11 Ekim 2016 Salı

Yeni Kerbela Yemen'dir

Yemen… Yasın, hüznün, matemin, hazineyi kaybetmenin, sevgiliyi yitirmenin, nefesten kesilmenin, el ve ayaktan düşmenin…
...yürüme takatinden kesilmenin, görmekten olmanın, hissetme duygusunu yitirmenin, değerliyi kaybetmenin…
…sudan çıkmış balığın durumuna düşmenin, kol ve kanatları kırılmış uçamayan kuşa benzemenin…
…boynu bükülmüş olmanın, verebileceği bir cevabı olamamanın, emanete sahip çıkamamanın, en sevgiliyi toprağa vermenin…
…anne sütünden kesilmiş bebeğin durumuna düşmenin, ciğeri param parça olmuş annenin, gözyaşlarına boğulmanın, içten içe kor bir ateş gibi yanmanın…
…karalar bağlamanın, tad alamamanın, sararmış yapraklara dönmenin, gök gürültülü yağmurlarda sırılsıklam ıslanmanın, kalbi sancımaların, dilin değil gözlerin çığlık çığlığa lisana gelmenin, yalnızlık ve kimsesizliği hissetmenin…
…son arzuyu yerine getirememenin, derde kedere ıslak imza basmanın, başını taşa toprağa yaslamanın, yastığı sesiz gözyaşları ile ıslatmanın…
…paylaşmak istediğini paylaşamamanın, kavuşmak istediğine kavuşamamanın, tanışmak istediği ile tanışmamanın…
…varmak istediği menzile varamamanın, dokunmak ve sarılmak istediğine sarılamamanın…
…duyguların, hayallerin, sevdaların söndüğü, sevdiklerini bir anda avuçlarında kayıp gittiğini görmenin…
…çıldırmanın, aklını yitirmenin, dağlara ovalara düşmenin, acıları tekrar tekrar yaşamanın…
…uykuya hasret kalmanın, yemeden içmeden kesilmenin, gözyaşlarından başka bir sermayeye sahip olmayanların, dert, elem, acı, hüzün, yas, matem ve ızdırabın yaşandığı bu ayda…
Yemen'de yeni Kerbela’ların yaşanıldığına şahit olduk...
Muharrem içinde Muharrem...
Aşura içinde Aşura...
Kerbela içinde Kerbela...
Yine referans aldıkları cedleri, İmam Hüseyin'in (a.s.) mirasına sahip çıkmak isteyenlerin yeni Kerbelaları...
Geçici ve fani dünyanın zevk ve rahatını, gelecek kaygılarını, evlerini, barklarını, çocuklarını, ailelerini, konumlarını bir kenara iterek...
Onurlu, şerefli, izzetli bir yaşam adına yeni Kerbelalar...
Yemen yeni Kerbela...
Dünya mustekbirlerine, Yezidlerine, Firavunlarına, Nemrutlarına, belamlarına, İblislerine, Emevilerine, Haricilerine, beyaz zulüm saraylarına karşı yekvücut olup;
Kerbela ruhunu, misyonunu, eylemini, tercih edenlerin yeni Kerbelası… Yemen.
Amerika, İsrail, Suud ile dost olmaya çalışanların acımasız ve vahşi operasyon ile saldırılarına maruz kalan yeni Kerbela...
Evet bu yas ayında sayıları bine yakın mazlum ve sivilin katledildiği Yemen...
Duyulmayan, gündeme gelmeyen, perde arkası edilen, medyaya düşmeyen yeni Kerbela...
Yezid'in torunları ile Hüseyin'in torunları...
Eksen kayması yaşamayan BOP, NATO İslamcıları nasıl Emevi ve Yezidlerin yoluna sıkı sıkıya biat ettiyse…
Yemen'in imanlı evlatları da bugün Peygamber’e, İmam Ali'ye ve İmam Hüseyin'e biatli...
Dün nasıl Osman'ı katleden grup, Osman'ın kanlı gömleğini sokak sokak gezdirip hesabını İmam Ali den sormaya çalıştılarsa…
Bugün de aynı katiller, Şam, Halep ve Musul'un hesabını Yemen'den sormaya çalışıyorlar...
Fakat Yemen, birilerinin düştüğü hataya düşmemenin bedelini ödüyor...
Dünün Muaviye, Yezid ve Hind'lerini tanıdığı gibi, bugünün Amerika, İsrail, Suud ve dostlarını da tanıyor.
O yetmediği gibi; dünün Ali’lerini, Hüseyin’lerini tanıdığı gibi, bugünün Ali ve Hüseyin’in evlatlarını da tanıyor.
İşte bu, günümüz zalimlerini tedirgin ettiği için tüm şimşekleri üzerine çekiyor...
Birileri gibi, tarihteki İmam Hüseyin'e methiye dizip, günümüzdeki Hüseyin'in evlatlarına ihanet etmiyor.
Birileri gibi, tarihteki Yezid'e lanet okuyup, günümüz Yezid evlatlarına şakşakçılık yapmıyor.
Birileri gibi, tarihteki İmam Ali’ye muhabbet duyup, günümüz Ali evlatlarına karşı cephe almıyor.
Günümüzdeki zalimlere muhabbet tellallığı, tarihteki zalimlere ise lanet okumakla vicdanı rahatlatma seanslarına katılmıyor.
Muharremde yas tutmanın, Peres'e, Şaron'a, zalimlerin diğer dost ve müttefiklerine lanet okumayı zaruri kıldığına inanıyor...
Peygamber’in kokusuna doyum olmayan çiçeğinin dalından kopartılmasını bayram değil yas ve matem olmasına inanıyor...
Osman'ın kanlı gömleğini dolaştıranları ve niyetlerini iyi biliyor…
Nuh'un karadaki gemisine binmenin deniz üzerinde yolcu bekleyen belamların, Nemrutların gemisinden daha güvenli olduğunu iyi biliyor...
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki; böyle yas ve matemli aylarında yine zamanın Yezid ve evlatlarının saldırılarına hedef olup
Bine yakın mazlum sivil çocuk kadın ve ihtiyarlarını Allah'a kurban sunuyorlar...
Hiç kimseden de yardım olayı gündeme getirme isteklerinin olduğunu sanmıyorum...
Çünkü olayı işleyenler, bizzat Yemen ile aynı Allah'a, aynı Peygamber’e, aynı Kuran'a, aynı dine inandığını iddia eden, ayakları kaymış alçaklar, Yezidler ve dostlarıdır.
Tarihte Osman'ın kanlı gömleğini gezdirenleri, Medine'nin münafıklarını, Beni Sakife'yi, Gadir-i Hum'u Kerbela'yı okuyan ve irdeleyenler, Yemen'in tarafını ve Yemen'e bomba yağdıran tarafı iyi tahlil eder. Yemenliler de zaten bunu anladığı için bu bedeli ödüyor.
Allah Yemenlileri, Peygamber’in okşamaya ve öpmeye bile kıyamadığı mübarek başı, vücudundan ayırıp Yezid'e götüren ve sonradan da hiç utanmadan sıkılmadan Peygamber’den şefaat dilemeyi isteyen alçaklar durumuna düşürmesin... Allah Yemenlileri muzaffer kılsın…
Allah'ın rahmet ve bereketi Yemen'de Hüseynî şiara bağlı olanlara, laneti de; işe zalimin zulmünden değil, mazlumun mezhebini sorgulayanlardan başlayan ve günümüzün deşifre olmamış ‘Medine münafıklarına' olsun...

