Metal İşçisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metal İşçisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2015 Cuma

Metal İşçilerinin Grevi Üzerine Cuma Hutbesi

Bismillâhirrahmânirrahîm
Kardeşler,
18 Mayıs’tan bu yana otomotiv sektöründeki işçilerin grevi sürüyor. Renault fabrikalarında başlayan eylem TOFAŞ ve MAKO’ya da sıçramış durumda. 20 bini aşkın işçi kardeşimizin greve katıldığı söyleniyor.
Seçimlere az bir zaman kaldı. Buna rağmen işçiler partilerin vaatlerinin değil, kendi gerçekliğinin peşinden gidiyorlar. Bu durum grevin en önemli kazanımlarından birini oluşturuyor. Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde;
Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir” [RÂD 11] diye buyurmaktadır.
Bugün işçi kardeşlerimiz, kendilerine uygulanan sömürü sistemine karşı grev kararı almış ve bu karar doğrultusunda haklarını geri alana kadar mücadelede karar kılmışlardır. Kendi geleceklerini ve haklarını sistemin kurumlarına havale etmemiş, üretimden gelen güçlerini kullanmışlardır. Temsiliyetin boşluğuna düşmemişler, kendi hakikatlerinin peşine düşmüşlerdir. “Rızkı veren Allah’tır” diyerek de; egemenlere, patronlara, gerçek egemen ve tek patronun kim olduğunu hatırlatmış; onların tüm sahip oldukları şeylerin gerçek sahibini yüzlerine vurmuşlardır.
Kardeşler,
Bu direniş sadece patronlara karşı değil; işçilerin haklarını koruduğu varsayılan sendikalara karşı da bir tepkidir. Türk-Metal Sendikası, işverenlerin sendikası MESS ve işverenlerle görüşüp, eylemi bitirme çabası içinde olduklarını açıkladılar. İşçi kardeşlerimiz ise yaptıkları açıklamada, “Uzun süredir maaşlarındaki iyileştirmeleri yetersiz buluyor ve bu durum Türk Metal Sendikası ile yaptıkları sözleşmeden kaynaklandığını” ifade ettiler.
Metal işçisi, sendikal hareketlerin güçlü bir şekilde sorgulanması adına tarihi bir sorumluluğu yerine getirmektedir.
Bu direniş; aynı zamanda yıllardır emek mücadelesi veren partilere, sivil toplum kuruluşlarına da bir tepkidir. İşçi sınıfının sosyal, kültürel, inançsal değerlerine yabancılaşmış tüm gruplara karşı bir ders niteliğindedir. Metal grevinde rengârenk bayraklar yok, “devrimci” sloganlar atılmıyor, ideolojilere yeminler edilmiyor ama işçi sınıfı kendi hakları için, kendine has bir biçimde direniyor. Çocuklarla, kadınlarla direniyorlar. Yer sofraları kuruyor, Cuma namazları kılıp hutbeler yayınlıyorlar. İnanmanın haklarımız için mücadele etmenin önünde bir engel oluşturmadığını gösteriyorlar. Nasıl ki kapitalist sınıfın ürettiği bir kültür varsa ve bu kültür o sınıftan bağımsız değilse; işçi sınıfının da bir kültürü olduğunu ve bunun sınıf mücadelesinden bağımsız olamayacağını gösteriyorlar.
Sınıf, tanımlardan değil, insanlardan ibarettir. Her sınıfa mensup insanların; hayatını anlamlı kılan değerleri, yaşam biçimleri, inanışları olacaktır. Karşılaştığı haksızlıklara karşı bu değerlerine yabancılaşmadan mücadele etmek de isteyeceklerdir.
Kardeşler,
Bu görüşümüzü daha açık ifade edebilmek adına bir örnek vermek istiyoruz.
Metal işçi eylemlerinin birinde bir pankart dikkatimizi çekti. Pankartta şu şekilde yazıyordu : “Zamanla olan tek şey turşudur. Bize zaman değil, para lazım.”
Bu sözü, biraz da metaforik bir dille, bir bilince dönüştürmek maksadıyla anlatalım.
