İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2016 Pazartesi

Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?

Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında anaakım medya organlarında Bernie Sanders’ın açıktan ilân ettiği sosyalizmi tarif etmeye dönük mücadele verdiği dönemde, birçokları onun İsrail’deki bir Yahudi kibbutzunda gönüllü çalıştığı döneme vurgu yaptı. New York Times’daki manşetlerinden birinde, “Bernie Sanders’ın Kibbutzu Bulundu. Sürpriz: Bu Kibbutz Sosyalist” yazıyordu.
Oysa Sanders’ın 1963 tarihinde gerçekleştirdiği seyahat Times’ın ve başkalarının aktardığından daha açıklayıcı değildi. Sosyalist bir cennet olarak takdim edilen ve Emek Siyonizminin can verdiği kibbutz, özünde hiç de öyle bir yer değildi.
Kurucularının tahayyül ettiği biçimiyle kibbutz (ya da İbranicedeki karşılığıyla toplantı) Siyonizmin ve Yahudi milliyetçiliğinin ülküleriyle eşitlikçi ve komünal ülküleri kaynaştıran, ütopik bir kır topluluğu idi. Bu gönüllü kolektif toplulukta yeni gelen Yahudiler, mülkiyet ortaklığının, ekonomik eşitliğin ve üretimde işbirliğinin keyfini çıkartıyorlardı. Ana şiar, “herkesten becerisine göre, herkese ihtiyaçlarına göre” idi ve bu şiar bayrak misali göğe yükseltilmekteydi.
İlk kibbutzcular, yirminci yüzyılın başında Avrupa’dan Filistin’e göç etmiş olan idealist genç Siyonistlerdi. Kendilerini devrimci varsayan bu gençler, kibbutz kurucularının sosyalizmle Yahudi milliyetçiliğini birleştiren vizyonlarını gerçekleştirme konusunda gayet heveslilerdi.
Oysa inşa ettikleri, sosyalizmin inkârından başka bir şey değildi. İsrail öncesi dönemde kibbutz hareketinin ardındaki itici güç olan Emek Siyonizmi gibi bu deneyin milliyetçiliği de hızla eşitlikçi ülkülere galebe çaldı. Sosyalist bir ütopya inşasına dönük bir çaba olarak başlayan süreç, etnik milliyetçiliğin zulme dayalı bir biçimini koşulladı.
Sosyalist Siyonizmin İnşası
Kibbutz’un sosyalist olduğu iddia edilen temellerine yönelik en net reddiye, Emek Siyonizmin öncüllerinden geldi.
1899’daki üçüncü Siyonist Kongresi’nin ardından kurulan Emek Siyonizmi, Yahudi meselesi olarak adlandırdıkları meseleyi, Osmanlı Filistin’indeki Avrupalı Yahudilerin elindeki topraklarda yerleşim sürecini ve kitlesel olarak Yahudilerin bu topraklara nakledilmesini kolaylaştırmak suretiyle çözmeye çalıştı. Dov Ber Boroçof gibi Avrupalı kurucu teorisyenlerinin kanaatine göre, Siyonizm, Yahudi halkını hem ekonomik hem de tarihsel açıdan kurtarabilir, nihayetinde yüzlerce yıldır süren zulmü sona erdirebilirdi. Bu kişiler, Avrupalı Yahudilerin kitleler hâlinde Filistin’e göç etmesi sürecini kışkırtacak ana dinamik olarak dünya kapitalizminin yükselişine baktılar. Buna göre, Yahudi proletaryasının sınıf mücadelesi, sonuçta Yahudilerin ulusal kurtuluşunu getirecekti.
O dönemde Sosyalist Siyonistler, Theodor Herzl’in Yahudi milliyetçiliği ile sosyalizminin harmanlanmasına itiraz eden Siyonist Kongresi’nden kendilerini ayırdılar. Sosyalist Siyonist kampın üyeleri, Moses Hess ve Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler ile Nachman Syrkin’den A. D. Gordon gibi Marksist olmayan sosyalistlere, oradan da David Ben-Gurion ve Berl Katznelson gibi halkçı sosyalistlere dek uzanan bir ideolojik skalaya tabiydiler.
Oysa Marx ve Engels’in öncesinde arkadaşı olan Hess gibi biri üzerinden bile bakılsa, kibbutzun göbeğindeki çözülmesi mümkün olmayan gerilim görülebilirdi.
Sosyalist bir risaleden çok bir tür kolonizasyon manifestosu olan Hess’in 1862 tarihli Roma ve Kudüs kitabı, Yahudilerin Filistin’e mesihî tarzda dönüşünü övmekteydi. Esasında Hess, Yahudilerin kurtuluşunun ve Yahudi milliyetçiliğinin uzlaşmaz iki olgu olduğunu, ama Yahudi kurtuluşu anlayışının artık terk edilmesi gerektiğini tespit ediyordu. Dolayısıyla Marx ve Engels’in bu eski yoldaşlarıyla alay etmelerinde ve birlikte onu “burjuva toplumunun savunucusu” olmakla suçlamalarında şaşılacak bir yan yoktu.
Öte yandan Siyonist müritlerine göre, Hess bir serseriden çok bir aziz gibiydi. Roma ve Kudüs, Emek Siyonistleri ve Filistin Mandası’nda kibbutz kuranlar için bir taslak metin hâline geldi. Emek Siyonizminin fikrî babası Hess’in müridi oldu.
Syrkin’in tespitiyle, Yahudilerin kurtuluşu, ancak Filistin’de sosyalist bir Yahudi devleti kurulması suretiyle mümkündü. Onun zihninde bunun için gerekli araçlar gayet açıktı: Yahudilerin Avrupa’dan kopartılması ve Filistin’deki Arap halkın sökülüp atılması. Hess’in Roma ve Kudüs’ünün ardından ilgi gören Yahudi Sorunu ve Sosyalist Devlet isimli risalesinde (1898) Syrkin, Sosyalist Siyonizmin misyonunu Filistin’e kitlesel göç ve burada kolektif yerleşim sürecinin desteklenmesi olarak tarif ediyordu.
Ber Boroçof gibi ortodoks Marksistler bu yaklaşımı benimsediler: Ulusal Sorun ve Sınıf Mücadelesi ile Platformumuz(1906) isimli çalışmalarında Boroçof, ısrarla Avrupalı emperyalist güçlerce desteklenen, Filistin’de sosyalist bir devlet kurulması sürecinin nihayetinde oradaki Arap halkının yok edilmesini ister istemez gerekli kıldığı üzerinde duruyordu.
Hâlen ufak çapta olsa da Sosyalist Siyonistler hareketi yirminci yüzyılın ilk on yılı içerisinde büyümeye başladı. Özellikle Hertz’in İngilizlerin desteğiyle Doğu Afrika’da Yahudi halkı için bir vatan teşkil edilmesini öngören, 1903 tarihli Uganda Programı’nın ve Afrika, Asya, Avustralya ile Sovyetler Birliği’nin muhtelif kısımlarında Yahudi ülkesi (veya ülkeleri) kurulmasını öneren Ülkesel Yahudi Örgütü’nün yükselişi ardından ciddi bir popülerlik kazandı.
Tuhaf olan şu ki Yahudilerin ülke kurmaları fikrine hararetle itiraz eden Sosyalist Siyonistler, enternasyonalizmin eşiğinde duran en önemli grup olduklarına inanıyorlardı. Sosyalist Siyonistlerin tespitine göre, ileride Yahudi devleti, ancak birden çok kooperatif ve komünal tarım yerleşimlerinin oluşturulması aracılığıyla kurulabilirdi. Yahudi kibbutzu, bu amaçla projenin yüce amacı olarak belirlendi. O, Emek Siyonizminin sosyalizmi ve milliyetçiliği birleştiren anlayışının hem bir sembolü hem de tezahürüydü.
Ne var ki Filistin’de Emek Siyonizmi, proleter devrimden çok farklı bir sonuç üretti. Bu yanlışın en açık delili, yirminci yüzyılın ilk on yılları içerisinde Filistin’e yönelik Yahudi akını ardından gelişip serpilen, Yahudilerin Siyonist gençlik hareketleriydi. Örneğin Doğu Avrupalı Siyonistlerin 1903’te kurdukları, sonrasında Bernie Sanders’ın da gönüllü çalıştığı kibbutzu kuran Haşomer Hatzair [Genç Muhafız] isimli grup, Filistin’de ilk kırsal kibbutzculuğun oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
Sosyalist ve eşitlikçi platformuna ve Boroçof’un Marksist felsefesinden ilham alan üyelik yapısına rağmen Haşomer Hatzair amaçlarını, yeni gelen Yahudilerin müsadere edilmiş Arap topraklarına yerleştirilmesi olarak belirlemişti. “Kibbutzculuğun anası” anlamında Degania adıyla 1909’da Kuzey Filistin’de kurulan ilk kibbutz, bu vizyonu pratiğe döktü. Bu kuruluşun sonuçlarını öngörmemek mümkün değildi.
Yahudi yişuv’unun (yerleşiminin) ilk aşamalarından itibaren Emek Siyonizminin ve kibbutz hareketinin liderleri, Arap-Yahudi kardeşliğini parçalamayı veya önlemeyi asli hedefleri hâline getirdiler. Bu liderlerden biri, sonrasında İsrail’in ilk başbakanı olacak olan ve ülkenin kurucu babası denilerek göklere çıkartılan David Ben-Gurion’du. 1907’de, Rus İmparatorluğu’ndan Filistin’e varan ilk ekibin ardından genç Ben-Gurion, Yahudi Ulusal Fonu’na ait topraklarda sadece Yahudilerden oluşan bir işgücü oluşturulması çağrısında bulundu.
Ben-Gurion’un fikirleri, nihayetinde iki milliyetçi öğretiyi pekiştirdi: İbranî Emeği ve İbranî Emeğinin Fethi. Bu iki öğreti, birlikte, ilhak edilmiş Arap toprakları üzerine kurulmuş Yahudi komünal yerleşimlerinde Arap işçilerin Yahudi işçilerle ikame edilmesinin gerekçesini temin etti.
İki politika, sonuçta yaygın bir destek elde etti. Bir ara (Hapoel Hatzair gibi) Marksist olmayan Siyonist partilerce ve alabildiğine sosyalist olan (Poale Zion-Siyon İşçileri gibi) Siyonist oluşumların desteğini gördü.
1919’da Ben-Gurion ve yoldaşları, Siyonist Örgüt ile yan yana gelen ve Komintern’e üye olan işçi federasyonu Ahdut Haavoda’yı (Emeğin Birliği) kurdu. 1920’lerde Ben-Gurion, Filistin Mandası’ndaki tüm Yahudi ekonomisi genelinde İbranî emeği öğretisinin zorla gerçeğe dökülmesi için adımlar attı.
Bunun dışında Arap ve Yahudi cemaatlerinin tümüyle ayrılmasını talep etti: 1920’de yazdığı bir yazıda ifade ettiği üzere, “Yahudiler ve Araplar, ayrı yerleşimlerde ve ekonomiler dâhilinde yaşayıp çalışmalılar”dı. 1924’te birleşik demiryolu işçileri sendikasının konseyinde yaptığı konuşmada, kendisinin Filistin Demiryolları Şirketi gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin birlikte çalıştıkları işyerlerinin etnik temelli bölünüp ayrı sendikalar kurulması görüşünü desteklediğini söyledi.
Pratikte ise Ben-Gurion, kibbutzla ilgili nispeten daha romantize edilmiş görüşleri tekrar tekrar dile getirdi. 1956’de kaleme aldığı broşürde, “kibbutz hareketinin genelde inanılan biçimiyle, sosyalist ülküleri temel almadığını, bu ülküleri Yahudi emeğini korumaya dönük bir araç olarak gördüğünü” söyledi. Ben-Gurion’un izahına göre, İbranî Emeği sınıf mücadelesinin değil, etnik ayrımcılığın içinden çıkmıştı; Emek Siyonizmine bağlı isimler, etnik ve ulusal çıkarları sınıf dayanışmasının üzerine çıkartmak zorundalardı.
Sosyalist Siyonizm, böylelikle sınıf mücadelesinin tümüyle ırksallaştırılmasına ve emeğin etnik temelli ayrımlar üzerinden yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Emek Siyonistlerine göre, Arap emeği proleter devrime hiç uymayan, ilkel bir üretim tarzından başka bir şey değildi. Sosyalist Siyonist projeye gerekli gücü yalnızca İbranî Emek hareketi verebilirdi.
Filistin’deki ulusal girişimi ve devlet kurma faaliyetini destekleme adına Emek Siyonistleri, sadece Yahudi işçileri içerecek Yahudi yerleşimleri örgütlemeye çalıştılar. Burada nihai hedef olarak, Yahudi proletaryasının kurtuluşuna işaret etmeyen Emek Siyonizmi, yereldeki ekonomi, üretim araçları ve pazar payı üzerindeki tekel hâline geldi. Yahudi kibbutzu, bu esnada ileride kurulacak Yahudi Devleti’nin prototipi olarak etiketlendi. 1951’de Ben-Gurion, “devletimiz ne kapitalist ne de sosyalisttir” diyordu. O sadece Yahudi bir devlet olacaktı.
Filistin Mandası’nda Sosyalist Siyonizm yoldaştan çok düşmana sahipti. Sadece Yahudiler üzerine kurulu bir politikanın, ülkedeki Arap halkına yabancılaşması ve onunla çatışması hiç de şaşırtıcı değildi. 1935 tarihinde Arap işgücünün sadece yüzde beşi (ağırlıklı kısmı tarımda olan) Yahudi sektöründe çalışıyordu. Kibbutzların elindeki topraklarda tek bir Arap çalışmıyordu.
Takip eden elli yılı aşkın sürede mülksüzler isyan ettiler. 1936’da patlak veren genel grev beş ay sürdü. Grevi tetikleyen, Emek Siyonizmi ve onun İbranî Emeğipolitikası idi. Bu grevi, binlerce yoksul işçinin, kıyıya köşeye itilmiş emekçinin ve topraksız köylünün öncülük ettiği, üç yıl süren ulusal bir ayaklanma takip etti. Ülkedeki İngiliz güçleri, Siyonist paramiliter güçlerin yardımıyla, ayaklanmayı ezdi. Bu, Emek Siyonizmi için nihai zaferin adıydı ve sonuçta Filistin’de sosyalizme son darbeyi indirdi.
Trajedi şu ki gerçekten de solcu birçok yol önerilmişken, Emek Siyonistler, bu yolların hepsini reddettiler.
Bu solcular ülke kurulmasına karşı çıktılar, Yahudilerin Filistin’de veya başka bir yerde ulusal bir vatana sahip olma fikrini eleştirdiler; çokuluslu imparatorluklarda Yahudiler için toprağa dayalı olmayan ulusal haklarını savunan özerkçiliğe itiraz ettiler ve Yidce konuşan kitleler arasında Yahudilere has kültürel kimliği teşvik eden halkçılığı kıyasıya eleştirdiler.
Siyonizmden uzak duran ve “Yahudi sorunu”na yönelik cevabın ancak Doğu Avrupa’da hem sosyalizmin hem ülke kurmama fikrinin hem de ulusal-kültürel özerklik anlayışının muzaffer olması ile verilebileceğini düşünen Yahudi işçi partisi Bund türünden gruplar ezildi. Yahudi olmayan, Yahudi üyelerinin hem Siyonist ülke kurma fikrindeki hem de Bundcuların kültürel formlarındaki Yahudi milliyetçiliğine itiraz eden sosyalist partiler, bunun yerine sosyalist bir devrim çağrısında bulundular.
Yereldeki Arap toplumu ile Yahudilerin entegre olmasını savunan, Yahudi anti-Siyonist komünist örgütler dâhil pasifist birçok oluşum da aynı kaderi paylaştı.
Bazıları İçin Kurtuluş
Filistin Mandası’nın son yıllarında Emek Siyonizmi militarist bir harekete dönüştü. Emek gruplarının çoğu, İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) çekirdeğini teşkil eden Hagana ve Palmah gibi savunma ve paramiliter örgütler hâline geldi.
Milliyetçilik ve sonrasında ağır bir militarizmle yüklü olan Emek Siyonizmi, böylelikle tarihçi Sven Beckert’in “savaş kapitalizmi” dediği şeye yol açtı. Emek ve toprak merkezli bir tür kapitalizm, sadece fabrikalarda değil, tarlalarda da gelişip serpildi ve esas olarak toprak ve emeğin ağır sömürüsüne sırtını yasladı. (Bu yeni doğan kapitalizm formunun köklerinin izlerini Bilu ve Hovevei Zion türünden ön-Siyonist örgütlere kadar sürmek mümkün. Bahsi geçen iki örgüt, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin’de tarıma dayalı yerleşimler ve koloniler kurulmasını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu.)
İlk başta çelişkili özelliklerin arasındaki bir tür huzursuz izdivaç olarak biçimlenen Emek Siyonizmi’nin sosyalizmi, hızla Siyonizmin yerleşimci-yayılmacı girişimi tarafından yok edildi. Boşanma süreci ise, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile tamama erdi.
Emek Siyonizminin yapıtaşı ve onun en derine nüfuz etmiş ülkülerinin pratikteki ifadesi olarak kibbutz, bu tarihin ayrılmaz bir parçası.
Eşitlikçiliğe veya sosyalist enternasyonalizme dayanmayan etnik ayrımcılığa rehberlik eden, modern kibbutzun kurulması idi. Etnik gruplar arasında sınıf dayanışmasını sağlamak yerine Emek Siyonistleri, toplumsal hiyerarşileri, etnik hegemonyayı ve dinsel baskıyı pekiştirdiler.
“Sosyalist Siyonizm” veya konumuzla ilgili olarak “sosyalist kibbutz” tabiri, bize tezatmış gibi gelse de Demokrat Parti’nin aday yoklaması esnasında medyada çıkan haberler, kibbutzu kuşatan ve hâlâ varlığını koruyan kafa karışıklığının birer tanığı niteliğinde.
Suların bulanmasının bir sebebi, “komünal” ile “sosyalist” olanın birleştirilmesi. Kurucularının tarif ettiği biçimiyle, Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi. Evet, o belki de bir komünal cennetti, ama sadece belirli bir etnik grup içindi.
Gerçek sosyalizme ait bir örnek olarak bu kibbutzlara bakanların daha uzağa bakmaları mümkün oysa.
Seraj Assi