Kıvılcımlı'ya Saygıyla

Sosyalizm yolunda inadın ve direncin adı Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı ölümünün 45. yılında saygı ve sevgiyle anıyorum.
Hayatını işçi sınıfına ve devrimci mücadeleye adayan Kıvılcımlı, tarihsel maddeciliği daha da derinleştirerek, Doğu toplumlarının gelişim proseslerini en ince ayrıntısıyla ele aldı.
Marksist klasikleri Türkçeye çevirdi. Yüzlerce kitap, broşür ve makale yazdı.
Hayatının üçte birini zindanlarda geçirdi. Kaba materyalizm ve idealist felsefenin dışında, din olgusunun tarihsel, sosyolojik ve antropolojik kökenlerini diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında inceledi ve en özgün eserleri Marksist külliyata kazandırdı.
Kıvılcımlı, dünya çapında bilinen bir insan olması gerekirken, eserleri Türkiye'de bile yeteri kadar ilgi görmemekte.
Okuma alışkanlığı sadece örgüt yayınlarından ibaret olan sosyalist gençlerin, bu medrese sofuluğundan kurtulup, paradigmasını daha da derinleştirmesi ve geliştirmesi gerekmektedir.
Kıvılcımlı'nın şu sözleri ile yazımızı bitirelim:
“Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp davranmayı öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız İşçi Sınıfı yanından gerçek insan olacağına inanıyoruz. O noktada en ufak ikircilik geçirenler, ‘Stalin’ olsalar, bizi bağlayamamışlardır ve bağlayamazlar.”
İbrahim Utku Nar

10 Ekim 2016 Pazartesi

Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?

Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında anaakım medya organlarında Bernie Sanders’ın açıktan ilân ettiği sosyalizmi tarif etmeye dönük mücadele verdiği dönemde, birçokları onun İsrail’deki bir Yahudi kibbutzunda gönüllü çalıştığı döneme vurgu yaptı. New York Times’daki manşetlerinden birinde, “Bernie Sanders’ın Kibbutzu Bulundu. Sürpriz: Bu Kibbutz Sosyalist” yazıyordu.
Oysa Sanders’ın 1963 tarihinde gerçekleştirdiği seyahat Times’ın ve başkalarının aktardığından daha açıklayıcı değildi. Sosyalist bir cennet olarak takdim edilen ve Emek Siyonizminin can verdiği kibbutz, özünde hiç de öyle bir yer değildi.
Kurucularının tahayyül ettiği biçimiyle kibbutz (ya da İbranicedeki karşılığıyla toplantı) Siyonizmin ve Yahudi milliyetçiliğinin ülküleriyle eşitlikçi ve komünal ülküleri kaynaştıran, ütopik bir kır topluluğu idi. Bu gönüllü kolektif toplulukta yeni gelen Yahudiler, mülkiyet ortaklığının, ekonomik eşitliğin ve üretimde işbirliğinin keyfini çıkartıyorlardı. Ana şiar, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” idi ve bu şiar bayrak misali göğe yükseltilmekteydi.
İlk kibbutzcular, yirminci yüzyılın başında Avrupa’dan Filistin’e göç etmiş olan idealist genç Siyonistlerdi. Kendilerini devrimci varsayan bu gençler, kibbutz kurucularının sosyalizmle Yahudi milliyetçiliğini birleştiren vizyonlarını gerçekleştirme konusunda gayet heveslilerdi.
Oysa inşa ettikleri, sosyalizmin inkârından başka bir şey değildi. İsrail öncesi dönemde kibbutz hareketinin ardındaki itici güç olan Emek Siyonizmi gibi bu deneyin milliyetçiliği de hızla eşitlikçi ülkülere galebe çaldı. Sosyalist bir ütopya inşasına dönük bir çaba olarak başlayan süreç, etnik milliyetçiliğin zulme dayalı bir biçimini koşulladı.
Sosyalist Siyonizmin İnşası
Kibbutz’un sosyalist olduğu iddia edilen temellerine yönelik en net reddiye, Emek Siyonizmin öncüllerinden geldi.
1899’daki üçüncü Siyonist Kongresi’nin ardından kurulan Emek Siyonizmi, Yahudi meselesi olarak adlandırdıkları meseleyi, Osmanlı Filistin’indeki Avrupalı Yahudilerin elindeki topraklarda yerleşim sürecini ve kitlesel olarak Yahudilerin bu topraklara nakledilmesini kolaylaştırmak suretiyle çözmeye çalıştı. Dov Ber Boroçof gibi Avrupalı kurucu teorisyenlerinin kanaatine göre, Siyonizm, Yahudi halkını hem ekonomik hem de tarihsel açıdan kurtarabilir, nihayetinde yüzlerce yıldır süren zulmü sona erdirebilirdi. Bu kişiler, Avrupalı Yahudilerin kitleler hâlinde Filistin’e göç etmesi sürecini kışkırtacak ana dinamik olarak dünya kapitalizminin yükselişine baktılar. Buna göre, Yahudi proletaryasının sınıf mücadelesi, sonuçta Yahudilerin ulusal kurtuluşunu getirecekti.
O dönemde Sosyalist Siyonistler, Theodor Herzl’in Yahudi milliyetçiliği ile sosyalizminin harmanlanmasına itiraz eden Siyonist Kongresi’nden kendilerini ayırdılar. Sosyalist Siyonist kampın üyeleri, Moses Hess ve Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler ile Nachman Syrkin’den A. D. Gordon gibi Marksist olmayan sosyalistlere, oradan da David Ben-Gurion ve Berl Katznelson gibi halkçı sosyalistlere dek uzanan bir ideolojik skalaya tabiydiler.
Oysa Marx ve Engels’in öncesinde arkadaşı olan Hess gibi biri üzerinden bile bakılsa, kibbutzun göbeğindeki çözülmesi mümkün olmayan gerilim görülebilirdi.
Sosyalist bir risaleden çok bir tür kolonizasyon manifestosu olan Hess’in 1862 tarihli Roma ve Kudüs kitabı, Yahudilerin Filistin’e mesihî tarzda dönüşünü övmekteydi. Esasında Hess, Yahudilerin kurtuluşunun ve Yahudi milliyetçiliğinin uzlaşmaz iki olgu olduğunu, ama Yahudi kurtuluşu anlayışının artık terk edilmesi gerektiğini tespit ediyordu. Dolayısıyla Marx ve Engels’in bu eski yoldaşlarıyla alay etmelerinde ve birlikte onu “burjuva toplumunun savunucusu” olmakla suçlamalarında şaşılacak bir yan yoktu.
Öte yandan Siyonist müritlerine göre, Hess bir serseriden çok bir aziz gibiydi. Roma ve Kudüs, Emek Siyonistleri ve Filistin Mandası’nda kibbutz kuranlar için bir taslak metin hâline geldi. Emek Siyonizminin fikrî babası Hess’in müridi oldu.
Syrkin’in tespitiyle, Yahudilerin kurtuluşu, ancak Filistin’de sosyalist bir Yahudi devleti kurulması suretiyle mümkündü. Onun zihninde bunun için gerekli araçlar gayet açıktı: Yahudilerin Avrupa’dan kopartılması ve Filistin’deki Arap halkın sökülüp atılması. Hess’in Roma ve Kudüs’ünün ardından ilgi gören Yahudi Sorunu ve Sosyalist Devlet isimli risalesinde (1898) Syrkin, Sosyalist Siyonizmin misyonunu Filistin’e kitlesel göç ve burada kolektif yerleşim sürecinin desteklenmesi olarak tarif ediyordu.
Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler bu yaklaşımı benimsediler: Ulusal Sorun ve Sınıf Mücadelesi ile Platformumuz(1906) isimli çalışmalarında Boroçof, ısrarla Avrupalı emperyalist güçlerce desteklenen, Filistin’de sosyalist bir devlet kurulması sürecinin nihayetinde oradaki Arap halkının yok edilmesini ister istemez gerekli kıldığı üzerinde duruyordu.
Hâlen ufak çapta olsa da Sosyalist Siyonistler hareketi yirminci yüzyılın ilk on yılı içerisinde büyümeye başladı. Özellikle Hertz’in İngilizlerin desteğiyle Doğu Afrika’da Yahudi halkı için bir vatan teşkil edilmesini öngören, 1903 tarihli Uganda Programı’nın ve Afrika, Asya, Avustralya ile Sovyetler Birliği’nin muhtelif kısımlarında Yahudi ülkesi (veya ülkeleri) kurulmasını öneren Ülkesel Yahudi Örgütü’nün yükselişi ardından ciddi bir popülerlik kazandı.
Tuhaf olan şu ki Yahudilerin ülke kurmaları fikrine hararetle itiraz eden Sosyalist Siyonistler, enternasyonalizmin eşiğinde duran en önemli grup olduklarına inanıyorlardı. Sosyalist Siyonistlerin tespitine göre, ileride Yahudi devleti, ancak birden çok kooperatif ve komünal tarım yerleşimlerinin oluşturulması aracılığıyla kurulabilirdi. Yahudi kibbutzu, bu amaçla projenin yüce amacı olarak belirlendi. O, Emek Siyonizminin sosyalizmi ve milliyetçiliği birleştiren anlayışının hem bir sembolü hem de tezahürüydü.
Ne var ki Filistin’de Emek Siyonizmi, proleter devrimden çok farklı bir sonuç üretti. Bu yanlışın en açık delili, yirminci yüzyılın ilk on yılları içerisinde Filistin’e yönelik Yahudi akını ardından gelişip serpilen, Yahudilerin Siyonist gençlik hareketleriydi. Örneğin Doğu Avrupalı Siyonistlerin 1903’te kurdukları, sonrasında Bernie Sanders’ın da gönüllü çalıştığı kibbutzu kuran Haşomer Hatzair [Genç Muhafız] isimli grup, Filistin’de ilk kırsal kibbutzculuğun oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
Sosyalist ve eşitlikçi platformuna ve Boroçof’un Marksist felsefesinden ilham alan üyelik yapısına rağmen Haşomer Hatzair amaçlarını, yeni gelen Yahudilerin müsadere edilmiş Arap topraklarına yerleştirilmesi olarak belirlemişti. “Kibbutzculuğun anası” anlamında Degania adıyla 1909’da Kuzey Filistin’de kurulan ilk kibbutz, bu vizyonu pratiğe döktü. Bu kuruluşun sonuçlarını öngörmemek mümkün değildi.
Yahudi yişuv’unun (yerleşiminin) ilk aşamalarından itibaren Emek Siyonizminin ve kibbutz hareketinin liderleri, Arap-Yahudi kardeşliğini parçalamayı veya önlemeyi asli hedefleri hâline getirdiler. Bu liderlerden biri, sonrasında İsrail’in ilk başbakanı olacak olan ve ülkenin kurucu babası denilerek göklere çıkartılan David Ben-Gurion’du. 1907’de, Rus İmparatorluğu’ndan Filistin’e varan ilk ekibin ardından genç Ben-Gurion, Yahudi Ulusal Fonu’na ait topraklarda sadece Yahudilerden oluşan bir işgücü oluşturulması çağrısında bulundu.
