosyalizmi” ucubesine karşı) ama somut bir ecclesia (kilise) eleştirisi vardır zaten, ki günümüzde AKP’nin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yahut Harun Yahyacılık gibi örgütlü dezenformasyon akımlarının, dini nasıl bir iktidar teknolojisi olarak kullandıklarının ifşaatı için ilham verici bir eleştiridir.
Sosyalistlerin Meselesi Din Düşmanlığı Değil
Marx’ın yine pek yanlış anlaşılmış meşhur “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesini hatırlarsak, sosyalistlerin meselesi, din düşmanlığı, toplumu dindarlıktan temizlemek değildir. Mücadele, bu dünyada ızdıraptan ızdıraba savrulanların kurtuluşu ölümden sonra arama ihtiyacını anlamsız kılacak, ızdırapsız bir dünya yaratmak için olmalıdır. Marx’ın makalesinden yapılan şu alıntıda “Yahudi” yerine “Hanefî”, “Şafî” vs. de koyabilirsiniz:
“Toplum Yahudiliğin ampirik varlığını, pazarlıkçı ticareti ve bunun ön koşullarını aşarak dönüştürmeyi başarır başarmaz, Yahudi imkânsız hâle gelir, çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur. Çünkü o vakit, Yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanîleştirilmiştir ve çünkü insanın bireysel-duyusal varoluşu ile türsel-varoluşu [gattungsexistenz] arasındaki çelişki aşılmıştır.”
Marx ateist değildi, biliyorduk. Reel sosyalist rejimlerde tektanrılı din kurumlarına karşı o ülkelerdeki “resmî Marksizm-Leninizm görüşü” ne olursa olsun. Ama teolojiye ihtiyacı olmayan bir devrimci olarak, onun Tanrı hipotezleri ile de işi olmazdı. Zira Marx filozof da değildi. Biliyor muyduk?

30 Eylül 2016 Cuma

12 Eylül Zindanları

1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düşen uçağın sorumluluğu Libya’ya bağlandı. İki Libya vatandaşı, eylemi gerçekleştirmekle suçlandı. 2003 kritik tarih. Kaddafi, o tarihte sorumluluğunu kabul etti, ama saldırı emrini kendisinin vermediğini söyledi. Afrika’nın birliği ve Afrika’ya özel ortak para birimi gibi fikirlerin savunucusu olan Kaddafi’nin tasfiye süreci o dönemde başladı.
Sorumluluğun kabul edilmesi sonrası Kaddafi, Kaide ve bağlantılı örgütler konusunda CIA ile işbirliğine gitti. O istihbarat üzerinden CIA, onlarca militanı uçaklardaki ve Guantanamo’daki işkence tezgâhlarından geçirdi. İşin tuhafı, aynı CIA Arap Baharı ile birlikte Libya’da patlak veren iç savaşta aynı militanları kullandı. Harekâtın başına bu isimlerden birini geçirdi. ABD, Kaddafi’ye öfkeli Kaide’yi sahaya sürdü. Özel kuvvetler bu harekât dâhilinde kullanıldı.
Benzer bir sürecin Suriye bağlamında da gerçekleştiği görülüyor. Aşağı yukarı gene 2003 yılı civarında Suriye ile Türkiye arasında ilişkiler kuruluyor. Esad, ülkeyi neoliberal döneme uyarlayacak ismi Londra’dan getiriyor. Şimdilerde meseleyi İslamcılık eleştirisine indirgeyen Hüsnü Mahalli, o dönemde Türkiye ile Suriye’nin birleşmesini savunuyor. Suriye de Kaide ve bileşenlerine karşı ABD ile işbirliğine gidiyor. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra tüm silâh ve milis gücü Suriye’ye gönderiliyor. Dönemi Mahalli’den okuyoruz. O ise nasıl oluyorsa seksenlerde Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ını Türkçeye çeviren isim. Öte yandan TKP’lilerle ilişkili. 2000’lerin başında o yeşil kitapçılar bir parti kuruyorlar. O partiyle de eski TKP’liler bağlantılı. Kaddafi öldürülünce “iyi oldu, beş para etmezdi” demekse Hüsnü Mahalli’ye düşmüş. Şimdilerde Batı’daki İslam düşmanlığı programını yerele taşımakla meşgul. Eklemlenilecek yer orası. Sezer döneminde yürüyen ilişkileri yere göğe sığdıramayan Mahalli, Suriye derin devletinin ayak sürüdüğünü söylüyor. Şimdi liberal dilini İslam’a karşı sivrilttiği için alıyor parasını.
Mesele bu açıdan bir “emperyalistin ayağına basmak” değil. Fikir ve eylem açısından emperyalizmin rüzgârı ile yelkenleri şişirmekte sorun. Ekranlarda, piyasada gördüğümüz isimlerin bu kadar karşıtmış gibi görünmesine aldanmamak lazım. Yeni Şafak yazarı, sıkı AKP’ci İbrahim Karagül de Hüsnü Mahalli’nin öğrencisi. Karagül Libya bombalanırken Ömer Muhtar’ı hatırlatıyor, işgale karşı çıkıyordu. Rüzgârın estiği yere ve yöne bakmak gerek.
Lozan tartışması da benzer bir seyir izliyor. AKP, devletin kurulduğu zemini sorgulayamaz. İttihatçı-itilafçı tartışması yanılsamalı. İştirakçi perspektif, ikisini de yekpare, yeknesak kabul etmeyi öngörüyor.
Sorun da burada. Tartışmanın seyri içerisinde sol-sosyalist hareket ittihatçı veya itilafçı çizgiye örgütleniyor. Herkes aydınlıkçı, aydınlanmacı. Futbol maçı yayınlarında görüldüğü üzere, sol örgütler, sosyal medyada “güzel kadın” arkadaşlarının ellerinde döviz bulunan fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gösterilen bu: “Biz güzeliz, onlar çirkin.” Gösterilmeyense şu: Kitle yok!