Zamanla olan tek şey turşu mudur gerçekten? Aslında şarap da zamanla olan şey değil midir? Bu toprakların işçi sınıfının sosyo-kültürel unsurlarında, zamanla olan şeyin adı turşudur. Fransız işçisi içinse bu elbette ki şarap olacaktır. 100 yıl öncesinden başlayarak, sözde aydınlanmasını Fransa’da yaşamış bu toprakların sözde aydınlarının da, bu durumda aklına bu toprakların değeri olan turşu değil, şarap gelecektir. Oysa bu toprakların değeri şarap değil, turşudur. İşte yıllardan beri egemenler bu topraklarda bize şarapla turşunun kavgasını yaptırdılar ve maalesef parsayı da topladılar.
Metal işçisinin bu grevi; bu ülkenin devrimci unsurlarının, işçi sınıfının değerleriyle, inançlarıyla, yaşam tarzıyla barışması ve üzerindeki yabancılaşmayı atabilmesi için bir fırsattır.
Öte yandan; binlerce metal işçisi direnirken, maalesef ki seçimler birçok muhalif kesimi çok daha fazla ilgilendirmektedir. Dizilerle, hurafelerle uyutulduğunu iddia ettiğimiz işçi sınıfı, meydanlarda haklarını ararken acaba bizler de seçimlerle uyutuluyor olabilir miyiz?
Gün, grevlerde işçilerle buluşmak, onların tüm değerleriyle barışmak ve bu topraklara özgü bir işçi mücadelesinde saf tutmak zamanıdır. Farklılıklarımızla bir bütün olma ve kardeşleşme ahdinde bulunma günüdür.
Allah Cuma’mızı mübarek, mücadelemizi daim kılsın…
Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı ise yasaklar. Hatırlayasınız diye size öğüt verir.” [NAHL 90]
Kapitalizmle Mücadele Derneği

Metal Direnişi ve Sendikalar

Metal Direnişi, Yeni “Buz Kırıcılar” ve Sendikalar
Metal direnişi büyük bir enerjinin dışavurumu oldu. Dalgasal ve zincirleme direniş ve fiili eylemler sürüyor. Tofaş ve Renault ve bir dizi fabrika da direniş bitirirken, yeni fabrikalar direnişe katılıyor. Eylemler ikinci haftasını doldurdu. Bursa'daki alev, "bozkırı tutuşturdu". Direniş ve eylemler,Ankara, Gebze, Kocaeli, Sakarya ve Eskişehir'e yayıldı.
Kitlesel İstifalar ve Yeni Arayış
Metal işçileri, korporatist, bürokratik, işbirlikçi, faşizan sendikal yapıya ve sendika ve MESS aracıyla oluşturulan cehennemî çalışma rejimine karşı ayağa kalktı.
Korkunç bir öfke patlamasıyla önce Bursa, ardından havza sarsıldı. Eylemler sınıfın birikmiş öfkesinin dışavurumu oldu.
Metal işçileri net bir tavırla Türk -Metal'den kitlesel bir şekilde istifa etmeye başladı. Yılların kuşatılmışlığına, sendika-sermaye-devlet işbirliğine karşı işçiler öfkeyle harekete geçti. 1998 ve 2012 Bosch pratiği bir provaydı. 2015 metal "baharı" korporatist, işbirlikçi ve bürokratik sendikadan kitlesel kopuşları beraberinde getirdi. 12 Eylül faşizminin, sınıfın taşıyıcı/lokomotif sektörü olan metal işçilerini bölmek, parçalamak, bloke etmek için devreye soktuğu ve önünü açtığı Türk-Metal imparatorluğu, 2015 işçi "baharıyla" son derece ağır bir darbe aldı. Bu süreç hızlı bir çözülüş sürecinin önünü açtı.
Metal işçileri, sermayenin sınıf içindeki truva atı olan sendikaya karşı, sınıfsal öfkeyle hareket edip, net bir tavır gösterdi.
Bu gelişme, Türkiye sendikal tarihinde önemli bir momenttir. Metal işçileri, tarihsel bir eylem gerçekleştiriyorlar. Ve kendiliğindenci öfkenin o muhteşem gücü ve yıkıcılığını gösteriyorlar.[*] Taban örgütlenmeleri şeklinde gelişen bu hareket, son derece önemli bir potansiyeli açığa çıkardı. Fiilî, meşru ve taban inisiyatifine dayanan, hızla kitleselleşen ve bir kenti tutuşturmakla kalmayıp, işçi sınıfının mücadele tarihinde bir ilk olan geniş bir işçi havzasını mobilize eden hareket, olağanüstü birikimler yarattı.
Sendikal Harekette Kırılma
En başta sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Metal işçileri statükocu, bir nevi atipik işçi aristokrasisini korumakla mükellef, sınıfa yabancı, bürokratik bir kastta dönüşmüş. neo-korporatist ve sınıfın farklı katmanlarına ilişkin hiçbir politika geliştirmeyen sendikal yapılara karşı taban inisiyatifin önemini gösterdi.
Birkaç istisna dışında (ayrıca onların nitelikleri de tartışılabilir) sendikalar bir çürümüşlüğü temsil ediyorlar. Hareketin taban örgütlenmeleri şeklinde gelişmesi, doğrudan eylemlere dayanması, fiilî grevlerle yayılması, uzun soluklu bir direniş olması, metal işçileri başta olmak üzere, işçi sınıfının geneli için büyük bir birikim oldu.
Hareket, başka bir sendikacılığın ya da gerçek sendikacılığın yolunu gösterdi. Gerçek sendikacılığın taban inisiyatifine dayanması gerektiğinin altı çizildi ve taban sendikacılığının önemi ortaya konuldu.
Sendikal rekabete izin vermeyen metal işçileri, mevcut sendikalara karşı mesafeli bir tutum sergilediler.
İşbirlikçi bir sendika tarafından uzun yılların kuşatılmışlığı, bu yapının sınıfsal kimlik ve bilinçte yarattığı tahribat, muhafazakâr ideolojinin işçiler üzerindeki yıkıcı etkileri ve Birleşik Metal-İş'in geçmişten bugüne yeterli bir performans göstermemesi, pratiği ve politikalarıyla dün olduğu gibi (1998), bugünde metal dalgasını kavrayamaması ve öfke dalgasını kucaklayacak somut adımlar atmaması, metal işçilerinin mesafeli duruşlarının temel nedeni oldu. Metal işçilerinin arayışlarına yeterli cevap verilememesi, bir auranın yaratılamaması, metal işçilerinin defansif davranmasına yol açtı. Öte yandan taban örgütlenmeleri bir anlamda fiilî sendikal müdahale anlamına geldi.
İşçiler arasında sendikalara bakış ve ilişkilenmede farklı eğilimler bulunuyor.
Taban Sendikacılığı
Grup toplu sözleşmesinin 2017'de bitmesi, işçilerin bugün açısından sendika değiştirmeyi gündeme almamalarına neden oldu. Türk Metal'den kitlesel istifalar hareketin temel yönelimi olarak dikkat çekti. Son derece önemli olan bu tavır, sınıfsal öfkenin somut biçim alışını gösterdi.
İşçilerin bir kısmı sendikalara uzak değil ama temkinli ve eleştirel yaklaşımlarını sürdürüyorlar. Taban örgütlenmelerinin birikimleri yol gösterici bir işlev görüyor.
İşçilerin ağırlıktaki eğilimi ise sendikalara mesafeli ve son derece reaksiyoner bir tavırları var. Bu işçiler,sendikasız toplu sözleşme yapmak istiyorlar. Toyota ve Honda'dakine benzer tarzda çalışma yaşamı tahayyülleri var. Toyota ve Honda’da sendika yok. Bu işyerlerinde çalışanlarda sendikal örgütlenmeye mesafeli yaklaşıyor. İşverenin belirlediği, hatta atadığı temsilciler aracılıyla yönetimle ilişkiler yürütülüyor. İnsan kaynakları çerçevesinde şikâyet ve talepler alınıyor. Sektördeki diğer işyerlerine oranda ücretlerin nispeten yüksek olduğu Toyota ve Honda'da ücretler kıdem, performans, prim sistemine göre belirleniyor. Endüstriyel demokrasi adına bir sendikasızlaştırma taktiği olan "Honda- Toyota modeli", metal işçilerinin sarı sendikaya duydukları nefretten ve sendikalara karşı aşırı güvensizlikten dolayı işçilerin dikkatini çekiyor.
MESS uzun yıllar bir truva atıyla işçileri kontrol etti. İşçiler, cehennemî çalışma koşulları altıda yoğun şekilde sömürüldüler. Sektördeki kâr oranı olağanüstü noktalara ulaştı. Şimdi MESS, finans kapitalin en militan örgütü olarak bu konjonktürde (işçilerin sendikalara duyduğu güvensizlik ve reaksiyondan yararlanarak ve hatta işçileri -kendi aralarındaki rekabet ve çelişkileri de kullanıp- maniple ederek) stratejik bir sendikasızlaştırma taktiği geliştirebilir.
Aşağıdan Örgütlenme, Taban Örgütlenmeleri
Metal işçileri, direniş ve fiili grevleriyle aşağıdan bir örgütlenmenin ve taban inisiyatifinin önemini ortaya koydular. Fiilî, meşru, radikal ve kitlesel mücadelenin önemini pratik olarak gösterdi. Aynı zamanda 12 Eylül faşizminin sendikal mücadeleyi boğan, işçiyi amorfe eden ve bürokratik bir çarkın içine sokan işkolu esaslı, primidal örgütlenme modelini ve bürokratik, korporatist ve klerikal yapısını tarumar etti. Bu modelin en ekstrem ve en konsantre örneğini iki haftalık bir volkan patlamasıyla alt üst etti.
Taban örgütlenmelerini esas alan, sınıfın kolektif inisiyatifiyle hareket eden, doğrudan eylemle varoluşunu inşa eden, doğrudan demokrasiyle sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaran bir taban sendikacılığı döneminin kapılarını araladı.
Bir Dönem Kapanıyor
Artık bir dönem kapanıyor. Sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Artık gerçek/taban sendikacılığı, sınıf sendikacılığı sınıfın yönelimlerine cevap verebilir.
Metal işçileri, sendikaları işçilerin kalelerine dönüştürme yöntemini gösterdiler. Metal işçileri, sınıf kardeşlerine bir anlamda (muazzam eylemleriyle) bu sendikaları “yıkın, yeniden yapın” dediler.
Metal işçileri, doğrudan eylem, taban örgütlenmeleri ve taban inisiyatifiyle neler yapılabileceğini ortaya koydular. Bu yol gerçek/taban sendikacılığı(nı) yaratmanın yoludur.
Metal işçileri, finans kapitalin manipülasyonlarına, sendikasızlaştırma taktiklerine karşı duyarlı olmalı, her şartta taban örgütlenmelerini korumalı ve güçlendirmelidir.
Artık sendikal mücadelede yeni bir döneme girdi. Metal işçileri buz kırıcı işlevi gördüler ve yolu açtılar. Bürokratik, korporatist, klerikal sendikal kuşatmaya karşı taban harekete geçti. Hem de yıkıcı, sarsıcı ve alt üst edici bir şekilde.
Volkan Yaraşır
[*] Metal direnişine ilişkin, kendiliğindencilik vurgusu genel olarak doğru bir ifade olsa da, sınıf örgütsüz değildi. Taban örgütlenmelerininkurulması, stratejik işyerlerine yayılması, bir üst örgütlenme biçiminin doğması ve fiilî grevin örgütlenmesi, fiilî grevin bir senkrona dönüşmesi metal işçilerinin ciddi örgütlenme adımları attığını gösterir.
Solun özellikle sınıf eksenli çalışmalardan uzak bazı kesimlerinin, sınıf hareketlerini analiz ederken sık olarak kullandığı kendiliğindenci tanımlamasında bir mana bulanıklığı ve sınıf dinamiklerini küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum. Bu vurgu da kendisini sınıfın dışında bir yere koyan, ikameci bir anlayış, hatta sınıfı çok tanımamaktan kaynaklanan problemli bir yaklaşım var.
Evet, metal direnişi ve fiilî grevler kendiliğindenci bir karakterde gelişti. Ama bu tanım (zaten tanımın içeriğinde de saklı olan) taşıdığı yıkıcı enerjiyi görmeme, sınıfın otonomisinin yaratıcı zenginliğini hissetmeme anlamına gelmemelidir.
Sınıflar mücadelesinin tarihi, yıkıcı kendiliğindenci eylemlerle doludur.
Sorun, bu öfke hareketinin parçası olmak ve öfkeye dönüşmektir. Sınıfla devrimci komünist hareketin ontolojik bir bağ ve ilişki kurmasıdır. Devrimci komünist hareket işçi sınıfının organik parçası olduğu oranda ve onun içinden yaptığı müdahalelerle kendiliğindenci hareketin zafiyetlerini ve olası savrulmalarını aşabilir.
Lenin'de kendiliğindencilik vurgusu, devrimci-komünist hareketin bir anlamda sınıfa stratejik yönelimineve sınıfla kurduğu stratejik ilişkiye yönelik bir vurgudur. Yani, partinin yıkıcı enerjinin parçası olması ya da parçasına dönüşmesidir. Ve yıkıcı enerjiyi kristalize etmesidir. Bu parti sınıf ilişkisindeki zarureti işaretler. Yoksa tek başına kendiliğindencilik tanımı ve olası zafiyetleri göstermenin bir manası yoktur. Hatta bu tavır sınıftan kaçışı rasyonalize etme anlamına da gelebilir.

24 Mayıs 2015 Pazar

TOFAŞ: Kolay Zafer Beklentisi, Moral Bozukluğu, Tatlısu Solculuğu

Direnişteki kitlelere yalnızca duymak istediği şeyleri söyleyip sırtlarını sıvazlayarak yapılanın adı devrimci politika değil popülizmdir. Metal işçilerinin direnişinde“Tofaş’ta büyük zafer kazandık, Türk Metal’i gömdük, MESS’i sarstık” tarzında yaratılan hava da, metal işçilerinin baştaki 3 temel talep kesin karşılanıncaya kadar direniş kararlılığını gevşetip, geriye çekmekten başka bir işe yaramıyor.
MESS ve devletinin zayıf halka olarak görüp yüklendiği Tofaş üzerinden yaratmak istediği “uzlaşma” havası tam da buydu: Talepler karşılandı, sorun çözüldü, direnmenin bir anlamı kalmadı, vb! Tofaş’ta CEO’nun temsilcilerle yaptığı görüşmenin sonuçları daha bekleyen Tofaş işçilerinin onayına sunulmadan, bizzat Tofaş yönetiminin tezgâhladığı havai fişek gösterisi, davul zurna ile daha işçiler ne olduğunu anlamadan direniş bir oldubittiye getirilerek, bitirildi. Direnişi içteki hassas dengeler üzerinden yürüyen Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi, bu oldubittiye tepki gösterseler, ıslık ve yuhalamalarla protesto edip Renault’yu beklemek gerektiğini söyledilerse de, ne yazık ki daha fazla direnemediler. Bunda daha görüşme sürerken yaratılan “kazandık, bitti bu iş” havası ve buna soldan alet olan çevreler de etkili oldu. Oysa patronun vaat eder göründüğü ücret zam ve verilme biçimi, işçilerin direniş isteminin çok gerisinde olduğu gibi, ne kadar ve nasıl verileceği bile belirsizliğini koruyor. Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi “oyuna getirildiklerini” söylüyor. Üstelik cepte sayılan ikinci maddede de belirsizlikler var. Patron işçilerin sendika seçim ve tutumlarına müdahale etmeyeceğini söylemiş, yani Türk Metal’in gitmesini kabullenmiş görse de, işçilerin kendi temsilcilerini patron müdahalesinden bağımsız nasıl belirleyeceği, patronun işçi temsilcilerini ne kadar tanıyacağı, 3 yıllık sözleşmenin yürürlülüğünün de baştan kabul edilmiş olmasıyla, 2017’ye kadar bu yeni dengelerin hangi yönde nasıl gideceği, belirsizliğini koruyor.
Tofaş işçilerinin büyük çoğunluğu, daha anlaşma maddelerinin ne olduğunu ve hangi sonuçlara yol açacağını görmemiş, anlamamış, birlikte tartışıp değerlendirmemişken, önemli bir bölümü de bu oldubittiye “oyuna getirildik” diye tepki gösterirken, sol kamuoyunda yaratılan “kazandık” havası büyük bir sorumsuzluk. MİB’in Tofaş’taki sonucu, “Tofaş işçilerinin kolektif kararı” olarak tanımlaması da doğru görünmüyor. Patronun iş akidlerin fesh, polis kuşatması ve fabrikanın zorla boşaltılması şantajlarıyla masaya oturduğu, görüşmeden sonra anlaşma maddelerinin Tofaş’taki 50-60 kişilik işçi meclisi tarafından bile doğru dürüst tartışılıp değerlendirilmediği, dahası Tofaş’taki durumun tüm metal işçilerinin direnişini etkileyeceğinden, başta Renault olmak üzere diğer işçi komiteleri ve olduğu kadarıyla, fabrikalar arası koordinasyona danışılmadan oldubittiye getirilen bir sözde “anlaşma” ne kadar “kolektif kararı” yansıtabilir ki? Buna olsa olsa (bir örneğini de Kürt müzakere sürecinde izlediğimiz) burjuvazinin koşulları ağırlıklı olarak belirlemeye devam ettiği, biçimsel anlamda bile bir eşitliğin olmadığı, burjuva neoliberal müzakere demokrasisi denebilir… Ama kesinlikle gerçek anlamda taban iradesine dayalı bir demokrasi değil!
“Tofaş yönetimi, MESS’ten bağımsız, kendi başına, ayrı sözleşme yapmak zorunda kaldı, MESS’i dağıttık” türünden yaklaşımlar da doğru görünmüyor. MESS, Türk Metal, devlet şeytan üçgeni, yalnız Türkiye’deki değil, dünya çapında Ford, Fiat, Renault gibi küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisinin yönetim ve savaş tecrübesi ile, tam bir eşgüdüm içinde hareket ediyor. Baştan beri izledikleri taktik, metal işçilerinin görece daha ileri kesimleri ile geri kesimleri arasında, direnişin daha güçlü taban örgütlülüğü ve kararlılığa dayandığı fabrikalarla daha kırılgan ve hassas dengeler üzerinden yürüdüğü fabrikalar arasında bir bölünme yaratmaktı. Direnişte öne çıkan gönüllü işçi temsilcileri üzerindeki devlet baskısı (savcılığa çağırmalar, vb), direnişlerin fabrikalara hapsedilip fabrikalar arası dayanışma eylem ve kaynaşmasının engellenmesi, MİB operasyonu da, fabrikalar arası işçi kurulunu dağıtmak için bu eşgüdümlü sermaye-devlet operasyonunun bir parçasıydı.
Coşkunöz’den çıkartılamayan ders Tofaş’a patladı
Bunun karşısında ne yazık ki Coşkunöz’deki oldubittiden gerekli dersleri çıkaramadık ve bunun eşgüdümlü bir direniş kırıcılık operasyonunun ilk halkası olduğunu göremedik. Coşkunöz’deki sorun, işçilerin kendi direniş temsilcileri varken, patronla görüşmede inisiyatifi, zaten direniş karşıtı olan 8-10 bin lira maaşlı takım liderlerine bırakmasıydı. Sonuç, durumu işçilerin öncü kesiminin ve öz örgütlerinin değil, direnişe metazori katılmış ve aslında karşı olan en geri ve isteksiz kesimin belirlemesi oldu. MİB de, zayıf halkada yaşanan kırılmayı bir cümleyle geçiştirirken, doğru yapmış olmadı. Direniş boyunca yaşanan sorunlardan, yapılan hatalardan gerekli dersleri çıkarıp sınıfımızın öz eğitimine mal etmeden, motivasyon adına bunları geçiştirmek doğru bir tutum değildir. Coşkunöz’den gerekli dersi çıkartamadığımız için, benzer bir hatayı bu kez büyüterek Tofaş’ta tekrarlamış olduk. İkinci hatamız, öncü konum ve otoriteye sahip, taban örgütlülüğü ve iradesi daha sağlam Renault dururken, direniş Ford Otosan, Türk Traktör gibi devlere yayılmış, Mercedes ve Arçelik gibi devler de kıpırdamaya başlamışken, iç dengelerin daha hassas (bir Tofaş işçisinin deyişiyle “yüzde 50/yüzde 50” olduğu) Tofaş’ta alelacele görüşmeye girmek oldu. Bunda Cuma günü, idare tarafından üretime zorlanan -beyaz yakalılar ve taşeron işçilerle birlikte- birkaç yüz işçinin yoğun polis baskısı ve koruması altında işbaşı yapmasının etkisi oldu. İşbaşı yapanlar küçük bir azınlıkla sınırlı kalıp işçilerin büyük çoğunluğunun basıncı altında kaldığı, Tofaş’ta üretim başladı türünden dezenformasyona karşı psikolojik savaş kazanılmış olduğu halde, bu koşullarda yapılması gereken alelacele kendi başına sözleşmeye girişmek değil, diğer bir dizi fabrikada yapılmış olduğu gibi işbaşı yapan azınlığın iş bırakmasını sağlamak ve Renault’yu beklemekti.
Tofaş’taki oldubittinin sorumlusu tabii ki Tofaş işçisi değil. Direnişi kolay zafer beklentisiyle, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan alkışlayıp, birkaç destek mesajı atmakla görevini yaptığını sananların görmediği ve görülmesini engellediği, direnişin ne kadar ağır ve çetin koşullarda sürdürüldüğü… İşçiler, küresel tekelci kapitalizmin “direnişi bitirin yoksa yatırımları durdurur, fabrikaları kapatırız” diye (Türkiye burjuvazisi ve devletine) verdiği gözdağları, MESS, Türk Metal, devlet, medyanın kuşatması ve ağır baskısı altında, günde onlarca kez iş akitlerin fesh edilmesi, polisin “derhal fabrikayı boşaltın yoksa…” tehditleri altında, fabrikaların içinde ve dışında daracık alanlara hapsedilmiş, bir dizi fabrikada tuvaletleri, elektrikleri, suları, yemekleri kesilmiş olarak, adeta fizik olarak tecrit edilmiş biçimde, gece gündüz kartonların üstünde direniyorlar. Sermaye ve devletin direnişe karşı çevirdiği bin bir türlü entrika ve aldatmacaya karşın, metal işçilerinin gerçekten güvenebilecekleri bir avukatları bile yok. (Bursa Barosu’ndan intikal eden AKP’li ve CHP’li avukatların da sermaye ve Valilik güdümlü olduğunu işçiler hemen anlamakta gecikmediler!) Tofaş Türk Metal’in Bursa’daki kalesi ve ana üssüyken, örneğin bir Renault’da işçiler en az meslek lisesi veya üstü iken Tofaş’a daha vasıfsız, İmam Hatipliler dâhil daha “geri” işçi kesimleri alınırken, Tofaş’ta kendini “sol” olarak tanımlayan işçiler bir elin parmağını geçmezken, Tofaş işçilerinin blok olarak iş bırakması ve direnişte yerini alması, böylesine ağır ve fiili direniş koşullarını göğüslemesi ve Türk Metal’i fabrikadan defetmesi direnişin en önemli adımlarından biriydi.
