20 Ekim 2016 Perşembe

Dümen

Sonuçta kurmay olmak için komutanların sıraya dizilip el öptüğü adamdan söz ediyoruz. Devlet geleneği, boşluk bırakmadan ilerlemek zorunda.
Osmanlı’dan beri böyle. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüceltildiği, münferit, tekil, havada asılı bir varlık olarak takdim edildiği ideolojik evren, sorunlu. Gelenek devam ediyor. Tarihçilerin tespitine göre, yeni gelen padişah, eski padişahın destek vermediği güç odaklarını arkalıyor. Korku ve umut belli bir gerilimde işliyor.
Bu açıdan Sol, ideolojik ve politik düzeyde yüzüne gülenlere dikkat etmek zorunda. O maskelerin ardındaki burjuvaziyi ve devleti görmüyorsa, kendisini neden sol olarak nitelendirir?
Mehmet Ağar’ın TKP ve solcular ile ilgili sözlerine hümanist ve ağlak bir cevap vermenin anlamı yok. “O benim yoldaşımı öldürdü” diye mızırdanmak nafile. Darbe komisyonuna söylediği diğer sözlere de bakmak lazım.
Ağar’a göre, hiyerarşi, disiplin ve işbölümü sadece devletin tekelinde. Onun dışındakilere ise bu üç kavrama küfretmek düşüyor. O, ast-üst ilişkisi konusunda astlarına ders veriyor. Ama bir yandan da sempatizanların rehabilite edilmesinden bahsediyor. Rehabilitasyon, köken olarak, “kolayca yönetilen”, “dişine uygun” demek. Ağar, TKP mesajı ve sempatizan değerlendirmesi üzerinden kendisini üste yazıyor. Kolayca yönetilecek, devletin dişine uygun bir kitle yaratmak istiyor.
Bu sözlere “ama sen yoldaşımı öldürdün” diye tepki verenler, Ağar’ın sözlerine zımnen onay veriyorlar. Kötü, ceberut devlete bireyin ayak bastığı yerden “ayar” vermeye indirgeniyor siyaset. Ağar’ın ayarı bununla ilgili. Bu ayar, Erdoğan’ın muhtar toplantısındaki sözlerle ilişkili. Gerilimin dışında, sorumluluktan azade, akıl vermek, devleti belli bir kıvama çekmek, artık tek yapılan iş bu.
Faşizm içe dönmüş emperyalizm; emperyalizm dışa dönmüş faşizm. “Yurttaş devletin işgali altında” diyenler bu gerçeği karartmak için var. Siyaset, devletin geriye giden dümenini kırmaya indirgenmiş durumda. Sonuçta dümene örgütlenmektir bu.
Meta ve paranın akışı eşitliğe ve özgürlüğe muhtaç. Solun bu eşitliğe ve özgürlüğe aldandığı açık. Ayıraçlarını suya bırakmış. Sorun, kriz hâli belki de bununla alakalı. Erdoğan bu noktada bir bahaneden ibaret. Kaybettiklerine üzülmelerine bakılmasın, kişisel acının ötesinde, verilen sözlerin en ufak yele terk edilmesidir kederli olan.
Ağar devletin dümeninde konuşuyor. Sempatizanları “iflah etmek”, “rehabilite etmek” için o lafları sarfediyor. Onları “temiz fikir adamları” hâline getirmek istiyor. Bu erkekçi söyleme kızmamız gerekmiyor muydu?
Bu ağlak tarzın güncellendiği bir örnek de “Türkiye solu sözlüğü”. Mizahi, nostaljik bir içeriği olsa da bu çalışma, bugün “kaybettiklerimiz” listesine dönüştürülüyor. Zaten şehid demek artık suç, lügatten çıkartıldı. Sözlüğün sözlük olmaktan çıkartılıp “biz ne büyük örgüttük be” edebiyatına indirgenmesi, solun hal-i pürmelali. Kavramdan, teoriden, ideolojiden kaçışın kılıfı bu. Durum ve dönem analizleri artık alay konusu ediliyor. IŞİD’liler gibi, Kur’an da Allah da Peygamber de kişisel varlığa indirgenip kapatılıyor. “Devrim benim” deniliyor. Bu cümle ile hem benliğe hem de mülkiyete işaret ediliyor. Sol içi rekabet ve mülkiyet ilişkileri, bu tür marazlar üretiyor. Artık üstün gelmek, tartışmaya galebe çalmak için içeriye dönük hamleler yapılıyor. Siyaset bu.
Çünkü hiçbir örgüt, Ağar’ın iflah etmek istediği sempatizanlarına, kitle nasıl örgütlenir, duruma nasıl müdahale edilir, araçlar nasıl geliştiriliri öğretmiyor. Sadece rakip örgüt ve örgütlere nasıl fark konulacağı, onlara nasıl üstün gelineceği öğretiliyor. Üç-beş yıllık yoğun pratiğin yorgunluğu ile Ağar’ın rehabilitasyon süreci devreye giriyor. O nedenle bazı örgütlerin “bizim yoldaşımıza ajanlık teklif edildi” diye “uydurma” haberler yapmasına gerek yok. Tersten, şu soru gündeme gelir: “teklifi kabul edenler kim?”
Mücadele, ezeli ebedi olan müşterek bir gerçeklik. Mülk edinmek ve rekabetle “özne oldum” zannetmek, beyhude. Ona ait olmak, adsız adressiz oluşun içine girmek gerekiyor. O, her daim özel olana, özel kılana kılıç sallamayı emrediyor. O aşka örgütlenmek şart.
Fikret Çakmak

Türkiye İslamcılığı

Türkiye İslamcılığı; 1970’li yıllara kadar İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı, Osmanlıcı, milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı bir seyirde hareket ediyordu.
1970’li yıllardan itibaren, özellikle Mısır ve Pakistan’ın etkisinde kendini göstermeye başlayan, söylemde de olsa anti-emperyalist, ümmetçi ve vahdeti ön plana çıkaran, tevhidî dünya görüşünü önceleyen bir dil geliştirdi.
1990’lardan itibaren de kendisine zulmeden Batıcı Kemalist hegemonyanın koltuğuna göz dikerek, maddî menfaat, makam ve mevki devşirme arayışına girildi.
2000’lerden sonra ise ele geçirdiği sistemi restore etme, Kemalizmi yeşile boyayarak Müslüman halka pazarlama mücadelesini yürüttüler.
Bugünlerde ise bu İslamcı yapılar, mevcut sisteme eklemlenmeye, sistemin içinde yer almaya çalışıyorlar. İslamcılık yeniden 1970’lere rücu ederek Neo Osmanlıcı, milliyetçi ve muhafazakârlığa döndü. Kırk yılın sonunda İslamcılar dönüp dolaşıp aynı noktada buluştular.
Tek bir fark var dün ile bugün arasında: “Dün koltuklara, makam ve mevkilere iç geçirerek bakıyorlardı, bugün o koltuklara yaslanarak keyfini çıkarıyorlar.
Fikri Amedî

19 Ekim 2016 Çarşamba

Pus

Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması altındayız. İlki ezilenlerin; ikincisi sömürülenlerin öfkesini boğmak için var. Bir de bunlara ele “silâh” alınca bu kuşatmadan azade olduklarını zannedenler ekleniyor.
Emperyalizm ve devlet iç içe, yoğruluyor. Liberalizm ve sosyal demokrasi siyaseti ve ideolojiyi belirlediği ölçüde, yoğrulma süreci kendisine ait bir yol buluyor. Sınırlar sınıfsallıktan; sınıflar sınırlarından kurtuluyor. Geniş bir özgürlükler âleminde kulaç attığımızı zannediyoruz. Bu baskı ortamı bu nedenle sessizlikle karşılanıyor. Herkes hâlinden, sınıfsallığından ve sınırlarından memnun.
Radikal gazetesi sonrası, onun devamı olduğunu söyleyen bir yayın çıkıyor. Gazete Duvar, bugünlerde Suriye ile ilgili haberler geçiyor. Orada Kürdlerin şarkıcı bile olamadığından bahsediyor, ellilerin başında askerî darbeyle başa geçmiş bir batı uşağını göklere çıkartmaya çalışıyor. Bu haberler, beş yıldır solun neden Suriye konusunda sessiz kaldığını da izah ediyor. Suriye’nin tek bir eylemi, tek bir bildiriyi, tek bir tepkiyi hak etmediği düşünülüyor. Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kıskacı ile alakalı bir gelişme bu. O kıskaçta Suriye geri, milliyetçi, yoz bir çöl toprağı olarak görülüyor. Ne olursa olsun Türkiye’nin geldiği hâle şükür duaları ediliyor. En komünisti bile bu durumda. Liberalizm ve sosyal demokrasi, zehir gibi kana damla damla işliyor.
Soros’la yapılan bir Bloomberg mülâkatı öncesi Soros, “insanî yardımların şampiyonu” olarak övülüyor ve onun Sovyetler’in yıkılması için harcadığı yüz milyonlarca dolardan söz ediliyor. Böylece Soros’un Sovyetler’in yıkılmasına katkı sunmakla insanlığa yardım ettiği söylenmiş oluyor. Sovyet sonrası sol-sosyalist hareketlerin genel seyri, belirli bir özgürlük vurgusu üzerine şekilleniyor ve mevcut rüzgârla yelkenler şişiriliyor. Edip Çiçekli’yi övmelerinin sebebi burada. Onlar da inanıyorlar Sovyetler’in insanlık düşmanı bir varlık olduğuna. Onlar da o dönemdeki tüm güç ilişkilerinin bireye halel getirdiğine iman ediyorlar. Batı menşeli ideolojik propagandaya o nedenle bu kadar aşkla bağlılar.
Millî ve dinî olana düşmanlıktan kim söz ediyorsa, liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması adına konuşuyor. Millî ve dinî olanın karşısına tek kişilik cumhuriyetler olarak çıkılıyor, herkesi bu şekilde lime lime edip, bireysel cumhuriyetlerine kul etmek istiyorlar. Aldıkları emir bu yönde. Cumhuriyetinin bayrağı olarak kimisi kadın pedini, kimisi cinsel hazzı, kimisi entelektüel birikimini tercih ediyor. Kimse Sabahattin Ali’nin romanını bilmeyen kadının aşağılanmasında, o kadının kadınlığına, laikliğine dair notlar düşme ihtiyacı duymuyor. O solcuların gündüz saati onca baskı ve zulme rağmen, neden magazin programı izlediğini kimse sormuyor. Asıl alay edilmesi gereken husus bu.
Asıl dert, kuşatmanın, baskının sonucunda egemenlerin bizi üstün olduğumuza dair yanlarımızı öne çıkartmaya mecbur etmeleri. Bu öne çıkartılan hususların, gene onların diliyle gerçeğe havale edilmeleri. Bizde üstün olduğunu düşündüğümüz şeyi, gene egemenden öğrenerek yüceltiyoruz, onu hiç sorgula(t)mamızın sebebi burada.
Soros, aynı mülâkatta yüzlerce Roman’ı eğittiğinden bahsediyor. Bunda ezilen Romanlara dair notlar çıkartanlar, kendi birey cumhuriyetlerine yönelik olumlu sonuçlara ulaşıyorlar. Soros’un derdi Romanlar değil. Paranın ve emtianın akış yönü. O liberal ve sosyal demokrat kuşatma kimsenin umurunda değil, önemli olan bu akış yönünde kimlere zulmedileceği.
Bir akademisyen çıkıyor, uluslararası bir akademi grubuyla Balkanlar’da sınır çalışmaları yaptığından bahsediyor. Aktardığına göre, sırada Kafkaslar varmış. Bu çalışmaların emperyalizmin hâlen daha karıştırdığı, hâlen daha kendince bir istikrarı dayattığı bölgeler olmasına dair tek bir soru bile sorulmuyor. Anti-emperyalizmin artık faşizm olarak kodlandığı bir gerçeklikteyiz zira.
Aynı kadın akademisyen, Balkanlar’da mültecilerin yürüdüğü alternatif yollardan bahsediyor ve sınırları kesen bu yolların eski Roma’ya ait yollar olmasında mistik anlamlar buluyor. Tüm bu bilimselliği dâhilinde kimse ondan Spartaküs’ün yürüdüğü yolları bulmasını tabii ki beklemiyor. Sermayenin ve emtianın akacağı yolların bulunması önceden akademiye tevdi edilen bir iş olmalı. O akademi bugün Roma İmparatorluğu’nu övüyor. Yeni Roma’dan alınan feyz ve fulus bunu emrediyor.
Tüm bu akademisyenler ve gazeteciler, devleti nötr bir olgu olarak ele alıyor ve Tayyip’i, AKP’yi buradan eleştiriyor. “Devlet bana bakmalı, korumalı” gibi tuhaf cümleler sarf ediyorlar. Sınıfsal ilişkilerden arındırılmış, nötr bir devlet var ve bu isimler o devleti hizaya sokmaya çalışıyorlar. “Devletin bize borcu var” diyorlar. Devletin yurttaşı işgal ettiğinden bahsediyorlar. Tuhaf liberal devlet-sivil toplum ayrımları yapıyorlar. Böylelikle devletin sivil toplum ve yurttaşta; yurttaşın devlette nasıl inşa edildiğini örtbas ediyorlar.
Kim el uzatırsa ona yüzlerini dönüyorlar. Ve hâlâ şeriattan, gericilikten dem vuruyorlar. Çünkü o nötr, bağımsız, sınıfdışı devletin AKP kirinden arındırılması lazım, o nedenle Kemalizme sesleniyorlar. “Devirin artık şunu!” diyorlar. Buna da Marksizm, sosyalizm falan diyorlar. En alçak kitle kuyrukçuluğu en alçak siyaset ve ideolojiyi çağırıyor.
Liberalizm ve sosyal demokrasi kuşatması; masaya oturan ezilenler; masaya oturan işçiler adına konuşanlar eliyle perçinleniyor. Demirtaş’ın başkanlık meselesini mizahın konusu hâline getirmesi, olguyu hafifletiyor ve iyice bilinçlere olumlu bir gerçeklik olarak yedirilmesini sağlıyor. “Türkiye Musul’u almak istiyor” lafı da aynı yere oturuyor. Sırrı Süreyya’nın “servet transferi” hocası Yalçın Küçük “yıllardır Suriye’yi ve Irak’ı alalım” diyor. Süreyya Kasım Süleymanî’yi muhtemelen o nedenle sevmiyor. Ha liberal ha sosyal demokrat, varolan Türkiye’den memnun hâl, hepimize yetiyor. Suskunluğumuzun, puslu havanın, o içimize inen kurtların sebebi burada.
Masayla düşünenin ezilenlerle veya işçilerle bir muhabbeti olamıyor. Akademi ve gazetecilik, liberal-sosyal demokrat kuşatmanın tahkim edildiği alan. Teori ve ideoloji, ezilenlerle ve işçilerle ortak bir mücadelenin ürünü değil, o masalarda üretiliyor. O tahkimat alanında yer yurt edinmek için uğraşılıyor. Bireysel cumhuriyetler ile egemenlerin cumhuriyeti eleştiriye tabi tutuluyor. Millet ve din içi sınıfsal gerilimleri yönetmek gene egemenlere kalıyor. Bireysel cumhuriyet sahipleri, hallerinden memnunlar, maaşları allı pullu, villaları, köşkleri, ezberlediği yalanları, bol ajitasyonlu cümleleri var. Ama gerçekte zulüm ve sömürü dipten derinden başka bir yolda ilerliyor. Öncelikle bu pusun dağıtılması gerekiyor.
Yusuf Karagöz

Gazze Duvarlarında Keder ve Öfke

Gazze’de bulunan 12 katlı bir binanın üzerine yirmi metre yüksekliğinde 15 metre genişliğinde bir duvar resmi.
“Kuşatılmış Çocukluk” isimli bu sanat eseri, yaratıcılarına epey ün kazandırmış. Resimde, kefiye takan, yüzünde melankolik bir ifade bulunan bir çocuk var. Çocuk, sanki hapishane hücresindeymiş gibi, iki demir parmaklığı tutuyor elleriyle.
Gazze şehrinin nispeten pahalı bir bölgesindeki Zafir 9 Kulesi üzerine kasten çizilmiş gibi. İsrail’in 2014 saldırısı esnasında savaş uçakları bu kulelerin ikizi olan Zafir 4’ü bombalayıp imha etti. Bu saldırı, sonrasında savaş suçu kabul edildi.
Kimse ölmedi ama ondan fazla insan yaralandı, kırktan fazla ailenin evi harap oldu. 200’den fazla insan evsiz kaldı. Uluslararası Af Örgütü bu operasyonu “askerî gerekçesi olmayan bir operasyon” olarak niteledi.
Resmi çizen dört isimden biri olan 25 yaşındaki Bilal Halid’in dediğine göre, 2015’te çizilen bu “Kuşatılmış Çocukluk” isimli resim, söz konusu ahlâksız yıkıma atıfta bulunuyor.
“Zafir Kulesi, epey kalabalık bir nüfusa sahip bir binanın hedef alındığı savaşta İsrail’in işlediği suçların bir kanıtı. Duvar resmi, bizim için bu gerçeği Gazze dışındaki dünyaya anlatma yolumuz.”
Son on yıl içinde Gazze muazzam bir yıkıma maruz kaldı.
İsrail’in gerçekleştirdiği üç büyük askerî saldırı ve on yıldır süren, malların ve insanların giriş-çıkışına mani olan, şehrin eski haline kavuşmasına mani olan abluka, binlerce insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına sebep oldu. Psikolojik travma herkesi kuşatmış durumda. Altyapı harap oldu. Öyle ki Birleşmiş Milletler, sahil şeridinin 2020’de yaşanacak bir yer olmaktan çıkacağını söylüyor.
Bu yıkım esnasında medyanın geçtiği haberler hiçbir şeyi düzeltmedi. İnsanların hayal kırıklıklarını, öfkelerini ve acılarını ifade etmek için başka araçlara yüzlerini dönmeleri şaşırtıcı değil.
Duvara Yazı Yazmak
“Kuşatılmış Çocukluk” resminin doğmasına neden olan da Gazze’nin çektiği çilenin başkalarına aktarılmak istenmesi. Halid’e göre, bu resim aynı zamanda sanatçıların asla susturulamayacağına dair bir “mesaj”.
“Gazze kuşatma altında olabilir, ama Filistin’de olan biteni idrak etme ve onları farklı, yaratıcı yollardan dış dünyaya aktarma becerisine sahip sanatçıları var.”
Halid, Aksa Üniversitesi sanat fakültesinden mezun olmuş, Güney Gazze’deki Ferah kasabasında yaşıyor. Sanat faaliyetlerine on yıl önce fotoğraf ve heykel ile başlamış, ama kısa bir süre sonra hat sanatına ve duvar resimlerine geçiş yapmış.
Bilal Halid (Abid Zagut)
Graffiti Filistinli sanatçıların çok eskiden beri başvurduğu, uzun zamandır varlığını koruyan bir yol. İlk çıkış tarihi, 1936’da İngiliz idaresine karşı gerçekleşen ilk Filistin isyanına dayanıyor.
“Devrimci grafitti”nin en ünlüsü, belki de 1936’da İngiliz manda hükümetince gerçekleştirilecek idamdan önce bir tutsağın siyah kömürle Akre Hapishanesi’ndeki hücresinin duvarına yazdığı şu grafitti:
Kardeşim Yusuf’a:
Annene iyi bakasın.
Kızkardeşim, sakın yas tutmayasın.
Kanımı vatanım için feda ediyorum
Bu can senin gözlerin için ey Filistin.
Tutsağın kimliği bilinmiyor, ama birçokları bu şiirin Nabluslu Avad Nabulsi tarafından yazıldığına inanıyor. Dizeleri sonrasında devrimci bir şarkıya dönüştü. “Akre Hapishanesi’nden” isimli bu şarkı nesilden nesle, dilden dile aktarıldı.
61 yaşındaki İmad Kassem’e göre, hücre duvarlarına yazılan bu yazıların bazıları hâlen duruyor. Kassem, yaşadığı yer olan Gazze’de bir sahil kampında devriye atan üç askere düzenlenen saldırıda yer almakla suçlanıp tutuklanmış.
Kassem’in dediğine göre, Nakab Hapishanesi’nde altı ay hücrede kalmış, kendisinden önce gelenlerin yazılarını ve karalamalarını incelemiş.
“O daracık yere girdiğimde, oturup duvarları inceledim. Zamanımın önemli bir bölümünü önceki tutsakların çizdiği resimleri ve yazıları anlamaya çalışarak geçirdim.”
Bazılarının altında imza vardı. Hepsinin tarihi İngiliz mandası zamanına kadar uzanıyordu.
Kassem, böylelikle kendisinden öncekilerle bütünleşme, bir olma imkânı bulmuş. Yerdeki taşlar veya kömürlerle kendisi de bir şeyler çizmiş, aklındakileri duvarlara aktarmış. Birinde yas tutan bir ana, birinde özgürlüğün simgesi, birinde de kırılmış bir zincir var.
“Bir seferinde maskeli bir adam çizdim. Gardiyan görünce onu dilimle silmemi emretti. Reddettim. Bilincimi yitirene dek dayak yedim.”
Bu tür uygulamalar devam edip yayılmış. Gazze’nin her sokak köşesi bu türden duvar yazıları ile veya resimleriyle süslenmiş. Birçoğu açıktan politik, bazıları örgütlerin kendisiyle alakalı. Çoğu Filistin halkının çileli tarihini anlatıyor.
Sanat Politiktir
2014’teki Gazze saldırısı esnasında Halid İsrail hava saldırılarına ait yeni fotoğrafları ve dijital görüntüleri birleştirip kendi grafitti-fotoğraf tarzını geliştirmiş. Bombardıman fotoğraflarına çizimlerini eklemek suretiyle yaşanan yıkıma başka bir anlam kazandırma imkânı bulmuş.
“Bombanın yol açtığı dumanın fotoğrafı savaş süresince tüm sosyal medyayı kapladı. Böylelikle ben özgül bir şeyler denemek istedim. Bitap düşmüş yaşlı bir adam, kefiyeli bir kadın, oyun oynayan bir çocuk, ellerini dua için Allah’a açmış bir genç ve Gazze’nin barış içinde yaşama umudunu ifade etmek bir kalp çizdim.”
Bu çalışma, ilk intifadada sanatçıların sundukları örnekler üzerinden şiddete bir cevap vermeyi amaçlıyor. O yıllarda, 1987-91’de grafitti direnişe ait bir ifade yolu hâline geliyor.
Filistinli örgütler bu yöntemi haberleri aktarmak, duyurularını yapmak ve haklarını dile getirmek için bir araç olarak kullanıyor: hatta öyle ki örgütler “en iyi sanatçı bende” yarışına bile giriyor.
54 yaşında olan Hassan Veli Gazze’de bulunan Cebeliye mülteci kampında yaşıyor. İlk intifada esnasında Veli, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesi. Dostlarının bazıları Gazze’de en faal grafitti sanatçıları.
En çok beğendiği örnekleri hâlâ anımsıyor. Bunlar hâlâ daha Gazze kamplarındaki duvarları süslüyor. Resimlerde en beğenilen öğe Filistin haritası. Bu çizim Siyonist milislerin 1948’de gerçekleştirdikleri etnik temizlik esnasında evlerini terk etmelerine dair bir andaç. Veli, Naci Ali’nin ünlü Hanzala karakterini, örgütlerin amblemlerini ve daha birçok şeyi çizen isim.
“Gruplara ayrışmış olsak da resim çizen, nöbet tutan, halkı koruyan tek güç olmalı, o ordu bizleri artık şaşırtmalı.”
Bilal Halid Kasım 2015’te “Kuşatılmış Çocukluk” eseri üzerinde çalışırken.
Yüzlerini kapayıp kamp sokaklarında hareket ediyorlar. Veli’nin ifadesiyle, İsrail askerleri bu grafitticileri artık daha da ciddiye alıyor. Bu iş artık daha da tehlikeli bir hâl alıyor. Yakalandıkları takdirde sonuçta ya öldürülüyorlar ya da tutuklanıyorlar.
“Her bir çizimin amacı, insanları cesaretlendirmek ve harekete geçirmek. Şehitlerimizi yücelterek, tutsakları anımsayarak adaletsizlik ve tarihimizle ilgili bilinci yayarak direniş ruhunu tetiklemek istiyorduk. İşe de yaradı. En azından İsrailliler sanatçıları ve tasarımcıları kovalamak için çok daha fazla zaman harcamak zorunda kaldılar.”
Nihayetinde halkı sanatçıların karşısına çıkartmak adına İsrail ordusu duvarlarına resim çizilmiş olan evlerde oturan insanları resimleri silmeye zorluyor. Bu, resimlerin onların sinirlerini zıplattığının en açık delili.
Veli, “duvar resimleri, grafitti ya da adına ne derseniz deyin, bu bir direniş sanatıdır.”
Halid bu söze katılarak şunu söylüyor:
“Grafitti bir devrimi tetikleyebilir. Tek bir ifade bile insanları harekete geçirebilir. Tek bir çizim insanları haklarını talep etme noktasında eyleme sokabilir.”
Sarah Algerbavî