Kitle olmadığı için gayet erkekçi, gayet burjuva estetiğine esir olan bir yaklaşımla, “güzel kadın” fotoğraflarına yer veriliyor. Kitleyle neden ilişki kurulamadığı ise asla sorgulanmıyor.
En azından yıllar önce TKP, halka “koyun sürüsü” diyen bir afiş hazırladığında, eleştiren birileri vardı. Bugün herkes bu anlayışa örgütleniyor. Halk koyun sürüsü olarak görülüyor. Buna karşı gelişen öfkeyi sol-sosyalist harekete yönlendiriyorlar. Tıpkı Libya ve Suriye’de devreye sokulan Kaide gibi, devletin ve bölgenin inşasında bir çomak devreye sokuluyor.
Toplum 12 Eylül zindanı. “Karıştır-barıştır” yönteminin uygulandığı, ABD’den getirilen ilâçların yerli psikologlar eliyle tutsaklar üzerinde denendiği zindanlar, bugünün prototipi. İttihatçı ve itilafçı tartışması, yanıltıcı. Sahne gerisinde hepsi kol kola. AKP’li bir yazar, ekranda saatlerce Gürsel Tekin’le sohbet ettiğini anlatıyor. Tekin eski Devyolcu. Bu örgütün geride bıraktığı isimler, devlet, bürokrasi, mafya, sermaye alanlarında rol sahibi. İlişkiler fazla bulaşık, bulanık, karışık.
Dolayısıyla “İslamcısı Kemalisti elbirliği yaptı” tespitinde anakronizm var. Tarihin bugünün ideolojik dünyası için belli bir kıvama sokulması sakıncalı. Her Müslümanı İslamcı zannetmek ciddi bir sıkıntı. Bu tartışma içerisinde bir yok-yere, bir sıfır noktasına çekilmek tehlikeli. Ezilenlerin-sömürülenlerin yok-yere, sıfır noktasına ihtiyacı yok. Bunlar her daim egemenlerin denge noktasıyla ilişkili.
Liberal gazetecilerin, akademisyenlerin üzerinden kurulan ilişki, egemenlere dairdir. Geçmişte Fethullah okullarına methiyeler düzen Büşra Ersanlı’yı partisine eğitmen yapmakla, AKP’nin gizli toplantılarına danışmanlık yapan gazeteciler arasında bir fark yok. Devlet, iki boyutlu olarak, kendi diyalektiği içerisinde reorganize olmakta.
Bu ortamda sola “ideolojiye, politikaya, örgüte ihtiyaç yok” denilmesi de bu reorganizasyona tabi. Teorik zemin yoksa, ideolojik mücadele de yok. Silâh, teorinin, ideolojinin, politikanın yok-yeri, sıfır noktası olarak idrak edilmekte. Sol-sosyalist hareketin ittihatçı-itilafçı dövüşüne müdahil olmaması, tabanı örgütlememesi için böylesi bir yok-yere çekilmesi gerekmekte. Geride sadece devletin kuruluşunda şu veya bu noktada varolma imkânı bulmuş gelenekler kalacak, ancak bunlar geleceğe ulaşacaktır. Genel algı bu yöndedir. AKP ile mücadele, bu amaçla istismar edilmektedir. Mustafa Suphi’ye “maceracı, anarşist” diyenler, ya ittihatçı ya da itilafçı olmak zorundadır.
Bu zorunluluk dâhilinde, sol Türkiye’nin ne öncesiyle, ne de sonrasıyla ilişki kurabilir. Varolan hâlini bir boyutuyla yüceltmek zorundadır. 12 Eylül zindanlarına döndürülen toplum, 19 Aralık sonrası “en verimli olduğum dönem cezaevi dönemiydi” diyen sol aydınlara muhtaçtır. O aydınlar, artık akademisyen ya da gazetecidir. Politik niteliklerinden soyunmuşlardır.
Varlığını Atatürk’e borçlu olmak… Sol-sosyalist kesim bu alana örgütlenmiştir. Görevi, AKP ile yanlış yollara girebilecek olan damarı kesmektir. Devletin biçtiği rol bu yöndedir. Kumarhane, meyhane bekçiliği yeni görevidir. Yukarıdaki resimde görülen drone'un yerli versiyonudur. İçteki devletle hesaplaşmamanın sonucu budur. “Milyonları bulan laik kitle” cümleleri, en aydınlanma-karşıtlarının, en “komünistler”in ağzından dökülmektedir. Bu siyaset, devletin tahkimatı, teşkilâtı ve tanzimatı için şarttır. Tasfiye burayla ilgilidir. Devlet, en fazla, kendisine yönelik eleştiriyle örgütlenmektedir. Doksanlarla başlayan bölgesel tanzimin emri bu yöndedir. Emperyalizmin duasına “amin” demek, mazluma deva olmaz.
Bahri Dikmen

Bir Asırlık Tecrübe -V

Bolşevikler devrimden sonra milliyetler sorununa üç farklı biçimde yaklaştılar: Birincisi; Polonya, Finlandiya, Estonya, Litvanya, Letonya gibi eskiden Çarlığa katılan ülkelerin bağımsızlıkları hemen tanındı. İkincisi; Ukrayna ve Belarus gibi uzun yıllar Çarlık idaresi altında olan topraklarda Sovyet yönetimi kuruldu ve federasyona katıldılar. Üçüncüsü; Doğudaki Müslüman halklarda ise milliyetler sorunu, sömürge sorunuydu. Çok sayıda farklı halkların varlığı sorunu daha da karmaşık hale getiriyordu. Bakû, Grozni gibi merkezler dışında proletaryadan söz edilemiyordu.
