20 Ağustos 2016 Cumartesi

Toplumsal Dönüşüm

İki yakası bir türlü bir araya gelemeyen insanların kentinde, iki yakayı birleştiren köprüden geçerken tam karşıda beliren gökdelenleri görünce insan çekip gitmek istiyor bir an evvel. “Bu şehir benim şehirim değil” diyor. Ve soruyor bu şehre, “şehirlerin sultanına nasıl kıydınız efendiler?” Kirletirken denizi, katlederken ormanlarını kaç para kazandınız? Lafa gelince Osmanlı torunu olmakla övünürken, Osmanlı’nın en büyük mirasını nasıl tükettiniz?
Sadece betonlaşmak ile kalsa bir nebze kabul edilebilir, sineye çekilebilir fakat eski binaların yok olması gibi eski simalar da birer birer terk ediyor sahneyi. Seyyar lahmacuncular, simit tablaları, boyacı sandıkları nadir görülür oldu. Evet, boyacılar sabit mekânlarda mesleklerini icra ediyorlar. Simitler camekânlarda, değişik yiyecekler daha sıhhatli ortamlarda satılıyor. Sağlıklı göründüğü kadar erişimi de kolay. Canımız simit çekince pencereden simitçi gözetlemiyoruz artık. Ne istersek gerek internetten gerek hiper marketlerden temin edebiliyoruz. Diğer yandan eski kentimizin, eskimez sandığımız yüzlerini de göremez olduk. Mahallelerden sütçü, yoğurtçu geçmiyor, okul kapısı önünde görmeye alıştığımız macuncu amcalar da yok. Kentsel dönüşüm binalardan önce sosyal hayat ile başlamış, yeni fark ediyoruz. İnsanları bir araya getiren, dertlerin, sevinçlerin, günlük hayatın ve birçok şeyin paylaşım merkezi ibadethaneler bile ruhtan soyutlanıp sadece taş binalar haline geldi. İçeri gir, ibadetini yap, çık git! Sizleri bilmem ama ben yaşadığım semtte lunapark olduğu, denizin doldurulup üzerine yol ve tesisler yapılmadığı, deniz görmek için birkaç kilometre yürümek zorunda olmadığım, arkadaşlarımla sandal kiraladığımız, üstelik pek uzak sayılmayacak geçmişte kalan o günleri ve o kenti özlüyorum.
Düşüncelerim, konuşmalarım size anlamsız gelebilir. Ama inanın, siz de pencereden bakarken yaşlı bir teyzenin elinden tuttuğu torunu ile parka gelişini, minik çocuğun elindeki pamuk şeker ile tebessüm ederek banka oturmasını görseniz, son yıllarda hayat ile kurduğunuz ilişkiyi gözden geçirirsiniz. Kim bilir belki Wittgenstein’in Norveç’e kaçıp, ıssız bir kulübede dünyadan kopuk yaşamayı seçmesi gibi bir karar da verebilirsiniz. Hiç düşündünüz mü alışveriş merkezlerinden birisinde bulunan pahalı bir dükkândan, internet sitelerinden değil de semt pazarından, mahalle esnafından alışveriş yapmayalı ne kadar zaman geçti? Bundan binlerce yıl sonra medeniyetimize ait kalıntılar bulunacak. Bizim AVM denilen beton yapıları ve bilgisayarları kutsal saydığımız konusunda kesin fikirler oluşacak. Kimse bilmeyecek, modern hayatın bizi ne kadar duygusuz ve kendi özünden kopuk bıraktığını. Öyle “bunlar küreselleşmenin sonuçları, kahrolsun kapitalizm” nutukları atacak değilim. “Lanet olsun ecnebice tabelalara” da demeyeceğim. Dünya bir şekilde dönüyor ve hiçbir şey umurumuzda değil. Umurumuzda olan sadece şu veya bu şekilde yaşamak. İnsanın doğasında olan bu ama insan için doğal olan bu şekilde yaşamak mı düşünmek lazım. Nostaljik söylemlerde bulunup “çocuklar artık misket biriktirmiyorlar” demeyeceğim. Bütün bunları bir metropol yaşayanı olarak söylüyorum. Mutlaka bir yerlerde halen macun satılıyor, ayakkabı boyacıları şehri dolaşıyor, çocuklar sokakta iki taşla yaptıkları kaleye gol atmaya çalışıyorlardır. Anneler, teyzeler halen evde salça, turşu, tarhana yapıyorlardır. Biz büyük şehir insanları her şeyin hazırına alıştık. Üşenmezsek marketten alıyoruz, yorgunsak telefonla sipariş veriyoruz. Eve gelen yemekler, ütü ve çamaşır hizmeti veren servisler, dondurulmuş gıdalar vesaire vesaire. Vakitten kazanıyoruz ve bilindiği üzere vakit nakittir. Nakit denilen objeye duyulan ihtiras değil mi bizi bu hale getiren?
Velhasıl bir avuç tozu paketleyip, üzerine çorba yazdıkları günden beri biz, “biz” değiliz!
Hakan Çörtoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder