Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2016 Çarşamba

Gazze Duvarlarında Keder ve Öfke

Gazze’de bulunan 12 katlı bir binanın üzerine yirmi metre yüksekliğinde 15 metre genişliğinde bir duvar resmi.
“Kuşatılmış Çocukluk” isimli bu sanat eseri, yaratıcılarına epey ün kazandırmış. Resimde, kefiye takan, yüzünde melankolik bir ifade bulunan bir çocuk var. Çocuk, sanki hapishane hücresindeymiş gibi, iki demir parmaklığı tutuyor elleriyle.
Gazze şehrinin nispeten pahalı bir bölgesindeki Zafir 9 Kulesi üzerine kasten çizilmiş gibi. İsrail’in 2014 saldırısı esnasında savaş uçakları bu kulelerin ikizi olan Zafir 4’ü bombalayıp imha etti. Bu saldırı, sonrasında savaş suçu kabul edildi.
Kimse ölmedi ama ondan fazla insan yaralandı, kırktan fazla ailenin evi harap oldu. 200’den fazla insan evsiz kaldı. Uluslararası Af Örgütü bu operasyonu “askerî gerekçesi olmayan bir operasyon” olarak niteledi.
Resmi çizen dört isimden biri olan 25 yaşındaki Bilal Halid’in dediğine göre, 2015’te çizilen bu “Kuşatılmış Çocukluk” isimli resim, söz konusu ahlâksız yıkıma atıfta bulunuyor.
“Zafir Kulesi, epey kalabalık bir nüfusa sahip bir binanın hedef alındığı savaşta İsrail’in işlediği suçların bir kanıtı. Duvar resmi, bizim için bu gerçeği Gazze dışındaki dünyaya anlatma yolumuz.”
Son on yıl içinde Gazze muazzam bir yıkıma maruz kaldı.
İsrail’in gerçekleştirdiği üç büyük askerî saldırı ve on yıldır süren, malların ve insanların giriş-çıkışına mani olan, şehrin eski haline kavuşmasına mani olan abluka, binlerce insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına sebep oldu. Psikolojik travma herkesi kuşatmış durumda. Altyapı harap oldu. Öyle ki Birleşmiş Milletler, sahil şeridinin 2020’de yaşanacak bir yer olmaktan çıkacağını söylüyor.
Bu yıkım esnasında medyanın geçtiği haberler hiçbir şeyi düzeltmedi. İnsanların hayal kırıklıklarını, öfkelerini ve acılarını ifade etmek için başka araçlara yüzlerini dönmeleri şaşırtıcı değil.
Duvara Yazı Yazmak
“Kuşatılmış Çocukluk” resminin doğmasına neden olan da Gazze’nin çektiği çilenin başkalarına aktarılmak istenmesi. Halid’e göre, bu resim aynı zamanda sanatçıların asla susturulamayacağına dair bir “mesaj”.
“Gazze kuşatma altında olabilir, ama Filistin’de olan biteni idrak etme ve onları farklı, yaratıcı yollardan dış dünyaya aktarma becerisine sahip sanatçıları var.”
Halid, Aksa Üniversitesi sanat fakültesinden mezun olmuş, Güney Gazze’deki Ferah kasabasında yaşıyor. Sanat faaliyetlerine on yıl önce fotoğraf ve heykel ile başlamış, ama kısa bir süre sonra hat sanatına ve duvar resimlerine geçiş yapmış.
Bilal Halid (Abid Zagut)
Graffiti Filistinli sanatçıların çok eskiden beri başvurduğu, uzun zamandır varlığını koruyan bir yol. İlk çıkış tarihi, 1936’da İngiliz idaresine karşı gerçekleşen ilk Filistin isyanına dayanıyor.
“Devrimci grafitti”nin en ünlüsü, belki de 1936’da İngiliz manda hükümetince gerçekleştirilecek idamdan önce bir tutsağın siyah kömürle Akre Hapishanesi’ndeki hücresinin duvarına yazdığı şu grafitti:
Kardeşim Yusuf’a:
Annene iyi bakasın.
Kızkardeşim, sakın yas tutmayasın.
Kanımı vatanım için feda ediyorum
Bu can senin gözlerin için ey Filistin.
Tutsağın kimliği bilinmiyor, ama birçokları bu şiirin Nabluslu Avad Nabulsi tarafından yazıldığına inanıyor. Dizeleri sonrasında devrimci bir şarkıya dönüştü. “Akre Hapishanesi’nden” isimli bu şarkı nesilden nesle, dilden dile aktarıldı.
61 yaşındaki İmad Kassem’e göre, hücre duvarlarına yazılan bu yazıların bazıları hâlen duruyor. Kassem, yaşadığı yer olan Gazze’de bir sahil kampında devriye atan üç askere düzenlenen saldırıda yer almakla suçlanıp tutuklanmış.
Kassem’in dediğine göre, Nakab Hapishanesi’nde altı ay hücrede kalmış, kendisinden önce gelenlerin yazılarını ve karalamalarını incelemiş.
“O daracık yere girdiğimde, oturup duvarları inceledim. Zamanımın önemli bir bölümünü önceki tutsakların çizdiği resimleri ve yazıları anlamaya çalışarak geçirdim.”
Bazılarının altında imza vardı. Hepsinin tarihi İngiliz mandası zamanına kadar uzanıyordu.
Kassem, böylelikle kendisinden öncekilerle bütünleşme, bir olma imkânı bulmuş. Yerdeki taşlar veya kömürlerle kendisi de bir şeyler çizmiş, aklındakileri duvarlara aktarmış. Birinde yas tutan bir ana, birinde özgürlüğün simgesi, birinde de kırılmış bir zincir var.
“Bir seferinde maskeli bir adam çizdim. Gardiyan görünce onu dilimle silmemi emretti. Reddettim. Bilincimi yitirene dek dayak yedim.”
Bu tür uygulamalar devam edip yayılmış. Gazze’nin her sokak köşesi bu türden duvar yazıları ile veya resimleriyle süslenmiş. Birçoğu açıktan politik, bazıları örgütlerin kendisiyle alakalı. Çoğu Filistin halkının çileli tarihini anlatıyor.
Sanat Politiktir
2014’teki Gazze saldırısı esnasında Halid İsrail hava saldırılarına ait yeni fotoğrafları ve dijital görüntüleri birleştirip kendi grafitti-fotoğraf tarzını geliştirmiş. Bombardıman fotoğraflarına çizimlerini eklemek suretiyle yaşanan yıkıma başka bir anlam kazandırma imkânı bulmuş.
“Bombanın yol açtığı dumanın fotoğrafı savaş süresince tüm sosyal medyayı kapladı. Böylelikle ben özgül bir şeyler denemek istedim. Bitap düşmüş yaşlı bir adam, kefiyeli bir kadın, oyun oynayan bir çocuk, ellerini dua için Allah’a açmış bir genç ve Gazze’nin barış içinde yaşama umudunu ifade etmek bir kalp çizdim.”
Bu çalışma, ilk intifadada sanatçıların sundukları örnekler üzerinden şiddete bir cevap vermeyi amaçlıyor. O yıllarda, 1987-91’de grafitti direnişe ait bir ifade yolu hâline geliyor.
Filistinli örgütler bu yöntemi haberleri aktarmak, duyurularını yapmak ve haklarını dile getirmek için bir araç olarak kullanıyor: hatta öyle ki örgütler “en iyi sanatçı bende” yarışına bile giriyor.
54 yaşında olan Hassan Veli Gazze’de bulunan Cebeliye mülteci kampında yaşıyor. İlk intifada esnasında Veli, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesi. Dostlarının bazıları Gazze’de en faal grafitti sanatçıları.
En çok beğendiği örnekleri hâlâ anımsıyor. Bunlar hâlâ daha Gazze kamplarındaki duvarları süslüyor. Resimlerde en beğenilen öğe Filistin haritası. Bu çizim Siyonist milislerin 1948’de gerçekleştirdikleri etnik temizlik esnasında evlerini terk etmelerine dair bir andaç. Veli, Naci Ali’nin ünlü Hanzala karakterini, örgütlerin amblemlerini ve daha birçok şeyi çizen isim.
“Gruplara ayrışmış olsak da resim çizen, nöbet tutan, halkı koruyan tek güç olmalı, o ordu bizleri artık şaşırtmalı.”
Bilal Halid Kasım 2015’te “Kuşatılmış Çocukluk” eseri üzerinde çalışırken.
Yüzlerini kapayıp kamp sokaklarında hareket ediyorlar. Veli’nin ifadesiyle, İsrail askerleri bu grafitticileri artık daha da ciddiye alıyor. Bu iş artık daha da tehlikeli bir hâl alıyor. Yakalandıkları takdirde sonuçta ya öldürülüyorlar ya da tutuklanıyorlar.
“Her bir çizimin amacı, insanları cesaretlendirmek ve harekete geçirmek. Şehitlerimizi yücelterek, tutsakları anımsayarak adaletsizlik ve tarihimizle ilgili bilinci yayarak direniş ruhunu tetiklemek istiyorduk. İşe de yaradı. En azından İsrailliler sanatçıları ve tasarımcıları kovalamak için çok daha fazla zaman harcamak zorunda kaldılar.”
Nihayetinde halkı sanatçıların karşısına çıkartmak adına İsrail ordusu duvarlarına resim çizilmiş olan evlerde oturan insanları resimleri silmeye zorluyor. Bu, resimlerin onların sinirlerini zıplattığının en açık delili.
Veli, “duvar resimleri, grafitti ya da adına ne derseniz deyin, bu bir direniş sanatıdır.”
Halid bu söze katılarak şunu söylüyor:
“Grafitti bir devrimi tetikleyebilir. Tek bir ifade bile insanları harekete geçirebilir. Tek bir çizim insanları haklarını talep etme noktasında eyleme sokabilir.”
Sarah Algerbavî

18 Ekim 2016 Salı

Çıkar Savaşı

Ortadoğu'da 3. dünya savaşı sürüyor. Adına “terör merör” diyorlar. Aslında korkunç bir paylaşım savaşı var. Üstelik taraflar belli değil. Her an her şekilde değişebiliyor.
Koca koca devletler; kendileri karşı karşıya gelmiyorlar. Arkadan destekledikleri örgütlerle, küçük devletlerle işi bitirmeye çalışıyorlar. Yani maşa kullanıyorlar. Ama her an maşaların arkasındaki ülkeler değişiyor. Değişmeyen tek şey, çıkar.
Ortadoğu'daki savaşa; kimi “din savaşı”, kimi “mezhep savaşı”, kimi “sınır savaşı”, kimi “demokrasi savaşı” diyor.
Yalan!
Savaşın adı çıkar savaşı…
Büyük devletler, küçük devletler, örgütler her biri kendi çıkarına koşuyor. Örgütler devletleri, devletler büyük devletleri, büyük devletler küçük devletleri, örgütleri kullandığını söylüyorlar. Yani kimin eli kimin cebinde belli değil.
Bu ortamda dava denilen bir şey yok. Ha birileri çıkar da “davamız şu” diyorsa hikâyedir.
Ortadoğu'daki petrol yatakları yarın kurusa, bir damla petrol akmasa, doğal gazların arkası gelmese, herkes tası tarağı toplar, çeker gider.
Ortadoğu’nun ırksal, mezhepsel, dinsel, ideolojik yapıları kendi davasında gibi görünüyor. Ama değil.
Bütün bu hengâmede olan çocuklara oluyor. Kadınlara oluyor. Savaşa girmeyen insanlara oluyor. Yani kabak yine garibanın başına patlıyor.
Ortadoğu'da yapılacak iş, savaşı körüklemek değil, herkesi barışa ikna etmek.
Özellikle bölge halklarını, örgütlerini, devletlerini... Nihayetinde yabancılar işgal güçleridir.
Mehmet Çoban

11 Ekim 2016 Salı

Yeni Kerbela Yemen'dir

Yemen… Yasın, hüznün, matemin, hazineyi kaybetmenin, sevgiliyi yitirmenin, nefesten kesilmenin, el ve ayaktan düşmenin…
...yürüme takatinden kesilmenin, görmekten olmanın, hissetme duygusunu yitirmenin, değerliyi kaybetmenin…
…sudan çıkmış balığın durumuna düşmenin, kol ve kanatları kırılmış uçamayan kuşa benzemenin…
…boynu bükülmüş olmanın, verebileceği bir cevabı olamamanın, emanete sahip çıkamamanın, en sevgiliyi toprağa vermenin…
…anne sütünden kesilmiş bebeğin durumuna düşmenin, ciğeri param parça olmuş annenin, gözyaşlarına boğulmanın, içten içe kor bir ateş gibi yanmanın…
…karalar bağlamanın, tad alamamanın, sararmış yapraklara dönmenin, gök gürültülü yağmurlarda sırılsıklam ıslanmanın, kalbi sancımaların, dilin değil gözlerin çığlık çığlığa lisana gelmenin, yalnızlık ve kimsesizliği hissetmenin…
…son arzuyu yerine getirememenin, derde kedere ıslak imza basmanın, başını taşa toprağa yaslamanın, yastığı sesiz gözyaşları ile ıslatmanın…
…paylaşmak istediğini paylaşamamanın, kavuşmak istediğine kavuşamamanın, tanışmak istediği ile tanışmamanın…
…varmak istediği menzile varamamanın, dokunmak ve sarılmak istediğine sarılamamanın…
…duyguların, hayallerin, sevdaların söndüğü, sevdiklerini bir anda avuçlarında kayıp gittiğini görmenin…
…çıldırmanın, aklını yitirmenin, dağlara ovalara düşmenin, acıları tekrar tekrar yaşamanın…
…uykuya hasret kalmanın, yemeden içmeden kesilmenin, gözyaşlarından başka bir sermayeye sahip olmayanların, dert, elem, acı, hüzün, yas, matem ve ızdırabın yaşandığı bu ayda…
Yemen'de yeni Kerbela’ların yaşanıldığına şahit olduk...
Muharrem içinde Muharrem...
Aşura içinde Aşura...
Kerbela içinde Kerbela...
Yine referans aldıkları cedleri, İmam Hüseyin'in (a.s.) mirasına sahip çıkmak isteyenlerin yeni Kerbelaları...
Geçici ve fani dünyanın zevk ve rahatını, gelecek kaygılarını, evlerini, barklarını, çocuklarını, ailelerini, konumlarını bir kenara iterek...
Onurlu, şerefli, izzetli bir yaşam adına yeni Kerbelalar...
Yemen yeni Kerbela...
Dünya mustekbirlerine, Yezidlerine, Firavunlarına, Nemrutlarına, belamlarına, İblislerine, Emevilerine, Haricilerine, beyaz zulüm saraylarına karşı yekvücut olup;
Kerbela ruhunu, misyonunu, eylemini, tercih edenlerin yeni Kerbelası… Yemen.
Amerika, İsrail, Suud ile dost olmaya çalışanların acımasız ve vahşi operasyon ile saldırılarına maruz kalan yeni Kerbela...
Evet bu yas ayında sayıları bine yakın mazlum ve sivilin katledildiği Yemen...
Duyulmayan, gündeme gelmeyen, perde arkası edilen, medyaya düşmeyen yeni Kerbela...
Yezid'in torunları ile Hüseyin'in torunları...
Eksen kayması yaşamayan BOP, NATO İslamcıları nasıl Emevi ve Yezidlerin yoluna sıkı sıkıya biat ettiyse…
Yemen'in imanlı evlatları da bugün Peygamber’e, İmam Ali'ye ve İmam Hüseyin'e biatli...
Dün nasıl Osman'ı katleden grup, Osman'ın kanlı gömleğini sokak sokak gezdirip hesabını İmam Ali den sormaya çalıştılarsa…
Bugün de aynı katiller, Şam, Halep ve Musul'un hesabını Yemen'den sormaya çalışıyorlar...
Fakat Yemen, birilerinin düştüğü hataya düşmemenin bedelini ödüyor...
Dünün Muaviye, Yezid ve Hind'lerini tanıdığı gibi, bugünün Amerika, İsrail, Suud ve dostlarını da tanıyor.
O yetmediği gibi; dünün Ali’lerini, Hüseyin’lerini tanıdığı gibi, bugünün Ali ve Hüseyin’in evlatlarını da tanıyor.
İşte bu, günümüz zalimlerini tedirgin ettiği için tüm şimşekleri üzerine çekiyor...
Birileri gibi, tarihteki İmam Hüseyin'e methiye dizip, günümüzdeki Hüseyin'in evlatlarına ihanet etmiyor.
Birileri gibi, tarihteki Yezid'e lanet okuyup, günümüz Yezid evlatlarına şakşakçılık yapmıyor.
Birileri gibi, tarihteki İmam Ali’ye muhabbet duyup, günümüz Ali evlatlarına karşı cephe almıyor.
Günümüzdeki zalimlere muhabbet tellallığı, tarihteki zalimlere ise lanet okumakla vicdanı rahatlatma seanslarına katılmıyor.
Muharremde yas tutmanın, Peres'e, Şaron'a, zalimlerin diğer dost ve müttefiklerine lanet okumayı zaruri kıldığına inanıyor...
Peygamber’in kokusuna doyum olmayan çiçeğinin dalından kopartılmasını bayram değil yas ve matem olmasına inanıyor...
Osman'ın kanlı gömleğini dolaştıranları ve niyetlerini iyi biliyor…
Nuh'un karadaki gemisine binmenin deniz üzerinde yolcu bekleyen belamların, Nemrutların gemisinden daha güvenli olduğunu iyi biliyor...
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki; böyle yas ve matemli aylarında yine zamanın Yezid ve evlatlarının saldırılarına hedef olup
Bine yakın mazlum sivil çocuk kadın ve ihtiyarlarını Allah'a kurban sunuyorlar...
Hiç kimseden de yardım olayı gündeme getirme isteklerinin olduğunu sanmıyorum...
Çünkü olayı işleyenler, bizzat Yemen ile aynı Allah'a, aynı Peygamber’e, aynı Kuran'a, aynı dine inandığını iddia eden, ayakları kaymış alçaklar, Yezidler ve dostlarıdır.
Tarihte Osman'ın kanlı gömleğini gezdirenleri, Medine'nin münafıklarını, Beni Sakife'yi, Gadir-i Hum'u Kerbela'yı okuyan ve irdeleyenler, Yemen'in tarafını ve Yemen'e bomba yağdıran tarafı iyi tahlil eder. Yemenliler de zaten bunu anladığı için bu bedeli ödüyor.
Allah Yemenlileri, Peygamber’in okşamaya ve öpmeye bile kıyamadığı mübarek başı, vücudundan ayırıp Yezid'e götüren ve sonradan da hiç utanmadan sıkılmadan Peygamber’den şefaat dilemeyi isteyen alçaklar durumuna düşürmesin... Allah Yemenlileri muzaffer kılsın…
Allah'ın rahmet ve bereketi Yemen'de Hüseynî şiara bağlı olanlara, laneti de; işe zalimin zulmünden değil, mazlumun mezhebini sorgulayanlardan başlayan ve günümüzün deşifre olmamış ‘Medine münafıklarına' olsun...

10 Ekim 2016 Pazartesi

Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?

Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında anaakım medya organlarında Bernie Sanders’ın açıktan ilân ettiği sosyalizmi tarif etmeye dönük mücadele verdiği dönemde, birçokları onun İsrail’deki bir Yahudi kibbutzunda gönüllü çalıştığı döneme vurgu yaptı. New York Times’daki manşetlerinden birinde, “Bernie Sanders’ın Kibbutzu Bulundu. Sürpriz: Bu Kibbutz Sosyalist” yazıyordu.
Oysa Sanders’ın 1963 tarihinde gerçekleştirdiği seyahat Times’ın ve başkalarının aktardığından daha açıklayıcı değildi. Sosyalist bir cennet olarak takdim edilen ve Emek Siyonizminin can verdiği kibbutz, özünde hiç de öyle bir yer değildi.
Kurucularının tahayyül ettiği biçimiyle kibbutz (ya da İbranicedeki karşılığıyla toplantı) Siyonizmin ve Yahudi milliyetçiliğinin ülküleriyle eşitlikçi ve komünal ülküleri kaynaştıran, ütopik bir kır topluluğu idi. Bu gönüllü kolektif toplulukta yeni gelen Yahudiler, mülkiyet ortaklığının, ekonomik eşitliğin ve üretimde işbirliğinin keyfini çıkartıyorlardı. Ana şiar, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” idi ve bu şiar bayrak misali göğe yükseltilmekteydi.
İlk kibbutzcular, yirminci yüzyılın başında Avrupa’dan Filistin’e göç etmiş olan idealist genç Siyonistlerdi. Kendilerini devrimci varsayan bu gençler, kibbutz kurucularının sosyalizmle Yahudi milliyetçiliğini birleştiren vizyonlarını gerçekleştirme konusunda gayet heveslilerdi.
Oysa inşa ettikleri, sosyalizmin inkârından başka bir şey değildi. İsrail öncesi dönemde kibbutz hareketinin ardındaki itici güç olan Emek Siyonizmi gibi bu deneyin milliyetçiliği de hızla eşitlikçi ülkülere galebe çaldı. Sosyalist bir ütopya inşasına dönük bir çaba olarak başlayan süreç, etnik milliyetçiliğin zulme dayalı bir biçimini koşulladı.
Sosyalist Siyonizmin İnşası
Kibbutz’un sosyalist olduğu iddia edilen temellerine yönelik en net reddiye, Emek Siyonizmin öncüllerinden geldi.
1899’daki üçüncü Siyonist Kongresi’nin ardından kurulan Emek Siyonizmi, Yahudi meselesi olarak adlandırdıkları meseleyi, Osmanlı Filistin’indeki Avrupalı Yahudilerin elindeki topraklarda yerleşim sürecini ve kitlesel olarak Yahudilerin bu topraklara nakledilmesini kolaylaştırmak suretiyle çözmeye çalıştı. Dov Ber Boroçof gibi Avrupalı kurucu teorisyenlerinin kanaatine göre, Siyonizm, Yahudi halkını hem ekonomik hem de tarihsel açıdan kurtarabilir, nihayetinde yüzlerce yıldır süren zulmü sona erdirebilirdi. Bu kişiler, Avrupalı Yahudilerin kitleler hâlinde Filistin’e göç etmesi sürecini kışkırtacak ana dinamik olarak dünya kapitalizminin yükselişine baktılar. Buna göre, Yahudi proletaryasının sınıf mücadelesi, sonuçta Yahudilerin ulusal kurtuluşunu getirecekti.
O dönemde Sosyalist Siyonistler, Theodor Herzl’in Yahudi milliyetçiliği ile sosyalizminin harmanlanmasına itiraz eden Siyonist Kongresi’nden kendilerini ayırdılar. Sosyalist Siyonist kampın üyeleri, Moses Hess ve Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler ile Nachman Syrkin’den A. D. Gordon gibi Marksist olmayan sosyalistlere, oradan da David Ben-Gurion ve Berl Katznelson gibi halkçı sosyalistlere dek uzanan bir ideolojik skalaya tabiydiler.
Oysa Marx ve Engels’in öncesinde arkadaşı olan Hess gibi biri üzerinden bile bakılsa, kibbutzun göbeğindeki çözülmesi mümkün olmayan gerilim görülebilirdi.
Sosyalist bir risaleden çok bir tür kolonizasyon manifestosu olan Hess’in 1862 tarihli Roma ve Kudüs kitabı, Yahudilerin Filistin’e mesihî tarzda dönüşünü övmekteydi. Esasında Hess, Yahudilerin kurtuluşunun ve Yahudi milliyetçiliğinin uzlaşmaz iki olgu olduğunu, ama Yahudi kurtuluşu anlayışının artık terk edilmesi gerektiğini tespit ediyordu. Dolayısıyla Marx ve Engels’in bu eski yoldaşlarıyla alay etmelerinde ve birlikte onu “burjuva toplumunun savunucusu” olmakla suçlamalarında şaşılacak bir yan yoktu.
Öte yandan Siyonist müritlerine göre, Hess bir serseriden çok bir aziz gibiydi. Roma ve Kudüs, Emek Siyonistleri ve Filistin Mandası’nda kibbutz kuranlar için bir taslak metin hâline geldi. Emek Siyonizminin fikrî babası Hess’in müridi oldu.
Syrkin’in tespitiyle, Yahudilerin kurtuluşu, ancak Filistin’de sosyalist bir Yahudi devleti kurulması suretiyle mümkündü. Onun zihninde bunun için gerekli araçlar gayet açıktı: Yahudilerin Avrupa’dan kopartılması ve Filistin’deki Arap halkın sökülüp atılması. Hess’in Roma ve Kudüs’ünün ardından ilgi gören Yahudi Sorunu ve Sosyalist Devlet isimli risalesinde (1898) Syrkin, Sosyalist Siyonizmin misyonunu Filistin’e kitlesel göç ve burada kolektif yerleşim sürecinin desteklenmesi olarak tarif ediyordu.
Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler bu yaklaşımı benimsediler: Ulusal Sorun ve Sınıf Mücadelesi ile Platformumuz(1906) isimli çalışmalarında Boroçof, ısrarla Avrupalı emperyalist güçlerce desteklenen, Filistin’de sosyalist bir devlet kurulması sürecinin nihayetinde oradaki Arap halkının yok edilmesini ister istemez gerekli kıldığı üzerinde duruyordu.
Hâlen ufak çapta olsa da Sosyalist Siyonistler hareketi yirminci yüzyılın ilk on yılı içerisinde büyümeye başladı. Özellikle Hertz’in İngilizlerin desteğiyle Doğu Afrika’da Yahudi halkı için bir vatan teşkil edilmesini öngören, 1903 tarihli Uganda Programı’nın ve Afrika, Asya, Avustralya ile Sovyetler Birliği’nin muhtelif kısımlarında Yahudi ülkesi (veya ülkeleri) kurulmasını öneren Ülkesel Yahudi Örgütü’nün yükselişi ardından ciddi bir popülerlik kazandı.
Tuhaf olan şu ki Yahudilerin ülke kurmaları fikrine hararetle itiraz eden Sosyalist Siyonistler, enternasyonalizmin eşiğinde duran en önemli grup olduklarına inanıyorlardı. Sosyalist Siyonistlerin tespitine göre, ileride Yahudi devleti, ancak birden çok kooperatif ve komünal tarım yerleşimlerinin oluşturulması aracılığıyla kurulabilirdi. Yahudi kibbutzu, bu amaçla projenin yüce amacı olarak belirlendi. O, Emek Siyonizminin sosyalizmi ve milliyetçiliği birleştiren anlayışının hem bir sembolü hem de tezahürüydü.
Ne var ki Filistin’de Emek Siyonizmi, proleter devrimden çok farklı bir sonuç üretti. Bu yanlışın en açık delili, yirminci yüzyılın ilk on yılları içerisinde Filistin’e yönelik Yahudi akını ardından gelişip serpilen, Yahudilerin Siyonist gençlik hareketleriydi. Örneğin Doğu Avrupalı Siyonistlerin 1903’te kurdukları, sonrasında Bernie Sanders’ın da gönüllü çalıştığı kibbutzu kuran Haşomer Hatzair [Genç Muhafız] isimli grup, Filistin’de ilk kırsal kibbutzculuğun oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
Sosyalist ve eşitlikçi platformuna ve Boroçof’un Marksist felsefesinden ilham alan üyelik yapısına rağmen Haşomer Hatzair amaçlarını, yeni gelen Yahudilerin müsadere edilmiş Arap topraklarına yerleştirilmesi olarak belirlemişti. “Kibbutzculuğun anası” anlamında Degania adıyla 1909’da Kuzey Filistin’de kurulan ilk kibbutz, bu vizyonu pratiğe döktü. Bu kuruluşun sonuçlarını öngörmemek mümkün değildi.
Yahudi yişuv’unun (yerleşiminin) ilk aşamalarından itibaren Emek Siyonizminin ve kibbutz hareketinin liderleri, Arap-Yahudi kardeşliğini parçalamayı veya önlemeyi asli hedefleri hâline getirdiler. Bu liderlerden biri, sonrasında İsrail’in ilk başbakanı olacak olan ve ülkenin kurucu babası denilerek göklere çıkartılan David Ben-Gurion’du. 1907’de, Rus İmparatorluğu’ndan Filistin’e varan ilk ekibin ardından genç Ben-Gurion, Yahudi Ulusal Fonu’na ait topraklarda sadece Yahudilerden oluşan bir işgücü oluşturulması çağrısında bulundu.
