kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2016 Perşembe

Patronlar OHAL'i Fırsata Çeviriyor

5 yıldızlı bir otelin Genel Müdürü duyuru panosuna astığı bildiride şunları söylüyor:
“İstirahatli personel hakkında, tüm departmanlara;
Bugüne kadar birçok defalar Personel İdari İşleri Müdürü, İnsan Kaynakları Müdürü ve departman müdürlerine ikazda bulunmama rağmen hâlâ istirahatli, izinli veya tatilde olan personele telefonla ulaşılamamaktadır. Gerektiği hâlde istirahatli olan personelin evine kontrol gönderilecektir. Bu işleri Personel İdari İşler Müdürü ve İnsan Kaynakları Müdürü takip edecektir.
Tüm personel turizm sektöründe çalıştığını ve nasıl çalışacağını unutmamalıdır. İstirahatlerin yarısının bozuk düzenden dolayı keyfi alındığının farkında olmamıza rağmen her şeyi ile kanuni çalıştığımız için kanunî işlemlere hiçbir şey yapamamaktayız. Fakat her türlü kontrol hakkımızı kullanırız. Bu olaylar ile düzgün çalışan personelin hakları ihlal edilmektedir. Tüm müdürlerin dikkatine.
İstanbul Çınar Hotel Genel Müdürü Esen Çetingil”
Genel müdür hızını alamamış, OHAL’den vazife çıkararak, istirahat eden işçilerin nerede istirahat edeceğine karar verme, bunu denetleme yetkisini kendi kendine bahşetmiş. Turizm sektöründe örgütlenen işçi arkadaşlar, OHAL ilanından önce böyle bir tehdide otellerde patronların kolay kolay cesaret edemediğini söylüyorlar.
Devam edelim.
Elazığ’da AKSA Elektrik Arıza’da yürütülen toplu iş sözleşmesi sürecinde tıkanıklık yaşanıyor. İşçiler eylem yapmaya karar veriyorlar. 25 işçi gözaltına alınıyor. Polis işçilere şöyle diyor:
“Eylemi bitirmezseniz 30 gün gözaltı yaparız!” (OHAL ilanıyla gözaltı süresi 30 güne çıkarılmıştı.)
Adana’da aylardır maaşları ödenmediği için direnişte olan Ekoroma işçilerinin Mersin’e girişleri ve bildiri dağıtımları OHAL gerekçesiyle engelleniyor. İşçiler gözaltına alınmakla tehdit ediliyor.
OHAL’den faydalananlar sadece patronlar, genel müdürler ya da polis de değil. Sarı sendikalar da, OHAL sopasını işçiler üzerinde deniyor. Haksız yere işten atmalara karşı tepkilerini eylemle göstermek isteyen BEDAŞ işçilerine Türk-İş’e bağlı Tes-İş Sendikası: “OHAL sürecinde eylem yapmanın cezası 30 gün gözaltı süresi. 40 kişiden 10 kişi atılacak ama eylem yaparsanız bu sayı artabilir” diyerek, onları eylemden alıkoymaya çalışıyor.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Farklı sektörlerden işçi arkadaşlar son dönemde patronların büyük baskısı altında kaldıklarını anlatıyorlar.
Bu patronları, genel müdürleri, polisi, sarı sendikaları cesaretlendiren nedir?
2 Ağustos'ta “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan'ın yaptığı konuşma bu konuda bize bazı önemli ipuçları verebilir:
“İlan ettiğimiz bu OHAL ile devletin işleyişini hızlandırmak, bunu hızlandırırken de devletin yeniden yapılanması sürecini başlattık.
TBMM'de bekleyen Ekonomik Reform Paketlerinin süratle yasalaştırılması konusunda arkadaşlarımız ile hemfikiriz. Darbe girişimi ile ilgili süreçler Kanun Hükmünde Kararnameler ile yürütüldüğü için meclis gündeminin tıkanması, Ekonomik Reform Paketlerinin ötelenmesi söz konusu değildir.”
İki gün sonra, yine “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Oda ve Borsa Başkanları ile İstişare Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan şunları söylüyor:
“Kalkıp ‘devletin malı deniz yemeyen domuz, girdin mi içeri ölene kadar kal orada’... Böyle bir şey olmaz. Şimdi devleti bunlardan arındırma zamanıdır, tüm sektörleri arındırma zamanıdır. Bu yasal düzenleme Anayasa değişikliği gerektiriyor ve ben bu konuda muhalefet liderleriyle yaptığım görüşmede kendilerine söyledim.”
Bu konuşmalardan patronlar büyük cesaret alıyorlar. Memnuniyetlerini kurumsal yayınlarında da dile getiriyorlar. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından hazırlanan Temmuz 2016 Ekonomi Bülteni’nde; “Küresel yatırımcılarla Hükümetimizin temasa geçerek güvence vermesi isabetli oldu, finansal piyasalardan önemli bir sermaye çıkışı yaşanmadı, çıkan da geri dönmeye başladı” yazıyor.
ABD finans kapitalinin sözcüsü Financial Times gazetesi 11 Ağustos 2016 tarihli sayısındaki haberinde Türkiye burjuvazisindeki panik havasını çok iyi yansıtıyor:
“Temmuz ayındaki darbe girişiminden sonra, Türk Bakanlar, yetkililer ve ticaret organları dünyanın en büyük on yedinci ekonomisinin iyi durumda olduğunu kanıtlamak için büyük çaba gösteriyor, yatırımcılarla görüşüyor, yabancı basına reklâm veriyor ve güven artırıcı bir dizi önlem paketi açıklıyor.
Türkler, piyasaları ve yatırımcılara güven verme telaşı içindeler. Özellikle de, Moody’s Kredi Derecelendirme Kuruluşu’nun Türkiye’nin ulusal borcunu batık ilan edebileceği uyarısını yaptıktan sonra.
Moody’s, Fitch’le birlikte Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” olarak gören tek kuruluş. Bu kuruluşların “yatırım yapılabilir” değerlendirmesi dünyanın en büyük fonlarının Türkiye’de kalmasını sağlıyor. Bu statünün kaybedilmesi, 10 milyar dolar civarında tahvilin otomatik olarak satılmasına yol açacak.
Analistler, böyle bir durumda, Türk ekonomisinin küresel şoklara çok açık hale geleceğini, borçlu Türk banka ve şirketlerin borçlanma masraflarının yükseleceğini ve büyümenin duracağını düşünüyor.”
Marx’ın şu satırlarını hatırlatmadan edemiyoruz:
“Kredi, ücretli emeğin sermaye tarafından, proletaryanın burjuvazi tarafından, küçük burjuvazinin büyük burjuvazi tarafından sömürülmesinin geleneksel tarzda devam edeceğine olan güvene dayanır. Bu yüzden, doğası ne olursa olsun, proletaryanın her siyasi hamlesi, eğer bu hamle burjuvazinin doğrudan emri altında gerçekleşmiyorsa, bu güveni sarsar, krediyi zayıflatır.” (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Marx-Engels Toplu Eserler, c. 8)
Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi durgunluktan, borçlarından sıyrılmak için siyasi krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ve işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırıyor.
Bütün bunlar göstermektedir ki burjuva yazarçizer takımının işçilere vaaz ettiği gibi “siyasetle ilgilenmemek”, yalnızca “kendi ekmek davasına” bakmak işçileri kurtarmıyor. Mevcut kavganın burjuvazinin kendi içindeki bir iktidar kavgası olduğu doğrudur. Ama bu tür “aile içi” kavgaların en ağır faturası herkesten çok işçilere ve emekçilere çıkarılmaktadır. Ancak işçiler olarak kendi bağımsız siyasal, sendikal vb. örgütlenmemizi gerçekleştirebilirsek, ülke gündemini sürekli burjuvazinin kendi içindeki ikiyüzlü iktidar ve menfaat kavgalarının işgal etmesine ve bizim taraf olmadığımız kavgaların faturasının hep bize çıkarılmasına bir son verebiliriz.

5 Temmuz 2015 Pazar

Zincirleme Krize Doğru

Türkiye hızlı ve sert bir biçimde ekonomik kriz anaforuna sürükleniyor. Seçimler bu süreci tetikledi. Ekonomi ciddi bir belirsizlik içine girdi. Büyüme oranında istikrarsızlık sürüyor. Spekülasyona dayalı büyüme, küresel finansal gelişmelere bağlı bir şekilde düşüş sürecine girdi. 2015'te büyüme oranının yüzde 2.5 olacağı tahmin ediliyor.
Türkiye durgunluk içinde enflasyonu birlikte yaşıyor. Yani iktisadî terminolojiye göre bir stagflasyon evresinde. Bu evrenin krize dönüşmesine yol açacak birçok iktisadî ve siyasi vektör ortaya çıkmış durumda.
Enflasyon beklentisi yüzde 7.5-8 bandında. Cari açık GSYH'ye oranla yüzde 4.5 seviyesinde. Dış borç stoku 402 milyar doları geçti.
Türkiye'den sermaye çıkışları hızlandı. Finansal Times, Türkiye'ye yapılan dış yatırımlarda yüzde 49'luk bir düşüş yaşandığını açıklandı. Fitchdalgalanmanın "ani duruş" olmadan atlatıldığı vurgusu yapsa da sert çıkışların yaşanabileceği bir konjonktüre girdik.
FED'in parasal genişleme politikalarına son vermesiyle yaşanan kur şokları sürüyor, kur geçirgenliği kaygısının artmasıyla birlikte, bir döviz krizinin bütün dinamikleri açığa çıkmış durumda. Yunanistan'ın temürrüde düşmesi ve iflas olasılığı, beklendiğinden daha sarsıcı sonuçlar yaratması kaçınılmaz gözüküyor. Dış şoklar ekonominin zafiyetlerini derinleştiriyor, çoklu kırılganlığı besliyor.
Yıkıcı Kriz Riski
Türkiye ve bazı yükselen piyasalarda finansal riskler arttı. Paralel olarak kur riski yükseldi.
Türkiye'nin 402 milyar dolar olan dış borcunun yüzde 40'ının 12 ayda ödenmesi gerekiyor. Dış borcun büyük bir oranı özel sektöre ait. Özel sektörün dolar bazındaki borçlarının ağırlığını kısa vadeli borçlar oluşturuyor. Fitch'in Temmuz raporu Türkiye'de döviz cinsinden borcu olan şirketlerin taşıdığı yüksek risk ve kırılganlığı üzerinde durdu ve bu şirketlere B notu verdi.
Önümüzdeki dönemde finansal dalgalanmalara bağlı kur şoklarının devam etmesi yüksek bir olasılık. Hatta bu süreç bir döviz krizini tetikleyebilir. Ardışık kur şokları bile birçok şirketin iflası anlamına gelecektir. İflas ve çöküşler Türkiye ekonomisinin ana kolonlarını oluşturan şirketleri bile etkileyebilir.
Böylesi bir konjonktürde neo- liberal yapısal uyum politikalarının bir yansıması olarak şirket borçlarını devletin üstlenmesi kaçınılmazdır. Ayrıca kapitalist devletin ontolojisi bunu gerektiriyor. Kısaca krizin kamulaştırılması neoliberal dogmanın kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkacak.
Bu durumun somut yansıması, başta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için sistematik işsizleştirme, yoksullaştırma, mülksüzleştirme, esnekleştirme ve güvencesizleştirmedir.
FED'in eylül ayında faiz artırma kararı alması, sermaye kaçışlarını tetikleyebileceği gibi, borç çevrimini kıracak sonuçlar yaratabilir.
En başta Türkiye'nin dış kaynağa yapısal bağımlılığı ekonomiyi içinden çıkılmaz bir anafora sürükleyebilir. Bu süreç yeni bir Yunanistan vakasıdır.
Krizin Tetikleyicileri
Likidite ve finansal sorunlar krizi tetikleyecek ana faktörlerdir.
Dış şoklar, kur şokları, Yunanistan krizinin zincirleme sonuçları, jeo-politik riskler, FED'in faiz artırımı Türkiye ekonomisini ciddi oranda sarsıyor.
Türkiye ekonomisinin çok vektörlü kırılganlığı artıyor. Sert finansal dalgalanmalara bağlı olarak, ekonomide hızlı ve ani çöküş yaşanabilir. Birbirini etkileyen ve tetikleyen kriz senkronu giderek kaçınılmazlaşıyor.
Olası döviz krizini, emlak krizi (bu aynı zamanda bankacılık krizi demektir) ve borç çevriminin kırılması izleyebilir.
Bütün kriz potansiyellerin açığa çıktığı ve olasılıkların arttığı bir konjonktüre girdik. Ve konjonktür birçok dolayım ve etkilenmeyi bünyesinde barındıran yüksek bir konjonktür niteliği taşıyor.
Volkan Yaraşır

30 Haziran 2015 Salı

Kur Şoklarından Borç Krizine

Ekonomide Ani Çöküş
Dolar'daki dalgalanmalar ve yükseliş sürüyor. Hatta Eylül ayında beklenen FED'in faiz artırımıyla, Dolar’ın 3000 Lira eşiğini geçmesi yüksek bir olasılık. Dolar, Türkiye tarihinin en yüksek seviyesini birkaç defa geçti. Yaşanan ve olası kur şokları, döviz krizini tetikleyebilir ve yapısal ekonomik sorunları olan Türkiye’yi (tahmini olarak 2025'lere kadar etkileyecek) uzun süreli bir kriz momentine sokabilir. Domino etkisiyle ekonomide ani çöküş yaşanabilir. Lira’nın hızlı değer kaybetmesi; borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerinin artmasına ve özel sektörde seri iflaslara yol açabilir. Türkiye’nin döviz rezerv açığı 431 milyar Dolar. Kurdaki 1 kuruşluk artış, açığın 4.3 milyar Lira büyümesine neden oluyor. Önümüzdeki 12 ayda ödenecek borç yükü 166 milyar Dolar’a ulaştı. Merkez Bankası’nın elindeki brüt Dolar rezervi 104 milyar Dolar. Kurdaki oynamalar, rezervin hızla erimesine yol açıyor.
Yeni Gelişmekte Olan Piyasalar: Küresel Sermayenin Yeni Av Sahalar
Neo-liberal restorasyon politikaları küresel finans kapitale olağanüstü hamle ve hareket serbestliği kazandırdı.
Kapitalizmin yapısal/genelleşmiş krizini aşmak için finans kapital ve kapitalist devletler tarafından devreye sokulan neo-liberal politikalar, “yapısal uyum programları” adıyla hayata geçirildi. Bu politikalar sistematik bir karşı devrim niteliği taşıdı.
Çevre ülkeler (gelişmekte olan piyasalar) askeri faşist darbeler ve “borç bağımlılığı” üzerinden, programa entegre edildi.
Çevre ülkeler, küresel finansal kapital için yeni av sahalarına dönüştü. Bu süreç çevre ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geldi. IMF ve Dünya Bankası post-kolonyal kurumlar olarak öne çıktı.
Periferinin yeni av sahalarına dönüşmesi, periferinin sermaye akımlarına tümüyle açılması ve küresel piyasalara entegre olması anlamına geldi.
Yeni gelişmekte olan piyasalar yapısal ekonomik sorunların yanında, dış ticaret açığı, yüksek cari açık ve olağanüstü dış borçla karşı karşıya kaldı.
Sermaye Akımları ve Kriz Mekanizması
Bu kronik açıkların finansmanı küresel piyasalardan karşılandı. En başta ekonominin dönmesi için çevre ülkeler sıcak paraya, genelde dış kaynağa narkotik bir bağımlılık içine girdi.
Yüksek faiz uygulamalarıyla, sıcak para “gelişmekte olan piyasalara”, kapitalizmin ikinci kuşak ülkelerine çekildi.
“Küreselleşme” sürecinde aktüel bir sermaye ihracı olan bu “operasyonlar”, çevre ülkeleri faiz, cari açık, dış borç denklemi/ sarmalı içine soktu.
Küresel sermaye, kâr oranları düşük merkez ülkelerde sabit sermaye yatırımları yapma yerini (manik karakterinden dolayı) maksimum kâr amacıyla faiz oranları yüksek ülkelere yöneldi.
Sermaye hareketlerinde bu salınım büyük finansal kârların yanında, finansal anafor ve gelgitlerin önünü açtı.
Çevre ülkelerde tam anlamıyla sermaye hareketlerinin yönelimine bağlı bir ekonomik/finansal mimarı oluştu.
Sıcak para akışının durması ya da sermayenin “anavatana dönüşü”/kaçışı 1980’den sonra yaşanan krizlerin temel nedeni oldu.
Kriz ve sermaye hareketleri arasında birbirini etkileyen ve tetikleyen bir mekanizma oluştu.
1981-1982 borç krizi, 1997 Asya krizi, 1999-2001 borsa krizleri gibi krizler bu ilişkiye örnektir.
En Kırılgan Ülke: Türkiye
2013’ten itibaren FED’in parasal politikalarını değiştirmesi ve faizlerin yukarıya çekmesi, küresel likidite sorununa yol açtı. Sermayenin çevre ülkelerden merkez ülkelere dönmesini ve sermaye akışında belirgin gerilemeye neden oldu.
Bu süreç, Türkiye dâhil gelişmekte olan piyasalarda (başta Malezya, Şili, Güney Afrika’da) krizi tetikleyici etki yarattı.
Türkiye IMF, Dünya Bankası ve FED’inriskli ülkeler raporunda, ayrıca Ficht ve Mody raporlarında en kırılgan ülke olarak açıklandı. Kur şoklarının yanında, Yunanistan'daki krizin seyri, ülke iflası yönünde gelişmeler, küresel finansal dalgalanmalar, jeo-politik risk faktörleri, Türkiye'de siyasi belirsizlik durumu ve siyasi kriz riski Türkiye'yi krizin eşiğine getirdi.
Türk Lira’sının hızla değer kaybetmesi,(2013’ten beri %40’ın üzerinde değer yitirdi) ve durumun kontrol edilememesi borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerini artıyor ve şirket iflasları yanında, hızlı çöküşlerin yaşanacağı yıkıcı bir konjonktürün önünü açıyor.
Sınıfsal Öfke ve Kinin İnfilakı
Bu süreç toplu tensikatlar, işyeri kapatmaları, emeğin değersizleştirme operasyonları, kısaca sınıfa stratejik saldırılar anlamına geliyor. Süreç sınıfsal antagonizmayı şiddetlendiriyor.
Artık her havza ve proletarya açısından her stratejik kent, sınıfsal öfke ve kinin biriktiği ve her an infilak etmesi muhtemel coğrafyalara dönüşüyor. Havza ve Kent grevlerinin önü açılıyor. Metal direnişi ve fiilî grevler, bu öfkenin gücünü, enerjisini ve yayılma kapasitesini açığa çıkardı. Sınıfın yaratıcı ve muhteşem kudretini ortaya koydu. Önümüzdeki dönem benzer dalgalanmalara gebedir. Özellikle sınıf açısından stratejik iller dikkatle izlenmelidir.
Görev, sınıfsal öfke ve kinin parçası olmaktır. Ateş olmak ve ateşe dönüşmektir. Sınıfsal öfke ve kini örgütlenmek ve kristalize etmektir. Kriz tartışmalarını bu eksende ele almak gerekir.
Volkan Yaraşır

14 Haziran 2015 Pazar

Metal Direnişinden Geriye Kalanlar

İşçi direnişleriyle toplamdaki siyasî mücadele arasında nasıl bir ilişki olması gerektiğine ilişkin tartışmalar Bursa’daki metal direnişinde teorik ve pratik boyutlarıyla bir kez daha öne çıktı.
12 Eylül’le beraber sendikaların yozlaştırılıp adalet mücadelesinin terörize edilmesiyle birlikte egemenler önemli mevziler kazandılar. İşçiler, yoksullar, alt sınıflar hak arama ve adalet mücadelesini olması gerektiği gibi veremez oldular. Hemen her mücadele “bölücülük, darbecilik, teröristlik” olarak suçlandı. Bugün bu suçlamalara “Gezici”lik yaftası da eklenmiş durumda.
TOFAŞ ve Renault fabrikalarında işçilerin satılık sendikaya karşı yükselttiği mücadele birçok bakımdan önemli. Türk Metal-İş adlı derin sendikanın işçileri sermayeye köleci mantıkla âdeta pazarlama misyonuna karşı ayaklandı emekçiler. Bu sendika, üstlendiği misyonla paralel bir şekilde sermayenin hizmetkârı olarak çalışmaktadır ve işçiler bu misyona karşı ayaklanmıştır.
Tam da bu noktada örgütlülük tartışmaları devreye giriyor. İşçilerin önemli bir kısmı sendikalardan nefret eder hâle gelmiş durumda. Yaşadıkları fiilî tecrübe onları elbette haklılaştırıyor. İşçilerin dışında da bu tartışma sürdürülüyor. Örgütlülük iyi mi kötü mü?
Kendini bu memlekette 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi’yle gösteren neoliberal saldırganlık, kapitalist tahakkümün önünde hiçbir engel bırakmamayı kafasına koymuştu. İdeolojik ve siyasal tehdit potansiyelleri tırpanlanarak şeklen varlığını sürdürmesine izin verilmiş sendikalar kontrol aracı işleviyle kodlandılar. Örgüt olarak tanımlananlar bunlar ise eğer, öncelikle bu fotoğrafın iyi analiz edilmesi gerekiyor.
Terörize edilerek ya da sermayenin ve onun kollayıcısı devletin yancısı olarak işlev gören bir örgüt, elbette hak ve adalet mücadelesinin yürütücüsü olamaz; bilakis o mücadelenin saptırıcısı olarak çalışır. Tabloyu bu şekilde okuduktan sonra yapılması gerekenin ne olduğuna dair önerilere odaklanmak gerekiyor.
Devlet-sermaye baskısı ve sendikaların satıcılığı karşısında kolu kanadı kırılmış, siyasal rolü tüketilmiş, çalışma koşulları ağırlaştırılmış, ücretleri buharlaştırılmış işçilerin öfkesi yıkıcı ve kurucu bir mücadeleyi nasıl verecektir ya da bunu gerçekten verebilecek midir; mesele budur.
Bursa’daki işçi direnişinde öne çıkan vurgu, sendikaların gereksizliği çerçevesinde gelişti. İşçilerin öz örgütlenmelerinin sendikayı aşan bir nitelik ve yeterliliğe sahip olduğu işlendi, ancak bunun kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğu değişik sûretlerle pek yakında görülecektir.
İşçiler için Türk Metal-İş tecrübesi olumsuz kanaatleri pekiştirmiş olabilir ancak bu sendikanın ideolojik mahiyetinin görülememiş olması, açık söylemek gerekirse, işçi sınıfının zaafıdır ve emek düşmanı faşizan rejim lehine bir kazanımdır. Sahte sendikanın varlığı şimdiye kadar bir şekilde işçiler tarafından reddedilememiştir. Bunun nedenleriyle birlikte tahlili zorunludur ki öncelikli gerekçe, kapitalizmin işleyişinin bütün ayaklarıyla birlikte görülememiş olmasıdır.
Emekçi sınıfların metal sektörünün mahiyetine ilişkin kökensel bir eleştiriyi dillendirdiğine de bu direniş dönemi -özel muhabbetler dışında- şahitlik etmiş değil. Buna ilişkin en ufak bir emare de yok açıkçası. Dolayısıyla emekçi sınıfların kurucu iradesinden bahsetmek bu düzlemde oldukça zor… Ayrıca işçiler arasındaki milliyetçi/muhafazakâr motivasyonun direniş sürecindeki dışavurumu da başka bir zaaf olarak açık bir şekilde gözlemlenebildi ki bu mevzuda esaslı çalışmalar yapılmalı.
Örgütsüzlüğü kutsayan, kökensel kavrayışa odaklanmayan, ücret odaklı işçi direnişlerinin kurucu irade olamayışları siyasal mücadelenin enerjisini verimli planlama bağlamında dikkatle ele alınmalıdır. Sendikaların karşılıklı olarak şeytanlaştırıldığı bir zeminde kazanan, sermaye çevreleri olacaktır.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Metal Direnişi ve Grev Stratejileri

Metal direnişi sınıf mücadelesinde yeni bir döneme girişi simgeliyor. Metal patlaması tesadüfî bir gelişme değil, uzun bir birikim sürecinin ve olağanüstü bir enerji sıkışmasının dışavurumu oldu. Sarsıcı ve etkileyici sonuçlar yarattı. Önümüzdeki dönemin yönelimleri hakkında birikimler sundu. Direniş dalgası, daha şimdiden tarihsel bir pratik olarak sınıflar mücadelesinde yerini aldı.
Yeni Dönem, Yeni Moment
Kapitalizmin yapısal krizi küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirdi. Çok vektörlü bir sürecin kapıları aralandı.
Bir tarihsel momentin içindeyiz. 2008 sonrası, küresel boyutta büyük sınıf ve kitle hareketleri, ayaklanmalar, isyanlar ve savaşlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Bir yanda katastrof riski artıyor, diğer yanda umut ayaklanıyor. Büyük toplumsal salınımlar yaşanıyor.
Sınıflar mücadelesinin zengin diyalektiğiyle karşı karşıyayız. Sınıfsal antagonizmanın yoğunlaşması ve derinleşmesi sürecin tüm dinamiklerini belirliyor.
Sınıfın otonomisi, sürece damgasını vuran bir başka faktör olarak dikkat çekiyor. Yani diyalektik işliyor.
Ontolojik Karşı Duruşlar ve Direniş Biçimleri
Aynı süreçte Türkiye'de büyük alt üst oluşlar yaşandı. Sınıfsal kutuplaşma şiddetlendi. Finans kapitalin sınıfa stratejik saldırıları yoğunlaştı. Sermaye birikimi ve emek gücünün yoğun sömürüsünü realize etmek için gerçekleştirilen saldırılarla, sınıf enkazlaştırılmak ve köleleştirilmek istendi.
Bu saldırılara karşı işçi sınıfı ontolojik bir karşı duruş sergiledi. Farklı direniş ve eylem biçimleriyle barikatlar oluşturdu. Militan bir savunma hattı yaratmaya çalıştı.
2008 sonrası, krizin yansımalarıyla işçi sınıfı üç düzeyde eylemler gerçekleştirdi.
Birincisi; Türkiye işçi sınıfı tarihinde çok rastlanmayan bireysel eylemlerdi. Bireysel direnişleriyle işçi sınıfının mücadele ruhunu kendilerinde cisimleştiren direnişçi işçiler, model kimlikler olarak iz bıraktı ve bir direniş geleneği oluşturdu. Muhteşem direnişleriyle onurun ve mücadelenin simge isimleri oldular.
İkincisi; bir işçi cehennemine dönüşen işyerlerinde ve organize sanayi bölgelerinde gerçekleşen lokal eylemlerdi. İşçi sınıfı, işten atılmalara, tenkisatlara, işyeri kapatmalarına, sendikal örgütlenmeleri engellemek için başlatılan saldırılara karşı yaygın lokal direnişler gerçekleştirdi.
Bu eylemler içinde en çok dikkat çeken ve 2010'dan sonra yaygınlaşan fabrika işgal eylemleri oldu. Fabrika işgal eylemleri sınıfın yıkıcı gücünü gösteren, sarsıcı eylemler olarak önem taşıdı. Daha naif içerikte Sinter işgal eylemiyle başlayan bu pratikler, uzun soluklu Fen-İş ve etkili ve sarsıcı Greif işgaliyle taçlandı. Kazova özyönetim pratiği sürecin en dikkat çeken eylemlerinden biriydi. Aynı dönemde sınıf dinamikleri içindeki en önemli gelişme, hemen hemen her direnişte kurulan taban örgütlenmeleri oldu. 1989 Bahar Eylemleri'den sonra taban örgütlenmeleri ilk defa bu derece yaygınlaştı. Bugün Metal işçileri, bu birikimlerden ve kendi öznel deneyimlerden hareket ederek direnişlerini taban örgütlenmeleri üzerinden ördü.
Diğer dikkat çeken başka bir gelişme ise 2010 yılından sonra direnişlerin her birinden etkili ve karizmatik yönleri olan, doğal işçi önderlerinin çıkması oldu. Her direniş doğal işçi önderleri ve komiteler tarafından yürütüldü. İşçi önderleri, sınıfın kolektif iradesini yansıttı. Komiteler ve doğal işçi önderleri, direnişleri sürükleyen ve yönlendiren işlev gördü. Metal direnişi de kendi doğal işçi önderlerini yarattı.
Üçüncü eylem tipi öfke patlamalarıydı. Bursa Bosch pratiği (2012), taşıdığı potansiyelle metal sektörünü mobilize edebileceğini ve bir kent grevi olasılığını gösterdi. Ardından 11 bin işçiyi kapsayan, Gaziantep tekstil işçilerin fiili grevleri geldi. Bu direnişte kenti tutuşturabilirdi.
Ama olmadı. Bu iki hareket, sınıfın büyük öfke patlamaları olarak iz bıraktı.
Bu iki eylem dalgası, metal işçilerin açtığı yeni yüksek konjonktürün ön verileriyle yüklüydü.[*]
1968 İtalya, Grev Stratejileri
Sınıf mücadelesinde her eylem, M. Löwy'nin ifadesiyle, en yerel karakterde olsa da enternasyonal bir mahiyet taşır. Bu nitelik sınıfın ontolojisiyle ilişkilidir ve sınıfın enternasyonal karakterinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalist toplumda proletarya iki temel sınıftan birini oluşturur.
Sınıf kolektif bir hafızaya sahiptir. Deneyimlerini biriktirir, nesilden nesle aktarır. Kapitalizmin küresel bir sistem olması ve uluslararası bir işbölümüne dayanması, deneyimleri ortak hafızanın parçası yapar ve enternasyonalizmin parçası haline getirir.
1968 küresel ayağa kalkışı, İtalya ve Fransa'da yaygın ve sarsıcı işçi eylemlerine sahne oldu. Bu iki ülkede işçi konseyleri kuruldu. Ön devrimci durum yaşandı. Fransa'da tarihin en büyük genel grev dalgaları (Mayıs 1968) görüldü.
İtalya işçi grevleriyle sarsıldı. Sistem içi yapıya dönüşmüş, burjuva demokrasisinin aparatları haline gelmiş FKP ve İKP (daha sonra bu iki parti ve İspanya Komünist Partisi, Avro-Komünizm'in kurucuları olacaktır) bu devrimci dalgadan ürktü. İşçi eylemlerini “goşizm” olarak değerlendirdi. Bitirilmesi yönünde aktif rol oynadı. J. P. Sartre'ın o dönemde FKP'ye yönelttiği ağır eleştiriler son derece önemlidir ve bir anlamda FKP özelinde İKP'yi de anlatmaktadır.
Fordizmin krizinin açığa çıktığı bu konjonktürde İtalyan işçi sınıfı, sanayi işçileri merkezli muhteşem pratikler gerçekleştirdi. İşçi sınıfı finans kapitale karşı yeni grev stratejileri geliştirdi. Bu eylemler sınıfın stratejik hamle yeteneğini ve taktik zenginliğini gösterdi.
Satranç Grevi ve Zincirleme Grevler
İtalyan işçi sınıfı, 1968'de metal sektöründe, ağırlıkta otomotiv fabrikalarında iki grev yöntemi geliştirdi.
Birincisi, Satranç Grevi'ydi. Sektörün stratejik, ana fabrikaları bu grev yönteminin ortaya çıktığı yerler oldu.
Ana fabrikanın hemen hemen tüm ihtiyacı hem işçi maliyeti, hem de hızla üretilmesi açısından bir merkezi olmayan, dağınık, atölye tipindeki yan ya da alt sanayide üretiliyordu. İhtiyaç duyulan parçalar ayrı ayrı atölyelerde üretilmekteydi. Bu atölyeler, organize sanayi bölgeleri diyebileceğimiz alanlarda yer almaktaydı ve ana fabrikayla yüksek oranda entegreydiler.
Satranç grevi, yan sanayide örgütlenmelerin (dağınıklığı ve koordinasyon güçlüğü gibi nedenlerden dolayı) zorluğunu görerek, bütün ağırlığın stratejik fabrikaya ya da Şah'a verilmesini içeriyordu. "Şahın yıkılmasıyla", "oyun" sınıf tarafından bitiriliyordu. Çünkü tek hamleyle şah, şah-mat oluyordu. Bu grev tarzı yani şahın yıkılması, yan sanayiyi felç ediyordu. Ağır koşullarda çalışan yan sanayi işçisi böylece hızla harekete geçebiliyordu. Ana fabrikadan çevreyi kuşatma stratejisi, 1968 yılında son derece etkili sonuçlar verdi.
İkinci strateji ise çevreden ana fabrikayı kuşatmaydı. Bu grev tarzına da “Zincirleme Grev” adı veriliyordu. Ana fabrikalarda işçi aristokrasisinin varlığı, bürokratik sendikalarının nüfuzu bazı fabrikalarda örgütlenme ve hareket zorluğu yaratmaktaydı. Bu nokta da izlenen taktik, örgütlenmesi ne kadar zor olursa olsun yan sanayideki atölyelerde yoğunlaşmayı içeriyordu. Yan sanayideki atölyelerin uzun bir biriktirme döneminden sonra tek tek örgütlenmesi ve zincirleme tepki vermesi hedefleniyordu. Bu Zincirleme Grev tarzıyla, yan sanayideki üretime yaşamsal bağlılığı olan ana fabrikanın kuşatılması amaçlanıyordu. Yani diğer "işlevli taşlar" devreye sokularak (satrançta her taş işlevlidir ve bazen yıkıcı -oyunu bitirici- etkiye sahiptir), Şah'ın mat edilmesi amaçlanıyor ve zincirleme grevlerle Şah-mat çekiliyordu.
Sınıfın üstün manevra kabiliyetini gösteren, taktik yeteneğini ve stratejik hamle gücünü açığa çıkaran bu grevler bugün Metal işçilerine yol gösteriyor.
Kent ve Havza Grevleri
Metal işçileri büyük öfke patlamasıyla ayağa kalktılar. Renault'nun "alevlenmesi" bütün kenti, Bursa'yı tutuşturdu. Hatta öfke dalgası Türkiye proletaryasının en önemli bölgesine, Marmara'ya ve çevresine yayıldı. Ankara, Sakarya, Gebze-Kocaeli, Bolu, Eskişehir öfke denizine dönüştü.
Stratejik fabrikalar senkronize bir şekilde harekete geçtiler. Fiili grev dalgası havzaları mobilize etti. Bir anlamda dar boyutta kent grevi ve havza grevi yaşandı.
Metal direnişi ve fiili grev dalgası, kent ve havza grevlerinin artık bir olasılık olmaktan çıktığını ve realize olabileceğini ortaya koydu.
Metal direnişinin ve öfke dalgasının sektörün stratejik fabrikalarına yayılması, havzada etkisini göstermesi ve farklı sektörleri eylem anaforu içine çekmesi, sınıf mücadelesinde son derece önemli bir birikimdir. Ve yeni bir momenti işaretlemektedir.
Artık ana fabrikalardan yan sanayi yayılan ya da yan sanayiden ana fabrikayı kuşatan grevlerin önü açılabilir. İtalyan tarzı bu eylemleri yıkıcı ve sarsıcı kent ve havza eylemleri izleyebilir.
Metal sektörünün sınıfın taşıyıcı sektörü olması, bugün metal eksenli ve stratejik fabrikalarla sınırlı eylem dalgasını inanılmaz noktalara ulaştırabilir.
Bir anafor etkisiyle yan sanayi yanında, diğer sektörler de harekete geçebilir. Hatta sınıfın bir sosyal anafor yaratarak, farklı toplumsal kesimleri ve dinamikleri etki alanına alıp, kapitalist krizin yarattığı yıkıcı sonuçlarla karşı karşıya kalmış emekçi yığınları ayağa kaldırabilir.
Önümüzdeki dönem fiili grev senkronlarına, geniş kitle gösterilerine, meydan işgallerine, farklı kitle mobilizasyonlarına, sivil itaatsizlik eylemlerine, geniş yığınların sokağa çıkışına sahne olabilir. Yıkıcı bir kriz olasılığı, sivil diktatörlük yönündeki düzenlemeler, siyasal İslam’ın toplumu kuşatan uygulamaları, sınıfa stratejik saldırılar ve Kürt özgürlük hareketinin yarattığı dinamizm bu olasılıkları mümkün kılabilir.
Bu, bir anlamda yıkıcı bir kent/kitle grevidir. Sarsıcı havza grevidir. Güney Kore işçi sınıfının tarihinde benzer kent grevleri yaşandı. Güney Kore işçi sınıfı, 1980'li yıllarda birkaç defa kent/kitle grevleriyle faşist diktatörlüğe darbe vurdu.
Metal direnişi ve öfke dalgası artık birçok ihtimalin ve bahsettiğimiz muhteşem eylemlerinin olanaklı olabileceğini ortaya koydu.
İki haftada işbirlikçi sendikal yapının kuşatmasını parçalayan ve işçi sınıfının (sınıftan kaçışın yaygın olduğu, kimlik politikalarının sükse yaptığı, mikro politikaların göklere çıkarıldığı, öznenin yok sayıldığı koşullarda) toplumsal maddi bir güç olduğunu gösteren Metal işçileri, sınıfsal öfke ve kinin gücünü dosta düşmana hissettirdi.
Sınıfın yıkıcı gücünü ortaya koydu. Toplumsal kasırganın merkezini işaretledi.
Metal direnişi, sınıfın taşıdığı muazzam yıkıcı potansiyeli açığa çıkardı.
İzlenmesi gereken yolu gösterdi. Sınıfın otonomisinin ve yıkıcı enerjisinin ne derece sarsıcı olabileceğini pratik olarak ortaya koydu.
Ve devrimci komünistleri ana rahmine çağırdı. Bu çağrı aynı zamanda "imkânsızı istemenin ve yaratmanın" yoludur. Ve bir özgürlük çığlığıdır.
Volkan Yaraşır
[*] Bazı makaleler: Volkan Yaraşır, Sınıfsal öfke ve kinin birikimi (19 Kasım 2012), Lokal direnişlerden, Havza grevlerine (16 Nisan 2013), Sınıfsal öfke birikiyor (Haziran 2013), İşgal, direniş, grev ve sabotaj (23Ocak 2009), Sınıfın yıkıcı silahı: fabrika işgal eylemleri (14 Ağustos 2010).