18 Ekim 2016 Salı

Rusya ve Doğu Müslümanlarına Çağrı

Yoldaşlar! Kardeşler!
Rusya’da hâlihazırda büyük olaylar cereyan ediyor. Başka ülkeleri parçalamak amacıyla başlatılmış olan o kanlı savaş sona yaklaşıyor. Dünya halklarını soyanların ve köleleştirenlerin düzeni son günlerini yaşıyor. Rus Devrimi’nin indirdiği darbelerle köleliğin ve serfliğin eski dünyası sarsılıyor… Yeni bir dünya, işçilerin ve hür insanların dünyası doğuyor. Bu devrimin başında Halk Komiserleri Sovyeti, Rusya İşçi ve Köylü Hükümeti duruyor.
Tüm Rusya toprağına devrimci işçi, asker ve köylü vekilleri sovyetleri birer tohum gibi ekildi. Ülkede iktidar halkın elinde. Rusya’nın emekçi halkının onurlu barışı elde etmek ve dünyanın tüm mazlum halklarının hürriyet mücadelelerine yardım etmekten başka bir yakıcı arzusu yok.
Bu kutsal görevi dâhilinde Rusya yalnız değil, biliyoruz. Rus Devrimi’nin yaptığı özgürlük çağrısı, Doğu ve Batı’nın tüm işçilerine ulaşıyor. Avrupa’da savaşlardan yorulmuş halklar barış için ellerini bize uzatıyorlar. Batı’nın işçileri ve askerleri sosyalizm bayrağı altında toplanıyor, emperyalizmin kalelerini dövüyor. Yüzlerce yıl Avrupa’nın “aydınlanmış” yağmacılarının zulmüne maruz kalan uzak diyarlardaki Hindistan isyan bayrağını çekiyor, kendi Sovyetlerini örgütlüyor, nefret ettikleri köleliği omuzlarından atıyor, Doğu halkları kurtuluş mücadelesi için biraraya geliyor.
Bu büyük olayların karşısında bizler yüzümüzü sizlere, Rusya’nın ve Doğu’nun emekçi, her şeyden mahrum kalmış Müslümanlarına dönüyoruz.
Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibiryalı Sartlar, Türkistanlı Kırgızlar, Transkafkasyalı Türkler ve Tatarlar, Kafkasya’nın Dağıstanlı ve Çeçen halkları, çarlar, Rusya’nın zalimleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları ve töreleri ayaklar altına alınmış olan herkes!
İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi millî hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri’nin koruması altındadır.
Bu devrimi ve onun tam yetkili hükümetini müdafaa edin!
Yüzlerce yıl açgözlü Avrupalı hırsızların canlarını, mülklerini, hürriyetlerini ve topraklarını takas edip durduğu Doğu’nun Müslümanları, Farslar, Türkler, Araplar ve Hindular, ülkelerini bölmek için savaş başlatanlarca yağmalanıp duran herkes!
Bizler, devrik Kerenski hükümetinin onayladığı İstanbul’un ele geçirilmesi ile ilgili gizli anlaşmaların hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Rus Cumhuriyeti ve hükümeti, Sovyet Halk Komiserliği yabancı toprakların ele geçirilmesine karşıdır; İstanbul [Konstantinopol] Müslümanların elinde kalmalıdır.
İran’ın parçalanması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez askerler İran’dan çekilecek ve İranların kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri güvence altına alınacak.
Türkiye’nin parçalanması ve içinden zorla Ermenistan çıkartılması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez Ermenilere kendi siyasî kaderlerini özgürce kararlaştırmaları konusunda güvence verilecek.
Rusya ve onun devrimci hükümetinin ellerinde sizi bekleyen kölelik değildir, bilâkis anavatanımızı gasp edilmiş ve yağmalanmış bir sömürgeye çeviren Avrupa emperyalizminin yağmacılarının elinde sizin bulacağınız kölelikten başka bir şey değildir.
Yağmacıları, sizleri köle yapanları ülkenizden söküp atın. Savaş ve yıkım eski dünyanın mevcut yapısını paramparça ediyor, tüm dünya alevler içerisinde, emperyalist yağmacılara karşı yoğun bir öfkeyle kavruluyor, isyana dair her bir kıvılcım güçlü bir devrim ateşini tetikliyor, Yabancı boyunduruğu altında inim inim inleyen, bitap düşmüş Hintli Müslümanlar dahi zalimlerine karşı ayaklanma başlatıyorlar, bugün artık sessiz kalmak imkânsız. O uzun yıllar ülkenizi köleleştirmiş olanları atın artık sırtınızdan, kaybedecek vakit yok! Onların yurtlarınızı soymalarına izin vermeyin. Ülkenizin efendisi siz olun. Kendi hayatınızı kendinizce, dilediğiniz gibi siz kurun. Bu sizin hakkınız, kaderiniz sizin ellerinizde.
Yoldaşlar! Kardeşler!
Onurlu, demokratik bir barış için kararlılıkla ve sebatla mücadele edelim.
Bayraklarımızda dünyanın mazlum halklarının kurtuluşu yazılı.
Rusya Müslümanları!
Doğu’nun Müslümanları!
Yeni dünyanın inşası davamızda desteklerinizi ve duygudaşlık göstermenizi bekliyoruz.
Cugaşvili (Stalin)
Milliyetler Halk Komiseri
V. Ulyanof (Lenin)
Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı
Kaynak: USSR, Sixty Years of the Union, 1922-1982 (Moskova: Progress Publishers, 1982), s. 35.
İlk kaynak: Izvestiia, Sayı. 232, 7 Aralık 1917, s. 1-2.

