30 Haziran 2015 Salı

Üçüncü Özgürlük Filosu

Gayrı meşru İsrail devleti, 2006 yılından beri Gazze Şeridi'ne uyguladığı insanlık dışı ablukayı kırmak için yola çıkan 3. Özgürlük Filosu'na uluslararası sularda müdahale ederek yeni bir korsanlık eylemine imza attı. Geçen yıl, 2.300 Filistinlinin hayatını kaybettiği 52 gün süren barbarca saldırının yıldönümünde Siyonist apartheid rejimi yeni suçları, bugüne kadar işlediği suçlar cezasız kaldığı için işleyebiliyor. Saldırıdan birkaç gün önce Türkiye ile İsrail rejimi arasında, Roma'da, ikili ilişkilerin "normalleştirilmesi" yönünde atılan adımlar endişe verici.
Filistin için İsrail'e Boykot Girişimi olarak, Filistin halkının mücadelesine destek veren herkesi, 3. Özgürlük Filosu'na yapılan saldırıyı protesto etmek, ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde atılan yeni adımlara “hayır” demek ve boykot çağrısını yükseltmek için düzenleyeceğimiz basın açıklamasına davet ediyoruz.
Tarih: 1 Temmuz 2015 Çarşamba
Saat: 19.00
Yer:
İstanbul - Galatasaray Lisesi önü / İstiklal Cad.
Ankara - İnsan Hakları Anıtı / Yüksel Cad.
Filistin için İsrail'e Boykot Girişimi

Doğu Türkistan

Son günlerde sosyal medyadaki sahte fotoğraf ve abartıları kullanarak Çin zulmünü aklamaya girişmiş bir kampanya başladı. Sahte fotoğraflar, yalan haberler ve abartılı yayınlarla Doğu Türkistan'daki mazlumlara sahip çıktığını sananlarla bunların hepsi yalan diyenler arasında bir benzerlik var ve gide gide bu iş Doğu Türkistan'daki Apartheid benzeri rejim ve uygulamaları aklamaya dönüşüyor.
(Birileri birden bire Türklere ve Kürtlere dönük ve etnik temelli yüksek dozda bir tahrik bombardıman etmeye başladı. LÜTFEN kaynağından emin olmadan hiçbir şey paylaşmayın ve Çinliler veya Uygurlara dönük herhangi bir ırkçı paylaşımı yaymayın.)
Evet, son derece inanılmaz sahte fotoğraf ve abartılarla dolu Sosyal Medya; ama bunlara bakıp işin aslını araştırmadan Çin Konsolosluğu bülteni olmanın âlemi yok. Evet, Ak Parti de pek çok konuda yalanlar söyledi tamam ama Ak Parti çevresi konuyla bu kadar ilgili değilken de bu mesele yazıldı çizildi. O zaman konuya eğilmemişken şimdi AKP çevresi ilgilenmeye başladı diye mi Çin Konsolosluğu bültenine döndü bu vatandaşlar?
Evet, herkese yasaklamadılar orucu (devlet memurlarına, eşitlerden 'daha eşit' olan Komünist Parti üyelerine, 'önemli işlerde çalışanlara', 18 yaşından küçüklere yasakladılar. Bir sonraki kuşak Müslüman olmasın istemekten başka nasıl yorumlarsınız siz? Sahi Başörtü yasağını nasıl karşılamıştınız?), evet, kimsenin derisini yüzmediler veya kimseye zorla içki içirmiyorlar ama mesela Uygur nüfusu kendi yurtlarında 50 yılda %45'e nasıl düştü? (Tibet konusunda tüm dünyanın baskılarına muazzam dezenformasyon yeteneğiyle direnen Çin istihbaratının eli de armut toplamıyor, evet.)
Türkiye Cumhuriyeti'nin burnunuz dibinde kendi vatandaşı ve kardeşleriniz, akrabalarınız Kürtlere yaptıklarına da inanmıyordunuz. Kürtçe de Kürt olmak da yasak değildi ama bölgedeki ekonomi, valiler, teröristler... Hâlâ on binlerce insan Kürtlere uygulanan haksızlıklara gıklarını çıkardıkları için Türkiye hapishanelerinde değil mi?
Yüzölçümü İran kadar ve İran'dan daha zengin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip Doğu Türkistan bölgesinin insanlarının yıllık ortalama geliri ne durumda merak ettiniz mi?
Doğu Türkistan'ın Müslüman kimliği onların egemen medyada seslerini duyurmasına engel, belki de Çin'in Tibet'te yaptıklarını Uygur Türklerinden esirgeyeceğine nasıl ikna olursunuz.

Kur Şoklarından Borç Krizine

Ekonomide Ani Çöküş
Dolar'daki dalgalanmalar ve yükseliş sürüyor. Hatta Eylül ayında beklenen FED'in faiz artırımıyla, Dolar’ın 3000 Lira eşiğini geçmesi yüksek bir olasılık. Dolar, Türkiye tarihinin en yüksek seviyesini birkaç defa geçti. Yaşanan ve olası kur şokları, döviz krizini tetikleyebilir ve yapısal ekonomik sorunları olan Türkiye’yi (tahmini olarak 2025'lere kadar etkileyecek) uzun süreli bir kriz momentine sokabilir. Domino etkisiyle ekonomide ani çöküş yaşanabilir. Lira’nın hızlı değer kaybetmesi; borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerinin artmasına ve özel sektörde seri iflaslara yol açabilir. Türkiye’nin döviz rezerv açığı 431 milyar Dolar. Kurdaki 1 kuruşluk artış, açığın 4.3 milyar Lira büyümesine neden oluyor. Önümüzdeki 12 ayda ödenecek borç yükü 166 milyar Dolar’a ulaştı. Merkez Bankası’nın elindeki brüt Dolar rezervi 104 milyar Dolar. Kurdaki oynamalar, rezervin hızla erimesine yol açıyor.
Yeni Gelişmekte Olan Piyasalar: Küresel Sermayenin Yeni Av Sahalar
Neo-liberal restorasyon politikaları küresel finans kapitale olağanüstü hamle ve hareket serbestliği kazandırdı.
Kapitalizmin yapısal/genelleşmiş krizini aşmak için finans kapital ve kapitalist devletler tarafından devreye sokulan neo-liberal politikalar, “yapısal uyum programları” adıyla hayata geçirildi. Bu politikalar sistematik bir karşı devrim niteliği taşıdı.
Çevre ülkeler (gelişmekte olan piyasalar) askeri faşist darbeler ve “borç bağımlılığı” üzerinden, programa entegre edildi.
Çevre ülkeler, küresel finansal kapital için yeni av sahalarına dönüştü. Bu süreç çevre ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geldi. IMF ve Dünya Bankası post-kolonyal kurumlar olarak öne çıktı.
Periferinin yeni av sahalarına dönüşmesi, periferinin sermaye akımlarına tümüyle açılması ve küresel piyasalara entegre olması anlamına geldi.
Yeni gelişmekte olan piyasalar yapısal ekonomik sorunların yanında, dış ticaret açığı, yüksek cari açık ve olağanüstü dış borçla karşı karşıya kaldı.
Sermaye Akımları ve Kriz Mekanizması
Bu kronik açıkların finansmanı küresel piyasalardan karşılandı. En başta ekonominin dönmesi için çevre ülkeler sıcak paraya, genelde dış kaynağa narkotik bir bağımlılık içine girdi.
Yüksek faiz uygulamalarıyla, sıcak para “gelişmekte olan piyasalara”, kapitalizmin ikinci kuşak ülkelerine çekildi.
“Küreselleşme” sürecinde aktüel bir sermaye ihracı olan bu “operasyonlar”, çevre ülkeleri faiz, cari açık, dış borç denklemi/ sarmalı içine soktu.
Küresel sermaye, kâr oranları düşük merkez ülkelerde sabit sermaye yatırımları yapma yerini (manik karakterinden dolayı) maksimum kâr amacıyla faiz oranları yüksek ülkelere yöneldi.
Sermaye hareketlerinde bu salınım büyük finansal kârların yanında, finansal anafor ve gelgitlerin önünü açtı.
Çevre ülkelerde tam anlamıyla sermaye hareketlerinin yönelimine bağlı bir ekonomik/finansal mimarı oluştu.
Sıcak para akışının durması ya da sermayenin “anavatana dönüşü”/kaçışı 1980’den sonra yaşanan krizlerin temel nedeni oldu.
Kriz ve sermaye hareketleri arasında birbirini etkileyen ve tetikleyen bir mekanizma oluştu.
1981-1982 borç krizi, 1997 Asya krizi, 1999-2001 borsa krizleri gibi krizler bu ilişkiye örnektir.
En Kırılgan Ülke: Türkiye
2013’ten itibaren FED’in parasal politikalarını değiştirmesi ve faizlerin yukarıya çekmesi, küresel likidite sorununa yol açtı. Sermayenin çevre ülkelerden merkez ülkelere dönmesini ve sermaye akışında belirgin gerilemeye neden oldu.
Bu süreç, Türkiye dâhil gelişmekte olan piyasalarda (başta Malezya, Şili, Güney Afrika’da) krizi tetikleyici etki yarattı.
Türkiye IMF, Dünya Bankası ve FED’inriskli ülkeler raporunda, ayrıca Ficht ve Mody raporlarında en kırılgan ülke olarak açıklandı. Kur şoklarının yanında, Yunanistan'daki krizin seyri, ülke iflası yönünde gelişmeler, küresel finansal dalgalanmalar, jeo-politik risk faktörleri, Türkiye'de siyasi belirsizlik durumu ve siyasi kriz riski Türkiye'yi krizin eşiğine getirdi.
Türk Lira’sının hızla değer kaybetmesi,(2013’ten beri %40’ın üzerinde değer yitirdi) ve durumun kontrol edilememesi borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerini artıyor ve şirket iflasları yanında, hızlı çöküşlerin yaşanacağı yıkıcı bir konjonktürün önünü açıyor.
Sınıfsal Öfke ve Kinin İnfilakı
Bu süreç toplu tensikatlar, işyeri kapatmaları, emeğin değersizleştirme operasyonları, kısaca sınıfa stratejik saldırılar anlamına geliyor. Süreç sınıfsal antagonizmayı şiddetlendiriyor.
Artık her havza ve proletarya açısından her stratejik kent, sınıfsal öfke ve kinin biriktiği ve her an infilak etmesi muhtemel coğrafyalara dönüşüyor. Havza ve Kent grevlerinin önü açılıyor. Metal direnişi ve fiilî grevler, bu öfkenin gücünü, enerjisini ve yayılma kapasitesini açığa çıkardı. Sınıfın yaratıcı ve muhteşem kudretini ortaya koydu. Önümüzdeki dönem benzer dalgalanmalara gebedir. Özellikle sınıf açısından stratejik iller dikkatle izlenmelidir.
Görev, sınıfsal öfke ve kinin parçası olmaktır. Ateş olmak ve ateşe dönüşmektir. Sınıfsal öfke ve kini örgütlenmek ve kristalize etmektir. Kriz tartışmalarını bu eksende ele almak gerekir.
Volkan Yaraşır