29 Mayıs 2015 Cuma

Metal Direnişi ve Sendikalar

Metal Direnişi, Yeni “Buz Kırıcılar” ve Sendikalar
Metal direnişi büyük bir enerjinin dışavurumu oldu. Dalgasal ve zincirleme direniş ve fiili eylemler sürüyor. Tofaş ve Renault ve bir dizi fabrika da direniş bitirirken, yeni fabrikalar direnişe katılıyor. Eylemler ikinci haftasını doldurdu. Bursa'daki alev, "bozkırı tutuşturdu". Direniş ve eylemler,Ankara, Gebze, Kocaeli, Sakarya ve Eskişehir'e yayıldı.
Kitlesel İstifalar ve Yeni Arayış
Metal işçileri, korporatist, bürokratik, işbirlikçi, faşizan sendikal yapıya ve sendika ve MESS aracıyla oluşturulan cehennemî çalışma rejimine karşı ayağa kalktı.
Korkunç bir öfke patlamasıyla önce Bursa, ardından havza sarsıldı. Eylemler sınıfın birikmiş öfkesinin dışavurumu oldu.
Metal işçileri net bir tavırla Türk -Metal'den kitlesel bir şekilde istifa etmeye başladı. Yılların kuşatılmışlığına, sendika-sermaye-devlet işbirliğine karşı işçiler öfkeyle harekete geçti. 1998 ve 2012 Bosch pratiği bir provaydı. 2015 metal "baharı" korporatist, işbirlikçi ve bürokratik sendikadan kitlesel kopuşları beraberinde getirdi. 12 Eylül faşizminin, sınıfın taşıyıcı/lokomotif sektörü olan metal işçilerini bölmek, parçalamak, bloke etmek için devreye soktuğu ve önünü açtığı Türk-Metal imparatorluğu, 2015 işçi "baharıyla" son derece ağır bir darbe aldı. Bu süreç hızlı bir çözülüş sürecinin önünü açtı.
Metal işçileri, sermayenin sınıf içindeki truva atı olan sendikaya karşı, sınıfsal öfkeyle hareket edip, net bir tavır gösterdi.
Bu gelişme, Türkiye sendikal tarihinde önemli bir momenttir. Metal işçileri, tarihsel bir eylem gerçekleştiriyorlar. Ve kendiliğindenci öfkenin o muhteşem gücü ve yıkıcılığını gösteriyorlar.[*] Taban örgütlenmeleri şeklinde gelişen bu hareket, son derece önemli bir potansiyeli açığa çıkardı. Fiilî, meşru ve taban inisiyatifine dayanan, hızla kitleselleşen ve bir kenti tutuşturmakla kalmayıp, işçi sınıfının mücadele tarihinde bir ilk olan geniş bir işçi havzasını mobilize eden hareket, olağanüstü birikimler yarattı.
Sendikal Harekette Kırılma
En başta sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Metal işçileri statükocu, bir nevi atipik işçi aristokrasisini korumakla mükellef, sınıfa yabancı, bürokratik bir kastta dönüşmüş. neo-korporatist ve sınıfın farklı katmanlarına ilişkin hiçbir politika geliştirmeyen sendikal yapılara karşı taban inisiyatifin önemini gösterdi.
Birkaç istisna dışında (ayrıca onların nitelikleri de tartışılabilir) sendikalar bir çürümüşlüğü temsil ediyorlar. Hareketin taban örgütlenmeleri şeklinde gelişmesi, doğrudan eylemlere dayanması, fiilî grevlerle yayılması, uzun soluklu bir direniş olması, metal işçileri başta olmak üzere, işçi sınıfının geneli için büyük bir birikim oldu.
Hareket, başka bir sendikacılığın ya da gerçek sendikacılığın yolunu gösterdi. Gerçek sendikacılığın taban inisiyatifine dayanması gerektiğinin altı çizildi ve taban sendikacılığının önemi ortaya konuldu.
Sendikal rekabete izin vermeyen metal işçileri, mevcut sendikalara karşı mesafeli bir tutum sergilediler.
İşbirlikçi bir sendika tarafından uzun yılların kuşatılmışlığı, bu yapının sınıfsal kimlik ve bilinçte yarattığı tahribat, muhafazakâr ideolojinin işçiler üzerindeki yıkıcı etkileri ve Birleşik Metal-İş'in geçmişten bugüne yeterli bir performans göstermemesi, pratiği ve politikalarıyla dün olduğu gibi (1998), bugünde metal dalgasını kavrayamaması ve öfke dalgasını kucaklayacak somut adımlar atmaması, metal işçilerinin mesafeli duruşlarının temel nedeni oldu. Metal işçilerinin arayışlarına yeterli cevap verilememesi, bir auranın yaratılamaması, metal işçilerinin defansif davranmasına yol açtı. Öte yandan taban örgütlenmeleri bir anlamda fiilî sendikal müdahale anlamına geldi.
İşçiler arasında sendikalara bakış ve ilişkilenmede farklı eğilimler bulunuyor.
Taban Sendikacılığı
Grup toplu sözleşmesinin 2017'de bitmesi, işçilerin bugün açısından sendika değiştirmeyi gündeme almamalarına neden oldu. Türk Metal'den kitlesel istifalar hareketin temel yönelimi olarak dikkat çekti. Son derece önemli olan bu tavır, sınıfsal öfkenin somut biçim alışını gösterdi.
İşçilerin bir kısmı sendikalara uzak değil ama temkinli ve eleştirel yaklaşımlarını sürdürüyorlar. Taban örgütlenmelerinin birikimleri yol gösterici bir işlev görüyor.