Yeni Hayat

Yeni Hayat, başında Nâzım Yoldaş’ın bulunduğu Türk komünistleri merkez komitesinin ekonomik ve toplumsal meseleleri ele alan yayın organının adıdır. Nâzım Bey, diğer Türk komünistleri ile birlikte, 29 Eylül 1921’de Kemal’in emri ile 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.
Ankara’daki Millet Meclisi hükümeti, partinin “Türk Halk Komünist Partisi” adı altında yeniden kurulmasına izin vermiştir. Partinin merkez komitesi haftalık yeni gazetesini çıkartmaya başlamıştır.
Yeni Hayat gazetesinin ilk sayısında şu yazılar yer almıştır:
“Hedefimiz” (başyazı), Antant Devletleri’nin İstanbul’u 16 Mart’ta İşgal Etmesi”, “18 Mart Paris Komünü”, “Kapitalizmin Dünya Krizi” (Varg’ın makalesinin çevirisi), “Sosyoloji, Fahişelik ve Onunla Mücadele” (Feminist Rus Kollontai’ın makalesinin çevirisi), “Frederic Engels’in Komünist Manifesto Projesi”.
Derginin bu “İçindekiler” kısmı onun yönelimini ele veriyor. Kanaatimizce “Hedefimiz” yazısından da bir alıntı yapmak faydalı olacak:
“Sonuç itibarıyla bir tarafta yaşlanmış hâliyle eski dünya, diğer tarafta da aydınlatan fikirlerin sunduğu yeni bir hayat. Biz hangi taraf için mücadele etmeliyiz?
Her ne kadar zor olsa da yürüteceğimiz çalışmanın konusunu dünyada yaşanan olayların analizi teşkil etmeli. Bu konu da kaçınılmaz olarak ekonomi ve ahlâk alanında tüm korkuları yaşamakta olan Ortadoğu ve yeni Türkiye olmak zorunda. Göreceğiniz üzere, bu yeni sayımızda materyalist öğretileri takdim ediyoruz.
Avrupa ve Amerika’da kapitalist dünyanın felâkete sürüklenmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bizler her daim Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve diğer ülkelerde emperyalizme karşı gerçekleştirilen ayaklanmalara sempatiyle yaklaşıyoruz, onları bu ülkelerin gelişimi için gerekli adil ve hukukî araçlar olarak görüyoruz. Bizim görevimiz, bağımsızlığı hedefleyen bu mücadeleleri desteklemek. Bu olayları ekonomik açıdan, eleştirel düzlemde ele almayı sürdürüyoruz. Yaşanan gelişmeleri halkımızın ufkunu genişletmek amacıyla ve dünya devriminin çıkarları adına Marksist açıdan inceliyoruz. Gazetemiz, sınıftaki yanlış anlamaları ortadan kaldırma, Ortadoğu ve bilhassa Türkiye’deki en büyük yanlışlardan birini giderme konusunda kararlıdır. Bu yanlış, halk adına hareket eden iktisadî örgütlenmelerin yokluğudur.
Yeni Hayat’ın 5 no’lu, 15 Nisan tarihli sayısında ayrıca Cenevre Konferansı’nda Türk komünistleri merkez komitesinin dünya proletaryasına ve komünist partilerine yaptığı çağrıyı da bulmak mümkün.
Novyi Vostok [Yeni Doğu] Cilt I
Revue du Monde Musulman, Aralık 1922, s. 209-10

AKP Şirket Gibi

Kitap çalışmasının nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız?
2012-2014 yılları arasında Kağıthane üzerine ve Türkiye’deki siyasi partilerle ilgili farklı araştırmalarda çalışmıştım. Bu sırada bazı soruların etkisi altındaydım: AKP’nin otoriter yönetim pratikleri daha da görünürleşmiş, neoliberal ekonominin yarattığı tahribatlar daha yakıcı bir hal almaya başlamıştı. Fakat AKP seçim süreçlerini atlatarak, bir şekilde toplumsal desteğini sürdürmeye devam ediyordu. Varolan açıklamaların kendisi de doyurucu cevaplar sunmuyordu. Bu nedenle, gölgede bırakılmış bir alana, yerel toplumsal ilişkilere ve sıradan partili aktörlere bakmanın daha açıklayıcı olabileceğini düşündüm. Sanayi Mahallesi gibi ücretli çalışanların yoğun olduğu, eski gecekondu ve işçi semtinde parti örgütlülüğünün izini sürmeye çalıştım.
Çalışmanızda Sanayi Mahallesi ve çevresinin siyasal-tarihsel arka planını anlatıyorsunuz. Nasıl bir değişim söz konusu?
Kağıthane 1990’lara kadar sol tabanın güçlü olduğu bir semtti. SHP’nin, yerel yönetimleri kazandığı ve yükselişe geçtiği yerlerden biriydi. Fakat beklenmedik biçimde, SHP’li kadroların deneyimsizliği ve politik kültüre hâkim burjuva rekabetçi anlayış nedeniyle Refah Partisi (RP) adayı çıkış yapmayı başarmıştı. RP’li belediye başkanı, o dönem yerel halka hitap ederken sol siyasal jargonu da kullanmıştı. “Halk meclisleri”, “seçtiklerini denetle”, “insan kardeşliği”, “hak”, “özgürlük” gibi söylemler bunun örnekleri arasındadır. Fakat sosyal demokrat kadrolar, Kağıthane Direnişi gibi eylemlilikler yaratsa da, hızlı biçimde tasfiye edildi. Ayrıca, zamanla RP içindeki liberallerin susturulması da sağ eğilimi belirginleştirdi. AKP’nin kurucu kadroları da bunun öncülüğünü yaptı. AKP döneminde mahallelerdeki sosyal politik atmosfer değişti. Daha önce merdiven altı denilen, tabelası olmayan ve illegal görülen İslami örgütlerin ve ağların büyük çoğunluğu bugün resmi bir çatı altında, vakıf adı altında yerellerde boy gösteriyor. Bunlar olurken muhalif siyasal çevreler, marjinal olarak kodlanıp meşrulukları sorgulanıyor.
Kentsel süreçler açısından nasıl bir değişim yaşandı?
Bu çok çarpıcı. Sanayi Mahallesi adını, oto sanayi sitesine ve fabrikalara yakınlığından dolayı almıştır. 2000’li yıllarda, sanayilerin İstanbul’un çevre bölgelerine taşınmaya başlamasıyla mahallenin çehresi değişti. Sanayi Mahallesi, bugün rezidansların, alışveriş merkezlerinin, büyük giyim mağazalarının arka bahçesi konumundadır. Aynı zamanda kentsel dönüşümü bölük pörçük ve sessiz sedasız yaşayan yerler arasındadır. 2015 yılında belediye meclisinde alınan kararla, Sanayi Mahallesi adının Sultan Selim olarak değiştirilmesi tesadüf değildir. Sanayi ismi, hem sınıfsal profili yansıtan hem de kentsel dönüşüm sürecinde pazarlama açısından demode bir isim olarak görülmektedir. Hem de Sultan Selim daha mezhepçi ve iktidarın kendisini daha rahat sembolize ettiği bir temsile sahiptir.
Kitabınızda, Sanayi’nin yeni müteahhitlerinden bahsediyorsunuz...
AKP döneminde, inşaat lokomotif sektör olarak kodlandı. Daha da önemlisi yeni yerel sermaye grupları yaratıldı. Kağıthane ve Sanayi Mahallesi’nde 2007’den sonra inşaat sektörüne atılanlar ya da faaliyet alanlarını geliştirenler bunun örnekleri arasındadır. Bu kesimler ‘yeşil sermaye’ ya da ‘tarikat sermayesi’nden başka bir grubu işaret ediyor. Esnaflık, mühendislik yapan ya da ticaretle uğraşan farklı meslek ve iş gruplarından gelenler için inşaat yeni bir iş faaliyeti oldu. AKP’nin ilçe yönetimi ya da belediye meclis üyeleri arasındaki bu kişiler, bölgedeki kentsel dönüşüm propagandasını ve faaliyetlerini yürütüyor.
Kitabınızda, “Parti, yerelde siyasetin kapsamını daraltıyor ve onu uzmanlık gerektiren bir iş olarak geniş kesimlerin yapamayacağı bir tanıma ve koşullara bağlıyordu. ‘Millet iradesi’yle ifadesini bulan oy vermek ve temsil siyaseti de bu yüzden biricikti” değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Partinin yerellerdeki gücünü oluşturan, bölge halkına ulaşmasını sağlayan partili aktivistlerin/aracıların nasıl mobilize olduğu sorusu önemli. Bu kesimler, siyasal faaliyetlerini, özgürleştirici bir anlayış ya da pratikle yapmıyorlar. Bir şirket gibi işleyen partide insanların CV’lerine bakılıyor, performansları değerlendiriliyor, yaptıklarını raporlamaları bekleniyor. Bu anlamda, bölge halkına taşıdıkları siyasetin kapsamı da çok dar. İnsanların hayatlarını ilgilendiren yakıcı konular, siyasetin dışına itiliyor. Siyaset, hizmete ve icraata indirgenirken, siyasal katılım da oy verme işlemine indirgeniyor. Çünkü kodladıkları siyaset kravatlı, takım elbiseli büyük adamların uğraşabileceği bir iş, ayrıca dış mihrakların ve çeşitli lobilerin karıştığı komplolarla dönen bir güçler savaşı. Buna göre “Ben sizin yerinize ve adınıza oradayım, gerekeni yaparım” deniliyor. Burada siyaset herkese açık olmayan, ekonomik ve kültürel başta olmak üzere sermayeler gerektiren ayrıcalıklı bir alan. Dolayısıyla temsil siyaseti içinde geniş halk kesimleri salt birer seçmene indirgeniyor. Millet iradesi de bu anlamda her şeyin üstünde bir güç olarak kutsanıyor ve aslında tahakküm aracına dönüşüyor.