Ben-Gurion’un fikirleri, nihayetinde iki milliyetçi öğretiyi pekiştirdi: İbranî Emeği ve İbranî Emeğinin Fethi. Bu iki öğreti, birlikte, ilhak edilmiş Arap toprakları üzerine kurulmuş Yahudi komünal yerleşimlerinde Arap işçilerin Yahudi işçilerle ikame edilmesinin gerekçesini temin etti.
İki politika, sonuçta yaygın bir destek elde etti. Bir ara (Hapoel Hatzair gibi) Marksist olmayan Siyonist partilerce ve alabildiğine sosyalist olan (Poale Zion-Siyon İşçileri gibi) Siyonist oluşumların desteğini gördü.
1919’da Ben-Gurion ve yoldaşları, Siyonist Örgüt ile yan yana gelen ve Komintern’e üye olan işçi federasyonu Ahdut Haavoda’yı (Emeğin Birliği) kurdu. 1920’lerde Ben-Gurion, Filistin Mandası’ndaki tüm Yahudi ekonomisi genelinde İbranî emeği öğretisinin zorla gerçeğe dökülmesi için adımlar attı.
Bunun dışında Arap ve Yahudi cemaatlerinin tümüyle ayrılmasını talep etti: 1920’de yazdığı bir yazıda ifade ettiği üzere, “Yahudiler ve Araplar, ayrı yerleşimlerde ve ekonomiler dâhilinde yaşayıp çalışmalılar”dı. 1924’te birleşik demiryolu işçileri sendikasının konseyinde yaptığı konuşmada, kendisinin Filistin Demiryolları Şirketi gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin birlikte çalıştıkları işyerlerinin etnik temelli bölünüp ayrı sendikalar kurulması görüşünü desteklediğini söyledi.
Pratikte ise Ben-Gurion, kibbutzla ilgili nispeten daha romantize edilmiş görüşleri tekrar tekrar dile getirdi. 1956’de kaleme aldığı broşürde, “kibbutz hareketinin genelde inanılan biçimiyle, sosyalist ülküleri temel almadığını, bu ülküleri Yahudi emeğini korumaya dönük bir araç olarak gördüğünü” söyledi. Ben-Gurion’un izahına göre, İbranî Emeği sınıf mücadelesinin değil, etnik ayrımcılığın içinden çıkmıştı; Emek Siyonizmine bağlı isimler, etnik ve ulusal çıkarları sınıf dayanışmasının üzerine çıkartmak zorundalardı.
Sosyalist Siyonizm, böylelikle sınıf mücadelesinin tümüyle ırksallaştırılmasına ve emeğin etnik temelli ayrımlar üzerinden yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Emek Siyonistlerine göre, Arap emeği proleter devrime hiç uymayan, ilkel bir üretim tarzından başka bir şey değildi. Sosyalist Siyonist projeye gerekli gücü yalnızca İbranî Emek hareketi verebilirdi.
Filistin’deki ulusal girişimi ve devlet kurma faaliyetini destekleme adına Emek Siyonistleri, sadece Yahudi işçileri içerecek Yahudi yerleşimleri örgütlemeye çalıştılar. Burada nihai hedef olarak, Yahudi proletaryasının kurtuluşuna işaret etmeyen Emek Siyonizmi, yereldeki ekonomi, üretim araçları ve pazar payı üzerindeki tekel hâline geldi. Yahudi kibbutzu, bu esnada ileride kurulacak Yahudi Devleti’nin prototipi olarak etiketlendi. 1951’de Ben-Gurion, “devletimiz ne kapitalist ne de sosyalisttir” diyordu. O sadece Yahudi bir devlet olacaktı.
Filistin Mandası’nda Sosyalist Siyonizm yoldaştan çok düşmana sahipti. Sadece Yahudiler üzerine kurulu bir politikanın, ülkedeki Arap halkına yabancılaşması ve onunla çatışması hiç de şaşırtıcı değildi. 1935 tarihinde Arap işgücünün sadece yüzde beşi (ağırlıklı kısmı tarımda olan) Yahudi sektöründe çalışıyordu. Kibbutzların elindeki topraklarda tek bir Arap çalışmıyordu.
Takip eden elli yılı aşkın sürede mülksüzler isyan ettiler. 1936’da patlak veren genel grev beş ay sürdü. Grevi tetikleyen, Emek Siyonizmi ve onun İbranî Emeğipolitikası idi. Bu grevi, binlerce yoksul işçinin, kıyıya köşeye itilmiş emekçinin ve topraksız köylünün öncülük ettiği, üç yıl süren ulusal bir ayaklanma takip etti. Ülkedeki İngiliz güçleri, Siyonist paramiliter güçlerin yardımıyla, ayaklanmayı ezdi. Bu, Emek Siyonizmi için nihai zaferin adıydı ve sonuçta Filistin’de sosyalizme son darbeyi indirdi.
Trajedi şu ki gerçekten de solcu birçok yol önerilmişken, Emek Siyonistler, bu yolların hepsini reddettiler.
Bu solcular ülke kurulmasına karşı çıktılar, Yahudilerin Filistin’de veya başka bir yerde ulusal bir vatana sahip olma fikrini eleştirdiler; çokuluslu imparatorluklarda Yahudiler için toprağa dayalı olmayan ulusal haklarını savunan özerkçiliğe itiraz ettiler ve Yidce konuşan kitleler arasında Yahudilere has kültürel kimliği teşvik eden halkçılığı kıyasıya eleştirdiler.
Siyonizmden uzak duran ve “Yahudi sorunu”na yönelik cevabın ancak Doğu Avrupa’da hem sosyalizmin hem ülke kurmama fikrinin hem de ulusal-kültürel özerklik anlayışının muzaffer olması ile verilebileceğini düşünen Yahudi işçi partisi Bund türünden gruplar ezildi. Yahudi olmayan, Yahudi üyelerinin hem Siyonist ülke kurma fikrindeki hem de Bundcuların kültürel formlarındaki Yahudi milliyetçiliğine itiraz eden sosyalist partiler, bunun yerine sosyalist bir devrim çağrısında bulundular.
Yereldeki Arap toplumu ile Yahudilerin entegre olmasını savunan, Yahudi anti-Siyonist komünist örgütler dâhil pasifist birçok oluşum da aynı kaderi paylaştı.
Bazıları İçin Kurtuluş
Filistin Mandası’nın son yıllarında Emek Siyonizmi militarist bir harekete dönüştü. Emek gruplarının çoğu, İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) çekirdeğini teşkil eden Hagana ve Palmah gibi savunma ve paramiliter örgütler hâline geldi.
Milliyetçilik ve sonrasında ağır bir militarizmle yüklü olan Emek Siyonizmi, böylelikle tarihçi Sven Beckert’in “savaş kapitalizmi” dediği şeye yol açtı. Emek ve toprak merkezli bir tür kapitalizm, sadece fabrikalarda değil, tarlalarda da gelişip serpildi ve esas olarak toprak ve emeğin ağır sömürüsüne sırtını yasladı. (Bu yeni doğan kapitalizm formunun köklerinin izlerini Bilu ve Hovevei Zion türünden ön-Siyonist örgütlere kadar sürmek mümkün. Bahsi geçen iki örgüt, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin’de tarıma dayalı yerleşimler ve koloniler kurulmasını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu.)
İlk başta çelişkili özelliklerin arasındaki bir tür huzursuz izdivaç olarak biçimlenen Emek Siyonizmi’nin sosyalizmi, hızla Siyonizmin yerleşimci-yayılmacı girişimi tarafından yok edildi. Boşanma süreci ise, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile tamama erdi.
Emek Siyonizminin yapıtaşı ve onun en derine nüfuz etmiş ülkülerinin pratikteki ifadesi olarak kibbutz, bu tarihin ayrılmaz bir parçası.
Eşitlikçiliğe veya sosyalist enternasyonalizme dayanmayan etnik ayrımcılığa rehberlik eden, modern kibbutzun kurulması idi. Etnik gruplar arasında sınıf dayanışmasını sağlamak yerine Emek Siyonistleri, toplumsal hiyerarşileri, etnik hegemonyayı ve dinsel baskıyı pekiştirdiler.
“Sosyalist Siyonizm” veya konumuzla ilgili olarak “sosyalist kibbutz” tabiri, bize tezatmış gibi gelse de Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında medyada çıkan haberler, kibbutzu kuşatan ve hâlâ varlığını koruyan kafa karışıklığının birer tanığı niteliğinde.
Suların bulanmasının bir sebebi, “komünal” ile “sosyalist” olanın birleştirilmesi. Kurucularının tarif ettiği biçimiyle, Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi. Evet, o belki de bir komünal cennetti, ama sadece belirli bir etnik grup içindi.
Gerçek sosyalizme ait bir örnek olarak bu kibbutzlara bakanların daha uzağa bakmaları mümkün oysa.
Seraj Assi

İşçiye Pasaport

Bir önceki yazımızda bu tarihe kadar olan köylünün durumunu kısaca ele almıştık. 1861 yılı Rusya'da serfliğin-köleliğin kalktığı tarihti. Bu yazımızda, kırdan-köyden kentte geçiş ve işçileşme süreçlerini ve neler yaşandığını kısaca özetlemeye çalışacağız.
1861 yılına gelindiğinde feodal Rus İmparatorluğunda 80 milyon nüfusun sadece %7’si kentlerde yaşıyordu. %10 da bir kısım tarımsal olmayan işlerle uğraşırken, geriye kalan köy toplumuydu.
1825’te sayısı beş bini aşmayan küçük atölyelerde çalışan yaklaşık iki-yüz bin işçi-köylü vardı. Yine bu yıllarda sayısı on binleri bulan sanayi kuruluşları yaklaşık 1850 yıllarında yüzde yüz artarak 21 bini geçmişti. Çalışan iş gücü ise 800 bini buluyordu.
Bu yıllarda üretilen malın pazardaki ekonomik değeri 160 milyon rubleden %6,5 büyümeyle bir milyar rubleye çıkmıştı. Bu gelişme sonucunda, 1900 yıllara gelindiğinde, fabrikadaki işçilerin sayısı 1,6 milyonu buldu. Fabrika dışında taşıma, inşaat alanlarında çalışan işçi sayısıyla birlikte toplam işgücü yaklaşık 3,3 milyona yaklaşmıştı.
Burada dikkati çeken husus, fabrikalarda çalışan işçi sayısının çok fazla olmasıydı. Fabrika sayısı az ama çalışanı fazlaydı ve toplam fabrikaların en az üçte birinde 500 kişi çalışıyordu.
Sanayisi gelişmiş Almanya’da bu durum tam tersiydi. Çok sayıda işçi çalıştıran fabrikalar toplamda %14’lük bir potansiyele sahipti. Bu Rusya’da %35’ti. Bütün Rus sanayi işçisinin yaklaşık dörtte biri 1000 kişilik fabrikalarda çalışıyordu; bu oran Almanya'da ancak %18’i buluyordu. Rusya’da bu fabrikalarda Almanya ve İngiltere'nin en gelişmiş makineleri vardı.
İmparatorluk geri kalmış olmasına rağmen imalat, maden, taşıma, inşaat ve ticaret alanlarında toplam 3,3 milyonluk küçük sanayi proletaryası, Avrupa'nın sermaye yoğun ileri teknolojisinde çalışıyordu. Yoksul köylüler akın akın Petersburg'a gelmeye başlamış ve diğer şehirlere yeni gelmiş yarı işçi-yarı köylü insanlar çoğu sıkışık, sağlıksız koşullarda çalışmaya ve yaşamlarını kurmaya çalışıyorlardı.
Bu işçiler fabrika çevrelerinde sağlıksız koşullarda oturmaya mecbur kalıyordu. İşçiler işyerinde veya kalabalık koğuşlarda şehirle tüm bağları kesilmiş bir durumda yaşamaya mecburlardı. Her fabrikanın "huzuru" sağlayan fabrika polisleri vardı.
Toplu yerleşim alanları âdeta açık hapishaneyi andırıyordu. Kent yaşamından tümüyle yalıtılmış bu alanlarda, meyhanelere ve insanların toplu halde olduğu yerlere gitmek yasaktı. İşçiler, yemeklerini fabrikanın yemek salonunda yiyor ve ihtiyaçlarını fabrikanın mağazalarında karşılıyordu. Zaman zaman dışarıya çıkmalarına izin verildiğinde çıkanın üstü çok sıkı bir şekilde aranıyor, ne kadar zaman dışarıda kaldıkları takip ediliyordu. Bu durum işçileri canından bezdiriyor ve hiç çıkmama isteği güçleniyordu.
Köylü-işçiler birkaç mevsim böyle çalıştıktan sonra ailesini de getirerek aynı zamanda iş sezonunu uzatma ve yerleşik olmanın fırsatını yakaladı. İçerisi rutubetli ve yaprakları solmuş tropikal bir ormanı andırıyordu. Tavandan sarsan lif demetleri güneş ışığının içeri girmesini engelliyordu. İlerlemek oldukça zordu. Nemli ve odunsu püskülleri iterek kendine yol açmak gerekiyordu.
Yerler yapış yapış mide bulandırıcı kalın bir pislik tabakasıyla kaplıydı, iki parça ağaçtan oluşan lif kırma makineleri dört ayak üzerine yerleştirilmişti. Makinelerin şekli, eni de boyu da yaklaşık üç metre olan bir kafese benziyordu. Günün yirmi dört saati orada geçiriliyor, yemek kirli su leğenlerinin arasında yere oturarak yeniyor, uyumak için lif demetlerini yastık yaparak döşeme tahtalarına uzanılıyordu.
Ateşler içinde makinenin yanında uyuya kalmış çocuklar, ters çevrilmiş kovanın üstünde çocuğuna süt veren anneler… Etraf küf kokusundan geçilmezdi. Eğer köylerine dönmüyorsa, bütün bir yıl bu atölyelerden dışarı çıkmazlardı. Kısacası işçiler, makinelerin yanında yer, içer, ürer ve hatta ölürlerdi.
Özellikle küçük ipek, yün fabrikaları ve kumaş baskı işlerinde de durum aynıydı. Bu atölyelerde yerde, sıraların altında yahut tezgâhların üzerinde uyunurdu. Mekiğin ritmik vuruşları, tavana asılı beşiklerde uyuyan bebeklere ninni olurdu.
1890 yılların sonuna kadar işçilere ayni ödeme -Yükümlülüğün malla yerine getirilmesine dayalı ödeme- yapılırdı. Bu ödeme, ücret karşılığı verilen fişlerle fabrikadaki satış mağazasından aldıkları ihtiyaç maddeleri ile gerçekleşiyordu.
Angaryaya alışmış patronlar ödemeleri de düzenli yapmazdı. Angarya feodal toplumda uygulanır, hükümdar, derebeyi, köy ağası insanlardan bir iş talep eder ve yapılırdı. İşçilerin çalışma karnesi olduğunu biliriz. Bu karne, işveren tarafından çalışma hayatına başlayan işçiye verilen, işçilik durumunu gösterir belgedir.
Rusya'da ülke pasaportu uygulanıyordu. Bu uygulamaya göre, hangi köyden geldiğini gösteren arazi haritası ve önceki işinden neden ayrıldığı ve hangi işleri yaptığı tüm detayları gösterirdi. Özel olarak işçiler için düşünülmüş bu "ülke pasaportu" işçileri tamamen patronların insafına bırakırdı.
Bu, 1994 yılı Romanya'da farklı bir şekilde uygulanıyordu. Herhangi bir insan bulunduğu yerden ayrılmak durumunda kaldığında, bunu polise bildirmek ve elinde resmi yazıyla yola çıkardı ve sonradan bu uygulamada kalktı. Çalışma saatlerinde ustabaşılar işçilere çok kötü davranıyor ve havadan sudan bahanelerle işçileri cezalandırıyordu. Sorunlu ve şüpheli bir durumda yöneticiler patronun lehine karar veriyor ve en ufak bir hak aramayı huzursuzluk, yıkıcı, tehlikeli görerek bastırırdı.
Huzursuz işçileri bastırmak ve denetlemek için okuma yazma kursu ve rahiplerin fabrikada sabah ve akşam olmak üzere "haç" çıkarma ve başlarıyla selamladıkları azizlerin "ikonaları" vardı. Fabrikaların daha gelişmiş makineleri kullanmaya başlamasıyla bu süreçte farklılaşmaya başladı. Köyden kente gelen köylü-işçiler geldiği yerin özellikleri ve disipline gelmemesi 'evcilleşmeyen' vasıfsız işçiler olarak görülür ve çeşitli baskılar yapılarak korkutulurdu.
Petersburg, Moskova, İvanoya-Voznesenk, Odesa ve Kiev'de bir dizi tekstil fabrikası otomatik makinelerle dolunca sanayi işletmelerinde vasıflı işçiler öne çıkarken rutin işler de köylü işçilere kaldı. Bu, aynı zamanda çok iyi ücret ve yaşama koşullarına sahip olan vasıflı işçiler aristokrasisini yaratırken, son derece kötü şartlarda çok düşük ücret alan vasıfsız işçiler oluşmaya başladı.
Buna rağmen fabrika işçileri birbirine karşıt iki kampa bölünmedi. Bilinçli seçkin işçiler bütün işçilerin vasıfsızlar kadar vasıflıların da patrona karşı mücadele etme yeteneğini geliştirdi. Bu çok önemli bir tecrübeydi. Bu rolü oynayan seçkin işçiler derin bir sınıf bilincine ve güçlü bir zanaat gururunun öz saygısına sahiptiler ve işçi sınıfının en deneyimli ve en kentleşmiş kesimiydiler.
Genel olarak köylü toplumunda az bulunur olduklarından, bu işçiler işletmeler için son derecede önemliydi. Bu konumları işletme ve idareye karşı bir ağırlık oluştururken, aynı zamanda vasıfsız işçilere güven veriyordu. Rusya standartlarına göre oldukça iyi ücret almalarına rağmen bir hareket olduğunda da oldukça radikal tutum alıyorlardı ve gerçek devrimci düşüncelere diğer proleterlerden daha yatkındılar.
Tüm ayrıcalıklarına üç dört kat fazla ücret almasına, çok iyi koşullarda oturmaları ve yaşamalarına rağmen, bunlar fabrikada birer militan ve bütün işçileri etrafında toplayan çekirdek kadrolardı. Özellikle vasıflı metal işçileri bulundukları yerlerde öncü konumda ve sözcü durumundaydı. Emek hareketinin doğal önderlik konumunda olmaları patronları da endişelendiriyordu. Aynı zamanda politik bilinci arkadaşlarına taşıyan, gelen bildirileri okuyup anlatan konumundaydılar.
Kimi işçiler gelirlerinden önemli bir kısmını kitap almaya harcıyor ve kurduğu kütüphanede karmaşık sorunları kavramak için kafa patlatıp bilincini geliştirirken, zaman zaman öğrencilerden yardım alıyorlardı. İşçiler çalışma grupları kurdular, bu gruplar radikal aydınlardan tamamen bağımsız kuruluyor ve aydınları şüpheli, düşman, yabancı görüyor ve pratik olarak güvenmiyorlardı.
Fabrikalarda sınıfsal karşıtlık ve güvensizlik had safhadaydı. Bu nedenle tüm işçilerin toplu halde bulundukları her yerde "polis muhbirleri" görev başındaydılar. Tek tek izliyor, toplu izliyor ve işçilerin ruh halini patronlarına rapor ediyordu. Bunun farkında olan deneyimli işçiler, haddinden fazla dikkatli olurken, hemen hemen hiç açık vermemeye çalışırlardı. Şunun farkındaydılar: en ufak bir ihmalin sonucu ya hapishane ya da Sibirya'ya sürgün edilmekti.
Aynı yıllar Avrupa'da sendikalar yasal olarak kurulurken, Çarlık Rusya'sında sendikal faaliyet son derece gizli örgütlenmeyle gerçekleşiyordu. Rusya'da reformcu sendikalar kurulabilseydi, işçilerin büyük bir kısmı evcilleşebilir miydi? Fakat ne devlet ne de burjuvazi, yasal sendika ve grev hakkı vermeye hazırdı. Sadece işsiz işçi ve ailelerine yardımlaşma sandığı ve kütüphane dernekleri kurulmasına izin veriliyordu. Köylü işçiler ajitasyon veya greve katılırlarsa, tekrar köylerine "sürgün" ediliyor veya bunlara hapis cezası veriliyordu.
Sözün kısası o günkü koşullarda sanayici ve devlet, işçi sınıfının her hareketini ve bağımsız bir sendika kurma çabasını dahi toplumsal düzeni ve istikrarı bozan siyasal bir komplo olarak görüyordu. Bazen kendiliğinden patlayan isyanlar sonucunda ufak tefek haklar vermek durumunda kalınsa da düzeni sarsma açısından çok önemli değildi.
Tevfik Özkorkmaz
10.10.2016
Kaynak: Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Murray Bookchin, Dipnot Yayınları, 2013.