19 Eylül 2016 Pazartesi

ABD İsrail’i Neden Destekliyor?

Eğer milyarlarca dolarlık silâh anlaşmaları olmasaydı, İsrail ve ABD hiç bu kadar yakınlaşmazdı.
Geçen hafta haberlere yansıdığı kadarıyla, Obama ile Netanyahu arasına kara kedi girmesine karşın, ABD ve İsrail arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, ABD tarihinde bu ülkenin bir başka ülkeye vaat ettiği en büyük silâh yardımını içeriyor. On yıllık anlaşma, İsrail’in her yıl 3,8 milyar dolar yardım yapılmasını öngörüyor. İsrail’e önceki on yıllık anlaşma bünyesinde yapılan yardımın tutarı ise 3,1 milyar dolar.
Bu cömert yardıma kılıf bulma noktasında yorumcular ve devlet yetkilileri, İran ve IŞİD’e işaret ediyorlar. Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın bir basın toplantısında ifade ettiği kadarıyla, “anlaşma, İsrail’in kendisini savunması için ihtiyaç duyduğu desteği sunacak.”
Ne var ki diplomasi dâhilinde dile getirilen basmakalıp sözler, Netanyahu’nun bir yıl önce İsrail meclisinde sarf ettiği sözlerden daha az aydınlatıcı: “[…] ‘Bize sonsuza dek kılıçla mı yaşayacaksınız?” diye soruyorlar. Benim cevabım şu: Evet.”
İsrail, ABD’nin sunduğu imkân ve zemin üzerinden sürekli askerî eylem içerisinde olan bir ülke. Yeni yardım paketi için yapılan müzakerelere eşlik eden yirmi dört saatlik süre zarfında İsrail Gazze’yi bombaladı, Batı Şeria’daki Halil kentinde yeni yerleşimler inşa edileceğini duyurdu ve Suriye’de bulunan Golan Tepeleri’ne konuşlanmış Suriye Ordusu’na saldırdı. Bu adımların her biri, hem ABD desteğinin doğal bir sonucu hem de bir tür güç gösterisi.
Netanyahu da, birçok İsrailli ve ABD’li lider gibi, İsrail’in hedeflerine ulaşmak için komşularının elindeki askerî avantajlara kıyasla ezici bir güce sahip olması gerektiğini düşünüyor. İmha politikaları, işgaller ve ablukalar bu anlayışın ürünü.
Anlaşma ABD’nin de çıkarına: İsrail’in emsalsiz askerî gücü, bu ülkenin bölgede ABD hegemonyasına karşı ve düşman olan diğer ülkeleri dengelemesini mümkün kılıyor.
İsrailli siyasetçi Yair Lapid, Foreign Policy’ye yazdığı makalede bu hususu gayet açıktan dile getiriyor: “Amerika’nın İsrail’le kurduğu işbirliği, onun Ortadoğu’da aktif ve etkili bir siyaset yürütmesine imkân sağlıyor. Zira İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki ileri üssüdür.”
Bu sözlerde yeni bir şey yok. ABD hükümeti, uzun süredir İsrail ordusunun gücünün Ortadoğu’daki çıkarları adına daha da güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyor.
1989’dan beri ABD İsrail’e silâh depoladı. Bu silâhlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan çatışmalarda kullanıldı. Yair Lapid’in “Batı’nın ileri üssü” dediği ülke, bu amaçlarla devreye sokuldu. Ayrıca ABD, 2006’daki -Lübnan Savaşı ile 2014’teki Gazze saldırısı esnasında silâhları tükendiği için İsrail’in kendi cephaneliğinden istifade etmesini sağladı.
Daha da geriye gidebiliriz: Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdulnasır’ın Arap milliyetçi hareketinin lideri olduğu ve bölgedeki Amerika ve Avrupa nüfuzuna karşı çıktığı dönemde İsrail işe yarar bir kale olduğunu ispatladı ve 1967’de Mısır’la savaşıp onu yendi. Birkaç yıl sonra, Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu bir dönemde İsrailliler Mısır’daki Sovyet radarını çaldı ve istihbarî alanda önemli bir darbe gerçekleştirmiş oldu. 1970’te ABD hükümeti Vietnam Savaşı ile meşguldü. İsrail’den Ürdün’deki Kara Eylül katliamını durdurması muhtemel Suriye askerlerine mani olmasını istedi.
Son yıllarda ABD ve İsrail ülkedeki ünlü Demir Kubbe’yi de içeren füzesavarlı savunma sistemlerini birlikte tasarladı. Pentagon, Afganistan gibi yerlerdeki “ileri mevziler”i korumak için kendi Demir Kubbe versiyonunu geliştirdi. Bu çalışma, İsrail devletine bağlı Rafael İleri Savunma Sistemleri ve Raytheon isimli ABD’li bir özel şirketle birlikte yürütüldü. Tanıtım filminde Raytheon böbürlenerek şunları söylüyordu: “Demir Kubbe’nin ateşlediği önleme füzesi ‘Tamir’, savaşta gücünü ispatlamış tek füze.” (Lapid’in de söylediği gibi, “İsrail, ABD’ye saha koşullarında en ileri silâhların sınanması için nispeten ucuz bir yol ve imkân sunuyor.”)
Raytheon, ABD-İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiden nemalanan tek savunma şirketi değil.
ABD, Amerika’daki savunma şirketlerine ait silâhlar konusunda gerekli yardımı makbuz formunda dağıtıyor. Devletin parası Raytheon, Boeing, Lockheed Martin ve benzeri şirketlere yolla aktarılıyor. ABD’li silâh şirketlerinin bu yolla zenginleşmesi yeni anlaşma ile daha da yoğunlaşacak: paket, süreç içerisinde bir şartı ortadan kaldırıyor: buna göre, İsrail devletine yardımın yüzde 26’sını şekelle ödeme imkânı veriliyor ve bu ülkedeki savunma sanayisini sübvanse edilmesini sağlıyor.
İki ülkenin savunma sektörleri arasındaki ilişki daha da derinleşiyor. Elbit Sistemleri gibi İsrail’e ait bir dizi savunma şirketi, ABD hükümeti ile sözleşmeler imzalayabilmek için ABD’de iştirakler kuruyor.
Ama savunma sanayiindeki eşantiyonlar anlaşmayı daha da tatlı hâle getirdi. Temelde ABD ile İsrail’i birbirine bağlayan tutkal, iki ülkenin Ortadoğu’daki mevcut güç dengesini korumaya dönük müşterek kararları.
Bu da İsrail’in elindeki “niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü korumasını zorunlu kılıyor. Yani İsrail, bölgedeki diğer silâhlı kuvvetler karşısında daha üstün ekipman ve eğitime sahip olmaya mecbur. Bu anlayış ABD hukukunda bile kayıtlı bir husus: Silâh İhracatının Kontrolü Kanunu İsrail’in komşularına yapılacak her türden silâh satışının “İsrail’in elindeki niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini söylüyor.
Lockheed Martin’in ürettiği F-35 savaş uçağı örnek verilebilir. Piyasaya çıktığında dünyanın en gelişkin savaş uçağı olduğunu söyleyen şirket, yüz milyon dolarlık uçak için birçok ülkenin kapıştığını iddia ediyor. Ama Ortadoğu’da ilk uçakları İsrail satın aldı. Nisan 2015’te Beyaz Saray’da yaptığı konuşmada Başkan Yardımcısı Joe Biden, F-35’lerin İsrail’e gönderileceği vaadinde bulundu ve “bu beşinci nesil uçağa Ortadoğu’da bir tek İsrail’in sahip olacağını” söyledi. Aynı şekilde ABD, Suudi Arabistan’ın elindeki F-15’leri bir üst modele taşıyınca, İsrail’e de F-15’ten daha üstün olduğu iddia edilen F-35’lerden yirmi adet verileceği söylendi.
İsrail’in kurucu babalarından ve Netanyahu’yu etkileyen en önemli isimlerden biri olan Ze’ev Jabotinsky, tüm bu olan biteni çok önceden zaten gayet iyi idrak etmiş biriydi. 1923 tarihli “Demir Duvar” başlıklı bir makalesinde şunu söylüyordu: “Dünyada yereldeki her halk sömürgecilere karşı direnir, Filistin’deki Arapların da yaptığı bu, tek damla umut kalana dek bu direnişe devam edecekler.” Jabotinsky’nin tespitiyle, İsrail etkin bir silâhlı direniş için herhangi bir umut kalmayana dek ordusunu güçlendirmek zorunda.
Bugün söz konusu mantık, genel manada İsrail’in komşuları için daha uygun. Birçoğu kendi geleceğini İsrail’in eline teslim etmeye hiç de niyetli değil. İster Lübnan’ı yeniden biçimlendirsin, ister Golan Tepeleri’ni ilhak etsin, isterse yeni yerleşimler açıp Kudüs üzerinde fiilî kontrol sağlasın, İsrail dış politikadaki hedeflerine ancak üstün şiddet araçlarına sahip olduğu takdirde ulaşabilir.
Yeni silâh anlaşmasında belirlenen paketin amacı, “tehlikeli komşu ülkeler”le kuşatılmış İsraillileri korumak değil. Anlaşmanın Amerika’nın demokrasinin değerini bildiğinin bir alameti olarak görülmesi de imkânsız. Anlaşma, İsrail saldırganlığının kendisine yol bulmasına katkı sunacak, ABD’nin bölgedeki ve dünyadaki silâh ticaretinde sahip olduğu gücünü pekiştirecek.
Ryan McNamara

20 Ağustos 2016 Cumartesi

İkinci Camp David

Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yeniliyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yineliyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Rahman, Rahim, Allah’ın adıyla
Onların malları ve evlâdları seni imrendirmesin; Allâh onlara dünyâda, bunlarla azâbetmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” [Tevbe Suresi 85. Ayet]
Sevgili dostlar, değerli basın mensupları;
İkinci bir Camp David imzalandı. Duydunuz mu?
Camp David’de varılamayan hedeflere bu anlaşmayla varılmak isteniyor, haberiniz var mı?
Kudüs-ü Şerifimiz’i artık işgalci İsrail’in sözde başkenti olarak görüyorlar, farkında mısınız?
Siz demokrasi nöbetlerinde tekbirler getirirken, uğruna kıyama kalktığınız adamlar Kudüs-ü Şerefimiz’in Mescid-i Aksamız’ın geleceği ile oynuyorlar.
Mavi Marmara şehitlerine fiyat biçiyorlar, kişi başına 2 milyon dolar alarak, siyonistlere, kardeşlerimizden dilediğini öldürebileceğini söylüyorlar. Yine de Türkiyeli şehitlere torpil geçmişler. Filistinli şehitlerimiz için onu da istemiyorlar. Artık İsrail dilediği kadar kardeşimizi öldürebilir. Fiyat belli ve Siyonistlerin parası çok nasıl olsa…
Katiller mahkemeye verilemeyecekmiş. Şaşkının birisi mahkemeye vermeye kalkarsa ve aleyhlerine bir tazminat çıkarsa, onu da sizin ödediğiniz vergilerden Türk devleti ödeyecekmiş. E ne de olsa Siyonistlerin üzerimizde hakları var(!) Onların bütün pisliklerinin tazminatını, kabullenivermiş bizimkiler.
Ne bekliyordunuz? Siyonist devleti, halkında Müslüman bulunan ülkelerden ilk tanıyan da bunlar değil miydi? Biz bunların olacağını söylemiştik. NATO gözlemciliğine kabul ettirildiğinde İsrail’le yatağa girildiğinden bahsetmiştik. Şimdi kucağınıza ihanetin nur topu gibi meyvesini verdiler. Bez bağlamak size düşer efendiler!
Nasıl susuyorsunuz? Tepkisizliğinizin nedeni ne? Neyi bekliyorsunuz? Yoksa Kudüs’ten daha öncelikli, Aksa’dan daha değerli, uğrunda mücadele vereceğiniz değerler mi buldunuz? Nasıl aldanıyorsunuz?
İşin farkında olmayanlar. Hakikaten anlaşma metnini hâlâ okumadınız mı? Okuduysanız eğer, bu metni hangi niyetlerle ve beklentilerle te’vil ediyorsunuz?
Gazze ambargosunun kaldırılması karşılığında anlaşma yapılacağı söylenilmişti size. Bu anlaşma metninin ambargo kaldırılacağını veya delineceğini nasıl anlıyorsunuz? Şimdi soruyoruz tekrar tekrar: Nasıl aldanıyorsunuz?
Akademik tahliller yapmıyoruz. Bilmez misiniz ki uluslararası ilişkiler yazılı metinlere tabidir. Özel görüşmeler sözlü vaadler ve özürler bir anlam ifade etmezler. Bizim aleyhimize olanı yazıyla yazıyorlar, bizi kandırmak istediklerinde sözle anlaşıyorlar. Özür dilendiğini iddia ediyorlar, ama metinde özre dair hiçbir şey göremiyoruz. “Ambargo kalkacak” dediler, onu da göremiyoruz. Sizi hakikatle birebir yüzleşmeye davet ediyoruz.
Bizim bunlardan olumlu bir beklentimiz yok zaten. Biz vicdanlı insanlara, onurlu Müslümanlara sesleniyoruz. Haydi! Sesinizi İşgalci Siyonist İsrail’e karşı yükseltin. Onların rüyalarında yeniden korku olun! Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Tarihin bir ibret levhası olduğu sonu kan ve zulümle bitecek heyecanların bulunmadığı tevhit ve adalet üzere kurulu bir dünyada yaşama umudu ile hepinizi 468. haftada aynı yer ve saatte buluşmak üzere Allah’a emanet ederiz.