Ben-Gurion’un fikirleri, nihayetinde iki milliyetçi öğretiyi pekiştirdi: İbranî Emeği ve İbranî Emeğinin Fethi. Bu iki öğreti, birlikte, ilhak edilmiş Arap toprakları üzerine kurulmuş Yahudi komünal yerleşimlerinde Arap işçilerin Yahudi işçilerle ikame edilmesinin gerekçesini temin etti.
İki politika, sonuçta yaygın bir destek elde etti. Bir ara (Hapoel Hatzair gibi) Marksist olmayan Siyonist partilerce ve alabildiğine sosyalist olan (Poale Zion-Siyon İşçileri gibi) Siyonist oluşumların desteğini gördü.
1919’da Ben-Gurion ve yoldaşları, Siyonist Örgüt ile yan yana gelen ve Komintern’e üye olan işçi federasyonu Ahdut Haavoda’yı (Emeğin Birliği) kurdu. 1920’lerde Ben-Gurion, Filistin Mandası’ndaki tüm Yahudi ekonomisi genelinde İbranî emeği öğretisinin zorla gerçeğe dökülmesi için adımlar attı.
Bunun dışında Arap ve Yahudi cemaatlerinin tümüyle ayrılmasını talep etti: 1920’de yazdığı bir yazıda ifade ettiği üzere, “Yahudiler ve Araplar, ayrı yerleşimlerde ve ekonomiler dâhilinde yaşayıp çalışmalılar”dı. 1924’te birleşik demiryolu işçileri sendikasının konseyinde yaptığı konuşmada, kendisinin Filistin Demiryolları Şirketi gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin birlikte çalıştıkları işyerlerinin etnik temelli bölünüp ayrı sendikalar kurulması görüşünü desteklediğini söyledi.
Pratikte ise Ben-Gurion, kibbutzla ilgili nispeten daha romantize edilmiş görüşleri tekrar tekrar dile getirdi. 1956’de kaleme aldığı broşürde, “kibbutz hareketinin genelde inanılan biçimiyle, sosyalist ülküleri temel almadığını, bu ülküleri Yahudi emeğini korumaya dönük bir araç olarak gördüğünü” söyledi. Ben-Gurion’un izahına göre, İbranî Emeği sınıf mücadelesinin değil, etnik ayrımcılığın içinden çıkmıştı; Emek Siyonizmine bağlı isimler, etnik ve ulusal çıkarları sınıf dayanışmasının üzerine çıkartmak zorundalardı.
Sosyalist Siyonizm, böylelikle sınıf mücadelesinin tümüyle ırksallaştırılmasına ve emeğin etnik temelli ayrımlar üzerinden yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Emek Siyonistlerine göre, Arap emeği proleter devrime hiç uymayan, ilkel bir üretim tarzından başka bir şey değildi. Sosyalist Siyonist projeye gerekli gücü yalnızca İbranî Emek hareketi verebilirdi.
Filistin’deki ulusal girişimi ve devlet kurma faaliyetini destekleme adına Emek Siyonistleri, sadece Yahudi işçileri içerecek Yahudi yerleşimleri örgütlemeye çalıştılar. Burada nihai hedef olarak, Yahudi proletaryasının kurtuluşuna işaret etmeyen Emek Siyonizmi, yereldeki ekonomi, üretim araçları ve pazar payı üzerindeki tekel hâline geldi. Yahudi kibbutzu, bu esnada ileride kurulacak Yahudi Devleti’nin prototipi olarak etiketlendi. 1951’de Ben-Gurion, “devletimiz ne kapitalist ne de sosyalisttir” diyordu. O sadece Yahudi bir devlet olacaktı.
Filistin Mandası’nda Sosyalist Siyonizm yoldaştan çok düşmana sahipti. Sadece Yahudiler üzerine kurulu bir politikanın, ülkedeki Arap halkına yabancılaşması ve onunla çatışması hiç de şaşırtıcı değildi. 1935 tarihinde Arap işgücünün sadece yüzde beşi (ağırlıklı kısmı tarımda olan) Yahudi sektöründe çalışıyordu. Kibbutzların elindeki topraklarda tek bir Arap çalışmıyordu.
Takip eden elli yılı aşkın sürede mülksüzler isyan ettiler. 1936’da patlak veren genel grev beş ay sürdü. Grevi tetikleyen, Emek Siyonizmi ve onun İbranî Emeğipolitikası idi. Bu grevi, binlerce yoksul işçinin, kıyıya köşeye itilmiş emekçinin ve topraksız köylünün öncülük ettiği, üç yıl süren ulusal bir ayaklanma takip etti. Ülkedeki İngiliz güçleri, Siyonist paramiliter güçlerin yardımıyla, ayaklanmayı ezdi. Bu, Emek Siyonizmi için nihai zaferin adıydı ve sonuçta Filistin’de sosyalizme son darbeyi indirdi.
Trajedi şu ki gerçekten de solcu birçok yol önerilmişken, Emek Siyonistler, bu yolların hepsini reddettiler.
Bu solcular ülke kurulmasına karşı çıktılar, Yahudilerin Filistin’de veya başka bir yerde ulusal bir vatana sahip olma fikrini eleştirdiler; çokuluslu imparatorluklarda Yahudiler için toprağa dayalı olmayan ulusal haklarını savunan özerkçiliğe itiraz ettiler ve Yidce konuşan kitleler arasında Yahudilere has kültürel kimliği teşvik eden halkçılığı kıyasıya eleştirdiler.
Siyonizmden uzak duran ve “Yahudi sorunu”na yönelik cevabın ancak Doğu Avrupa’da hem sosyalizmin hem ülke kurmama fikrinin hem de ulusal-kültürel özerklik anlayışının muzaffer olması ile verilebileceğini düşünen Yahudi işçi partisi Bund türünden gruplar ezildi. Yahudi olmayan, Yahudi üyelerinin hem Siyonist ülke kurma fikrindeki hem de Bundcuların kültürel formlarındaki Yahudi milliyetçiliğine itiraz eden sosyalist partiler, bunun yerine sosyalist bir devrim çağrısında bulundular.
Yereldeki Arap toplumu ile Yahudilerin entegre olmasını savunan, Yahudi anti-Siyonist komünist örgütler dâhil pasifist birçok oluşum da aynı kaderi paylaştı.
Bazıları İçin Kurtuluş
Filistin Mandası’nın son yıllarında Emek Siyonizmi militarist bir harekete dönüştü. Emek gruplarının çoğu, İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) çekirdeğini teşkil eden Hagana ve Palmah gibi savunma ve paramiliter örgütler hâline geldi.
Milliyetçilik ve sonrasında ağır bir militarizmle yüklü olan Emek Siyonizmi, böylelikle tarihçi Sven Beckert’in “savaş kapitalizmi” dediği şeye yol açtı. Emek ve toprak merkezli bir tür kapitalizm, sadece fabrikalarda değil, tarlalarda da gelişip serpildi ve esas olarak toprak ve emeğin ağır sömürüsüne sırtını yasladı. (Bu yeni doğan kapitalizm formunun köklerinin izlerini Bilu ve Hovevei Zion türünden ön-Siyonist örgütlere kadar sürmek mümkün. Bahsi geçen iki örgüt, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin’de tarıma dayalı yerleşimler ve koloniler kurulmasını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu.)
İlk başta çelişkili özelliklerin arasındaki bir tür huzursuz izdivaç olarak biçimlenen Emek Siyonizmi’nin sosyalizmi, hızla Siyonizmin yerleşimci-yayılmacı girişimi tarafından yok edildi. Boşanma süreci ise, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile tamama erdi.
Emek Siyonizminin yapıtaşı ve onun en derine nüfuz etmiş ülkülerinin pratikteki ifadesi olarak kibbutz, bu tarihin ayrılmaz bir parçası.
Eşitlikçiliğe veya sosyalist enternasyonalizme dayanmayan etnik ayrımcılığa rehberlik eden, modern kibbutzun kurulması idi. Etnik gruplar arasında sınıf dayanışmasını sağlamak yerine Emek Siyonistleri, toplumsal hiyerarşileri, etnik hegemonyayı ve dinsel baskıyı pekiştirdiler.
“Sosyalist Siyonizm” veya konumuzla ilgili olarak “sosyalist kibbutz” tabiri, bize tezatmış gibi gelse de Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında medyada çıkan haberler, kibbutzu kuşatan ve hâlâ varlığını koruyan kafa karışıklığının birer tanığı niteliğinde.
Suların bulanmasının bir sebebi, “komünal” ile “sosyalist” olanın birleştirilmesi. Kurucularının tarif ettiği biçimiyle, Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi. Evet, o belki de bir komünal cennetti, ama sadece belirli bir etnik grup içindi.
Gerçek sosyalizme ait bir örnek olarak bu kibbutzlara bakanların daha uzağa bakmaları mümkün oysa.
Seraj Assi

2 Ekim 2016 Pazar

Bahardan Sonra

Devrim-darbe-devrim dizgesi, sonrasında turuncu devrimler çağı 1980’lerin sonundan başlayıp bugüne geldi. Doğu Bloku’nun çöktüğü, Yeni Dünya Düzeni’nin ilân edildiği yıllar, bağlantısızlarda ilk serbest seçimlerin ve İslamcı partilerin başarısının yolunu açmıştı: Yugoslavya-Bosna’da SDA, Cezayir’de FİS.
Bu ülkelerin hâkim yapıları, Yugoslavya’da iç savaşla, Cezayir’de darbeyle cevap verdi. Bosna’da 3, Cezayir’de 8 sene sürecek iç savaş yaşandı. Bir diğer bağlantısız ülke Sudan’daysa tersi bir durum yaşanarak, darbeyi İslamcı parti yaptı. Turabi’nin sivil İslamcı partisi/Müslüman Kardeşler’in Sudan kolu, Ömer Beşir liderliğindeki subaylarla birlikte yönetimi ele geçirdi.
Cezayir’de darbenin şekli, seçim iptalidir. FİS iktidarı daha alamadan, seçimin ikinci turu yaptırılmadan, bir devlet darbesi gerçekleşir. Cezayir darbesi, iç savaşla sonuçlanan darbenin çok büyük bir örneğiydi.
15 Temmuz darbesinin de iç savaşı hedeflediği fikri var. Bir yönüyle, 8 yıllık iç savaşların 8 saate sıkışmış bir minyatürü olarak, evet. Cezayir’de darbeyi yapan cunta kendine “kökten kazımacılar” adını verir. İslamcıları kazıma düsturunu hem devlet içinde hem de sokakta uygular.
İlk saatlerden itibaren sokakta Çengelköy pastanelerinde adam vuran, bizzat devlet içinde infaza başlayan, özel harekâtı bombalayan yurtta sulhçular da benzer bir tablo çizdi.
Darbeye direnme hakkının sınırsız olacağı da darbe karşıtı cephede bir başlangıç olarak kendini belli eder: Darbe bitiminde olan linçlerin usulen bile kınanmaması, darbe sonrası tutuklanıp normal ölümle ölen sivil tutukluya dahi mezarlık yeri verilmemesi. “Her darbe bir iç savaştır” denir.
Bir iç savaş 8 saat değil 8 sene sürecek olursa, daha neler olabileceğini gösteren emareler bunlar. Usule değil esasa bakacak olursak, 15 Temmuz bahar vizyonuna uyar: Bir turuncu devrim olan -bir bahar olan- Akp deyişiyle, “sessiz devrim” olan uzun sürecin bir çatışmayla, bir birbirine girmeyle nihayete ermesi.
2011 Mısır: Devrimin ordu desteğiyle Mübarek’i indirişi. Aynı ordunun 2 sene sonra devrimcileri ve sivil hükümeti yıkması, ezmesi.
2011 Libya: Selefî mücahitlerle batıcı generallerin birlikte Kaddafi’yi indirişi. İç savaş bitince, yeni iç savaşta birbirlerinin üzerine yürümeleri.
2010’lar Türkiye: Türk sessiz devriminde Gülen’le Akp’nin Ergenekon koduyla eski egemenleri indirişi. Sonrasında sessiz devrimcilerin karşılıklı tasfiye sürecinde kılıçları çekmesi. Her üç örnekte de eskiyi indirenler, yenide birbirlerine karşı acil bir indirme-bindirme sürecine girdiler.
Baharın mütemmim cüzü haline gelen bu olay, geri addedilen/"Türkiye’yi model alsın” denilen ülkelerde değil, modelin kendisinde de yaşanmış oldu. Bu darbelerin ortaya çıkışında dış faktör, yani Amerika’nın iteklemesi mi daha baskındır? Yoksa turuncu devrimin-baharın doğası ille de bu darbeleri patlatacaktır?
Lideri alma tarzı turuncu devrimin-darbelerin ilki Sırbistan’dı. Yıl 2000. Miloseviç’i indiren turuncu devrimciler, batıyla yaptıkları-yapacakları yeni anlaşmalar zarfında, Miloseviç’ten farklıydılar. Onu indirip Lahey’e teslim etmek üzere anlaşmışlardı. Aşağı yukarı her turuncu devrimde-darbesinde bu yeni anlaşmalar, yeni koşullar masası açılır.
Türkiye’de de çok erken sayılabilecek bir tarihte, darbeden sadece 2-3 hafta sonra vaka gerçekleşti. Nato’ya selam çakan, “bizi Suriye’ye savaşa sokacaklardı” denilen darbecilerin darbesi kırılır kırılmaz, bu kez darbeyi kıranlar, ABD ile birlikte Suriye operasyonunu yapma hakkını ele aldı.
Yasin Şafak

1 Ekim 2016 Cumartesi

Siyonistseverler

Siyonist Peres’e Gözyaşı Döken Siyonistsever Lider ve İktidarlar
İslam ülkelerinin başında bulunan sözde lider ve iktidarların Siyonistlere olan aşk ve muhabbetini tarif edebilecek, yazıya dökebilecek, duygu, düşünce ve hislerini anlatabilecek, ne bir dil, ne bir cümle, ne bir kelime, ne de bir kalem vardır!
Öyle bir aşk ki; o aşkın ne bir benzeri ne de bir dengi vardır!
Geçmişten günümüze böyle bir aşka tanık olmadığımız gibi tarifi de mümkün olmayan bir aşktır bu!
Kara sevda mı, tutku mu, his mi, samimiyet mi, duygu mu, sadakat mi, bağlanma mı, duyuları yitirme mi, körelme mi?
Anlam veremediğimiz bir hissin harekete geçimi ve esir alması mı bilemedim gitti...
Sıradan bir aşk olmayıp tüm duyguları kontrol altına almış, beyni esir tutmuş, zihinlerini perdeleyip gözlerini köreltmiş, el ve ayaklarını felç etmiş, dillerini lal etmiş, hatta yaşamlarına son vermeye razı etmiş benzersiz bir aşk!
Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun ve tarihte masallara konu olmuş nice aşklar, bu aşkın yanında bir hiç ve kıyaslanması durumunda hakaret ve ihanet sayılabilen bir aşk!
Tarihte böyle bir aşka rastlamak imkânsız ve olanaksızdır.
Tabii böylesine ateşli ve ihtiraslı bir aşkın olamayacağını veya çok abarttığımızı düşünenler de olabilir.
İşte böyle düşünenler de bir kaç soru ile düşüncelerinden vazgeçecekler, hatta benim bu aşkı tarif etmemde ne kadar zayıf ve yetersiz olduğumu fark edecekler.
Siyonistlerin genelde dünya üzerindeki İslâm ülkelerine kazık atmadıkları sömürmedikleri bir ülke var mı? Yok...
Kendi çıkarları adına kullanmadıkları lider ve iktidar var mı? Yok...
Önce kahraman ilan edip sonra işleri bitince çöpe atmadıkları lider var mı? Yok…
Bir verip yüz almadıkları bir ülke var mı? Yok...
İslam ülkelerinin başına kendilerinin cevaz vermediği lider ve iktidarlara müsaadeleri var mı? Yok...
Lideri lidere düşman, kendilerine kul köle yapmadıkları var mı? Yok...
Ya da özelde Filistin ve Araplar noktasında bakacak olursak…
Filistin'in topraklarına konmadılar mı?
Filistin'i işgal etmediler mi?
Namuslarını paymal etmediler mi?
Namuslarını kirletmediler mi?
Çocuklarını öldürmediler mi?
Kadınlarının saçlarından tutup yerlerde sürüklemediler mi?
İhtiyar, çocuk ve sakatlarını kurşuna dizmediler mi?
Cezaevlerini Filistin topraklarında Filistinlilerle tıka basa doldurmadılar mı?
Ekili tarlalarına el koymadılar mı?
Onlara hayvan muamelesi yapmadılar mı?
Toplu katliamlar işlemediler mi?
Bunun gibi sayamadığımız ve hatta dile getirmeye utandığımız çirkeflikleri reva görmediler mi?
E bu yapılanlara rağmen Siyonistlere karşı duyulan aşk ve muhabbet daha da alevlenmedi mi?
Siyonistlere olan aşk daha da gözle görülür hale gelmedi mi?
Siyonistler daha da sevimli ve saygın hale getirilmedi mi?
Şimdi Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun'un aşkı İslâm ülkelerinin başında bulunan lider ve iktidarlarının Siyonistlere olan aşkının yanında bir hiç kalmaz mı?
Siyonistler öldürdükçe, işgal ettikçe, tecavüz ettikçe, onurlarını ayaklar altına aldıkça, hayvan muamelesine tabi tuttukça, kullanıp attıkça onlara olan bağlılığı, sadakati eksiltmek yerine; çoğaltmadı mı, sevdirmedi mi, gözlerini köreltmedi mi?
Şimdi nasıl bir aşk ve sadakat olduğunu anladınız galiba...
Yıllardır onlara zulmeden, hakaret eden, mallarını, canlarını, topraklarını, namuslarını, evlatlarını, evlerini, emeklerini, kendilerine helal kılan Siyonist rejimin elebaşlarından; cani, canavar, alçak, vampir, katil, Peres'in ölümünün ardından Mahmut Abbas'ın, Suudi Arabistanlı, Bahreynli yetkililer ve diğer köle ruhluların beyanat ve tavırları ne ile izah edilebilir?
Mahmut Abbas'ın “Peres'in ölümü bölge barışı için büyük bir kayıp” demesini mi, Peres'in kuyulanması sırasında iki gözünün iki çeşme gibi akmasını mı, hüzünlü olması, yas tutmaya çalışmasını mı, babasını kaybetmiş gibi derinlere dalmasını mı, hangisini, neyle izah edebiliriz?
Bahreyn iktidarının Allah'u Teâlâ'dan barış ve savaş insanı olarak tanımladıkları Peres'e rahmet dilemesini mi,
Suudi liderin zaten konuşacak ve üzüntüsünü dile getirebilecek mecalini kaybettiğini mi, neyi nasıl izah edelim?
Türkiye'den Sinirlioğlu'nun şerefli katılımını mı,
Irak Kürdistan'ının göz yaşartan tavrını mı?
Bunlar en ateşli ve tarif edilmemiş aşk değil de nedir?
Normal bir gözle baktığımızda Simon Peres katilinin ölümü, başta Filistin, Arap ülkeleri ve diğer İslâm ülkelerinde bayram coşkusu, her cami avlusunda ve İslamî derneklerde lokum dağıtmayı gerektirirken, İslâm ülkelerinin başındaki lider ve iktidarlar yas tutmuş, karalar bağlamış ve bu duruma üzülen birer ‘aşağıların aşağısı' olmuşlar, insanlıktan nasibi olmayan Peres'den daha aşağı bir konumuna düşmüşlerdir.
Cellâdına âşık, tecavüzcüsüne hayran ve bu halini değiştirmeye gayreti olmayanın bu durumu tarif edilmemiş bir tutku, bir bağlılık değil de nedir?
Peres'in ölümüne üzülen, ağlayan, ah çeken, rahmet dileyen, barış elçisi gören, dua eden, kuyulanması için Kudüs'e gidip iştirak eden, ismi, cismi, ırkı, dini, mezhebi, konumu, ülkesi, siyasi görüşü ne olursa olsun bizim nazarımız da Siyonist, halkların ve insanlığın düşmanı, ‘esfele safilin', onursuz ve kimliksizdirler. Birer köleden farksızdırlar.
Peres'in akıbetini şeker dağıtarak kutlayan İslâm İnkılâbı gençlerine selâm,
Cenaze törenine katılanlara da lanet olsun...
Bahir Aydın

26 Eylül 2016 Pazartesi

The Economist Mısır’ı Değerlendiriyor

Lenin, The Economist dergisini “İngiliz finans kapitalin borazanı” olarak nitelemişti. Bu dergi, 6 Ağustos sayısının önemli bir kısmını Mısır'a ayırmış ve oldukça ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.
Öncelikle, derginin ülkedeki sorunları gayet güzel anlattığını belirtmemiz gerekiyor. Bu sorunların anlatıldığı bölümleri alıntılayalım:
“Arapların nüfusu özellikle hızlı artıyor. 2010 yılında nüfusun 15-24 yaşları arasındaki kesimi 357 milyonluk toplam nüfusun %20’sini oluştursa da, 2010 yılında sayıları 46 milyonu bulan bu genç kesim 2025 yılında 58 milyon kişiden olacak.
Rejim çökmüş durumda, Körfez devletlerinden gelen parayla (ve biraz da Amerika’dan gelen askeri yardımla) ancak ayakta duruyor. Milyarları bulan petrodolarlara rağmen, Mısır’ın bütçe ve cari açığı artıyor. Bütçe açığı milli gelirin yaklaşık %12’sini, cari açık ise %7’sini oluşturuyor. Bay Sisi milliyetçi pozlar verse de, elinde şapkası IMF’ye gidip 12 milyar dolarlık bir kurtarma paketi talebinde bulundu.
Gençlerin arasındaki işsizlik %40’ın üzerinde. Hükümet boş boş duran memurlarla dolup taşıyor. Mısır’ın katı, devletçi ekonomisi içinde özel sektör her yıl iş piyasasına katılan yeni işçi kitlelerine yeterli iş veremiyor. Başka yerde olsa, bu kadar çok genç nüfus ekonomik bir avantaj olarak görülürdü. Ama Arap dünyasında gençliğe, yok edilmesi gereken bir lanet olarak bakılıyor. Bugünlerde genç Araplar için ülkelerinde yoksulluk, göç ya da sıra dışı durumlarda cihat gibi rezil seçeneklerden başka bir şey yok. Gerçekten de, Suriye gibi yerlerde en iyi para kazandıran işler arasında eline bir tüfek almak da var.”
Görüldüğü gibi, sistemin gençliğe verebildiği hiçbir şey yok ve Mısır patlamaya hazır bir bomba. Derginin bu sorunları tespit etmesi, onun çözüm arayışında olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, derginin yazarları, bu sorunların savundukları kapitalist sistem içinde çözülemeyeceğini çok iyi anlıyorlar ve bu yüzden çözüm konusuna hiç kafa yormuyorlar. Yazarlar, bu sorunları böylesine nesnel bir biçimde tespit ediyorlar, çünkü bu sorunların "iyi yönetilmediğini" düşünüyorlar ve bu durumun bir tehlike oluşturduğunu görüyorlar. İşte bu yüzden Başkan Sisi'yi eleştiriyorlar:
"Bay Sisi işleri daha kötüye götürüyor. Mısır parası poundu korumakta ısrar ediyor, böylece enflasyonun ve açlık isyanlarının önüne geçiyor. Poundu güçlü tutarak, çoğu ithal edilen gıda maliyetlerini kontrol edebileceğini düşünüyor. Ama sermaye denetimleri dolar alınıp satılan kara borsanın ortaya çıkmasını engelleyemedi. Mısır poundu kara borsada üçte iki fiyatla satılıyor. Ayrıca bu denetimler yedek parça ve makine kıtlığına yol açtı. Bu da enflasyonu yükseltiyor (şu anda %14 ve artmakta). Bu durum sanayiye de zarar veriyor ve yatırımcıları kaçırıyor.
Ama belli ki, Sisi'ye henüz bir alternatif çıkaramadıkları için onun hemen yerinden edilmesini tavsiye etmiyorlar. Amaçları onu orta vadede değiştirmek:
"Mısır’ın stratejik önemi o kadar fazla ki dünyanın Bay Sisi’yle idare etmekten başka şansı yok. Ama Batı ona karşı pragmatizm, ikna ve baskıdan oluşan bir politika izlemeli. Mısır’a ihtiyacı olmayan ve bütçesini de aşan Amerikan F-16’ları ya da Fransız Mistral helikopter taşıyıcıları gibi pahalı silahları satmamalı.
Şu anda başka bir ayaklanma ya da hatta başka bir darbe ihtimalinden çok söz edilmiyor. 2011 yılında gafil avlanan gizli polis, yükselen muhalefetin kokusunu alma yeteneğini artırdı. Ama Mısır’daki demografik, ekonomik ve toplumsal baskılar büyük bir hızla artıyor. Bay Sisi sonsuz istikrar sağlayamaz. Mısır’ın siyasal sistemi yeniden ele alınmalı. Bay Sisi’nin 2018 yılındaki seçimlere aday olmayacağını açıklaması fena bir başlangıç olmaz.”
Emperyalizm, tıpkı Mübarek döneminin sonunda olduğu gibi, bekçi köpeğinden pek memnun değil. Bu bekçi köpeğinin kaynayan devrimi engelleyemeyeceğini biliyor.