7 Ekim 2016 Cuma

Unutulmuş Köylüler

“Birikmiş para, günahkârın sırtına binen yeni bir yüktür”
Soylular, toplumsal piramidi emir ve itaat hiyerarşisine göre kurdular. Köylülerse eşitlikçi bir görüşe sahipti. Dünyaya da her hane halkının statüye göre değil, ihtiyacına göre, imeceyle birbirini tamamlayan anlayışla yaklaşıyorlardı. Birisi insanları itaat üzerinden bir arada tutarken, köylüler karşılıklı sorumluluk üzerinden bir arada oluyorlardı.
Köylülük hayatta kalma odaklıydı. Soylu sınıf ne şekilde olursa olsun, mirası ve yağmayı Çar’ın hediyesi, toprağı özel mülk olarak gördü. Köylü, kesin olarak toprağı şahsi mülkü olarak görmedi ve 'Tanrının malı', ortak bir kaynak olarak gördü ve hep buna inandı.
Fransa köylüsünün mülkiyetçi tutumuna karşı toprağı 'Tanrının malı' olarak görmesi, Rusya kırsalının bakış açısını şekillendirdi. Kişisel mülkiyet yerine ihtiyaca dayalı halkın kullanım hakkını geliştirmişti. Bu anlayışını devam ettirmek içinde büyük fedakârlıklar da bulunmuştu. Toprakta verimliliği arttırmak için toplam arazinin üçte birini nadasa bırakarak, üçlü tarla ve parçalı tarım sistemi sayesinde ortaklaşmacı değerleri geliştirdi.
Köylüler köyünde; a) toprağın haneler arasında nasıl bölüşüleceğine, b) ekileceğine, c) hasat edileceğine, d) mera ve orman arazilerinin nasıl kullanılacağına ve paylaşılacağına birlikte karar vermeye başladılar.
IV. İvan ya da Korkunç İvan; 1530-1584. Yarım asırlık yaşamında kararlı, etkileyici, acımasız büyük hırsları olan ve intikam duygusu oldukça yüksek bir Rus lideriydi. Tatarlar üzerine yaptığı birçok sefer bunun kanıtıydı.
Düşmanları arasında korku salan, gözü kara, dengesiz olan IV. İvan kendine ihanet ettiği gerekçesiyle 1582'de oğlunu öldürür, aynı zamanda köylünün yeni bir bölgeye göçmesini yasaklar. 1604-1613 yılları köylü ayaklanmaları mutlakıyet yönetimini sarsar. Bu ayaklanmalar içinde en güçlüsü, soyluların uykusunu kaçıran ve korkutan "Bolotnikov" ayaklanmasıydı.
Ayaklanma dâhilinde fakirler, zenginlerin mülklerine zorla el konulması temelinde bir araya geldiler. Hareket Moskova önlerinde güçlükle önlenebildi. Yönetimin sert tepkisiyle karşılaştı. Aynı dönemde köylünün hakları daha da kısıtlandı.
II. Katerina soylu sınıfa büyük yetkiler verdi. Bu yetki, serflerin canını almadan, kırbaçlama, angarya cezasına çarptırma, onları tek tek alıp satma konusunda serbestiyet tanıyordu. İmparatorluğa ödenen vergi için toprak sahibinin serveti, geliriyle veya arazisinin büyüklüğü değil, ne kadar serf ve 'canın' varlığıyla, sayısıyla ölçülüyordu.
Batıda sanayi devriminin başladığı bir dönemde, Rusya'nın toplumsal hayatını ekonomik olarak kolektif, geleneksel görünüşlü bir sisteme -obşçina, yani köy toprak komününe dayanan kırsal kesim belirliyordu. Mir sistemi çok daha eskiydi. Köylülerin zihninde, ister ortaklaşmacı, ister miraslık olsun, kullanım hakkını gözeten topluluklara denirdi. Hane reisleri temelinde bir araya gelmiş bir bütünlüktü. Her yaştan köylü erkek ve evlenmemiş kızları baba evinde oturur ve elde edilen gelirleri en yaşlı dedeleri tarafından herkesin ihtiyacına göre ve her yetişkine para ayrılır, bu para ortak sandıkta toplanırdı. Buna “hane halkı kollektivizmi” deniyordu.
Bundan daha çarpıcı olanda köylü toprağı kollektivist tarzda bölüşmesi, paylaşmasıydı. Köyler toprak paylarını hep birlikte ve her hanenin "boğaz" veya "çalışan" sayısına göre yeniden bölüşüyordu. Daha büyük köylerde ise seçilen temsilcilerin oluşturduğu "skhod" meclisi bu görevleri üstleniyordu.
Rus köylüsünün ahlakî öğretisine göre, miras kalan toprağı özel mülkiyet olarak sahiplenmek son derecede yanlıştı. Hele hele toprağın sermaye haline gelmesi, aç gözlü bir şekilde kazanç elde edilmesi, prestij ve güç kaynağı olarak kullanılması büyük günahtı.
Köylüler topraktan servet elde edenlere ve onu alıp satanlara düşman gözüyle bakar, mütevazı, haddinden fazla servet ahlakî bir "leke" ve Hristiyanlığa yakışmayan bir açgözlülük olarak görürdü. Burada ailesinin ihtiyacı olduğu halde yetersiz bir toprağa sahip olurken, hak etmeyen ve muhtaç olmayanlar, daha çok toprağa sahip olmaları da daha farklı bir çelişkiydi.
Görünen Rus köylüsü katıksız eşitlikçiydi. Kendi çıkarları için paraya ve mala sarılanlar "sapkın", hatta topluma zararlı sayılırdı. Köylülerin inandığı Tanrı, kulları için istediği sürece, özgürlük koşullarında herkes eşit olacaktı. Paylaşımın belirleyici olduğu kolektivist bir toplumsal düzende geçimlerini rahatça sağlayacağına olan inançları oldukça güçlüydü.
Kör talih, başına devlet "talih" kuşu konan herhangi bir köylü, ister beklemedik bir para, ister mutlu bir olay, ister hak edilmiş bir mülk kazanmış olsun, bütün köyü, köy meyhanesinde bol bol votka içmeye ve servetine ortak olmaya çağırırdı. Bu çok ilginç hadiseyi günümüz açısından baktığımızda oldukça düşündürücü ve öğreticidir. Burada çok net görülen köylülerin her koşulda fazladan bir servet birikimi yapmaması ve bunu inançları itibariyle günlük yaşamın bir parçası saymasıdır.
Kişinin kazandığı serveti topluluğun bütünüyle paylaşmaması, uygunsuz bir davranış olarak görülür ve kınanırdı. Paylaşımcı kültürün altında muhtaç da olsa köyün maddi cömertlik ruhuna her şart altında güvenilmesini öngören bir inanç yatıyordu. Ticari yaşamlarında sağlam ve sıkı pazarlığa kimsenin itirazı olmazdı. Pinti ve istifçiler hiç saygı görmezdi. Bu köylüler, hayatlarında sanki hiç para görmemiş, parayı hiç tanımamış gibiydiler.
Aslında çok basit: fazla para biriktirme alışkanlığı yoktu. köylüler ellerine geçen parayı da anında içkiye yatırmakta ve para biriktirmenin "günah" olduğuna inanmakta, birikmiş parayı günahkârın sırtına binen yeni bir yük olarak görmekteydiler. Birikmiş sermaye ve parayı topraktan daha tehlikeli kabul ediyorlardı.
Köylüler, sadece adil olmayan bir toplum ve doğal afetlerin yarattığı etkilerde değil, aynı zamanda dostlarıyla arasındaki karşılıklı yardım ve basit paylaşıma dayanan kollektif önlemlere dehşetle ihtiyaç duyuyorlardı. Böylesi bir kollektivizm, sadece geleneksel ideallerin, kültürün değil, aynı zamanda acımasız koşulların bir ürünüydü. Ayrıca bu köylünün, bel bağlanan, efsaneye göre köylünün gerçek dostu olan büyük ve güçlü Çar’ı, “fedakâr baba”sı vardı. Yıllarca bu inanca göre eğitildiler ve buna inandılar.
Yaşlılara saygı kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Rus köylüsü fazlasıyla muhafazakârdı. Yeni bir şey yapmaya ve fazla risk almaya yatkın değildi. Çözemediği sorunları hane halkına veya obşina kollektifine getirir ve oranın iradesine sığınırdı. Bu anlamda 1861 yılına kadar obşina dış dünyaya karşı serfin-köylünün kalesiydi.
Rusya'nın kara toprakları, az da olsa bozkırlarda hayatı dengede tutardı. Kurumsal gücü skhod’du. Bu meclis yereldeki uyuşmazlıkları çözer, vergi toplar, orduya asker temin eder, gerektiğinde ailesel sorunların çözülmesine yardım ederdi. Başta gelen ekonomik işlevi de muhtaç duruma düşen köylülerin bakımını üstlenmek, köy topraklarını yeniden bölüştürmek, ortalama genel maddî eşitliği sağlamaktı.
Tevfik Özkorkmaz
Kaynak: Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Murray Bookchin, Dipnot Yayınları, 2013.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Yonca