Doğunun Müslüman halklarını bir araya getiren temel neden "Rus şovenizmi"dir. Doğu halklarının Sovyetlere katılması Türkistan, Tataristan ve Kafkaslar’da değişik süreçlerle gerçekleşti. Bu kısa süreç yazının dipnotunda var. Değişimin ilk işareti Mart 1921'de Stalin'in X. Parti Kongresi'ne sunduğu "Ulusal Sorun Konusunda Partinin İvedi Görevleri" başlıklı raporda görüldü.
Stalin raporda, yerli komünistlerin saflarında görülen ve Doğuda kendini panislamizm, turancılık gibi akımlarla deyimleyen yerel millliyetçilik sapmasına karşı Kongre'yi uyarır ve, “Bolşevikler'in milletlerin kendi kaderini tayin hakkı politikası kendi evrimini tamamlamıştı: burjuva toplumundaki ayrılma hakkından, milletlerarasında eşitlik tanımaya ve birçok milletten oluşan bir sosyalist toplumda bir milletin başka bir millet tarafından sömürülüşüne son vermeye varan bir evrimdi bu”.[1]
Bu üç farklı bakışı devrimin hemen ertesinde açıklaması iç savaşta Bolşeviklerin üstünlük sağlamasına önemli katkısı oldu.1920 sonunda iç savaşın sona ermesiyle bu kararlar yeniden gözden geçirildi ve yeni koşullarda yeni politikalar saptandı.
Bu değişimi Tarihçi Edward Hallett Carr, 1920'yi milliyetler politikasında dönüm noktası olarak görür.[2] Sovyetler’in çok karmaşık süreçleri yaşayan farklı farklı ulus ve halkların bölgesel eşitsizliğe rağmen Feodal Çarlık İmparatorunun yıkılması ve Bolşeviklerin estirdiği rüzgar tüm farklılıklara ve kendi aralarındaki çelişmelere rağmen iç savaş süreçlerini yaşayarak 'tek ülkede sosyalizm' kalesini korumak temel bir bakış temel bir görev haline geldi.
Zamanla büyük veya Beyaz “Rus Şovenizmi” yeniden hortladı. Bu gelişmeye neden olan “Merkezî Rusya Federasyonu” tartışmaları idi.[3] Burada kısa bir not olarak % 90'nı köylü olan bir toplumda, eski "veche"lerde halkın kendi iradesini yansıttığı ve kendi sorunlarına çözüm aradığı yerel meclisler ve köylü komünü "obşçina" var.
Narodnik “halkçı” demek. Sol Narodnikler -SR- adı geçen "veche"lerde genelde köylüler arasında örgütlü; Narodnikler, Lev Tolstoy gibi birçok yazar aydının üzerinde etkili oldu. "Maria Spiridonova’nın liderliğindeki sol SR’ler, Bolşeviklerle ittifak yaptılar ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan ilk hükümette yer aldılar. Bolşeviklerin, Brest-Litovsk barışını kabul etmelerinden sonra sol SR’ler muhalefete çekildi ve Çeka terörüyle ezildiler.
Dora Kaplan adlı, SR üyesi genç bir Yahudi kadın, Lenin’e suikast yaptı ve Çeka tarafından idam edildi"[4] Bu notu koymamızın nedeni ve konumuzla bağı Bolşeviklerin kendi ülkelerinde köylülüğü ve ezilen ulus halklara bakışının çok zayıf olduğunu göstermektir. Bu, aynı zamanda Dünya devriminin temel dinamiklerinden biri olan köylülüğün Sol Norodnikler şahsında âdeta yok sayılarak görülmemiş olmasıdır.
Aynı bakış, muazzam bir potansiyele sahip ezilen halkların ve ulusların o günün koşullarındaki devrimci dinamiği küçümsemiş ve yeterince gereken önemin verilmemesinin gerekçesi olmuştur. Burada kısa bir parantez açarak Türkiye’de sosyalist hareketi etkileyen iki damarın birincisi Avrupa eksenli düşünceyi kendi özgülüyle aşamaması, ikincisi de Kemalist ulusalcı damardır. İki ayrı yumurta ikizi olan bu"damarları" aşmak, onlarla yüzleşmek ve radikal bir kopuşu gerçekleştirmek gerektiği kanısındayım.
Galiyev, Batı kampında yer alan ulusların içinde emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi görüyordu. Buna rağmen öncelikli çelişkinin uluslararasında yaşandığını düşünüyordu ve Doğu’da devrimin dinamiklerine bakışı Bolşeviklerden ayrılmaktaydı.
Galiyev’e göre, “Doğu’da Batı’dakine benzer proleter bir sınıf yoktu. Müslüman halklar arasında sınıf farklılığı bulunmadığı gibi, Batılı sömürgeciler de Doğu’yu toplumsal katmanları arasında fark gözetmeksizin sömürmekteydi. Bu nedenle sömürge halkların tümü toplumsal katmanları ne olursa olsun proleterdi”[5]
Galiyev, Batı’da beklenilen sosyalist devrimin gerçekleşmemesinin altında Doğu’daki zenginliğin sömürgecilik aracılığıyla Batı’ya aktarılması ve aktarılan bu kaynakların Batıdaki işçi sınıfına pay verilerek devrimci potansiyelinin eritilmesinde yattığını söyler.
Galivyev'in sömürge halkların tüm farklılıklarına rağmen proleter tanımını yapması oldukça düşündürücü ve o günkü koşulların kavranması açısından anahtar konumda olduğunun altını çizmek gerek. Fizikî olarak çok zayıf da olsa emperyalist ve sömürgecilerin ezdiği halkları ve ulusları proleter görmesi proletaryanın ideolojik önderliğinin önemine vurgu vardır.