Kadınların parti çalışmasına katılmaları ve parti içerisindeki konumları hakkında neler diyeceksiniz?
AKP kadınları mobilize etmeyi başaran ve kadın kollarının aktif olduğu bir parti. Parti ağlarıyla ev kadınları, yoksul kadınlar evlerinden çıkıp bambaşka bir dünyaya giriyorlar. Kadınlar kendi hayatlarını kısıtlayan, sınıfsal ve mekânsal sınırlardan sıyrılma fırsatı buluyor. Mahallelerinden çıkıyorlar, milletvekilleriyle tanışıyorlar, farklı konulara dair eğitimler alıyorlar. Parti örgütlülüğüyle, kendi potansiyellerini kullanabilecekleri kanallar ediniyorlar. Mesela bir ev kadını, “Eskiden evdeydim, oturuyordum. Şimdi kendimi daha çok işe yarar hissediyorum” demişti. Kadınlar kendilerine üniversiteli gibi bakıldığını ve toplumda daha saygın konumlara geçtiklerini düşünüyorlar. Fakat parti içindeki iktidar alanı yalnızca erkeklere açık. Karar alma mekanizmalarında, erkekler var ve yerel siyasette onların rekabet ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. Kadınlar muhafazakâr aile ve toplum değerleri izin verdiği ölçüde hareket ediyorlar.
Görüştüğünüz gençlerin AKP’ye bakışı nasıldı?
AKP onların gözünde modernist, kravatlı ve markalı bir siyaseti temsil ediyor. Mahalle gençleri için parti, geleceklerini kurgulayabilecekleri sınıfsal kısıtlarını aşıp, “büyük adam” olmalarını sağlayacak bir imkânlar ağı. Partili kimlikleriyle, sembolik düzeyde bile “iktidar”ı temsil etmenin onlara statü kazandırdığı anlaşılıyor.
AKP’ye katılan BBP ve MHP kökenli kişilerle de görüşmeleriniz var. Buna dair tespitiniz nedir?
Parti örgütü içinde MHP, BBP kökenlilerle birlikte SP ve HAS Partililer de vardı. Bu, AKP’nin muhafazakâr, İslamcı, milliyetçi cenahta irili ufaklı farklı siyasal grupları kendisine çektiğini, onlara hitap etmeyi başardığını gösteriyor. AKP’yi pek çok açıdan eleştirseler de partiyi destekliyorlardı. AKP’nin alternatif oluşumlara şans bırakmadığını, Erdoğan liderliğinin de düşman gördükleri cenah karşısında siyasi kıvraklıklara sahip olduğunu düşünüyorlardı.
AKP’nin semtteki Kürtlerle ilişkisine dair, “Partiye ikincil abi konumlarda dâhil olabilen Kürtlerinse, partiye sınıfsal, dinî, mezhepsel ve politik angajmanları sayesinde seçilmiş oldukları anlaşılmaktadır” diyorsunuz, bu tespite nasıl ulaştınız?
Benim çalışmayı yaptığım sırada AKP’nin Kürt sorununa bakışına dair olumlu bir tablo çiziliyordu. Oysa yerellerde, parti tabanının mesafeli bir tutumu vardı. Kağıthane’de hatırı sayılır bir Kürt nüfus vardı. Parti kademelerinin oluşumunda hemşerilik kriterine dikkat edilmesine rağmen parti kadroları arasında Kürtler görünür değildi. Üstelik mahalledeki Kürtlere dair sorularım dahi hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Partililer semtte yaşayan Kürtlerle ilgili sürekli örgüt üyesi ya da onlar ibarelerini kullanmışlardı. Kürt meselesini, terör sorunu olarak ifade etmişlerdi. Kürtlere, politik angajmanlarına göre makul ya da tehlikeli olarak bakılıyordu. Dinî kimliğiyle öne çıkarılan kesimlere “Kürt değil Hanefî olarak bakıyoruz” denilmişti. Partiyle ilişkilenebilen Kürtlerse partide iktidar alanının dışında, tali konumlarda yer alıyorlardı. Mahalle yönetimlerinde birkaç Kürt esnaf vardı. Belediye meclis üyeleri arasında Kürt yoktu, ilçe yönetiminde ise görünür değillerdi.
Kitabınızı şu ifadelerle bitiriyorsunuz: “Gözlerimizi dışarıda ve yukarıda duran bir iktidar anlayışından aşağıya çevirmek, iktidarın güç aldığı toplumsal ilişkilere ve bunların nasıl üretildiğine bakmak başka yereller için de bir öneri olabilir”
AKP ile ilgili iktidar kavrayışımız, hep üst düzey siyaset sınırları arasında kalıyor. Siyasetteki dönüşümün de yukarıdan gerçekleşeceğine dair zımni bir inanca bel bağlamış durumdayız. Oysa AKP’nin hâlâ ayakta kalmasının önemli nedenlerinden biri toplumsal alanda sağladığı desteğin ve değişimin kendisi. Dolayısıyla, iktidarın yeniden üretim dinamiğine yerellerden bakmak önemli görünüyor.
Son olarak ne diyeceksiniz?
AKP, İstanbul için düşünülecekse, yerel ağlarını sıkı tutmaya çalışan, gençlik ve kadın kollarıyla mahalle örgütlülükleri olan bir yapı. Karşımızda örgütlü bir yapı olduğunu görmemiz önemli. Bu açıdan, alerji haline gelmiş “örgütlü olma” kavramlarının yeniden düşünülmesi, alternatif-muhalif siyasal duruş ve hedefler için elzem duruyor.
Şerif Karataş