“On dönümlük adamsın, lakin içinde yonca bitmiyor.”
Son yıllar, özellikle de yaklaşık 36 yıl içinde en çok göze çarpan şey, toplumsal teslimiyet ve suskunluk.
Kürt özgürlük hareketinin yaklaşık aynı yıllardan bu yana bu suskunluğu ve teslimiyeti bozma çabasına; Gezi, çevre ve zayıf da olsa, işçi eylemleri ve protestolarına rağmen, toplumda teslimiyet ve suskunluk esas olarak devam ediyor.
Adım adım, yasal görünümlü, katı bir dikta rejimi inşa ettiler.
Toplum büyük bir açık hapishane döndü. Irkçı şoven duygu ve sahte “İslam” söylemleriyle en azgın sömürü düzenini meşrulaştı.
Mevcut iktidar ve lideri, kendi ailesel kaygıları nedeniyle, toplumu bir iç savaşa götürmekten hiçbir tereddüt duymuyor.
Toplum bir lider sultasıyla esir alındı.
Sahte “düşmanlar” yaratarak kendisini gizliyor! Kımıldayan yaprağa kurşun sıkan, gaz bombası atıp, vurup kıran ve yok etmeye çalışan tehlikeli bir zihniyet var.
Bu zihniyet sadece Türkiye'de değil, tüm bölge ve ülke halklarını uçuruma sürüklemekte.
Lider sultasının hareket halindeki canlı bombadan farkı kalmamıştır.
Teslimiyet ve suskunluğun önemli bir nedeni, toplumsal dinamiklerin dağınık ve örgütsüz oluşudur.
12 Eylül’de en büyük darbeyi yiyen sosyalist, demokrat ve devrimcilerdi. Âdeta üzüm gibi ezildiler, bu da yetmedi, liberal şarabını yaptılar!
Tek tek bireylerin kendilerini toplaması ve yeniden mücadeleye girmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Tecrübe ve birikimi olanlar yaşlandı ve fiziksel aktiviteler azaldı.
Bu şekilde onuruyla bu düzene teslim olmayan binlerce insan var. Bu insanları yeniden örgütlü mücadeleye çekecek yeni örgütlenme biçimleri gerekli.
Bir emekli olarak kendime soruyorum: kitap okumak, yazmak ve etrafıma propaganda yapmak yetmiyor. Örgütlü bir mücadelenin neferi olmak gerekmiyor mu?
“On dönümlük adamsın lakin içinde yonca bitmiyor”
Erol Günaydın Diyet filminde köyden gelen ve sendikalaşmaya karşı çıkan Hasan'a böyle sesleniyor. Nereden nereye geldik?
Tevfik Özkorkmaz