29 Haziran 2015 Pazartesi

Müslümanların İdeolojileri

Müslümanlar, seküler bir heyecanın aşkın olan ile süslenip kusursuzlaştırılmasına ve dünyaya dair, dünyadan bir dayanak edinip onun suretine kutsalı bezemeye duydukları sevdanın sonucu olarak ideolojileriyle belirir, en güzel olduğu müjdelenen isimlerine ekleme yapma ihtiyacı içinde Feminist, Marksist, Antikapitalist, gibi ikincil, tanımlayıcı mahiyeti haiz önadlara yönelirler. Haklılıklarının temsili böylece karşı konulamaz bir güce sahip kılınır ve alınan destek en tartışılmaz olana kadar götürülerek sarsılmazlık sağlanır: eylem daha keskindir artık, dil imanla örülü bir boşluksuzlukla kullanılmaya başlanır ve daha sivri ötekiler tanımlanır. İdeolojik söylemin başvurduğu her türlü düzenbazlık, sorgulanmayanın sihirli elleriyle temize çıkarılır, pir ü pak edilir: bütün söz oyunları kutsalın parçalarında göz ardı edilebilecek bir yer bulmuştur. Hakikat, artık öfkenin bir yansımasıdır; ona öfke dolu tanımlamalar getirilir, öyle ki, bu öfke, eylemin ruhudur, imanın koşulunu sağlayandır, sükûn edilemeyecek dünya koşullarının yıkıcı vaadidir. Aksiyon, öfke dolu aksiyon tek ve mutlak ameldir.
Bu çerçeve, belirttiğim üzere, radikal bir ideolojik tutumun, aşkın olanın cazibesine kapılıp onunla giriştiği flörte dair bir tabloyu ihtiva ediyor. Yoğunlaşılması gereken, dikkate ve yeniden düşünülmeye şayan mesele ise şu: tamamlanmış, kemale erdirilmiş olduğuna inanılarak üzerinden yaşamın en ince detayına kadar kurgulandığı ve kurumsallaştırılmaya oldukça meyyal bir inanç sisteminin, mensuplarınca eksiklikle itham edilebilir bir tarzda yorumlanması ve buna göre de tamamlayıcı mahiyet taşıyacak ‘izm’lerden medet umulması. Akıl yürütmemiz, hemen ilk elden, böylesi bir çabanın kökten yanlışlığına dikkatimizi çeker, hata üzere olduğumuzu yüzümüze vurur ve ideolojinin Müslüman’ın adına kat’i surette yaklaşamayacak, yakışamayacak bir dünyadanlığı içerdiğini ortaya koyarak bizi sıkıştırır. Yine aynı bakış bize öğüt dolu sonuçları isteklice sunacaktır: Müslüman, kendisinin en güzel adı taşıdığına dair ilahi kanaati samimiyetle paylaşmalı, farkındalığı bir ikinci etikete gerek duymayacak bir sahiplenme ile İslamî nosyonların bütünleştiriciliğini ve geçerliliğini onaylamalı. Müslüman adını, bir ad olmanın ötesinde, bir dünya görüşünün, merkezî bir düşünüş noktasının, sarsılmayacak bir doğru temelinin tezahürü olarak görüyorsanız ki görmelisiniz, onun önünde veya arkasında bu sağlamlığa ve gerçekliğe halel getirebilecek, ortaklar sunabilecek adlandırmalardan vazgeçmelisiniz. Teslimiyetin, Müslüman olmanın özündeki kesinliğe yakışır gerçek bir vazgeçiş olmalıdır bu. Müslüman, belirsizlikten en uzak olandır çünkü, ve bu haliyle o, ideolojinin her yere yetişmeye çalışmasındaki aceleciliğinin getirdiği detaylılığın, bulanıklığın ve katmanlılığın hiçbir şekilde etkileyemeyeceği kişi olmalıdır. Bu meli, malı cümleleri son bulabilir değilken, şüphe etmekte zorlanacağımız bir mesele olarak ideolojik söylemin baştan çıkarıcılığının, bu tekliği, bilginin hakikatin ve gerçeğin aşkın kaynağındaki bu mutlaklığı kolaylıkla kabul edebilir görünmediği ile yüzleşiriz. Hakikate hakikat ortak etmenin getirdiği kaçınılmaz üst çatışmaya şahit olur, bölünmüş zihinlerdeki ilkelerin nasıl sağlamlık, kalıcılık ve etkililik peşinde özneleri baskıladığını görürüz.
Bütün sevimsizliğiyle hedef tahtamızda bulunan radikallikten biraz olsun sıyrılabilmek adına, yükleneceğimiz bir tanımlama yükü ile geniş ve farklı bir bakışın bize seslenmesini sağlayabiliriz: yalnızca Müslümanlara izafe edilmeyecek tarzda, bütün ideoloji takipçilerinin bir şekilde yakınlıkla, samimiyetle ilintili bir temelden hareket ediyor olduklarına dair kanaat edinmek çok zor değildir. İdeoloji, bütün uzaklığına, tek boyutluluğuna ve yıkıcı potansiyeline rağmen, çehresini değiştirmeye de oldukça eğilimli olarak bir haksızlığın görünürlüğünde yaşam alanı oluşturup isyan suretinde yükselir. Ve ideoloji ancak samimiyetini takınarak vicdanlarda yükselebileceğini bilir; ortada gerçekten yok edilmesi gereken şeylerin olduğu fikri bütün varlığın anlamına içkin kılınacak yoğunlukta bir samimiyetle anlatılır. İdeolojinin yöneldiği yıkım nesnesi günahkârlığı şiar edinmiştir ve söylemin kudretince uyarılmayı hak etmektedir. İdeoloji bir vurgudur: öznelere, öznelerin koşullarına, kolektiviteye yönelmiş, değişime odaklanmış öfkeli bir çözüm endişesidir. Ve her sorun bir ideoloji üretir; önemli olan, bu soruna yönelmekteki radikalliğin, tahammülsüzlüğün, iletişimin boyutudur. İdeoloji, böylece yaptığı seçime göre yıkıcılığın ya da yapıcılığın tarafında bir konuma yerleşir.
Tarih sahnesinde görünmeye başladıklarından beri, Müslümanların, sorundan münezzeh kılınamayacak en ciddi güruhlardan biri olduğunu söylemek için pek çok sebebimiz vardır. Sorunun varlığı ile ortaya çıkan zorunlu çözüm arayışının bizi ideolojiye yaklaştıracağını düşündüğümüzde, Müslümanlara onların dışında olan ama onları tanımlayabilen bir ikincillik atfetmek durumunda kalırız. İdeolojik bakışın dünyeviliği hiçbir mana ifade etmez artık: işimiz sadece dünyadadır, aşkın olan müdahalesini dünyanın dışında yapacaktır, ilkeler değişim için kullanılacak, aşkının ruhu dünyaya eylemin özünde yansıyacaktır. Müslümanlar değişime el attıkları her an, farkında olsunlar veya olmasınlar, ideolojinin sahasında yürümeye başlarlar. Ne seküler ne de ruhban olabilen Müslüman, dünyaya bağımlı idealinde ideolojiden iz bulmak zorundadır. İdeoloji, dünyayı, dünyeviliği boşluk bırakmadan kuşatmıştır, hem de samimiyetle kuşatmıştır. Rahatsız ediciliği ile reddedilmesi mümkün olmayan bir varlık sahası kazanan ve dünyadan olan belirli herhangi bir durum, bir haksızlık, ideolojinin öfkesinin nesnesidir, yöneldiğidir. Müslüman öznelerin, dünyada ekip ahirette biçecek olanlar olarak, bu samimiyetten tam korunmuş bir şekilde etkilenmeyeceklerini, etkilenmemeleri gerektiğini söylemek, bunu ısrarla telkin etmek, bir mutlak-kapalılığın, bulanık bir kibrin ifadesidir ve öznel olanın sınırlarına bir tecavüzü içerir: tanımlanmış, yönelinmiş olan bir haksızlığa takınılan samimi ve kuşatıcı bir karşı duruştan bahsedildiğinde özneden yalnızca yüz çevirmesini istemek kısıtlamanın belki de en acımasız olanıdır, hakikatin örtülmesine tehlike içinde zemin hazırlamaktır.
Burada karşımızda bulunan esasında bütün belirsizliğiyle bir ad sorunudur; özneleri, değiştirebilecek yegâne varlıklar olan bireyleri, vakaya yaklaşmamayı telkin edebilecek bir edilgenliğe sürüklemek için fırsat bekleyen ve ideolojik adın arkasındaki yapıcı aksiyonu öldürmeye niyetlenmiş bir tahriptir tehdit olunduğumuz, izm’e olan nefretle yoğrulmuş adi bir umursamazlıktır. Örneğin yoksulun hali bu adın arkasında sırt çevrilecek bir surete bürünebilir haldedir artık; kadın, ideolojikliği iman dolu bir tavırla cezalandırmanın kisvesinde kimliksiz, kişiliksiz, değersiz bırakılabilir olandır. Bu ahlaksız suç, yalnızca Müslüman kalmayı değil, Antikapitalist veya Feminist Müslüman olarak da anılmayı yeğleyen insanların sözde samimiyetsizliğine yıkılacaktır. Bir döngü olarak suçlu hem öteki görülen hem de eylemsizliği aklayan nesne olmuştur bu ad sorunun tahripkârlığında. Bu, böyle olmak zorunda değildir: Müslüman kimliğinin adı, güzelliği, tekliği ve yeterliliği üzerinden bir eylemsizlik tanımlamak akıl almaz bir kısıtlama, paradoksal bir çözümsüzlüktür. Müslümanlar ahirete aittirler, ancak değiştirilmesi gereken bir dünyada yaşamaktadırlar.
Ertuğrul Nehri

7 Haziran Genel Seçimleri ve Devrimci-Demokratik Hareket

Nihayet 7 Haziran genel seçimleri sonuçlanmış, aşağı-yukarı beklentiler gerçekleşmiş ve tahmin edilen sonuçlar ortaya çıkmıştır. 7 Haziran genel seçimlerinin hâkim sınıflar cephesinden ve devrimci-demokratik güçler açısından ele alınış biçimi ve ortaya çıkan sonuçlara ilişkin tespitler ve önümüzdeki döneme dair değerlendirmeler yapılmaktadır.
13 yıldır TC devletine tek başına hükümet olan AKP, bu dönem boyunca devletin tüm olanaklarını kendi kliği için seferber etmiş, birçok kurumu ele geçirmeyi başarmıştır. Egemen sınıfların diğer kliklerine karşı amansız mücadele eden AKP, dokunulamaz denilen Türk ordusunun paşalarını, rütbelilerini, çeşitli kurum ve kuruluşlardaki Kemalist kliğin ateşli savunucularını Ergenekon davası kapsamında kodese tıkamayı başarmıştır. Ordudan, yargıya, polis teşkilatından, sendikalara kadar tüm alanlarda kendini hâkim hale getirmiştir. Kemalist kliği ezme, hareket alanını daraltma, sindirmede büyük oranda başarılı olmakla beraber, bu kliğin ve ona yedeklenen halk kitlelerinin öfkesini de büyütmüştür.
Kaypakkaya yoldaşın berrak bir şekilde ortaya koyduğu gibi, bu iki klik arasındaki mücadele TC devletinin kuruluşundan beri devam etmektedir. Bu gerçeklik, tek parti döneminde aynı parti içerisinde, çok partili dönemde ise farklı farklı partilerde kendini ifade ederek devam edegelmiştir. Tüm bu tarihsel süreç boyunca yarı-sömürge durumdaki ülkemizin hâkim sınıf klikleri kendilerini emperyalist devletlerden birine yaslayarak ya da daha doğru bir ifadeyle, emperyalistler kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarına uygun politik figürleri destekleyerek hükümet haline getirmiştir. Özellikle 1950’lerden sonra belirleyici emperyalist güç ise ABD olmuştur.
Hâkim sınıf klikleri arasında gerçekleşen dalaşta en önemli ayak ise kitlelerin desteğini almaktır. Kitlelerin desteğini almanın en iyi yöntemi ise yaratılan suni gündemler etrafında kitleleri kendine yedeklemek, halk kitleleri arasına duvarlar örmek ve onları saflaştırmaktır. Egemenler bu yöntemi günümüze kadar başarıyla uygulamıştır.
Her ne kadar kendi aralarında ciddi kapışmalar yaşasalar da -kimi dönemlerde uzlaşmalar- halkın mücadele ve taleplerine karşı ortak bir duruş sergilemişlerdir. Halk kitlelerine saldırganlıkta, devletin bekası ve sürekliliği açısından ortaklaşmaları kendi sınıfsal çıkarları açısından normal olandır. Baskı ve zulme karşı yükselen muhalefeti kendi yedeklerine almak için bolca demokrasi nutukları atmışlardır.
Halk kitlelerinin biriken öfkesi çeşitli biçimlerde kendini dışa vurmuş olsa da en nihayetinde hâkim sınıf kliklerinden birine yedeklenmekle sonuçlanmıştır. Bunun esas nedeni devrimci-komünist önderliğin olmamasıdır.
Kürt Özgürlük Hareketi
Dili, kültürü yasaklanan, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla yok sayılan ezilen Kürt ulusu, Kürt Özgürlük Hareketi önderliğinde uzun yıllara yayılan mücadelesi sonucu önemli kazanımlar sağlayarak günümüzdeki örgütsel gücüne ulaşmıştır. Bu güç başta Kürt ulusu olmak üzere ezilenler açısından önemli bir moral kaynağıdır. Ülkemizde hâkim sınıf klikleri dışında politik arenada halk saflarında yer alan etkin bir gücün olması oldukça önemlidir. Bu hareket tüm alanlarıyla bir bütünlük içerisinde hareket etmekte, parlamentoyu da bunun bir ayağı olarak örmektedir. Bundan dolayı büyük bedeller ödeyerek yürütmüş olduğu mücadelenin bir sonucu olarak parlamentoda da önemli bir alan kapmıştır.
İdeolojik ve örgütsel yapısının ana gövdesini Kürt Özgürlük Hareketi’nin oluşturduğu HDP seçimlere parti olarak katılma kararı almış, yürütmüş olduğu çalışma, belirlemiş olduğu perspektif ve yakaladığı sinerjiyle barajı aşmayı başarmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin önceki seçimlerden farklı bir biçimle -parti olarak- seçime katılmış olması 7 Haziran genel seçimlerinin esas gündemini oluşturmuştur. “HDP barajı aşacak mı yoksa baraja mı takılacak?” en çok merak edilen ve üzerinde çokça tartışılan mesele olmuştur. Çünkü her iki durumda önemli sonuçlar doğuracaktı. Birinde anti-demokratik baraj uygulaması sonucu HDP’nin parlamentoda yer alamaması, yürütülen ”sürecin” akıbeti, anti-demokratik bir uygulama olan baraj ve meşruluk tartışmaları, yeni siyasi krizlere yol açacaktı. İkinci durum, yani barajın aşılması ise AKP’nin tek başına hükümet olma dönemine ve onun liderinin başkanlık isteğine büyük bir darbe vuracaktı. Nihayet seçim sonuçlanmış ve HDP barajı aşarak parlamentoda yerini almıştır. Bu anlamıyla “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı hayat bulmuştur. HDP’nin barajı aşması AKP’ye vurulan en büyük darbe olmuştur. HDP’nin barajı aşmasının kendisine vuracağı darbenin farkında olan AKP, seçim boyunca HDP’yi hedef almıştır. HDP bürolarına ve çalışanlarına yönelik yüzlerce saldırı gerçekleştirilmiştir. Yine Adana ve Mersin’de teşkilatlara bombalar konularak patlatılmıştır. Son olarak Diyarbakır mitinginde patlatılan bombalar sonucu 5 yurtsever şehadete ulaşmış, çok sayıda kişi yaralanmıştır. AKP eliyle gerçekleştirilen bu saldırılar Kürt halkının yoğun tepkisiyle karşılanmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, tüm bu saldırıları ve provokasyonları püskürtme yeteneğini göstererek AKP’nin kendisini çekmek istediği zemine düşmemiştir. HDP’nin Kürdistan’da AKP’yi dibe göndermesinde Kobanê direnişi ile başlayan ve AKP’nin meseleye yaklaşımının büyük bir payı olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde oyalama, aldatma siyasetine karşı biriken öfkenin patlaması olarak da okunmalıdır.
Türkiye Solu ve Seçimler
Türkiye solunun önemli bir bölümü 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi desteklemiş ve HDP listelerinde yer alarak seçimlere katılmıştır. HDP içerisinde yer alan ESP, SDP, SYKP gibi partilerle beraber EMEP, DHF, Halkevleri, Partizan gibi parti ve kurumlar ise HDP’yi dışarıdan destek veya ittifak ile seçimlere katılmıştır. Tüm bu hareketler yaptıkları açıklamalarla neden desteklediklerini kamuoyuna açıklamışlardır. Aslında bu blokta yeni olanlar DHF ve Halkevleri’dir. DHF ittifak, Halkevleri ise listelerde yer almayarak destek açıklaması yapmıştır. DHF, yeni bir bileşen olması ve Dersim’deki özgün gücü itibariyle yürüttüğü tartışmalar nedeniyle ittifak açıklamasını en geç yapan hareket olmuştur. HDP ile yürüttüğü tartışmalar sonucu İstanbul 1. Bölge’den bir milletvekili çıkartmış, Dersim’deki başarıda önemli bir etkisi ve ağırlığı olmuştur. HDP içinde ve dışında yer alarak seçimde ortak hareket etme kararı alan ismini saydığımız parti ve kurumlardan Partizan hariç tüm hareketler birer milletvekili çıkartmıştır. EMEP’in seçim sürecindeki yaklaşımlarından anlaşıldığı kadarıyla pazarlıklarda istediği sonucu alamamıştır. EMEP’e “dargın destekçi” diyebiliriz. Partizan’ın adayı ise İstanbul’dan seçilemeyecek bir yerden aday gösterilmiştir. Bu anlamıyla Partizan’ı saymazsak, listelerde yer alan bileşenlerin ve destekleyenlerin birer tane milletvekili olmuştur.
Kürt Özgürlük hareketinin yürütmüş olduğu haklı ve meşru mücadele, politik arenada kazanmış olduğu ağırlık, ittifak politikaları, Türkiye Solu’nun önemli bir bölümünü kendi politikaları etrafında kenetlemeyi sağlamıştır. Kendi önderliğinde gelişen Kobanê direnişine, Haziran ayaklanmasının kimi dinamiklerini de katmayı başarmıştır. Özellikle büyükşehirlerdeki Alevi gençlerin oylarını almayı ve kendine yakınlaştırmayı başarmıştır. Türkiye Solu’nun destek nedenleri arasında saydığı “Kürt halkıyla ilişkilenme” meselesi ne kadar gerçekleşti bilinmez ama Kürt Özgürlük Hareketi’nin Gezi’nin önemli dinamiği Alevi gençleriyle ciddi bir ilişki yakalamıştır.
Seçimler öncesinde oluşturulan Haziran Hareketi ise ikircikli bir tutum sergileyerek ne dediği “anlaşılamamış” bir açıklama yapmıştır. CHP ve HDP’yi birleştirme gibi beyhude bir çaba içerisine girişmiştir. Haziran Hareketi içerisinde yer alan “KP” ortak kararın dışına çıkarak seçimlere katılmıştır. Bu bloğun içerisinde en çok merak edilen ÖDP’nin tavrı olmuştur. Diyarbakır saldırısı sonrası ÖDP, üyelerine açıklama yaparak sandıklarda HDP müşahidi olma çağrısı yapmıştır. Haziran Hareketi seçim sürecinde etki gücünün çok altında bir performans sergileyerek neredeyse izleyici koltuğuna oturmuştur.
40 yılın boykotçuları Partizan ve DHF Kürt Özgürlük Hareketinin perspektifi etrafında yer alırken, devrimci hareketin bu ikisi dışında yer alan güçlerinden Halk Cephesi ise sandığa gitmeme çağrısı yapmıştır. Bu çağrının halk kitlelerinde karşılığı olmadığı sonuçlarla ortaya çıkmıştır. Elbette ki Halk Cephesi’nin buradaki tavrı ilkesel bir yaklaşım olarak okunmalıdır. Yasalcılık ve düzeniçicilik eleştirileri üzerine oturttuğu eleştirilerin haklı olduğu ne kadar gerçekçiyse, Halk Cephesi’nin sosyal-şovenizmin etkisi altında olduğu da o kadar gerçekçidir. Kürt Özgürlük Hareketi’nden sınıf tavrı beklemenin hiçbir gerçekliği yoktur. Halk Cephesi’nin seçimlerdeki tavrı, devrim iddiasında ısrar olarak okunmakla beraber, sosyal şoven yanları da görülmelidir. Türkiye Solunun HDP’yi destekleyen kesimlerince yapıldığı gibi Halk Cephesi’nin tavrını tek başına sosyal şovenizm ile açıklamak yetersiz olacaktır.
Türkiye Devrimci Hareketi ve Önümüzdeki Dönem
Önümüzdeki dönemin TDH’yi tasfiyeci girdabın içerisine daha fazla çekeceği açıktır. Reformizm güçlenen akımdır ve bu, HDP eliyle daha güçlü yapılmaktadır. HDP’nin ülkeyi hükümetsiz bırakmamak için verdiği demeçler, CHP-MHP koalisyonuna destek açıklaması, TÜSİAD’la yapılan görüşmede gülen yüzlerle verilen fotoğraf karesi yeterince veri sunmaktadır.
HDP’nin barajı aşması önemli bir başarı olmakla beraber, esas görev bundan sonra ortaya çıkacaktır. HDP sokağın sesi mi olacak yoksa uzlaşmacı bir tavır takınarak kitlelerin mücadelesini düzen içine çeken bir araç mı olacaktır? Türkiye Devrimci Hareketi açısından esasta cevaplanması gereken soru tam da budur. Bu soruya verilecek cevap TDH’nin bundan sonraki süreci nasıl örmesi gerektiği sorusuna da vereceği cevaptır.
Önümüzdeki süreç; ezilen ulusun demokratik taleplerinin desteklenmesi, reform için mücadele, hiçbir mücadele aracının reddedilmemesi gibi genel ilkesel doğrulara sığınarak, bunları işine geldiği gibi yorumlayarak karşılanamaz. Reformizm ve tasfiyecilik bir hastalık gibi bütün bünyeyi sardığında işin içinden çıkılamaz bir durumla karşılaşılacağı açıktır.
Buradan, yukarıda saydığımız ilkesel meseleleri es geçtiğimiz düşünülmemelidir. Ya da elindeki mühürle sosyal-şovenizm damgası vurulmamalıdır. Ulusal demokratik taleplerin desteklenmesi ve reformlar için mücadeleyle, reformizmin gemisine binmenin arasında ince bir çizgi olduğuna ve bu çizginin giderek silikleştiğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu anlamıyla bu ince çizgide politika belirlerken reformizmle aramıza kalın çizgiler çekmek gerekmektedir.
TDH’nin Halk Cephesi dışında yer alan bileşenleri Partizan ve DHF’nin bu noktada ince bir çizgide yol aldıkları, çizginin silikleştiği görülmelidir. Nasıl ki Halk Cephesi’nin ezilen ulus sorununa sosyal-şoven bir yaklaşımı var ve eleştirileri hak ediyorsa, keza aynı şekilde DHF ve Partizan da çokça kullandıkları sağ tasfiyecilik eleştirilerinin muhatabıdır.
Umut Munzur

Akşam Yine Akşam

Ölümün ilk rengi
Yaşamın son evresi
Akşam yine akşam
Ölümün ilk şahlanışı
Yaşamın son çırpınışı
Akşam yine akşam
Dört duvarın
sessiz çığlığı
Yalnızlığın asil rengi
Akşam yine akşam
Sessiz
Kimsesiz
ve kefensizlerin
Son sığınağı
Akşam yine akşam
Ve akşam
Gebermenin,
Gitmenin
Vurulmanın,
en güzel vakti
Akşam yine akşam...
Mir Serhedî

Şeyh Said Mülâkatı

Şeyh Said’in idam edilmeden kısa bir süre önce Zamanve Akış gazetesinde yayınlanmış röportajından bir bölüm
Soru: Şeyh Efendi, sen bu ayaklanmanın önderi olduğunu inkâr edebilir misin?
Şeyh Said: Ne için ve kime karşı inkâr edeyim ki? Ben bu isyanın tam içindeyim, ne gerisinde ne de ilerisindeyim.
Soru: Ne ilerisinde ne de gerisinde olduğunu belirtiyorsun. Bu ne anlama gelir? Açabilir misin?
Şeyh Said: Benden evvel bu mücadeleye başlayan oldu. Ben de aynı isteklerle bu ayaklanmayı sürdürdüm. Bundan sonra da bu isteklerle yeni ayaklanmalar er geç olacak. Bunu o anlamda söylüyorum.
Soru: Sen şeyhsin ve ruhani bir âlimsin. Müslüman kanının dökülmesi dine göre doğru muydu?
Şeyh Said: Siz siyasi haklarımızı güven içinde bize vermediniz. Dine göre başkasının haklarını zorla ihlal etmek en büyük dinsizliktir. Kürtler kendi hukuksal hakları için, siyasi ve hukuksal haklarını elde etmek için mücadeleye atılmak zorunda kalmıştır. Eğer siz haklarımızı ihlal etmeseydiniz ve istemlerimizi kurşunla karşılamasaydınız, bu olaylar vuku bulmazdı. Biz katliama tabi tutulmuş ve hiçbir hakkımız kalmamışken sizin hatırınıza din gelmedi. Biz hakkımızı isterken ve zorunlu olarak kendimizi ve hukukumuzu savunurken din sizin hatırınıza geliyor. Burada din mukayesesi olmaz.
Soru: Neden bazı isyancı arkadaşların bu gerçeği inkâr ediyor?
Şeyh Said: Kendi haklı davaları için mücadele edip de sonra inkâr ediyorlarsa burada sizin düşünmeniz lazım. Onlar sizden korkabilirler. Ancak milletin, halkın ve tarihin hükmünden korktuklarını sanmıyorum.
Soru: Bizce siz İngilizlerin parasal destek ve telkinleriyle kışkırtılarak bu ayaklanmaya kalktınız. Ne dersin?
Şeyh Said: Susayan bir zatın başkasının talimatıyla su içmeye ihtiyacı olamaz. Susayan insan tereddütsüz su içer. Barutsuz silah da ses vermez. Bu, sadece propaganda amaçlı ortaya atılan boş iddialardır.
Soru: Sen ve siyasi arkadaşların diplomatik bir yöntemle Türk hükümetinden bu haklarınızı istemek yerine neden savaşa başvurdunuz?
Şeyh Said: Bizim askerlerimiz Anadolu’ya gelmedi. Siz seferberlik ilan ederek askerlerinizi bizimle savaşmak üzere gönderdiniz. Katliamdan geçirilen Türk çocukları ve insanı değil. Kürt çocukları, kadınları, yaşlıları ve Kürt insanıdır. Bizim ahlakımızda başka milletlere düşmanlık yoktur. Bizde olan bu ahlakı biz sizden görmedik. Nasıl ki Lozan’da tüm haklarımız bir çırpıda yok edildi, insaf ve edep ölçüleri ortaya konuldu ve görüldü ki mazlum halkların masum istekleri sadece istemekle verilmiyor. Bu nedenle haklarını alması gerektiği ortaya çıkıyor.
Soru: Bu cevapların gösteriyor ki sen işlediğin suçlardan pişmanlık duymuyorsun ve hâlâ aynı fikirlerini muhafaza ediyorsun.
Şeyh Said: Her kim ki kendine karşı samimi ise doğru ve dürüst yolundan ayrılmaz. Ben ve bizlerin de yolumuzdan ayrılmamız için bir neden yoktur.

Onur Yürüyüşü, Müslümanlar ve HDP

Bugüne kadar kabul etsek de etmezsek de HDP birçok konuda tabanıyla denk bir düzlemde ilerlemektedir. Ancak HDP, son yaşanan “Onur Yürüyüşü”ndeki Müslümanların değerlerine yapılan hakaretlere tepkisizliğiyle halkından uzaklaşan bir konuma gitmektedir.
HDP, günümüze kadar hiçbir zaman almış olduğu oy oranını azaltmamış bir parti olarak siyasi serüvenine devam etmektedir. Son genel seçimde de geleneksel tabanının yanında farklı kesimlerden de oy alarak %10’luk barajı aşıp TBMM’ye girmiştir.
HDP, siyaset geleneğinin temsil etmiş olduğu halkla bu nevi koordineli olduğu halde, birçok konuda aşırıya kaçması, kendi geleneksel ve yeni seçmeninin büyük kısmının hassas olduğu konularda ayrık durması rahatsızlıklara neden olabilecek potansiyeldedir.
İnsanî ve zulme karşı bir bağlamda, LGBT bireylerine karşı keyfi öldürme, zulmetme ve ötekileştirilme kampanyalarına karşı çıkılması önemlidir. Bireyin veya topluluğun mazlum olduğunu, ötekileştirildiğini, yer yer nefret dili ile karşılaştığını dile getirmesi, bu duruma karşı çıkması, protesto etmesi karşı çıkılmaması gereken bir durumdur.
HDP, desteğini aldığı tabanını kırk yıl sonra ikna aşamasına getirmişken, önümüzdeki zamanlarda tamamen kaybetmek durumunda da kalabilir. Zira HDP şu an Müslümanların değerlerine hakaret edenlerle bir safta görünmektedir.
Son “Onur Yürüyüşü”nde kendisine karşı bir kısım kimselerce alay edilmeyi, hakarete maruz kalmayı dile getirirken, başka insanların ve toplulukların yaşamıyla, dünya görüşüyle, inançlarıyla alay etmenin de kabul edilebilir hiçbir yanının olmadığı malumdur.
LGBT örgütü ve destekçilerinin yapmış oldukları yürüyüş, herhangi bir inanca hakaret ve alay etme şovuna dönüşürse bu durumun kabul edilmesi mümkün olamaz. Kürdistan ve Türkiye halklarının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu ve İslam’a inandığı ortadayken, İslam’a ve Müslümanlara yapılan hakaret ve alayın kimseye bir faydasının olmayacağı gün gibi ortadadır.
Bu hassasiyetin sadece İslam ve Müslümanlar için değil, aynı zamanda bütün inançlar için gösterilmesi gerekmektedir. Yürüyüşte verilmek istenen mesaj, farklı inançtaki insanların değerlerine hakarete dönüşmesi, aynı zamanda verilmek istenen mesajın da hiçbir yere ulaşamaması sonucunu doğurmaktadır.
“Onur Yürüyüşü”ne destek veren HDP’nin, Müslüman Kürtlerin değerlerine yapılan bu hakaretlerden beri olduğunu beyan etmesi gerekmektedir. HDP’nin halkıyla denk hareket etmesi gerektiği, inançlara yönelik alay ve hakaretten uzak olduğunu, bu tarz hareketlere hiçbir şekilde katılmadığını basın ve kamuoyu önünde deklare etmesi gerektiği bir zorunluluktur.
Abdulselam Durmaz

Emperyalist-Kapitalist Politikalara Karşı Halkların Direnişi ve Sınıf Mücadelesi

Egemenlerin hazırladığı raporlar ile uluslararası sermaye lehine bir dizi yapısal önlemler alınırken, gelir dağılımındaki uçurumun artmasıyla geniş halk kitlelerinin hızla yoksullaştırılmasının hedeflendiği de görülmektedir. Bunun sonuçlarını Uluslararası Barış ve Ekonomi Enstitüsü (Institute for Economics and Peace) tarafından 17 Haziran 2015 tarihinde yayımlanan bir raporda izleyebiliriz. Geçen yıl tüm dünyada silahlı çatışmalarda ölen insanların sayısı 180 bin. Bu, 5 yıl öncesine göre yüzde 267’lik bir artış anlamına gelmektedir. Yani içine girilen kriz döneminde çelişkilerin çatışmalara ve sınıf mücadelesinin silahlı biçimler alma eğilimi hızlanmaktadır.
Egemenlerin raporları, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin yapısal bir kriz içinde olduğunu ve önümüzdeki elli yıl herhangi bir büyüme beklenmediğini gösteriyor. Kapitalist sistem bu krizden çıkmak için tüm dünyada kemer sıkma politikalarını devreye sokuyor, işsizlik sopasını göstererek halkı sefalet koşullarında yaşamaya mahkûm ediyor. Uygulanan plan çerçevesinde Brezilya, Kolombiya, Vietnam, Güney Kore, Güney Afrika gibi ülkelerde görüldüğü gibi benzer olarak tüm dünyada sosyal güvenlik hakları tırpanlanırken, işçi ücretleri düşürülüyor. İşçiler sosyal güvenlik haklarına sahip olabilmek için daha uzun süre çalışmak zorunda bırakılıyor. Sosyal güvenlik, emeklilik ve asgari ücret temel bir mücadele alanı haline dönüşüyor.
Neoliberal emperyalist-kapitalist sistem sınıfsal ve ırksal eşitsizlikler üzerinden kendini var ederken, kent yoksullarının yaşadığı semtlerde sermaye denetiminde mülkiyet el değiştiriyor. Dünün gelişmiş sanayi kentlerinde yoksulluk kol geziyor. Ferguson ve Batı Baltimore’da (Freddie Gray’in öldürüldüğü bölge) yaşayan halkın hissettiği çaresizlik ve öfkeyi bastırıp ortadan kaldırmanın araçları olarak yasadışı uyuşturucu ticareti, mümkün olan en düşük maaşlar ve apaçık bir polis vahşeti kullanılıyor.
Egemenlerin işgal ettiği topraklarda yaşayan Papua, Kuzey ve Güney Amerika, Kanada ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yerli halkları devletin ikiyüzlü politikalarına karşı topyekûn savaş ilan ediyor, topraklarını ve yaşamı savunma mücadelesi veriyor.
Irksal sınıfsal eşitsizlikler derinleşirken devletler, neoliberal politikaları hayata geçirmeye devam ediyor. Sözde eğitim reformlarıyla yoksulların eğitim imkânını elinden alıyor. Şili, Fransa, İspanya ve Kanada’da öğrenciler ve araştırma görevlileri “Öfkeli”, “Rezalet”, “Güvenilmez” yazılı özgeçmişlerini bakanlığın kapısına bırakıyor, bütçe kesintilerine karşı “Eğitim pahalı mı? O halde cehaleti deneyin!” başlıklı dilekçeler yayınlıyor.
Ulusötesi şirketlerin saldırılarıyla havasının, suyunun kirletilmesine karşı halklar direniyor. Peru’da olduğu gibi tarım için kullanılabilir suyun doğrudan etkilenerek Tambo Nehri vadisindeki pirinç, şeker kamışı ve kırmızıbiber üretimini tehdit edeceği ve su kirliliği riski oluşturacağını dile getiriyor ve 6 yıldır militan bir mücadele veriyor. Kuzey ve Güney Amerika yerlileri topraklarını kirleten petrol tekeli Chevron’a karşı birleşiyor, mücadeleyi ortaklaştırıyor.
Ulusötesi firmaların ardındaki üst düzey işbirlikçilerden de birbiri ardına yolsuzluk haberleri geliyor. Halk bir yandan neoliberal emperyalist- kapitalist politikalara direnirken bir yandan da Honduras’ta, Guatemala’da olduğu gibi haftalardır sokaklara dökülüyor.
Sermaye akışını ve kârlarını düşünen egemenler, ulusal mücadele veren gruplarla barış görüşmelerine oturup halkın silahsızlanmasının ve sermayenin uygulayacağı politikalara uyum göstermesinin yollarını arıyor. Yeni tarihsel dönemde halkların direnişinin politik-askeri merkezleri olabilecek silahlı halk direnişleri tasfiye edilmeye çalışılıyor. Barış görüşmeleri bu politikanın bir parçası olarak sürdürülüyor. Filistin devriminin 1970’lerde dünya devrimci hareketi için nasıl bir işlev taşıdığını emperyalist-kapitalistler unutmuş değil. Tamil isyanının bastırılma yöntemi hepsinin gıptayla takip ettiği ve öğrendiği bir bastırma yöntemi olarak hafızaya kazındı. Sri Lanka ordusunun 2011 yılında düzenlediği “Savunma Semineri”ne ikisi Türk Ordusu’ndan olmak üzere 60 ülkeden 160 delege katıldı. Katılımın yüksekliği egemenlerin asıl olarak neye hazırlandıklarının başka bir kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kolombiya hükümeti ABD ile işbirliği içinde silahlı halk direnişini yok ederek, FARC’ı ABD üslerinin statüsünün değişmediği, uluslararası şirketlerle yapılmış kârlı kontratların geçerliliğini koruduğu ve “serbest ticaret”in teşvik edildiği bir barış anlaşmasına zorluyor. ABD barış görüşmeleri kisvesi altında Kolombiya’ya politik ve askerî olarak müdahale ediyor. Filipinler’de Filipinler Komünist Partisi-Yeni Halk Ordusu, Türkiye’de Kürdistan İşçi Partisi- Halk Savunma Güçleri ile sürdürülen barış görüşmeleri de asıl olarak tasfiye amacı taşımaktadır. Barış görüşmeleri sırasında FKP genel başkanı ve genel sekreteri tutuklandı. FARC’ın önemli komutanlarından biri hava bombardımanı sırasında öldürüldü.
İçinde bulunduğumuz yeni dönem gelir dağılımından pay alamayan milyonların öfke dolu isyanlarının kent merkezlerinde yankılanacağı bir dönem. Egemenler kentleri mega hapishanelere ve büyük denetim merkezlerine dönüştürerek, kitlesel isyanları bastırmaya, devlet zoruyla halkın yoksulluğa boyun eğmesi ve sistemin bir parçası haline gelmesine çalışıyorlar.
Pentagon, önümüzdeki 100 yıl içinde yaşanacak kent savaşları raporunu hayata geçiriyor. Kurmuş olduğu “kent savaşı eğitim merkezi”, insansız hava aracı uydu merkezi Ramstei’a bağlı olarak çalışan 74 ülkedeki askeri üsleriyle ve militarize edilmiş özel polis birlikleriyle kent merkezli çıkacak halk isyanlarına müdahale etmeye başlıyor. Ukrayna’da olduğu gibi çok sayıda devrimci Ukraynalı yetkililer ve ABD destekli dünyanın çeşitli yerlerinden faşist hareketin saflarında savaşmak ve eğitimden geçmek üzere Ukrayna’ya gelen faşist paramiliter katiller tarafından alıkonuluyor, kaçırılıyor veya işkenceye uğruyor. Ortadoğu’da İŞİD örgütlenmesinin önünü açan ABD ve emperyalistler Müslüman kökenli faşist örgütlenme için IŞİD’i kullanırken, Hıristiyan kökenli faşistlerin eğitim merkezi olarak Ukrayna’yı kullanmaktadırlar. İki savaş bölgesi de faşistlerin eğitim alanı işlevini görmektedir.
Düzeni sağlayamayan egemenler, isyanı ve öfkeyi vandalizm olarak yaftalayıp kriminalleştiriyor. Devlet eliyle şiddet kullanımını meşrulaştırmaya çalışıyor, kitleler üzerine vahşice saldırıyor. Şiddetin yoğunlaştığı bu dönemde halk da kendi çözümlerini üretiyor, direnişi ortaklaştırıyor, mücadeleyi büyütüyor. Meksika’da olduğu gibi, halkın oluşturduğu toplum polisi suç şebekeleriyle savaşıyor, Bolivya’da olduğu gibi, su savaşları veriyor. Filistin’de, Şili’de olduğu gibi, düzene teslim olmayıp hapishanelerde bedenini ölüme yatırıyor. Hindistan’da, Filipinler’de, Kolombiya’da, Kürdistan’da, Filistin’de olduğu gibi, politik ve psikolojik harbe karşı silahlı mücadele veriyor. Türkiye, Brezilya, Arjantin’de olduğu gibi, kitlesel grevler düzenliyor.
2005’te Latin Amerika’da başlayan merkez-sol hükümetler dalgası Brezilya, Şili, Bolivya, Arjantin’de görüldüğü gibi, toplumsal hareketlerin taleplerini bastırmaya ve emperyalist-kapitalist sistemle uzlaşmaya yöneldiler. Güney Avrupa’da, İtalya’da 5 Yıldız, Yunanistan’a Syriza ve İspanya’da Podemos merkez siyasette gidilebilecek sınırları pratik olarak göstermektedirler.
Brezilya, Türkiye, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan ve Endonezya yeni tarihsel dönemde işçi sınıfının geleneksel kesimleri ile yeni kesimlerinin birlikte var olduğu çelişkilerin derinleşme potansiyeli taşıdığı bölgesel zayıf halkalar olma özelliği taşıyorlar.
Ekonomik, kültürel, siyasi, sosyal ve çevresel alanda devam eden tüm bu savaşların bize öğrettiği; Koreli işçiler için karakol işgal eden Tayvanlı işçiler gibi kapitalizme karşı topyekûn savaş ilan etmeden, Türkiye’de greve çıkan metal işçilerine uluslararası destek veren diğer ülkelerdeki metal işçileri gibi davranmadan, Ukrayna ve Rojava’da olduğu gibi uluslararası taburlar kurmadan, mücadeleyi küreselleştirmeden, şiddet tekelini elinde bulunduranlara karşı militan bir direniş örgütlemeden dünyadaki hiçbir halk özgür olamaz!
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

26 Haziran 2015 Cuma

Enis Nakkaş Röportajı

Hasan Sivri: 70'lerde Filistinli ve Lübnanlı devrimcilere askeri eğitim veriyordunuz. Sonra Carlos ile petrol bakanlarının Viyana'daki OPEC toplantısını bastınız. 70'lerin sonlarında ve İran Devriminden sonra ise İran ile bir yakınlaşma oldu. Bu sürede nasıl bir dönüşüm yaşadınız?
Enis Nakkaş: Ben El-Fetih'teydim. Birçok devrimciye askeri eğitim verdim. Fetih açık bir yapıydı. Solcusu da sağcısı da eğitime geliyordu. Birçok insanı tanıma fırsatı buldum. İranlılar da geliyordu. Devrimci Türklerin geldiği gibi. Eğitime gelen Türkler Marksistti. Devrimci Türkler Türkiye'de devrim yapamadı ama İranlılar İran'da devrim yapabildi. Ben İran'a devrimden sonra gitmedim. Devrimden önce tanırım İranlıları. Devrim için eğitiyordum, yardım ediyordum. Devrimden sonra darbe tehlikesi varken ben onlara devrimi korumak üzere ''Muhafızlar'' projesi önerdim. Muhafızlar daha sonra Devrim Muhafızları oldu. Onlar için bir proje hazırlamıştım. Küçük bir fikirdi. Devrim liderliğini, esas merkezleri ve orduya bağlı büyük yerleşkeleri korumak üzere muhafızlar yetiştirilecekti. Devrim Muhafızlarının şimdi tabi daha büyük görevleri var.
Dolayısıyla benim ideolojik bir değişimim olmadı. Carlos ile Viyana'da petrol bakanlarının olduğu bir toplantıya yönelik bir operasyon yaptık. Ben Fetih'te, Carlos ise Filistin Halk Kurtuluş Cephesindeydi (FHKC). Ben bu operasyona katılmak üzere FHKC teşkilatına katıldım. "Carlos" adlı dizide Aden'e gitmişim gibi gösteriliyor. Aden'e hiç gitmedim. Bir yerden başka yere taşınmadım. Her şeyi Filistin için yapıyordum. İran'daki devrimin ABD karşıtı ve Filistin yanlısı bir devrim olduğunu anlamıştım. CENTO vardı. İran, NATO paktı gibi bir pakt olan bu yapının içindeydi, sonra yüzde yüz yön değiştirip bizimle İsrail'e karşı oldu. Benim Filistin'in yanında duruşum, Arap olmayanların düşmanı olduğumdan dolayı değil. Ben Filistin'leyim çünkü bu insani ve hakkaniyetli bir dava. İnsanların topraklarını alıp yerlerinden ettiler. İster Marksist ol ister İslamcı, bu insani meselenin yanında yer almak gerekiyor.
Hasan Sivri: Yani merkezi davanız Filistin.
Enis Nakkaş: Evet merkezi davamız Filistin. Hala da Filistin. Bir şey değişmedi. İran ile var olan ilişkilerim, Filistin için. Bu ilişkilerimin ne dini meselelerle ne de İslam Cumhuriyeti ile ilgisi var.
Şimdi bölgede meydana gelen gelişmeler çok iç içe girmiş karışık meseleler. Hakiki değil, yanılgı var. Yani devrim olmayan yerlerde, devrim var dediler. Batı, özellikle de Amerika, bölgedeki problemlerimizin ne olduğunu iyi biliyor. Bu problemleri, kendi çıkarına olacak şekilde kullandı. Bu problemlere yön verdi. Bizim çözmemiz gereken problemlerin, Amerika'nın çıkarlarına engel bir hal almaması için Amerika müdahale etti. Bunun için sahada ve bölgede araçları olduğunu biliyoruz. Bugün Amerika havadan bombardıman ile bölgenin haritalarını yeniden çiziyor. Mesele IŞİD Erbil'e yöneldiğinde havadan sert bir şekilde vurdular. Çünkü Erbil'in düşmemesi gerek. Ayn el-Arab'ta (Kobani) olduğu gibi. Diğer bölgeler önemli değil. Ramadi düşsün, Tedmur düşsün önemli değil. Bölgenin haritalarını yeniden çizmeye yönelik bir girişim var. Mesud Barzani buna ''bölgenin haritasını kanla çizmek'' ismini verdi. Kan ve ateş ile. Yani sahada savaşan, bazı noktaları alabilmek için kan döken insanlar var ve haritaları çizen Amerikan ateşi (bombardımanı) var. Bu çizimin nihai hedefinde kesinlikle demokrasiyi yaymak yok çünkü ne demokrasi böyle yayılır ve ne de halklar böyle birleştirilir. Nihai hedef, haritaları yeni kimliklere binaen, yeniden çizmek. Onlar için sadece mezhepsel kimlikler değil, etnik kimlikler de var uygun olan. Bu tehlikelidir çünkü ABD çatışmalara müdâhil oluyor ve bölge halklarını değil kendisini karar alıcı kılıyor.
Türkiye'de, özellikle Davutoğlu, bölge ve dünyada büyük bir dönüşüm ve değişim olduğunu iyi okudu, bundan yararlanmak istedi ve "Stratejik Derinlik" kitabını yazdı. Kitabın ''dünyada dönüşümler/değişimler var'' tahlili yüzde yüz doğru. Türkiye'nin (Osmanlı) bölgede daha önce geniş 'ilişkileri' olduğuna yönelik tahlili doğru. Ama bu 'ilişkileri' tekrar kurmaya yönelik görüşü yanlış. Kendisi, Türkiye'nin esas güç olduğunu ve esas rolü onun oynaması gerektiği görüşünü benimsedi. Başkalarının bölgedeki rolünü ve kimliklerini görmezden gelerek tabi. İranlılar, Davutoğlu gibi, bölgede ve dünyada dönüşüm ve değişimlerin olduğunu görüyor ama İranlıların bölgede oynadığı rolün arka planında bir imparatorluk hayali yok. İranlıların hedefinde Filistin'in özgürlüğü var. Yani biri bölgedeki ulusal kurtuluşları sağlamaya ve bölgeyi sömürgecilerden kurtarmaya çalışırken, diğeri, yani Davutoğlu ABD karşıtlığı yapmadan, sömürgecilerle birlikte sömürgeciliği devralmaya çalışıyor. Davutoğlu kitabında ''Bizim bir sorunumuz var. Komşularımızla, aynı sosyal dokulara ve medeniyete sahip toplumlar olarak ilişki kurmaya çalışıyoruz fakat biz NATO üyesiyiz. Bu bir çelişki. NATO'nun politikalarını uygularsak bölge ile çatışacağız, uygulamazsak NATO ile çatışacağız'' diyor. Davutoğlu'nun büyük bir sorunu var. Bölgeyi mi istiyorsun yoksa NATO'yu mu? İsrail'siz bir bölge mi istiyorsun, İsrail ile bir bölge mi istiyorsun? Biz İsrail'siz bir bölge diyoruz. İsrail'siz bölgenin anlamı ''ulusal kurtuluşun tamamlanması'' demektir.
Hasan Sivri: İsrail'siz bölge mümkün mü? İsrail'i nasıl ortadan kaldıracaksınız?
Enis Nakkaş: Şimdi iç savaşlara rağmen, askeri hazırlıklara ve yeni güç dengeleri içersinde İsrail ordusunu yok etme gücüne sahibiz. İsrail'de, diğer devletlerde olmayan bir özellik var. Diğer ülkelerin orduları, herhangi bir savaşta yenildiğinde orduları yıkılır ama halkı yerinde kalır. Başka bir güç gelir işgal eder. Ama İsrail halkı, ordusu ile bir. İsrail ordusu yenilirse Filistin'de bir İsrailli kalmaz. İsrail ordusu yenildiğinde İsrail diye bir devlet kalmaz. Bu Yahudiler helak olsun anlamına gelmez. İsrail'deki Yahudilerin çoğu Arap veya Filistin kökenli Yahudi değil. Burada istenen İsrail ordusuna darbe indirilmesidir. Bu Araplar için imkânsız bir şeydi. Bir ordu ile savaşamıyorlardı. Fakat biz 2006'da Lübnan'daki savaşta ve diğer savaşlarda aksini ispat ettik. Şimdi Direniş'in imkânları, öncekinden kat kat daha fazla. İsrail bunu iyi biliyor. Dolayısıyla imkân var. Özellikle de İran-Irak-Suriye ve Lübnan'da bir atmosfer yaratılabilir. Onların, bu imkânın yaratılmaması için paramparça bir Irak ve Suriye istedikleri açık.
Hasan Sivri: Seyyid Nasrallah da seferberlikten bahsetti. Bunun bahsettiğiniz atmosferle bir ilgisi var mı? İspanya'daki savaş gibi gönüllülerden oluşacak bir ordu kurulmasına dair bir proje de vardı.
Enis Nakkaş: Evet bölgede büyük bir seferberliğin ilan edilebileceği zamanlar gelebilir ve bölgede büyük bir savaş verilebilir. Bunun vakti gelmedi ama bu mümkün. Biz her yerde bir ordu ve Haşd el-Şa'bi (halk yığınağı) olması için çalışıyoruz. Suriye'de ordu ve yanında Ulusal Savunma Güçleri (NDF) var. Irak'ta ordu ve Haşd el-Şa'bi var. Lübnan'da ordu ve Direniş güçleri (Hizbullah) var. Bir gün seferberlik ilan edildiğinde tüm bu güçler bölge için savaşan bir ordu halini alabilir. Bu güçler ile sıradan ordu arasındaki fark nedir? Sıradan ordular hükümetlere bağlıdır. Amerika da hükümetlere baskı yapma gücüne sahip. Fakat halkın inşa ettiği örgütlere ve devrim örgütlerine baskı yapamaz. Bu, bağımsız karar alımında çok mühim bir yer teşkil ediyor. Bir diğer önemli nokta ise bugünkü savaşlar, nizami savaş, yani iki ordunun karşılıklı savaşı şeklinde gerçekleşmiyor. Batı zaten orduları hızlı bir şekilde yıkacak teknolojilere sahip. Amerika bu kadar güce rağmen, Irak'ta sahaya 250 bin askeri ile inmesine rağmen halk direnişini ortadan kaldıramadı. Bizim çıkarımıza olacak şey, bu türde askeri oluşumlardır. Dolayısıyla açık ve net bir stratejimiz var. İsrail bunu biliyor. Kendisi için ne kadar tehlikeli olacağını da biliyor. Sürekli tatbikat yapıyor.
Hasan Sivri: Kuzey Suriye'de biliyorsunuz bazı gelişmeler var. Türkiye ve Arabistan ortaklığında kurulan Fetih ordusu İdlip'i ele geçirdi. Halep için benzer bir senaryo konuşuldu. Kuzey Suriye'de sanki Cenevre-3'te bir kart olarak kullanılmaktan öte daha büyük bir şeye hazırlanılıyor?