Bolşeviklerin de "batıcı" görüşlerin etkisi altında olduğunu ve bu görüşlerden nasibini aldığını varsayarsak, o zamanki yapılan tartışmaların, nesnellikten nasıl uzaklaşılmasına vesile olduğu öğreticidir.
“Doğu, öyle bir devrim kazanıdır ki, tüm Batı Avrupa’yı devrim içinde boğabilir. Bence, Batı Avrupa’nın Doğu sömürgelerinde ezilen halklarının göğsünde birikmiş olan enerjiyi kullanıp kullanamayacağımız, sergileyeceğimiz yaklaşıma bağlı olacaktır. Biz bu meseleye... bir komünist olarak yaklaşmalıyız.”[6]
Günümüz açısından Galiyev’in bu tespiti önemli: “[…] Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye, yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Ortadoğu'ya da hayat verecektir.”[7]
Bir asrın öngörüsü çok enteresan bir şekilde adım adım yaklaşıyor! Mirsad Sultan Galivyev'in burada emperyal bir 'Osmanlı' isteği olmadığı kesin. Bu, Anadolu hareketinin yayılması ve güçlenmesi isteğidir ve bu nedenle Mustafa Suphi'yle beraber hareket eder. Kesin olmayan ise Türkiye'nin bu doğrultuda gidip gitmemesidir.
Galivyev'in Dünya devrim beklentisine bakışı farklıdır: “Başka bir deyişle Sömürge Devrimi Batı'da sosyalist devrimin başlaması ve bunu bir dünya devrimine dönüşmesi için ilk ve zorunlu adım olacaktır: Dünya devriminin bir tek yolu vardır, Biz Doğulu devrimciler, bu yolu gösteriyoruz. Daha net bir şekilde ifade edecek olursak, her şeyden önce Doğu ülkelerini kudretli Avrupa sermayesinden kurtarmak ve bu sermayeyi hammaddeden mahrum bırakmak gerekir. […] Sovyet hâkimiyetinin Avrupa'ya uzanan doğrudan yolu, Doğu dünyasından geçmektedir.”
Şüphesiz Sultan Galiyev’in doğusu İran’ı, Afganistan’ı, Mısır’ı içine alır almasına ama esasta problematik, meydan okuyan milletlerdir. Şöyle sıralar; “Japonya, Türkiye, Çin, Hindistan, Rusya’nın sömürge halkları.”[8]
Lenin, emperyalizmin ayırt edici özelliğini, tüm dünyayı çok sayıda ezilen ulus ve halklarla, büyük servetleri ve askerî gücü bulunan az sayıda ezen ulusa bölünmüş olması olarak saptar.[9] Galiyev’e göre; diyalektik açıdan insanlığı oluşturan milletler iki düşman kampa ayrılır. Beşte birini oluşturanlar tüm Dünya'nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçirmiş durumda. İnsanlığın beşte dördünü oluşturan diğer halklar ise birinci kamptaki 'efendi halkların' ekonomik, siyasal ve kültürel egemenliği altındadır.
Kısaca "köle" ve “uygar” efendi halklar öz itibariyle günümüzde varlığını sürdürmektedir. Galiyev’e göre; Batı Avrupa’da işçi sınıfı, kendi burjuvasına ne zaman ekonomik nitelikte bir istek ileri sürse, burjuvazi her defasında bu isteği yerine getirebilmekte. Çünkü burjuvazi, kendi ulusunun hem de sömürgelerde işçilerin üzerinde efendi konumunu sürdürecek güç ve kaynağa sömürgeleri sayesinde sahiptir.
Buradan hareketle, sömürgeler ve kurtuluş hareketleri devrimcidirler. Kaynakların talan ve sömürüsü ancak böyle engellenir. Galiyev, Batı Avrupa proletaryasının dünya sosyalist devrimi içindeki rolü ve önemini abartmadan, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin rolü ve önemini kavramak ve küçümsememek gerektiği düşüncesindedir. Galiyev bu hususun altını çizer.
Uluslararası topluluğun metropoller ve sömürge/yarı-sömürgeler olarak ikiye ayrıldığını saptayan Galiyev, bu iki grup arasındaki ilişkinin “tam bir kölelik ilişkisi” olduğunu öne sürmektedir. Üretim, tüketim, dolaşım Batı'nın tekelindedir. Doğu'nun sömürüsü üzerine kurulan Batı uygarlığı, bir yandan da Doğu'nun kendi kültürünü geliştirmesini engellemiştir. Peki bu bir asır üzerinden, günümüzde neler değişti?
Tevfik Özkorkmaz
30.09.2016
Bölüm: Bir, İki, Üç, Dört
Dipnotlar
[1] Stalin Eserler C.5, s. 321-328. “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Kuruluşu Üzerine Deklarasyon”.
[2] Edward Hallett Carr, 1916'da dışişleri bakanlığına atandı. 1919'da İngiliz delegasyonuyla Versay Konferansı'na katıldı.
[3] Yusuf Köse, “Lenin ile Stalin arasında Ulusal Sorun Konusunda Çelişki Var mıydı?”, 8 Şubat 2014, Teorik Yazılar.
[4] Sosyalist Devrimcilik,Gün Zileli, 2009.
[5] Prof. Dr. Erel Tellal “Mirsaid Sultan Galiyev”, A.Ü.S.B.F. Dergisi, Sayı 56, Ocak-Mart.
[6] Sultan Galiyev, “Şark Meselesine İlişkin Konuşma”, s. 267-268.
[7] Erel Tellal, a.g.e., s. 116. Galivyev, 1998 b. 54; Galivyev 1998 a: 19.
[8] Sultan Galiyev ve 1917-1923 Milliyetler Siyaseti, Saime Selenga Gökgöz, H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi Cilt1. Sayı 1. Kasım 2004.
[9] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev. Muzaffer Erdost, Ankara, Sol Yayınları, 1998, s. 208-20.
Kısaca bu süreç;
1) Bolşevikler 9 Kasım 1917'de Çarlık Rusya’da yönetimi ele geçirdi.
2) Çoğunlukta oldukları Halk Komiserleri Sovyeti’nde Lenin Başkan, Troçki Dışişleri Komiseri, Stalin Milliyetler Komiseriydi.
3) 31 Ocak 1918.RSFSC-Rusya Sosyalist Federalif Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi.
4) 10 Temmuz 1918. RSFSC-Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti anayasası kabul edildi.
5) Aralık 1917'de Ukrayna, Ocak1919 Belarus Nisan 1920 Azerbaycan, Kasım 1920 Ermenistan ve Şubat 1921 Gürcistan'da Sovyet yönetimleri kuruldu.
6-12 Mart 1922'de üç Kafkas cumhuriyeti federatif bir yapı içerisinde birleşti.
7-30 Aralık 1922'de Rusya, Ukrayna, Belarus ve Kafkas cumhuriyetlerinin katılımıyla Moskova'da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruldu-SSCB.
8) 6 Temmuz 1923'te Merkez Yürütme Kurulu tarafından kabul edilen Anayasa 31 Ocak.1924'te Kongre tarafından onaylandı.
9) 27 Ekim 1924'le Özbekistan ve Türkmenistan SSCB'ye katıldı.
10) 3.Aralık 1929'da Tacikistan Cumhuriyet statüsü kazandı.

29 Eylül 2016 Perşembe

Bir Asırlık Tecrübe -IV

Rusya'nın büyük şairi Puşkin’in “Bir göçerin atının eyerinde nasıl bir toplum yaratılır?” sorusu bir asır sonra Ekim Devrimi’yle sonuçlandı. Avrasya meralarının uzandığı bu topraklar esas olarak hayvan yetiştiriciliği ve savaşçı göçerler için uygun görünüyordu.
Osmanlı da bir göçer olarak atının eyerinde bir toplum yaratarak kurulmuştu. Nüfusun büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen,yaşam koşulları kölelerden hallice iyi olan, halkın özlemlerinin acımasızca ezildiği, kentleşmiş batıyla, step, bozkır doğu arasında sıkışmış kalan Slav Rusya. Soğuktan buz tutmuş coğrafyasıyla Avrasya meralarına kadar uzanan, Çernozami dediği siyah toprakta karların fırsat verdiği zaman ekim ve hasat yapan yoksul köylüsüyle… Ve “Rusların kamçı yemeye bayıldıkların”" söyleyen Çariçe Aleksandra'sıyla”[1]
İslamî sosyalizm, yakın tarihimizde gündeme gelmiş, özellikle de Ekim Devrimi sonrası tüm Müslüman coğrafyada etkili olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle İttihat-Terakki Cemiyeti’nin önder kadroları yurtdışına çıkarak, bu çöküntüden çıkış yolları aramaya başlarlar. Bu arayış dâhilinde Ekim Devrimi ve Bolşeviklerden hem etkilenir hem de gelişmelerden korkarak çeşitli tedbirler alma yoluna giderler.
1920 tarihinde Bakû'de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’na Enver Paşa konuşmacı olarak katılır ve Rus Bolşevikleriyle birlikte Moskova'ya döner. Enver Paşa kongrede resmen Fas, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Mısır, Arabistan, Hindistan İhtilal Cemiyetleri vekili olarak bulunur.
Bu güç Enver Paşa'nın mı yoksa çökmüş olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun mu gücüydü? “Kurultaya Türkiye'den gelen delegasyon toplantının havasından müthiş etkilenir. Dönüşte Açık Söz gazetesi muhabiri şöyle yazar:
“Şarktan esen şiddetli bir rüzgârın cereyanına kapılan yıldızlı bir motor dalgalar arasında yuvarlana yuvarlana dün Sinop Limanı’na geldi. Karaya çıkan misafirlerin Bakû'de toplanan Üçüncü Enternasyonal Kongresi’ne iştirak eden Trabzon murahhasları Abdülhalim ve Ali Kemal Efendi’lerle bir takım malûmat almak üzere konuştuk. […]
O ne azimetli, ne şayan-ı hayret bir içtima oldu. Türlü türlü şekil ve kıyafette insanlar. Binihaye milletler. Heyet-i umumiyesi üçbin beşyüz kişiden ibaretti. Fakat bunun üçbinikiyüzü İslam akvamının murahhaslarını teşkil ediyordu. Türkler, Araplar, Hintliler, Afganlar, İran, Hive, Buhara, Semerkand, Taşkent, Dağıstan, Çeçen, Kalmuk, Çerkez, Kırgız, Başkurd, Kaşgar, Çin, Sibirya, Bütün Kafkas milletleri, bütün Tatar kavimleri, hâsılı, Şark’ın, Garb’ın milletleri ve Murahhasları -Rumlardan- başka Macar, Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman, Bulgar vardı. […] Konferansı Azerbaycan Şurası Reisi Neriman Nerimanof açtı. […]”[2]
15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgalinin ardından, Nisan 1920'den sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon'a kadar Batı Anadolu'nun büyük bir bölümünü de işgal altına alır. 1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Yapılan Bakû Kurultayı’na Rumların katılmama nedeni bu olabilir mi?