4 Ekim 2016 Salı

Makes

Elimizde artık hayatı ve siyaseti Matrix filmiyle tefsir eden bir gençlik var. Bunlar için işçi sınıfı kapitalizmi; halk da devleti işaret ediyor. İşçi içinde olmak kapitalizmi; halk içinde olmak devleti besliyor. Bu, bir ergenlik hastalığı olarak sağ "komünizm" şahsında vücud bulan bir siyaset.
Buradan devlet ve sermaye, özel ajanlarına, özel yok-yerler, kaçış noktaları oluşturma emri veriyor. Özünde selefîlikle dövüşmek, sol içerisindeki selefîliği besliyor. Kralın, hükümdarın, sultanın veya padişahın özel varlığı ve konumu, siyaseti özel olana indirgiyor. Halk ve sınıf içinde olmak buradan küçümseniyor, hor görülüyor. Halkın ve sınıfın en ufak kıpırdanışı, alay konusu ediliyor.
F-tipi toplum bu. Mücadele, tabiatı gereği hapsi, işkenceyi, sorguyu, papazı, mahkemeyi gerekli kılıyor. Bunlar tabiî olmaktan çıkartılıyor. 19 Aralık sonrası dönem, farklı bir sol siyasî özneyi koşulluyor. Eski metinler giderek daha da eskiyor. Küf bağlıyor. Toplu koğuşlarda okunan kitaplar, anlamını yitiriyor. Binbir emekle, ince ince, el yazısıyla yazılan ve yeniden üretilen kitaplar, dolaşımın hızına mağlup oluyor.
Fethullahî gerçeklik de bununla alakalı. Siyasetin tabiatı boşluk tanımıyor. Fethullah’ın siyaseti solu; Erdoğan’ın siyaseti sağı örgütlüyor. Devlet ve sermaye bu şekilde işliyor. F-tipi sadece hapishanelerle ilgili değil. Toplumun hapishane kılınmasıyla alakalı. Orada direnmeyenler, dışarının direnişini küçümsemek zorunda kalıyorlar. Fethullah, bu yüzden sıcak bulunuyor.
Devlet ve sermaye, kendi dişine uygun özneyi koşulluyor. Kendi teknesinde yoğurduğu hamura ajanları biçim veriyor. Helvadan put yapanlar, militanlara o putu yediriyorlar. Bugün alanlar, sokaklar, bürolar, o helva lezzetsiz geldiği için boş.
Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları, farklı bir İslamî siyaseti koşulluyor. Her seferinde fıkıh, içtihad ve siyaset aynasında o saldıranların akislerine bakılıyor. Siyaset oradan biçimleniyor. 19 Aralık kendi öznesini inşa ediyor. Gezi kendi dilini üretiyor. İlkinde sınıfa; ikincisinde halka küfretmek öğreniliyor. Sınıf ve halk dışı özne, tanrı yerine ikame ediliyor. Ekim Devrimi’nin yıldönümünde laiklik ayinleri düzenlemenin sebebi burada.
Devlet ve sermaye, solda makes buluyor. Şirketi veya devlet teşekkülünü yönetemeyenler, örgüt şefi oluyorlar. Aynı işlemleri uyguluyorlar. Matrix filminde görüldüğü üzere, en fazla, Siyon’a, İsrail’e işaret edebiliyorlar. Bu karanlık, cahil ve geri coğrafyada kaçacak zihinsel yerler inşa ediyorlar. “Her yürek devrimci bir hücre” diye, o hücreleri olan gerçekten arî, münezzeh kılmaya çalışıyorlar. İrade, akıl ve kolektif kavga, özel şahısların selefî Marksizm yorumlarında berhava oluyor.
IŞİD bu nedenle merkeze konuluyor. Selefîlik, sol içi tezahürünü yüceltmeye mecbur. O Sünnet’in ve Kitab’ın hayatın kılcal damarlarından çekilmesi ve iktidarın özel alanına hapsedilmesi. Ali, bu nedenle küfür olarak görülüyor. Hüseyin’e ağlamak, bu yüzden küçümseniyor.
İktidarın sınırsız ve sınıfsız oluşu herkesi cezbediyor. Öyle olması isteniyor. Bu nedenle işçi sınıfındaki sınırlılık; halktaki sınıflılık, tehlikeli görülüyor. İktidarın aynadaki aksine sığınılıyor. 19 Aralık ve Gezi sonrası iktidar bu şekilde örgütleniyor. Gerekli teorik gıda, Batı’dan ithal ediliyor. Sol içinde muktedir olmak isteyenler, mevcut iktidar ilişkilerine öykünüyorlar. Silâhın yegâne anlamı ve gerekçesi bu.
Matrix’teki gibi bir kurtarıcı bekleme hâli, teoriyi hükümsüz kılıyor. Eski metinlerden akılda sadece işe yarar, ekmeğe sürülecek bir damla yağ kalıyor. Bunlar başarıcı, kariyerist bir dile tercüme ediliyor. Onca iradecilik, terse bükülüp konformizme meylediyor. İrade merkeze konulunca, her yere yayılınca, tabiatıyla yok oluyor. Her yerde ve her zamanda özel bir iradenin reklâmını yapanlar, iradesizliğin propagandasını yapmış oluyorlar.
Devletin ve sermayenin ajanları, görevlerini ifa etmiş olmanın ödülünü alıyorlar. Her şeyi bir olmaza, olmayacak bir duaya mahkûm ederek, kitleleri apolitik bir alana hapsediyorlar. Hapse girmek, girmiş olmak, yüceltiliyor, özel bir rütbe olarak omuzlarda taşınıyor. Sürekli hatırlatılıyor. Kolektif koğuşların eğitim faaliyetleri, ezici ve bireyi dışlayıcı bulunularak çöpe atılıyor. Bar masalarında bu rütbelerle öne çıkılmaya çalışılıyor. Kadın, bu masalardaki ağın örümceği olarak görülüyor. Alkol ve esrar, bu yüzden teorinin yerini alıyor.
Bu nedenle, kitle, topyekûn kadınlaştırılmak isteniyor. O yüceltildiğinden değil, özel iktidar alanlarına yer açmayan, geri, sığ, “faşist” kitleyi dize getireceği için istismar ediliyor. Kadın ve gençlik, devletin ve sermayenin kitleyi hizaya sokması için gerekli sopalar olarak kullanılıyor. Kadının ve gencin devrimciliğinden korkulması, özel sol öznelerde karşılık buluyor.
İktidar, Gezi günlerinde “ey analar, Gezi Parkı’ndaki çocuklarınıza sahip çıkın” dediğinde, parkın etrafında kol kola kenetlenen analardan korkuyor. Sol da korkuyor. İdeoloji ve örgüt, tıpkı bir devlet teşekkülü veya şirket gibi görüldüğünden, onun için gerekli alanın açılması adına, kitleye saldırılıyor. Önce kadına ve gence vuruluyor. İlki erkekleştiriliyor; ikincisi yaşlandırılıyor.
İktidarın biyopolitikası, solun varlığında, bir tür selefîleşmeyi koşulluyor. Kalabalıklar içinde olmak, niteliğe değil niceliğe dair bir mesele olarak ele alınıyor. Yıllar evvel İbn-i Rüşd, kadınların iş sahasına girmelerini, özgür olmalarını telkin ediyor, bunu da toplumun zenginleşmesi için şart olarak görüyor. İktidar adına ve onun için konuşuyor. Amerikan nicelikçiliği, sola galebe çalıyor. Zenginleşmek için genç ve kadın, basit birer araçtan başka bir şey değil. Koğuş eğitimlerinden, kitlesel mitinglerden, devrimin zaruretinden kaçanlar, örgütlerini zengin göstermenin yollarını gene devlet ve sermayeden öğreniyorlar.
Halk kurtuluşun; sınıf devrimin imkânlarını sinesinde taşıyor, patika oralarda çiziliyor. 19 Aralık ve Gezi, birer mağlubiyet momenti olarak, geleceğe imgesini bırakıyor. Dev aynaları kırılıyor. Kendini görme biçimi başkalaşıyor. Kurtuluşun ve devrimin özel insanların uhdesinde olduğunu söyleyenler, yalan söylüyorlar. O yalanda iktidar örgütleniyor.
Hüseyin Yusuf Kuzu