Enis Nakkaş: Bu gelişmeler, müzakerelerde bir kart olarak kullanılmaktan daha büyük şeyler. Müzakerelerde kart olarak kullanmak, Amerikalılar için geçerli olabilir ama Erdoğan için değil. Erdoğan, Katar veya Suud için böyle bir şey hiç yoktu. Dolayısıyla bu baskı kurmak için bir karttır, bunun üzerine anlaşabilirler diyemeyiz. Mesele karttan daha büyük olabilir. Karşı kamp ise bunu anlamıştır. Bu yüzden İran ve Suriye arasındaki ortak savunma anlaşmasını hayata geçirdiler. Seyyid Nasrallah'ın da ''Nerede olmamız gerekiyorsa orada olacağız, bugün Kalamun'dayız yarın başka yerde olabiliriz'' söylemi, çatışmaların genişleyeceği anlamına geliyor.
Hasan Sivri: El-Sefir gazetesinden Muhammed Ballut Kasım Süleymani'nin, 20 bin savaşçı ile İdlip güneyine geldiğini yazdı. İdlip güneyinde bir hazırlıktan bahsediliyor. Fakat üzerinden zaman geçmesine karşın sahada bir hareketlilik göremedik.
Enis Nakkaş: Makalenin erken yazıldığını düşünüyorum. Gerçeklikten biraz uzak. Evet hazırlık var. Ballut da muhtemelen bunu duydu ve hemen yazdı. Bunun yanında söylenenlerin gerçekleşme olasılığı uzak değil. Yani yarın 20 bin değil, 40 bin savaşçı da görebilirsin İdlip güneyinde. Şunu söyleyebilirim ki önemli olan bununla ilgili kararın alınmış olmasıdır. Makalelere değil de Nasrallah'ın konuşmasına bak. Orada açık ve net.
Suriye ordusu birçok cephede konuşlanmış ve zor şartlar altındaydı. Bazı cephelerde çekilip geride tekrar toparlanmaya başladı. Müttefiklerinin yardımları oldu. Az önce bahsettiğim gönüllü seferberlik güçleriyle birlikte bu cepheleri yeniden aktifleştirecek. Kalamun bittiği zaman, Şam'ın sırtından büyük bir yük kalkacak. O zaman Kalamun'daki güçler başka yere geçebilecek. Bütün bunlar için hazırlık süreci var.
Hasan Sivri: Kalamun ve Arsel'de Hizbullah'ın önemli ilerleyişleri var. Kalamun ve Arsel sonrası için ne hazırlanılıyor?
Enis Nakkaş: Kalamun ve Arsel sonrasında başka cephelerde devam edecek. Mukavemet aynı yöntemlerle başka cephelerde savaşa devam edecek.
Hasan Sivri: Yani Hizbullah İdlip, Deyr Zor gibi yerlere de gidecek mi? Hizbullah artık bölgesel bir güce dönüşüyor deniliyor?
Enis Nakkaş: Hizbullah zaten bölgesel bir güçtü. Birçok yerde mevcut. Lübnan'da, Suriye'de ve Irak'ta. Ve hangi ülkede olması gerekiyorsa, olacak. Birçok yerde savaş var. Haritalar da yeniden çiziliyor. Alınan bir karar var. ''Bizlerin iradesi dışında çizilemez bu haritalar. Bizim de bölgeye ve siyasi geleceğine dair görüşlerimiz var.'' Dolayısıyla Hizbullah olması gereken her yerde olacak.
Hasan Sivri: 2015 başlarına kadar Suriye ordusunun ilerleyişi söz konusuydu. Halep kuşatması tamamlanmak üzereydi. Sonra az önce bahsettiğimiz çekilmeler oldu. Bu sırada Rusya'dan çok ses gelmedi. İran biraz daha aktif rol almaya başladı. Rusya, Suriye meselesinde İran'a daha mı fazla rol bıraktı?
Enis Nakkaş: Aksine Suriye ve Rusya arasında silahlandırma anlaşmasının devam etmesi için bir anlaşma imzalandı. Rusya silahlandırmaya devam ediyor. Aynı şekilde Irak ve İran'a da silah gönderiyor. Yani bugün İran, Irak ve Suriye silahlarının kaynağı Rusya. Rusya birincil diplomatik bütün işlerde rol alıyor. Vetolar, siyasi destek ve ilaahiri. Rusya'nın bir de istihbarat desteği var ki o da çok önemli. Rusya son çatışmalardan da uzakta değil. İyi biliyor. İranlılara dönecek olursak, Irak'ta durumların değiştiğini ve Suriye'den sonra bir krizin olduğunu unutma. İranlılar, Irak sonrası geri dönüp hesapları tekrar gözden geçirmek zorunda kaldı. Şimdi Irak, Irak'ın hacmi ve neler yapılabileceği biliniyor.
Hasan Sivri: Suriye'deki askeri operasyonlar kuzeyden güneye taşınmış olabilir mi? Ürdün'deki Amman operasyon odası, Antakya operasyon odasından daha fazla çalışmaya başladı gibi.
Enis Nakkaş: Evet. Suriye'ye yönelik saldırıların müttefikleri, seçimlerden sonra Türkiye'ye güvenemiyor. Güneye indiler. Güneydeki müttefiklere güveniyorlar. Bu cihadçıların İdlip'ten çekilecekleri anlamına gelmiyor. Kuzey ve güney cephelerindeki savaş devam ediyor. Türkiye bu grupları araç olarak kullanıyor. Türkiye'nin iç siyasetinde değişiklik olunca bunların da durumu değişecek. Şimdi komşunuz İdlip'te El-Kaide var. Halep'te diğer gruplar ve IŞİD var. Bunların hiçbiri müzakereleri kabul etmiyor. Türkiye'deki siyasi durum değişse bile senin bunları ortadan kaldırman için büyük askeri bir araca ihtiyacın var. Yani her durumda bir çatışma var. Türkiye'nin siyaseten rahat olduğu ve desteklediği gruplarla savaş ile Türkiye'nin iç siyasetinde değişikliklerle birlikte desteğini çektiği gruplarla savaş arasında fark var.
Hasan Sivri: Türkiye'nin güvenli bölge veya tampon bölge niyeti vardı.
Enis Nakkaş: Türkiye'deki seçimlerden önce, Fransız bir gazeteye verdiğim röportajda savaşın artık vekâlet savaşı yerine bölgesel bir savaş halini alma ihtimali olduğunu söylemiştim. Buna delil olarak da savaşa ilk giren ülke olan Suudileri alabiliriz. Suudiler Yemen'de savaşa girdi ve Yemen bölgedeki çatışmaların bir kısmını oluşturuyor. Suudilerin girmesinde sonra, savaşa girecek ikinci ülke kim olacak sorusu vardı. Acaba Türkiye Suriye kuzeyine girer mi sorusu vardı. Türkiye'deki seçimlerden sonra bu zor bir ihtimal oldu.
Hasan Sivri: Suudiler ''Kararlı Fırtına'' operasyonunu sona erdirdiklerini açıkladılar ama Yemen'i bombalamaya devam ediyorlar. Ne istiyorlar? Yemen'i ikiye bölen ve Arabistan'dan denize kadar uzanan Hadramut kentinden denize inmek istedikleri söyleniyor.
Enis Nakkaş: Savaşı kaybediyorlar. Bombalamalar ile hedeflediği ise Yemen halkını bıktırmak ve Ensarullah hareketine karşı isyan etmelerini sağlamak. Başka bir çözüm yolu yok. Çözüm üretecek imkânı da yok. Kaybettiler. Bana göre Yemen savaşı, sonuçları itibariyle, Sovyetlere karşı yapılan Afganistan savaşına benziyor. Yani Suud ailesi ve Suudi Arabistan, Yemen savaşı ile bitecek. Yemen savaşı ile hedeflenen Suudi ailesini bitirmek. Böyle bir karar var. 3 trilyon dolara ve Selefi akla sahip bir aile var. Selefiliği dünyaya yayıyor. Sadece Suriye'de değil her yerde. Ortadan kaldırılması gerek. 70 yıldır kendisinin ve Amerika'nın çıkarı için Arapların parasıyla oynuyor.
Hasan Sivri: Suriye güneyinde Dürziler bu sıralar gönüllü ordu kurdular ve var olma savaşı vermeye hazırlanıyorlar. Buradaki gazetelerin manşetlerinde bu konu vardı. Fakat Lübnan Dürzilerinin bir kısmı Suriye'dekileri desteklerken Canpolat kitlesi tersi açıklamalar yaptı. İdlip'te Dürzilere yapılan katliamı da gündemine almadı.
Enis Nakkaş: Canpolat en başından beri Suriye rejimine karşıydı. Dürzileri ''Suriye devrimine'' dâhil etmeyi denedi. Başaramadı. Dürziler rejimin yanında saf aldı. Dolayısıyla Dürzilere yönelik saldırı olunca onlara ''direnin'' demek yerine ''bölgesel ilişkilerini kullanarak'' sorunu çözeceği sözü verdi. Oysa Dürziler zaten rejimin yanındaydı. Şimdi de gönüllü birlikler kuruyorlar. Türkiye ve Ürdün gibi bölgesel ülkeler Canpolat'ı kısmen desteklemeyi sever, Dürziler arasında gücünü arttırmak isterler. Yakında Nusra'dan ''Dürzilere karşı savaşmayacağım'' açıklaması da gelebilir (ki sonra katliam için özür dilediler, Medya Şafak). O zaman bundan ne anlamamız gerekir? Kendisine biat etmeyenleri kesen Nusra, Hıristiyanları katleden Nusra, Dürzilerle savaşmama kararı alıyorsa burada siyasi bir rol üstlenmiştir diyebiliriz.
Hasan Sivri: Ramadi ve Tedmur'un düşüşünden sonra IŞİD, kuzey Halep'e ve Haseke güneyine saldırmaya başladı. ABD liderliğindeki Koalisyon ise IŞİD'i bu cephelerde vurmadı. Ne istiyor ABD? IŞİD'in rolü nedir tüm bu karışıklıkta?
Enis Nakkaş: Kimya'da katalizör diye bir terim vardır. IŞİD'in görevi bu şimdi. Katalizör. Bölgede ''şuraya yaklaşabilirsin, şuraya yaklaşamazsın şeklinde'' Amerika'nın istediği gibi hareket eden katalizör. Amerika sahada savaşmıyor. IŞİD sahada savaşır, sahadaki atmosferi yaratır ve ABD hakemlik yapar. ABD, IŞİD'in Irak'ta güçlü olmasını istiyor, bu şekilde Irak hükümetine tavizler verdirtebilir. Iraklılara da bu şekilde ''yaşayıp yaşamamanıza biz karar veririz'' diyor. IŞİD'in nefes almasına izin veren Amerika'dır. Sahada bazı gerçeklikler yaratarak ''gel çöz bakalım, çözebilir misin?'' diyor. Suriye için de aynı şey. Suriye sahasında güçleri olmadan Suriye için söz söyleyebiliyor. Hava bombardımanı ile IŞİD'in ve bölgenin haritasını çiziyor. IŞİD'e şuraya yaklaşabilirsin, şuraya yaklaşamazsın diyor. Veriler var. Kobani'de günde 50-60 hava saldırısı düzenlerken, geri kalan bazı bölgelerde bir ayda 10 hava saldırısı gerçekleştirmemiş. Ramadi'de mesela IŞİD yüzlerce kilometrelik yolu gitti, kimse onları vurmadı, istihbarat desteği sağlanmadı.
Hasan Sivri: Davutoğlu IŞİD için ''Suriye'nin ürünü, rejimle işbirliği yapıyor'' diyor.