7 Temmuz 2015 Salı

Fabrikaları Bloke Et

Filistin yanlısı eylemciler, Gazze’ye yönelik insansız hava aracı ile yapılan saldırının birinci yıldönümü adına yapılan gösterilerin bir parçası olarak, Kent’te şehrinde bulunan İsrail silâh fabrikasını kapattı.
Eylemciler Shenstone’daki UAV Engines Limited’a ait fabrikanın çatısına çıktılar. Benzer gösteriler Tamworth’da bulunan Elbit'e ait Elite KL fabrikasında ve Kent, Broadstairs’deki Instro’s Precision isimli Elbit’e ait fabrikada da yapıldı. Bu gösteriler Fabrikaları Bloke Et kampanyasının bir parçası olarak gerçekleştirildi.
Gösterilerin yapıldığı yerler, İsrail’in en büyük silâh şirketi olan Elbit Systems’a ait fabrikalar. Shenstone’daki fabrikadan yapılan açıklamaya göre, “fabrika, muhtelif ebatlarda taktik amaçlı silâhlı ve silâhsız hava araçları, hedef güdümlü insansız hava araçları ve tek misyonlu rampalar için motor üretiyor.”
Uluslararası Af Örgütü’nün iddiasına göre, fabrikada üretilen motorlar 2008’deki Dökme Kurşun Operasyonu esnasında Gazze’deki sivillere yönelik saldırılarda kullanılan insansız hava araçlarına takılmış.
Fabrikaları Bloke Et gününün bir parçası olarak benzer bir işgal eylemi hâlihazırda Avustralya Melbourne’daki bir fabrikada sürüyor.
Gösterilerin meydana geldiği noktada polis fabrikaya girişi kapattı.
Instro's Precision fabrikası kendisini “dünyada askerî ve ticarî elektro-optik sensörler için önde gelen tedarikçilerden biri ve bir sistem entegretörü” olarak tarif ediyor.
Eylem yapan grup, bu fabrikalarda üretilen insansız hava araçlarının İsrail tarafından 2014 Gazze saldırısı esnasında kullanıldığını iddia ediyor. Bu saldırı sonucunda binlerce Filistinli ölmüştü.
Daha öncesinde Broadstairs ve Shenstone’daki fabrikalarda da benzer eylemler yapılmıştı.
Fabrikaları Bloke Eteylemlerini koordine eden gruplardan biri olan Londra Filistin Eylem Grubu’ndan Elly Hassan şu değerlendirmeleri yapıyor:
"Birleşik Krallık hükümeti verilerinin gösterdiği kadarıyla, insansız hava araçlarının motorları burada üretilip İsrail’e ihraç ediliyor. İsrail’in sahibi olduğu bu fabrikalar, İsrail’in ırk ayrımcılığına dayalı zorba rejiminin ve Filistin halkı üzerinde tesis ettiği yerleşimci-sömürgeciliğinin önemli bir parçasıdır.
İsrail, Birleşik Krallık hükümeti gibi hükümetlerin İsrail’e silâh ihracatı imkânı sunmayı sürdürmesi ve bu türden fabrikaların çalışmasına izin verilmesi sebebiyle Gazze’de 2.200 Filistinliyi katledebildi.
Ülkenin her yanından insanlar, Filistin mücadelesiyle, özgürlük, adalet ve eşitlik için dayanışma göstermek amacıyla buraya geliyorlar ve Birleşik Krallık hükümetinden İsrail’e çift yönlü askerî ambargo konulmasını talep ediyorlar.”
Eylemciler, ayrıca Shenstone’daki UAV Engines fabrikasının dışındaki yol boyunca yere yatarak protesto eylemli gerçekleştirdiler.
Polis, gösteriler yapılırken, tedbir amacıyla fabrikaların etrafındaki bölgelerin kapatıldığını teyit etti.
Staffordshire Polis Karakolu’ndan Başkomiser Steve Smith şunları söyledi: “Bu olayda bizim görevimiz barışçıl gösteriye imkân sağlamak ve başkalarına yönelik etkisini en aza indirgemek, göstericilerin, acil müdahale ekiplerinin ve en geniş manada halkın güvenliğini sağlamak.
Tamworth’da çatıya çıkanlar kendi istekleriyle aşağıya indiler ve polis gözetiminde bölgeyi terk ettiler. Polis bölgede kalıp yereldeki işletmelerin ve bölge sakinlerinin güvenliğini tekrar sağladı.
Shenstone’daki Lynn Lane kapalı. Yakındaki şirketlere erişim noktasında trafik akışına izin verildi, bunun için yan yol açıldı, böylelikle bölge sakinlerinin evlerine gitmeleri sağlandı. Halkın en az zararı görmesi için çalışıyoruz, gösterdiği sabır ve işbirliğinden ötürü halka teşekkür ediyoruz.
Aramızda birkaç uzman subay da var. Bunların bir kısmı irtibat subayı ve olayı güvenli bir yoldan çözüme kavuşturmak için çalışıyor.”
Ewan Palmer

6 Temmuz 2015 Pazartesi

İsrail Devleti'nin Dayanışma Hareketine Saldırısı

İki gün önce Boykot-Tecrit-Yaptırım [BDS] kampanyasını yolundan saptırma noktasında Yahudi liberallerin haince oynadıkları rolle ilişkili pratiklerine dair paha biçilmez bilgiler çıktı ortaya. Ynet’te yayınlanan bir makale, İsrail’in Filistin yanlısı kampanyayla bağlantılı stratejisini ifşa ederek, İsrail Hükümeti ile Yahudi Filistin “yanlısı” örgütler arasındaki sıkı bağları açığa çıkardı. Bu bilgilere göre, her iki taraf, söz konusu insanî söyleme dair güveni ortadan kaldırmak için birlikte uyum içerisinde hareket ediyor.
Ynet’te çıkan makaleye göre, Reut Enstitüsü Siyaset ve Strateji Dairesi Başkanı Eran Shayshon[1] İsrail hükümetine bir mesaj göndermiş ve muhalefeti kontrol altına almak için BDS hareketi ile bağlantılı solcu gruplar devşirmenin gerekli olduğunu söylemiş. Shayshon ve Reut Enstitüsü’nün görevi, “BDS hareketinin liderleri arasına kama sokup hareketi bölmek.”
Shayshon’un ifadesiyle, “İsrail için önemli olan, aşırıcılarla geri kalan kesim arasında açık bir ayrım ortaya koymak. Ana hedefse, onları bölmek. Bu da, aşırıcıları doğal sınırlarına çekmek için hükümete karşı ılımlı bir tavır takınanlardan gelen eleştirilere kulak asmaya açık olmak anlamına geliyor. Bu hedefe ulaşma noktasında bizler, hükümet temsilcilerine en geniş zemin dâhilinde hareket etmemiz gerektiği konusunda izahat verdik; bu da, sadece dövüşecek sağcı failler ve gruplar toplamakla kalmayıp, hükümeti eleştiren solcu gruplar da devşirmenin gerekli olduğu anlamına geliyor.”
Söz konusu yaklaşım, Barış İçin Yahudi Sesi’nin [JVP] hareket içerisindeki rolünü açıklığa kavuşturuyor ve kimi önemli Filistin yanlısı seslere [Norman Finkelstein (esasında yumuşak bir siyonisttir –ed.), Alison Weir, Daniel Barenboim, Jacob Cohen ve diğer birçok isme] karşı yürütülen BDS saldırısının gerekçesini izah ediyor.
Bu da, Kudüs’te Hasbara[2] taciri Shayshon’un açık bir dille ifade ettiği, polisliğe dayalı ajandasını yansıtan düşüncesi: “Solcu örgütlere verilen mesaj şu: eleştiri meşrudur ama işbirliği yapacağımız kurumlar ve kullanılacak terminoloji konusunda kimi kırmızıçizgiler mevcuttur.” Bu cümleleri okuduğunuzda, “Yahudi bakış açılarını analiz eden Yahudi Devleti’ne dönük her türden eleştiriyi yasaklayan Mondoweisshaber sitesinin yorum siyasetini değiştiren kimmiş?” sorusunu sorabilirsiniz. Değiştiren, New York’taki Philip Weiss mı yoksa Kudüs’teki Eran Shayshon mu?
Bunun kabul edilmesi güç bir şey olduğunu düşünüyorsanız, elimden geldiğince daha açık ifade edeyim. Shayshon, hükümete verdiği eğitimlerde, liberal Yahudilerin, Blumenthal’ların, JVP’lerin ve Mondoweiss’ların Yahudiler için iyi olduğunu söylüyor. Dolayısıyla artık Max Blumenthal ve Philip Weiss’ın Ben Gurion Havalimanı’na nasıl girip çıkabildiğini anlayabiliriz. Shayshon, bize gerekli cevabı veriyor. Sanırım aynı cevap, Judith Butler ve diğer Yahudi isimlerle sıkı bağlar kurmuş bulunan Ömer Barguti için de geçerli.
Shayshon, stratejisinin istediği kadar başarılı olmadığını kabul ediyor. “Hükümet temsilcileriyle, İsrail dışındaki ve içindeki bir dizi solcu örgütle toplantılar yaptık ama bu toplantıların tek bir semeresi bile olmadı. Dolayısıyla savaş için gerekli etkin ve iyi askerlerden mahrum kaldık.” Artık “müttefik” olarak kabul edilen Yahudilerin arkamızdan İsrail hükümeti ile müzakereler yürüttüklerini ama öte yandan da Filistinlileri umursayıp onların sıkıntılarını dert edindiklerini biliyoruz. Bu, kontrollü muhalefet operasyonu konusunda ders niteliğinde bir çalışma. Her yanımız Orwell’in 1984 romanında partinin ana düşmanı olarak resmedilen Emmanuel Goldstein tipiyle kuşatılmış. Bunda beni şaşırtan bir yan yok. “The Wandering Who” [Avare Kim] isimli kitabımda, siyonizmle ona ait muhayyel Yahudi muhalif arasındaki ideolojik, politik, ruhani ve kültürel sürekliliği ifşa ediyorum zaten. Ama beni şaşırtan, Shayshon’un bizim aramızda dolaşıp İsrail’e yardım eden sayanları ifşa ediyor olması. Ne yaptığını bildiğinden eminim.
Ama ihanet zinciri burada sona ermiyor. Birçoğumuzun değer verdiği bir örgüt olan B’Tselem[3] de kendisini Yahudilere ve onların çıkarlarına adamış bir yapı. Örgütün ABD’deki eski yöneticisi Uri Zaki Ynet’e şunları söylüyor: “ABD’de, bilhassa Irk Ayrımcılığı Haftası’nda, bir İsrailli vatansever olduğumu açıklamak ve boykot faaliyetlerine karşı çıkmak için kimi üniversitelere gittim. Boykota karşı mücadeleye katılmış Amerika’daki Yahudi solcu gruplar gibi benim aldığım bu konum da önemli bir etkiye yol açtı. Ürünlerin boykot edilmesine karşı mücadele etmekle yetinmeyeceğiz, biz tam da egemen İsrail’in o hayırlı adını muhafaza etmek için mücadele edeceğiz, böylelikle sağcı gruplardan daha fazla etkili olacağız.”
İlginç değil mi? Bir İsrailli vatansever olarak Zaki, BDS karşıtı mücadele dâhilinde, İsrail yanlısı Irk Ayrımcılığı Haftası’nda konuşturuluyor, öte yandan Yahudi bir “anti-siyonist” olan Anna Baltzer ise Filistinlilerin geri dönüş haklarını savunduğum için benim aynı hafta içerisinde konuşmama mani oluyor. Söz açılmışken belirteyim, kendisi bu konuda başarısız oldu.
Ynet’e göre, “B’Tselem, Güney Afrikalı jüri üyesi Richard Goldstone’u epey mahcup eden Goldstone Raporu’nu ağır bir dille eleştirdiğinde, sürece önemli bir katkı sunduğunu ispatlamış oldu.”
Mesaj gayet açık. Yahudi ilericiler, kendilerini esas olarak Yahudi çıkarlarına vakfetmişler ve Yahudi devleti de bu çıkarların en başta geleni. Bu gerçeği gizlemek artık mümkün değil. Söz konusu yaklaşım, Filistin dayanışma hareketinin Filistinliler için neden hiçbir başarı elde edemediğini de izah ediyor. Artık BDS’nin İsrail’in dövüşmeyi tercih ettiği bir cephe olduğu çok açık. Hakiki Filistinlilerin geri dönüş hakları ile yüzleşmek yerine, İsrailliler, “BDS hakkı” ile ilgili olarak içeride Yahudice bir savaş yürütmeyi tercih ediyorlar. Her türlü haktan mahrum milyonlarca mültecinin beklentilerinin ve hayatlarının tehlike altında olması dışında, her şey çok gülünç.
Gilad Atzmon
Dipnotlar
[1] Reut Enstitüsü: İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi, Stratejik İşler Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’na danışmanlık hizmeti veren bir kurum.
[2] Hasbara: Tam anlamıyla "açıklama" anlamına gelen İbranice kelime. İsrail ve İsrail yanlısı gruplar tarafından bu terim, İsrail Devleti'nin bakış açışı ve siyasetini savunan iletişim girişimlerini tanımlamak için kullanılır.
[3] İşgal Altındaki Topraklarda İsrail İnsan Hakları Enformasyon Merkezi.

İsrail ve Suudi Arabistan'ın Gizli Projeleri

Ortadoğu’da kimse, nükleer enerjiyle ilgili çok taraflı anlaşmaların eşiğinde, Washington ve Tahran tarafından 30 Haziran 2015’te imzalanan gizli anlaşmaların muhtemelen önümüzdeki bir on yıl için sahada oynanan oyunun kurallarını tayin edeceğinin farkında değil.
Bu anlaşmalar, ABD’nin Suudi Arabistan ve Rusya’nın da önüne geçerek, dünyanın birinci petrol üreticisi hâline geldiği bir momentte gündeme geldi. Sonuçta artık ABD Ortadoğu petrolüne muhtaç değil ve petrolle sadece dolarla dönen dünya piyasasının muhafaza edilmesi için gerekli bir araç olarak ilgileniyor.
Bunun yanında Washington, Batı Avrupa ve Ortadoğu’ya yerleştirdiği askerî birlikleri Uzak Doğu’ya taşımaya başladı. Tabii bu, ABD’nin söz konusu bölgeleri terk ettiği anlamına gelmiyor, sadece kendi güvenliğini sağlamanın başka bir yolunu bulmak istediğini gösteriyor.
İsrail
Gelen bilgilere göre, son 17 aydır (başka bir ifadeyle, 27 aylık bir geçmişi bulunan Washington ve Tahran arasındaki müzakerelerin başladığının ilân edilmesinden beri) Tel-Aviv Suudi Arabistan’la gizli müzakereler yürüttü. Üst düzey yetkilere sahip delegasyonlar Hindistan’da, İtalya’da ve Çek Cumhuriyeti’nde beş kez bir araya geldiler.
Tel-Aviv ve Riyad arasındaki işbirliği, ABD’nin Arap Birliği’nin himayesinde ama İsrail komutasında “Ortak Arap Savunma Gücü” oluşturma planının bir parçası aslında. Bu “güç” bugün Yemen’de hâlihazırda faal. İsrail pilotları bu ülkeye Arap Koalisyonu çerçevesi dâhilinde Suudi bombalarını bırakıyor bugünlerde. Koalisyonun karargâhı ise Somali Ülkesi’ne İsrail eliyle tesis edildi. Bu ülke Babül Mendeb Boğazı’nın diğer tarafında bulunan, kimsenin tanımadığı bir devlet.[1]
Gelgelelim Riyad, Prens Abdullah kral olmazdan önce 2002’de Arap Birliği’ne sunduğu Arap Barış Girişimi’ne Tel-Aviv karşı çıktığı takdirde, bu işbirliğini resmîleştirmek niyetinde değil.[2]
İsrail ve Suudi Arabistan bir dizi hedef ile ilgili olarak belirli anlaşmalara vardı.
Politik düzeyde:
1. Körfez Devletleri’nin “demokratize edilmesi”, başka bir deyişle, halkın ülkelerin yönetimine katılımı, öte yandan monarşinin ve Vahabi yaşam tarzının maddî varlığının silikleşmesi; İran’da politik sistemin değişmesi (ayrıca İran’a savaş açılmaması);
2. İran’ı, (uzun süredir İsrail’in müttefiki olmasına karşın) Türkiye’yi ve Irak’ı zayıflatacak şekilde bağımsız bir Kürdistan’ın oluşturulması (Suriye’nin zayıflatılmasına gerek duyulmuyor, zira zaten hâlihazırda ciddi bir biçimde zayıflamış durumda.).
Ekonomik düzeyde:
1. Rub’al Hali petrol sahalarının işletilmesi ve Suudi Arabistan, Yemen ve belki Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında kurulacak bir federasyonun örgütlenmesi;
2. Ogaden petrol sahalarının Etiyopya’nın kontrolünde işletilmesi, Yemen’in elindeki Aden Limanı’nın güvenliğinin sağlanması ve Cibuti ile Yemen arasında bir köprünün inşa edilmesi.
Başka bir deyişle Tel-Aviv ile Riyad anlaşmaya varmak için ellerinden geleni yapıyor ve İran’ın, Irak’la Suriye’nin üçte ikisini, Lübnan’ın yarısını kontrol altına almasını kabul etme noktasına geliyor ama bu noktada:
1. İran’ı devrimini ihraç etme gayretlerinden vazgeçirmeye çalışıyor;
2. Uluslararası terörizmin yönetimi işini Suudilerin elinden alan Türkiye’yi dışarıda bırakarak, bölgenin geri kalan kısmını kontrol etmek istiyor, Suriye’deki gücünü ise yitiriyor.
Filistin
Oslo Anlaşmaları ile uyumlu bir biçimde, Arap Barış Girişimi uyarınca Filistin devletinin uluslararası planda kabul edilmesi ABD-İran arasındaki anlaşmalar imzalanır imzalanmaz birkaç ay içerisinde önemli bir mesele hâline gelecek.
Hiçbir zaman gerçek bir işleve sahip olmayan Filistin Birlik Hükümeti aniden istifa etti. Görünüşe göre Mahmud Abbas’ın liderliğindeki Fetih’in Filistin devletinin Birleşmiş Milletler’e girmesi durumunda halkı tarafından ciddi bir destek bulacağı kesin.
2008’den beri Direniş’i temsil eden Hamas ise Müslüman Kardeşler’in parçası olduğunu resmiyete dökmek ve aynı zamanda bölgede aktif bir biçimde tek Filistin yanlısı devlet olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı ele silâh almak suretiyle kendisini itibarsızlaştırdı (Müslüman Kardeşler de Suudi Arabistan’da bir dizi darbe girişiminde bulundu.). Sonuçta imajını temize çıkartmak amacıyla Hamas, büyük bir sağduyu ile hareket etme ve sadece şiddet dışı eylemleri destekleme kararı aldı.
Filistin devletinin tanınması, ülkeleri için yanıp tutuşan Filistinlilerin geri dönüş hakkına da bir son verecek ama bir yandan da Filistinlilere yeni bir statü kazandıracak. ABD ve Suudi Arabistan, yeni devletin ekonomisini geliştirmek için muazzam yatırımlar yapacak.
Mahmud Abbas’ın yerine getirilecek bir dizi aday var ortada. Abbas seksen yaşında ve görev süresi 2009’da sona erdi. Bu isimlerden biri, Yasser Arafat’ın zehirlenmesi sürecini örgütlediği iddia edilen, 2007’de ülkeyi terk etmek zorunda kalan eski güvenlik başkanı Muhammed Dahlan. Bir süre Birleşik Arap Emirlikleri için çalışan Dahlan Karadağ vatandaşlığına geçti. Aynı şekilde eski Tayland başbakanı Thaksin Shinawatra da Sırbistan vatandaşı olmuştu. Dahlan, Hamas’taki eski hasımlarının yardımı ile Şubat ayında Filistin’e geri döndü. Süreç içerisinde milyarder olup, birçok savaşçı satın alan Dahlan çuvalla para harcayarak seçimler için ciddi bir çalışma yürüttü. Diğer önemli bir aday da İsrail hapishanesinde beş kez müebbet hapse mahkûm olan Mervan Barguti. Barguti’nin barış anlaşması çerçevesi dâhilinde serbest bırakılması mümkün. Barguti, ayrıca Mossad üyesi katillerin elinden kurtulmayı bilmiş yegâne lekesiz Filistinli kişi.
Suudi Arabistan
Bu bağlamda Suudi Arabistan Kralı Salman’ın oğlu Prens Muhammed bin Salman’ın Rusya’ya yaptığı yolculuk genel bir şaşkınlığa yol açtı. Basında prensin Rusya’nın Suriye’ye yaptığı yardımlara son vermesini önerdiğine dair haberler çıktı. Söz konusu ziyaret İslam İşbirliği Örgütü yöneticisi İyad bin Emin Medani’nin yaptığı seyahatten bir hafta sonra gerçekleşti. Medani’ye birkaç bakan ve otuz civarında işadamı eşlik etti. Suudi delegasyonu Saint Petersburg’daki Ekonomi Forumu’na katıldı. Prens burada Başkan Vladimir Putin tarafından karşılandı.
Kurulduğu günden beri Vahabi krallığı ABD ile imtiyazlı bir dizi ilişki kurdu, Sovyetler’i ve sonrasında da Rusya’yı hasım olarak gördü. Görünüşe göre bu algı artık değişiyor.
İmzalanan ekonomik anlaşmaların ve işbirliğinin sahip olduğu dikkate değer önem yeni bir siyaset biçimini koşulluyor. Suudi Arabistan 19 nükleer enerji santrali satın aldı, Rusların yürüttüğü uzay araştırmalarına katılma kararı aldı, aynı zamanda detayları henüz yayınlanmayan petrol anlaşmaları konusunda müzakereler yürüttü.
Bu yeni uzlaşma konusunda oluşacak her türden muğlâklığa izin vermemek adına Putin, Rusya’nın Suriye’ye dönük desteğinde herhangi bir değişikliğin yaşanmayacağını, Suriye halkının isteklerine uygun her türden politik çözüme katkı sunacağını söyledi. Önceki ifadeleriyle tutarlı bir biçimde, seçimle işbaşına gelen Esad’ın yedi yıllık görev süresinin sona ermesi gerektiğine vurgu yaptı.
Kartların Yeniden Dağıtıldığı Koşullarda Kaybedenler
ABD-İran anlaşmaları imzalandığı noktada[3] kaybedenler şunlar olacak:
1. Üç nesildir uğruna mücadele ettikleri, devredilemez geri dönme hakkından mahrum kalacak olan Filistin halkı;
2. Gördüğü hegemonya rüyası, Müslüman Kardeşler’e verdiği destek ve Suriye’de aldığı mağlubiyet noktasında yüksek bir bedel ödemesi muhtemel olan Türkiye[4];
3. Bölgede sömürgeci çıkarlarını yeniden tesis etmek için dört yıldır mücadele eden, bugün itibarıyla kendisini nihayetinde İsrail ve Suudi Arabistan’ın basit bir tedarikçisi derekesine düşüren Fransa[5].
Thierry Meyssan
Dipnotlar
[1] “The ‘Arab’ Common Defence Force”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 14 Mayıs 2015.
[3] “What will become of the Near East after the agreement between Washington and Teheran?”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 23 Mayıs 2015.
[4] “Nearing the end of the Erdoğan system”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 15 Haziran 2015.
[5] “Middle East: The predictable defeat of France”, Thierry Meyssan, Çev.: Pete Kimberley, Voltaire Network, 8 Haziran 2015.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Humeyni'ye Suikast

İsrail’in dış istihbarat kolu Mossad’dan ayrıldıktan yirmi üç sene sonra bir hatıra, Yossi Alfer’i sabahın dördünde uyandırıyor. O günlerde hâlâ Paris yakınlarında sürgünde olan Ayetullah Ruhullah Humeyni’yi 1979’un başında öldürme isteğini Mossad ya kabul etmiş olsaydı?
Verdiği mülâkatta Alfer bu soruya “cevap vermesi imkânsız” karşılığını veriyor. “Oldukça karizmatik liderlerin merkeziliği ve dolayısıyla onların ortadan kaldırılması için her zaman bir gerekçe ortaya konulmak zorunda.”
Alfer bu olayın temellerini son kitabı Periferi: İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları’nda ortaya koyuyor. Mossad’ın başındaki isim olan İshak Hofi, Mossad’ın Tahran temsilcisi Eliezar Şafrir ile Alfer’i huzuruna çağırıyor ve onlara, giderek büyüyen protestoların önünü kesmek için o dönem Şah’ın bekçi niyetine atadığı başbakanı Şapur Bahtiyar’dan gelen, Humeyni’ye “suikast düzenleyin” ricasını iletiyor.
Şafrir’in cevabı olumsuz oluyor: Eğer Humeyni İran’a dönerse, onun muhtemelen ordu ve Şah’ın güvenlik polisi Savak’ın hakkından geleceğini söylüyor. Alfer derin bir nefes alıp şu tespiti yapıyor: “Mevcut risk hakkında hükümde bulunabilmek için, Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu, elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz.”
Humeyni’yi hafife almak sadece Mossad değil, ABD, Britanya ve Savak’ın da önemli bir hatası. Bugün bildiğini bilse Alfer neyi tavsiye ederdi acaba?
Alfer bu noktada, “Eğer bu konuşma birkaç ay sonra yaşanmış olsaydı, ben muhtemelen ‘bu riske değer’ derdim” diyor. “Ben farklı bir görüş sunsaydım, Mossad başkanının farklı bir karar vereceğini söylemiyorum, bu, bugüne kadar bende kalan bir yüktür.”
Devrimciler iktidara gelince niyetlerini hızla açık ediyorlar. “Muhalefetin hakkından nasıl geldiğini, tüm o idamları gördük ve onların kararlılıklarını bir biçimde takdir ettik. Devrimi ihraç etmeyle ilgili planlarını hiç saklamadılar. Anlaşılan o ki Bahtiyar bunu anlamıştı ama biz ne Bahtiyar’ı ne de mollaları tanıyorduk. Gidişatı anlamadık.”
Alfer’in bu sürükleyici çalışması kendi tecrübesine ve bir yığın mülâkata dayanıyor. Kitap, esas olarak Cemal Abdulnasır liderliğindeki Mısır’ın başını çektiği, “Arap merkezci” devletlere karşı İsrail’in bölgesel müttefikler bulduğu, 1957-8 döneminde başbakan olan David Ben Gurion tarafından geliştirilmiş “Periferi Doktrini”ni inceliyor.
Alfer, “Mossad’ın başbakana bağlı olduğunu, dolayısıyla Ben Gurion’un bu görevi Mossad’a vermesinde bir anormallik bulunmadığını” söylüyor: “Ben Gurion dışişleri bakanlığına uzaktı. Bunlar gizli ilişkilerdi ve temelde bu ilişkilerle ilgili tüm bilgileri başbakana bildirmek de Mossad’ın işiydi.”
Alfer gibi Mossad ajanları, ülkelerde ve oralardaki etnik veya dinî azınlıklar içerisinde faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyet alanları Etiyopya’yı, Sudan’ı, Fas’ı, Yunanistan’ı, Lübnan Marunîlerini, Irak Kürtlerini, güney Sudan’ı ve Berberîleri içeriyor.
Alfer, o dönemde Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu Irak’ta Kürt savaşçıları eğitiyor ta ki Şah, 1975’te Cezayir Anlaşması ile Kürt isyanına yönelik desteğine son verip fişini çekene kadar.
İsrail’in Ortadoğu’da müttefik arayışı üç başlıklı. Ellilerden beri Türkiye ve İran ile istihbarat üzerinden bir ittifak söz konusu. İran ile ilişki 1979 Devrimi’ne dek sürüyor, 2009 civarı başbakan Erdoğan ile birlikte iki ülke arasında belli bir mesafe açılıyor.
“Tahran’daki ticarî heyetin başındaki isim oldukça tecrübeli bir büyükelçiydi. Şah’a direk ulaşabiliyordu ama [resmî] bir rütbesi yoktu, diplomatik kokteyllere hiç davet edilmiyordu, zira İranlılar Araplar karşısında İsrail’i belli ölçüde reddettiklerini göstermek istiyorlardı.”
Toplamda periferi doktrininin kapsamı seksenlerde “merkezî” Arap devletleri ile yürütülen barış görüşmelerine doğru daralıyor. Bu ilişki militan İslamcılığın muhtelif akımları karşısında düşman olmayan kimi Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, 2010’dan sonra farklı bir kılıfta yeniden gelişme imkânı buluyor.
“Bugün eğer düşman kesimi tarif etmek istersek, karşımıza gayet amorf bir yapı çıkar: ilk başta sayılması gereken, Hizbullah ve Hamas gibi devlet olmayan aktörlerdir. Buna IŞİD ve Nusret Cephesi eklenebilir. Etrafımızda akışkan, devrimci bir durum mevcuttur. Bu durum bizim her daim tetikte olmamızı gerekli kılıyor. Bu nedenle bölgeye bir mozaikmiş gibi bakıyoruz. Mozaiğin her bir kare taşına atlayıp mevcut durumları birer faydaya çevirmeye çalışıyoruz. Sahaya baktığımızda karşımıza İran ve Türkiye çıkıyor. İran Hizbullah’ı destekliyor ama Türkiye’yi tam bir düşman olarak tanımlamak güç. Son süreçte İsrail’le Türkiye arasındaki ticarî ilişkilerde, diplomatik gerginliğe karşın, ciddi bir patlama yaşanıyor.”
O hâlde İsrail için en büyük tehdit kim? İran ekseni mi, Hizbullah mı, Esad rejimi mi? Yoksa IŞİD ve Nusret Cephesi gibi militan Sünni Müslüman gruplar mı?
Alfer bu soruya şu cevabı veriyor: “Her ikisi de bizim için kötü. Ama hangisi acil olarak halledilmeli diye sorulacak olursa, bu sorunun cevabı Hizbullah ve İran olur. Esad burada artık neredeyse pasif bir oyuncu hâline gelmiştir. Bunlar bizim için acil ele alınması gereken düşmanlar, öte yandan IŞİD’in ağzından bizimle ilgili tek laf işitmiyoruz. İslamî fanatiklerin bizden kurtulmak istediklerine şüphe yok ama ellerindeki kara listede biz epey alt sıralarda yer alıyoruz.”
Karşısında bu düşman cephesini bulunca İsrail, Azerbaycan, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs’la bağlantılar kuruyor, Rusya, Çin ve Hindistan’la ticarî ilişkilerini geliştiriyor. Bu da, periferi doktrininin geliştiği ellilerle kıyaslandığında, bugün İsrail’in epey güçlü olduğunu gösteriyor. Alfer bu noktada şu tespiti yapıyor: “Elimizde daha fazla seçenek var, artık sırtımızı sürekli duvara yaslamak zorunda değiliz.”
Bir de İsrail’in Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle ilişkileri meselesi var. Bu da İsrail’e ihraç edilen Şah petrolleri kadar “gizli” bir mesele.
“Bir buçuk yıl önce Bibi [Netanyahu, -İsrail başbakanı] BM’de çıkıp İsrail’in Körfez ülkeleriyle ilişkisini faş etti. Her şeyi açık açık söyledi. Bu ilişki ne kadar somut, bu başka bir mesele ama en azından bir ilişki olduğu açık. Ama gene de ikircikli bir ilişki bu, çünkü bu ülkeler IŞİD ve Nusret Cephesi’ni besliyor, bu, İdlib’de ve diğer yerlerde yaşananlardan belli.”
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti de İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Zira Irak ve Suriye artık güvenli değil. “Türk kamyonları İsrail limanı Hayfa’dan çıkıp Beit She’an Vadisi’nden geçerek Ürdün’e giriyor, Türk malları buradan Arap yarımadasına ulaştırılıyor. Türk plakası kamyonlar gemiyle gelip yollarına devam ediyor. Bu, birkaç yıldır bu şekilde gerçekleşiyor, bir tür statüko gereği muazzam bir ticarî çıkar söz konusu burada.”
Alfer İran konusunda biraz karamsar. Kitabında “periferi nostaljisi” başlıklı bir bölüm var. Bu tabirle Alfer, İran’la ilişkilerin iyileşmesinin Tahran’daki devlet yetkililerinin değişmesine veya yerinden edilmesine bağlı olduğuna dair kanaate işaret ediyor. Her ne kadar Alfer, Obama yönetimi içerisinde bir “muadil” keşfetse de, İran-Irak savaşında İsrail’in Irak’a silâh gönderdiği seksenlerden beri bu ilişkinin çok zayıfladığını söylemek gerekiyor.
“Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif ile yapılan bu nükleer anlaşmasının İran’daki politik hayatı ılımlılaştıracağını ve bunun İranlı ya da değil, herkesin faydasına olacağını söylüyorlar. Umarım başarılı olurlar. İran’ın nükleer silâha sahip olması konusunda hiç endişelenmeksizin bir on yıl daha yaşamaya itirazım yok benim ama beni asıl rahatsız eden, bu anlaşmanın İran’ın Irak, Suriye ve belki de Yemen’de bölgesel hegemonya peşinde koşmasına dönük sahada uygulamaya sokulacak bir hoşgörüye tercüme edilmek istenmesi.”
Belki de bugün her şey çok farklı olabilirdi. Mossad’ın Tahran’daki eski ajanı Şafrir ile Alfer bugün Tel Aviv’de birbirlerine yakın evlerde yaşıyorlar. Alfer mülâkatta “onunla yüzme havuzunda buluşup sohbet ettiklerini” söylüyor.
Gareth Smith