Konferansta herkes kendi anadilinde konuşuyor ve konuşmalar, Türkçe, Fransızca, Rusçaya tercüme ediliyordu. Üç lisan resmî olarak kabul edilmişti. Kongreye katılanlar, Osmanlı’nın durumuyla çok yakından ilgilenirlerken, kendi sorununu unutuyor olması Osmanlı'nın bu coğrafyada 600 yüzyıllık etkisinin varlığının bir göstergesiydi.
Bütün Asya hareketinin müşterek hedefi, İngiliz zulmüdür. Düşman müşterek, hepimizi birleştiriyor.
“Garip tecelliyet lisanları, yaşayışları aidiyet ve tabayi'im, hatta din ve mezhepleri muhtelif bu kadar akvamı bir araya geliyor, tevhid-i mesai ediyor. Bu çok ibret alınacak bir hâldir.”[3]
Enver Paşa’ya müthiş bir ilgi ve hayranlık olması da oldukça düşündürücüdür. Kurultaya katılan bir Hintlinin gözlerinden yaşlar akarak “İngiliz, İngiliz!.. Seni parça parça etmedikçe bana hayat haram olsun. Senin zulüm ve kahrın altında kalacaksa, bütün Hindistan mahvolsun.”
O anları yaşamak ve hatırlamak oldukça uyarıcı. 1919-1920 yılları Osmanlı enkazından çıkış ararken, İttihat-Terakki önderleri ve M. Kemal, Ekim Devrimi ve Bolşeviklerle -sadece taktik ve geçici yararı esas almasına rağmen- ilişkiye girmişlerdi.
Devrimin karakteri tüm coğrafyada halkların yaşamını derinden etkiler ve halkların daha sıcak bakmasını sağlar. Zaten bir müddet sonra genç cumhuriyetin kurucu iradesi ayakları yere tam bastıktan sonra Komünistlerin ve Bolşeviklerin etkilerini kırmak için bilinçli bir çabanın içine girer ve Karadeniz'de devrimcileri boğarak, katlederek baskı sürecini başlatır.
“1921 yılının 28 Ocak'ı 29'una bağlayan soğuk bir kış gecesinde Mustafa Suphi ve yoldaşları öldürülerek Karadeniz'in derinliklerine gömüldüler. Aynı günlerde Çerkes Ethem tenkil edilmiş, Ankara'ya nakledilip resmi TKF'nin yayın organı haline gelmiş olan Ethem'in İslamî Bolşevik Ceridesi-Yeni Dünya gazetesi basılıp tarumar edilmiş; ağırlıklı olarak Eskişehir ve Ankara'da örgütlenmiş olan Türkiye Halk İştirakiyun Fıkrası / THİF'e yönelik tutuklamalara girişilmiştir.”
Sonrasında Rusya'daki bazı girişimlerin dışında Resmi TKF'nin adı duyulmamıştır. THİF, kurucu ve üyelerinin mahkûm edilmesinden sonra paşalar eliyle örgütlenen “İslamî Bolşevizm” veya “Müslüman Komünizmi” Anadolu'da tüm popülaritesini yitirmiştir.[4]
Enver Paşa Asya Türkçülüğü için çalışacağını ve bu emeline ulaşmak için Kafkasya’ya gitmek istediğini amcası Halil Paşa’ya söyler. Yine önder konumda olan Talat Paşa da Berlin’e gider. Kafkaslar’a giderken Enver Paşa savaşın bitmesine yakın Halil Kut Paşa’yı da tüm şark orduları grup kumandanlığına getirir. Kardeşi Nuri Paşa ise padişahın fermanı ile Güney ve Kuzey Kafkasya'ya kumandan tayin edilir. Bu iki olayın gerçekleşmesi için ikisi de cezaevinden kaçırılır. Bu kaçırmaların İngilizlerin bilgisi dâhilinde olduğu da söylenmektedir.
Enver Paşa, 1921 yılının Ekim ayında Orta Asya Müslümanlarını, sömürgeci İngilizlere karşı birleştirme ve bir İslam birliği kurma niyetiyle Teşkilat-ı Mahsusa eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer ittihatçılarla birlikte Batum’dan Buhara’ya geçer. Enver Paşa'nın elyazısı vesikalarına sahip olan Murat Bardakçı da Enver Paşa'nın Turancı değil, İslamcı olduğunu yazar.
İslam Devleti'ni kurmak için büyük uğraşlarda bulundu ve Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütleyip Basmacı İsyanı'nın başlamasına destek verdi; fakat sonucu değiştirmesi mümkün olmadı. Basmacılar, 1921'de Buhara'da da örgütlendiler. Enver Paşa, Hacı Sami ve arkadaşları Türkmenistan'ı Sovyetler'e karşı ayaklandırmak için Ekim 1921'de Buhara’da 'Basmacıları' ikna etmeyi başaran Enver Paşa, aşiret reislerinden Devletmend'in desteğiyle örgütlediği Basmacılarla küçük başarılar kazandı; ama Ağustos 1922'de Belcivan'a -bugünkü Tacikistan’a- çekilmek zorunda kaldı ve orada Kızıl Ordu'yla girdiği çatışmada öldü. Karakol teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa İttihat Terakki’nin gizli bir örgütlenmesiydi.
Savaş yılları ve sonrası önemli görevler yüklenmiş ve “devletin bekası” için ne yapması gerekirse yapmıştı. 1919 Haziran ayında Ege'de Karakol’un dağıttığı beyanname aynen şöyle:
“Karakol kuvvetini, insaniyet âleminin en necibi bulunan sulhperver heyetlerin ve umum sosyalist ve amele gruplarının müzaheret-i beynelmileliyesinden ve Türk Müslüman âleminin yüreğinden ve maksadını kabul eden her fert ve cemiyetin muavenetinden alır.”