Enis Nakkaş: Bu bir yalan. Kimse IŞİD'i taşıyamıyor. Başkasının üstüne yıkmaya çalışıyor. Rejim IŞİD ile yıllardır savaşıyor, Irak da IŞİD ile savaşıyor. IŞİD sadece Suriye'de olsaydı evet mümkün derdin ama Irak'ta Suriye, Irak ve İran'ın tüm stratejilerine karşı savaşan IŞİD nasıl oluyor da Suriye aracı oluyor? Türkiye'de kendi halkına IŞİD bizim için iyi, onlarlayız diyemiyor. Başta sana anlattığım gibi bölgede her şey iç içe girmiş. Yalan var, kriz var, kaos var, açık ve net bir resim yok. Amerika'nın stratejisine neden ''Yaratıcı Kaos'' derler? İşte bunun için. Yaratıcı kaos, dünya neler olup bittiğini anlamayasın diyedir. Bu kaos içinde katalizör olan IŞİD, bir atmosfer yaratıyor, insanlar yoruluyor ve çözüm için yeni fikirler devreye sokuluyor ve insanlar bu yeni fikirlerin çıkarlarına yönelik olduğunu düşünüyor.
Hasan Sivri: Türkiye'deki seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan istediği başkanlık rejimini kuramıyor. AKP hükümet kurma çoğunluğunu elde edemedi. Bunun bölgeye ve özellikle Suriye'ye etkisi ne olur? Suud-Türkiye ittifakı Fetih Ordusu'nu kurdu, İdlip'i düşürdü. Halep konuşuluyor. Bundan sonra ne olur?
Enis Nakkaş: Yeni durumun bölgesel düzeyde etkileri çok olacaktır. Erdoğan'ın, Erbakan'dan ayrıldıktan sonra yürüdüğü yolun arka planında ne olduğunu bilmemiz gerek. Erbakan'dan ayrılmasının özünde, bölgede Amerikan stratejisine dâhil olmak istemesi var. Erbakan Amerikan stratejisine araç olmak istemiyordu. Amerikalıların bölge stratejilerinde, Türkiye'de ismi İslami, pratikte ise demokrat olan bir partinin yönetime gelip güçlenmesi isteniyordu. Bu şekilde Arap ülkelerinde de aynı partiyi kurabilecekleri bir rol-modelleri olacaktı. Bu şekilde batıya düşman siyasal İslam yerine, batının müttefiki bir siyasal İslam olacaktı. İki kazanımları olacaktı. İlki bölgeyi despot, zorba ve iş yapamayan ülkelerden kurtaracak, ikincisi de batıya düşman siyasal İslam'ın görüntüsü yerine müttefik siyasal İslam görüntüsü vereceklerdi. Bu siyasal İslam aracılığıyla da radikal İslamcılardan kurtulacaktı. Amerika değil, artık siyasal İslam savaşacaktı bu radikallerle.
Huntington 2005 yılının Mart ayında size, Türkiye'ye geldi. Katıldığı bir konferansta ''Sizin Avrupa'da işiniz yok. Avrupa'ya giremeyeceksiniz. Ama Doğu'da bize yardım edebilirsiniz. Bizimle, rol-model olma stratejisi ile çalışın'' dedi. Erdoğan ve Davutoğlu bu strateji üzerine iş yapmaya başladılar. Şimdi Erdoğan'ın yenilgisi, bu projenin de yenilgisi anlamına geliyor. Bu proje zaten Mısır, Tunus ve Libya'da darbe yedi. Ve şimdi artık Türkiye'de de darbe yedi. Bu proje, Türkiye'de hakiki bir demokrasi olsun istemiyor. Çünkü halkın da sahip olduğu görüşler var. Benim ne işim var bu projede diyebilir. Niye bölgeye bu kadar müdâhil oluyorsun diye sorabilir. Erdoğan bu soruları soranları, sürekli olarak dış mihraklarla ilişkili olmakla veya bilmem kimin aracı olmakla suçlayarak susturmaya çalışıyordu. Kimsenin iç-dış siyasetine karışmasını istemiyordu. Türkiye, model olmak istiyor idiyse, bu model diktatör model olmayacaktı. Evet seçimler var ama bu Türkiye'nin demokratik olduğu anlamına gelmez. Türkiye'de olanların bu bölgeye de ders olması gerekir. Çeşitliliğin ve değişik fikirlerin var olması gerektiğine dair. Dolayısıyla birçok partinin meclise girmiş olması Türkiye için bir fırsat, tabi başarılı olurlarsa.
Bölgedeki çatışmalarda en büyük sorun ne? Siyasetler üzerine olması gerekirken kimlikler üzerinden bir çatışma var. İnsanlar belli bir topluluk veya kimlik için savaşıyor ama kimse bölgeye siyasi bir proje önermiyor. Bölgedeki siyaseti, dereceli olarak yeniden tertip etmeliyiz. Bölgenin, en önemli meselelerden biri olan ulusal kurtuluşunu tamamlamış olması gerekiyor. Çünkü hâlâ batının hegemonyası altında. Sadece askeri olarak değil, kültürel ve ekonomik olarak da batının kontrolü var. Ne batılıların yolları dışında düşünebiliyoruz ne de ekonomimizi batılıların yolları dışında inşa edebiliyoruz. Dolayısıyla ulusal kurtuluşumuzu tamamlamış değiliz. Bu sadece Lübnan, Irak veya Suriye için değil bölge için de geçerli. Türkiye istediği kadar güçlü olsun batı kapitalizmine bağlı ve muhtaç olduğu sürece bağımsız değildir. Dolayısıyla ulusal kurtuluşun tamamlanması bölgenin ve halklarının çıkarınadır. Hepimizin tarihi ortak. Bir imparatorluk altında da olsa çeşitliliğe rağmen hepimiz beraber yaşıyorduk. Şunu bilmemiz gerekir ki çeşitlilik ve çokluk, çatışma noktası değil bir fırsat olmalı. Kürd'ün Türk, Arap'ın da Kürt ile çatışmasının ne anlamı var?
Hasan Sivri: Bu noktada Rojava ve Kürtler için ne düşünüyorsunuz? Kürtler de Rojava'da bir arada yaşamayı önerdiklerini söylüyor?
Enis Nakkaş: Evet, sebebi ne bunun? Kürtler, diğerlerinden çok çeken bir bölgedeler. 4 taraftan da çok çektiler. Etrafında Arap'ı var, Türk'ü var bir de birçok etnik kökenin olduğu İranlılar var. Geçen 70 yıl boyunca devlet de kuramadılar. Ne yaptılar? Bir arada yaşamanın yollarını aradılar. Bizler, ulusal kurtuluştan sonra siyasetimizin esaslarından birinin çeşitliliği korumak, onlarla çatışmamak olduğuna ikna olmalıyız. Kimlik üzerine çatışma hepimizi zayıflatır. Bu coğrafya ve doğal kaynakları üzerine çalışıp, Avrupa veya Amerika'daki gibi bir organizasyon yollarını aramalıyız. Yeni bir organizasyon. Konfederalizm de olur. Bu herkesin sorununu çözer. Herkes diğer kimliği tanır. Çıkıp Kürtçe konuşman yasak demez o zaman. Sen Kürtçe konuş, Kürtçe şarkı söyle. Ben de Arapça konuşayım ne olacak? O da Türkçe konuşsun, niye birbirimizi yiyelim?
Hasan Sivri: Sizce Şam Suriye kuzeyindeki yeni durumu, Rojava'yı veya konfederalizm gibi bir organizasyonu kabul eder mi?
Enis Nakkaş: Zorunda. Suriye'de bunu anlamaları gerekiyor. BAAS partisinin fikirleri artık fayda etmiyor. BAAS, milliyetçi bir çıkış yapmış ve Filistin'i kurtarmak üzere Arapları birleştireceğim sloganı ile çıkmış ilerici bir fikirdi. Ama ne Arapları bir araya getirebildi ne de Filistin'i kurtarabildi. Tarihi görevinde başarısız oldu. Bugün Filistin'in kurtuluşunda en radikal olan İranlılardır ve onlar da Arap değillerdir. Suriye'yi bugün en fazla destekleyenler yine İranlılardır ve yine Arap değillerdir. Sorunu nasıl çözeceksin? Suriye'nin yanında savaşan ve Suriye'ye en fazla destek veren, milliyetçi ideolojiye sahip olmayan Hizbullah var mesela. Sonuç olarak düşünme yollarını değiştirmemiz gerekiyor. Uluslar arasındaki çatışmanın ve ulus esası üzerine devlet inşasının bir anlamı yok. Dolayısıyla bölge halkları olarak, imparatorluk zamanında hepimizin bir arada yaşadığı gibi, şimdi de bir arada yaşama yollarını arayacağız ama yerel ve özerk yapıların yönetimine mümkün olanın en fazlasını vererek. Her insan kent, köy veya belde düzeyinde de olsa sorumluluğunu alabilsin. O zaman kimsenin kimseye hesap sormasına gerek kalmaz. Kararlarının yüzde 80'ini kendi kentinde, kendisi almış oluyor. Bunun yanında doğal kaynaklar var. Kimse bu doğal kaynak benim diyemez. Petrol Türkiye üzerinden geçecek, İran gazı Irak üzerinden geçecek. Herkes birbirine muhtaç. İşbirliğine muhtaç.
Enis Nakkaş: İlk nokta ulusal kurtuluş, ikincisi ise kimliklerin çatışma değil, buluşma noktası olması gerekiyor. Üçüncü nokta da bölgede siyasi bir organizasyonun başarıya ulaşması. Bölgede bunun için ne yapılabilir nasıl bir politika izlenebilir, ona bakmak gerek. Bu sorunla ilgileniyorum ve buna dair bir kitap yazıyorum. Bunun için araştırma yaparken Öcalan'ın ''Demokratik Konfederalizm'' projesine denk geldim. Bazıları bunu Öcalan'ın değil, aslında Avrupalıların yazdığını söylüyor. Önemli değil. Mühim olan önerilen şey. İki ulus arasındaki herhangi bir şey, bazı hassasiyetler bırakır. Bugün koalisyon hükümetini reddeden Türkiye'deki Milliyetçi Hareket gibi. Ama bölgede genel kabulü olan herhangi bir şeyi Milliyetçi Hareket reddedemez. Ben bir Türk olarak istemiyorum diyemez. Çünkü sen iki ulusu karşı karşıya getiren bir konfederalizm koymuyorsun. Ulus esasına göre olmayan konfederalizm inşası yapabilirsin. Coğrafya esasına örneğin. İçinde Türk'ü, Kürd'ü ve Arap'ı olan bir konfederalizm kurar ve bu coğrafyanın özerk yönetilmesi gerektiğini söylersin. Jeo-politik esas olabilir veya jeo-ekonomik esas olur. Ama haritaları çizmek için kimlik arayışı içerisine gireceksen, Kürt-Türk veya Arap-Kürt arasında kimin fazla alacağına dair çatışmaya girersin. Biz savaşlara yol açacak bir çözüm değil, savaşları bitirecek çözümler arayacağız. Kürdistan bir çatışma noktası yerine, buluşma noktası da olabilir.
Hasan Sivri: Çok teşekkür ederiz.