İşçilerin ağırlıktaki eğilimi ise sendikalara mesafeli ve son derece reaksiyoner bir tavırları var. Bu işçiler,sendikasız toplu sözleşme yapmak istiyorlar. Toyota ve Honda'dakine benzer tarzda çalışma yaşamı tahayyülleri var. Toyota ve Honda’da sendika yok. Bu işyerlerinde çalışanlarda sendikal örgütlenmeye mesafeli yaklaşıyor. İşverenin belirlediği, hatta atadığı temsilciler aracılıyla yönetimle ilişkiler yürütülüyor. İnsan kaynakları çerçevesinde şikâyet ve talepler alınıyor. Sektördeki diğer işyerlerine oranda ücretlerin nispeten yüksek olduğu Toyota ve Honda'da ücretler kıdem, performans, prim sistemine göre belirleniyor. Endüstriyel demokrasi adına bir sendikasızlaştırma taktiği olan "Honda- Toyota modeli", metal işçilerinin sarı sendikaya duydukları nefretten ve sendikalara karşı aşırı güvensizlikten dolayı işçilerin dikkatini çekiyor.
MESS uzun yıllar bir truva atıyla işçileri kontrol etti. İşçiler, cehennemî çalışma koşulları altıda yoğun şekilde sömürüldüler. Sektördeki kâr oranı olağanüstü noktalara ulaştı. Şimdi MESS, finans kapitalin en militan örgütü olarak bu konjonktürde (işçilerin sendikalara duyduğu güvensizlik ve reaksiyondan yararlanarak ve hatta işçileri -kendi aralarındaki rekabet ve çelişkileri de kullanıp- maniple ederek) stratejik bir sendikasızlaştırma taktiği geliştirebilir.
Aşağıdan Örgütlenme, Taban Örgütlenmeleri
Metal işçileri, direniş ve fiili grevleriyle aşağıdan bir örgütlenmenin ve taban inisiyatifinin önemini ortaya koydular. Fiilî, meşru, radikal ve kitlesel mücadelenin önemini pratik olarak gösterdi. Aynı zamanda 12 Eylül faşizminin sendikal mücadeleyi boğan, işçiyi amorfe eden ve bürokratik bir çarkın içine sokan işkolu esaslı, primidal örgütlenme modelini ve bürokratik, korporatist ve klerikal yapısını tarumar etti. Bu modelin en ekstrem ve en konsantre örneğini iki haftalık bir volkan patlamasıyla alt üst etti.
Taban örgütlenmelerini esas alan, sınıfın kolektif inisiyatifiyle hareket eden, doğrudan eylemle varoluşunu inşa eden, doğrudan demokrasiyle sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaran bir taban sendikacılığı döneminin kapılarını araladı.
Bir Dönem Kapanıyor
Artık bir dönem kapanıyor. Sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Artık gerçek/taban sendikacılığı, sınıf sendikacılığı sınıfın yönelimlerine cevap verebilir.
Metal işçileri, sendikaları işçilerin kalelerine dönüştürme yöntemini gösterdiler. Metal işçileri, sınıf kardeşlerine bir anlamda (muazzam eylemleriyle) bu sendikaları “yıkın, yeniden yapın” dediler.
Metal işçileri, doğrudan eylem, taban örgütlenmeleri ve taban inisiyatifiyle neler yapılabileceğini ortaya koydular. Bu yol gerçek/taban sendikacılığı(nı) yaratmanın yoludur.
Metal işçileri, finans kapitalin manipülasyonlarına, sendikasızlaştırma taktiklerine karşı duyarlı olmalı, her şartta taban örgütlenmelerini korumalı ve güçlendirmelidir.
Artık sendikal mücadelede yeni bir döneme girdi. Metal işçileri buz kırıcı işlevi gördüler ve yolu açtılar. Bürokratik, korporatist, klerikal sendikal kuşatmaya karşı taban harekete geçti. Hem de yıkıcı, sarsıcı ve alt üst edici bir şekilde.
Volkan Yaraşır
[*] Metal direnişine ilişkin, kendiliğindencilik vurgusu genel olarak doğru bir ifade olsa da, sınıf örgütsüz değildi. Taban örgütlenmelerininkurulması, stratejik işyerlerine yayılması, bir üst örgütlenme biçiminin doğması ve fiilî grevin örgütlenmesi, fiilî grevin bir senkrona dönüşmesi metal işçilerinin ciddi örgütlenme adımları attığını gösterir.
Solun özellikle sınıf eksenli çalışmalardan uzak bazı kesimlerinin, sınıf hareketlerini analiz ederken sık olarak kullandığı kendiliğindenci tanımlamasında bir mana bulanıklığı ve sınıf dinamiklerini küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum. Bu vurgu da kendisini sınıfın dışında bir yere koyan, ikameci bir anlayış, hatta sınıfı çok tanımamaktan kaynaklanan problemli bir yaklaşım var.
Evet, metal direnişi ve fiilî grevler kendiliğindenci bir karakterde gelişti. Ama bu tanım (zaten tanımın içeriğinde de saklı olan) taşıdığı yıkıcı enerjiyi görmeme, sınıfın otonomisinin yaratıcı zenginliğini hissetmeme anlamına gelmemelidir.
Sınıflar mücadelesinin tarihi, yıkıcı kendiliğindenci eylemlerle doludur.
Sorun, bu öfke hareketinin parçası olmak ve öfkeye dönüşmektir. Sınıfla devrimci komünist hareketin ontolojik bir bağ ve ilişki kurmasıdır. Devrimci komünist hareket işçi sınıfının organik parçası olduğu oranda ve onun içinden yaptığı müdahalelerle kendiliğindenci hareketin zafiyetlerini ve olası savrulmalarını aşabilir.
Lenin'de kendiliğindencilik vurgusu, devrimci-komünist hareketin bir anlamda sınıfa stratejik yönelimineve sınıfla kurduğu stratejik ilişkiye yönelik bir vurgudur. Yani, partinin yıkıcı enerjinin parçası olması ya da parçasına dönüşmesidir. Ve yıkıcı enerjiyi kristalize etmesidir. Bu parti sınıf ilişkisindeki zarureti işaretler. Yoksa tek başına kendiliğindencilik tanımı ve olası zafiyetleri göstermenin bir manası yoktur. Hatta bu tavır sınıftan kaçışı rasyonalize etme anlamına da gelebilir.