Doğan Avcıoğlu bu açıklamayı tercüme etmiş; “Karakol, gücünü insanlık âleminin en soylusu bulunan barışsever kurulların ve bütün sosyalist ve işçi gruplarının milletlerarası desteğinden ve Türk Müslüman âleminin yüreğinden ve maksadını kabul eden her birey ve örgütün yardımından alır.[5]
Enver Paşa’nın önderlik ettiği Karakol teşkilatı Bolşeviklerin de etkisiyle İslam coğrafyasında sosyalizmin olabileceği fikrinin ispatı olarak kendisini gösterir. Baha Sait, Enver Paşa’nın direktifiyle TKF'yi kurar ve Bolşeviklerle anlaşma bile yapar. Sömürge ve kapitalist yağma dünyada adil olmayan eşitsiz bir gelişim yaratmıştır. Bu gelişme, insanın yabancılaşmasına ve milyonlarca insan sesini duyuramamasına neden olmaktadır.
Bu koşullarda sessizlerin çığlığı olan sosyalistlerin, bu acımasız sömürüye karşı mücadele bayraklarını yukarı kaldırmaları onların İslam coğrafyasında yaşayan mazlum halkların kalbine girmesinde önemli bir etkendir ve hiç unutulmamıştır.
Sultan Galiyev'in varlığı, sömürge halklarda, uluslarda özellikle de İslam coğrafyasında sosyalizme karşı sempatinin bir tezahürüdür. Sultan Galivyev’in, Ekim Devrimi ve sonrasında oluşan görüşlerinin bu açıdan hatırlanmasında fayda var.
Toplumsal mücadelede öngörü, gerçeğe yakın analiz ve tahlillerle olur. Eğer konumuz İslam ve sosyalizmse, bu konuda Sultan Galivyev'in görüşleri bir kez daha ilgi alanımıza girmek durumunda kalır.
Sultan Galiyev'in Bakû Kurultayı’nı düzenleyen kişi olması gerekiyordu, fakat parti içindeki farklı fikir tartışması ve çatışmalar nedeniyle bu gerçekleşmedi. Bu olayı tartışmaya çalıştığımız konu çerçevesinde ele almaya ve hafızaları tekrar tazelemeye çalışacağız.
Ekim Devrimi’yle birlikte 1920’de Bakû’de Doğu Halkları Kurultayı gerçekleşti. Bu, Komintern tarafından organize edilen bir uluslararası toplantıydı. Toplantı, tüm mazlum halkların ve ulusların emperyalistlere karşı mücadelesini çok açık bir şekilde desteklemesini sağlamayı amaçlar. İslam coğrafyasını epey etkilemiştir.
“Tüm Müslüman sömürge halkları proleter halklardır ve Müslüman toplumundaki hemen bütün sınıflar sömürgeciler tarafından ezildiklerinden, tüm sınıfların 'proleter' olarak adlandırılmaya hakkı vardır. Müslüman halklar proleter halklardır. İktisadî bir bakış açısından İngiliz ve Fransız proleterleri ile Afgan veya Faslı proleterler arasında muazzam bir fark vardır. Dolayısıyla, Müslüman ülkelerdeki milli kurtuluş hareketinin bir sosyalist devrim karakterine sahip olması meşrudur.”[6]
Bu sözlerin sahibi Sultan Galiyev, tüm ısrarına rağmen onun Doğu Halkları Kurultayı'na katılması engellendi. Hâlbuki, kurultayı ilk öneren, planlayan ve örgütleyen oydu. Sultan Galiyev'in görüşlerini destekleyen pek çok delege olmasına karşın Kurultay'da Radek, Zinovyev ve Béla Kun gibi ünlü Bolşevik liderler ağırlığını koydu ve “Doğu halklarının kurtuluşunun sadece Batı proletaryasının zaferine bağlı olduğu" kararı çıkartıldı.[7]
Bilindiği gibi, Ekim Devrimi öncesi ve sonrası Bolşevik önderler, başta Lenin olmak üzere, Avrupa'da bir devrim beklentisi içindeydiler. Evet bir Dünya devrimi için Avrupa Proletaryası tarihsel rolünü oynamalıydı. Tarihsel gelişmelere ve o günkü dünya konjonktürü sanayisi gelişmiş ve proletaryası olgunlaşmış Avrupa’da devrimin objektif koşulları olgunlaşmasına rağmen, devrimin, Murray Bookchin “tarihin çarpıcı çelişkilerinden biri” dediği Feodal Çarlık Rusyası’nda gerçekleşmesi, hem Avrupa’da hem de dünyada devrim beklentisini zayıflattı.
Ekim Devrimi sosyalistlere gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymasına rağmen Avrupa hayalleri devam etti. Bu hayallerin devam etmesinde en önemli faktörün "tek ülkede sosyalizmin" kurulamayacağı fikriydi. Çarlık Rusyası’nda yaşayan, sanayileşmemiş, feodal Müslüman/Türk halklarının Bolşevik devrime hangi koşulda ne ölçüde katıldıkları yeterince araştırılmadı.
Devrimin ardından Bolşeviklerin milliyetler politikasının ipuçlarını veren üç temel belge yayınlandı. İlk belge, 15 Kasım 1917 tarihli "Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi"dir.
“Bildirgeye göre, Halk Komiserliği Kurulu Rusya'daki milli topluluklara şu ilkeler çerçevesinde yaklaşacaktır: 1) Rusya'da ki milliyetlerin eşitliği ve egemenliği; 2) Rusya'daki milliyetlerin ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dâhil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip olmaları; 3) milli ve milli-dini her türlü ayrımcılık ve sınırlamanın kaldırılması; 4) Rusya'nın sınırları içinde yaşayan milli azınlıkların ve etnik grupların özgürce gelişmesi.”[8]
Bildirge, Halk Komiserleri Kurulu Başkanı V. Lenin ve Milliyetler Halk Komiseri Josef Stalin'in imzasını taşıyordu.
-devam edecek-
Tevfik Özkorkmaz
28.09.2016
Bölüm: Bir, İki, Üç
Dipnotlar
[1] Murray Bookchin, Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Dipnot Yay., s. 19.
[2] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat Terakki ve Bolşevizm, Tüstav, s. 382.
[3] Emel Akal, a.g.e., s. 386.
[4] Emel Akal, a.g.e., s. 366.
[5] [3] Emel Akal, a.g.e., s. 187.
[6] Erel Tellal, Mirsaid Sultan Galiyev, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi s. 115.
[7] Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1997, s. 207-241.
[8] Erel Telal, a.g.e., s. 107. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Haruki Murakami ve Zamanın Ruhu

“İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım...”
[Cemil Meriç]
Murakami okuyorum, bir süredir. Hani şu bir zamandır batıda da son derece popüler olan Japon yazar. Çağdaş edebiyatın en çok söz edilen yazarlarından biri bugünlerde. Yazdıkları büyük ilgi görüyor, Japonya’da da, batıda da... Hatta Nobel adaylığından söz edilir oldu.
Dört kitabını okudum, şu ana kadar... Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, Yaban Koyununun İzinde, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Sputnik Sevgilim.
Doğrusunu söylemek gerekirse adam beni de kucakladı. İlgiyle okudum. Okuduğum kitapları mı öyleydi bilmiyorum, roman kahramanları en fazla kırklı yaşlarda... Çocukluklarından, daha da çok ergenlik yaşlarından başlayarak bu yaş grubunu; bunalımlarıyla, yalnızlıkları ve dertleriyle bir çeşit otopsi masasına yatırıyor. Herkes kendinden, o yaş dönemlerinden bir şeyler bulabilir. Bu anlamda evrensel... Heyecanla ve merakla okuyor, insan ruhunun derinliklerinde dolaşıyorsunuz. Son derece kolay anlaşılır ve okunur bir üslupla insana dair kuvvetli mesajlar veriyor.
Ancak bana batan bir şeyler var, kitaplarında; neler mi onlar?
Sanki özel olarak 'entelektüel batılı okur' hedef alınarak yazılmış, gibiler... Bu özellik bazen çok göze batar hale de geliyor. Hani 'ben de -tabii ki kahramanlarım da- sizden biriyim' der, gibi. Kahramanları -ki onlar Japon- birer seçkin batı kültürü uzmanları ve hayranları... Batının klasik, modern edebiyatına hâkimler… Batının klasik müziğini, jazz, blues, soul, rock'n roll vb. müzik akımlarını neredeyse bir uzman derecesinde biliyorlar ve sanki sadece onları dinliyorlar, takip ediyorlar... Piyano eğitimi almışlar ve Nat King Cole'un bir parçasına meftunlar, Mozart'a hastalar, Brahms, Schubert ve Bach hayranılar. Onlar ‘BMW’nin koltuğuna kurulup Schubert’in Winterreise’nın tadını çıkarırlar.
Kahramanlar 'bira' içmiyor, Amstel, Heineken..vb ünlü markalar içiyor. Neden özellikle markalarıyla söz edilir, bilemedim. Şarap, viski... vb. bütün içki türlerinde son derece bilgililer, yüksek beğeni düzeylerine sahipler. Hangi şarabın, hangi yılın hasadının en iyi kalitede olduğunu bilirler. Su değil, Perriere içerler... Polo tişört ve bilmem ne marka pantolon ya da etek giyerler. Batılı markalar bunlar. Toyota'nın, BMW'nin, Citroen'in, Alfa Romeo'nun bilmem hangi model arabalarına binerler...
Dolayısıyla kitaplarında biraz kaba bir -eskilerin deyimiyle malumatfuruşluk- batı kültürüne dair birçok bilmişlik var, sırıtıyor...
Hayır, hayır! ‘Japon’sun, sen Japon kal’ mantığına sahip değilim. Ya da ‘bize Japon’u anlat, folklorunu anlat’ sığlığında da değil… Hakeza Murakami’nin tasvir ettiği kahramanlardan Japonya’da yüzbinlerce de olabilir, vardır. Aslında sorun, bir yanıyla Japon yer ve kahraman isimlerini kitaplarından çıkarsanız, bir batılı yazardan farkının kalmayacak olması, yani sorun, Murakami kitaplarının sayfalarından kaba bir batı hayranlığının sızıyor olması. Sorun, bence burada. Aslına bakarsanız bu bir ‘hayranlık’ olarak da nitelendirilmemeli, belki. Çünkü kurgusal, bir amaca yönelik olarak yapılandırılmış güzellemeler bütünü. Murakami, batılı okura sanki şöyle der gibidir; “şimdi ben size ‘bizi’ anlatsam, en fazla egzotik merakları olanlarınızın ilgisini çekebilirim, oysa benim derdim başka”.
Bu dert, amaç nedir mi, diyorsunuz, batıda da tanınır olmak, bu anlamda daha geniş bir şöhret alanına sahip olmak, daha çok kazanmak ya da Nobel’e doğru adım atmak. Ya da bunların hepsi...
Ne zaman ki, roman, edebiyat her ne ise o, ticaretin ve dolayısıyla bir endüstri olarak pazarlamanın metaı haline geldi; edebi kaygılar yanında, pazarlama ve kârın yazarlar tarafından dikkate alınması kaçınılmaz(?) oldu. Hani “zamanın ruhu” dedikleri.
Kapitalizm ve piyasa biraz zor da olsa ve nihayetinde bu kutsal ve kendine özgü insanlık değerlerinin son kalesini de kuşatmış bulunuyor. Son sığınağımız edebiyat da elden gidiyor mu?
Cengizhan Güngör