Tofaş’taki son durum, bu çapta bir direnişte, birincisi, fabrikalar arası tabandan koordinasyon ve eşgüdümün, ikincisi yukarıdan merkezi taktik önderliğin yaşamsal önemini gösterir. Ancak kimse, bu durumu, metal işçilerinin cart diye çizdiği bürokratik, taban inisiyatifine dayanmayan ve bastıran, yasalcı sendikacılığın işçi sınıfı içinde zerre kadar kalmamış “itibarını” restore etme bahanesi yapmaya kalkışmasın. Sorun işçilerin taban inisiyatif ve örgütlülüğünü ikame edecek değil, geliştirecek, ilerletecek bir “merkez” sorunudur. O en “geri”, “milliyetçi/dinci muhafazakâr”, “Türk Metal’in kalesi” denilen Tofaş’taki işçiler, Türk Metal’i defetmekle kalmamış, taban basıncıyla almak zorunda kaldığı grev kararı “yasak” denilince zınk diye duran ve tabandaki fiili grev inisiyatifini de boğan Birleşik Metal gibi liberal reformist bürokratik yasalcı sendikacılığın sınırlarını fersah fersah aşmıştır. Daha sonra bu direnişin genel bir değerlendirmesi yapılırken hesap sorulacak birileri varsa o, elinden geleni kendi iç sınırlarını da aşarak yapmaya çalışmış Coşkunöz veya Tofaş işçileri değildir.
Türk Metal ve Türk-İş sarsılmaya başlamışken, genel işçi direnişi ve dayanışmasına doğru bir zemin oluştuğu halde bir günlük dayanışma grevinden bile kaçan DİSK ve KESK’i en başa yazmak gerekir. Onların bir dayanışma grevinden bile yan çizmelerinin asıl nedeni, sendika bürokrasisinin muhalif görünümlü bir bileşeni olmaları, çıkarlarının -onca atıp tuttukları- Türk İş bürokrasisi ile ortak olmasıdır. Onların dayanışma grevinden yan çizerken asıl korumaya çabaladıkları -metal işçisinin yıktığı- “en kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir”, “en kötü ücret ve çalışma koşulu bile işsizlikten iyidir” ezberleridir. Taban inisiyatifi ve örgütlenmesine dayalı yeni bir sendikacılığın önü açılırsa, sıranın kendilerine geleceğini bilmeleridir. Metal işçilerinin büyük bir sınıf direşkenliği ve onuruyla göze aldıkları zorlukların, baskıların, bedellerin yüzde birine bile katlanmadan oturduğu yerden “kazandık, MESS’i ezdik” diye gaz vermekle görevini yaptığını sanan tatlı su solculuğunu da ikinci sıraya yazmak gerekir. Barışçıl, düz ilerlemeci, kavgasız tatlısu solculuğu: Bir şeyleri etinde, canında hissettiği için değil, “iyi bir şey olsun” diye yapmaca… Daha arkasında ise “seçimlere giderken, nerden çıktı bu” şaşkınlığı var. Seçimlerden sonra ülkeye ileri demokrasi gelecek hayalleri dâhil toplam bir paket bu.
Kolay zafer yoktur, dişle tırnakla kazanılacaktır!
Metal direnişi açısından bunlar şunun için de önemli: Fiili direnişi sürdüren metal işçileri, Tofaş işçilerine başlangıçtaki direniş taleplerinden geri adım attığı için tepki gösteriyor. İşçilerin çoğunluğunun Türk Metal’den istifa ettiği Ford Otosan, Türk Traktör gibi fabrikalarda patronlar, Türk Metal’in henüz kanırtılamadığı Mercedes, Arçelik gibi fabrikalarda ise Türk Metal şefleri, eylem yapan işçilere “direnişi bırakırsanız, size de Tofaş’takinin aynısını vereceğiz” diye baskıları artırıyor. Coşkunöz ve Tofaş’taki tekelci sermaye ve devlet oldubittilerine kızılacaksa, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan Coşkunöz ve Tofaş işçilerine değil, çürüyen çakal sermaye ve devletine, onun uzantısı olan veya çizdiği sınırlardan çıkamayan sendika bürokrasisine yöneltilmelidir asıl öfke. Bu da, direnişteki çoğu metal işçisi, hatta Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi dahi Tofaş’taki ne idüğü belirsiz “anlaşma”ya tepki gösterirken, direnişteki zayıf yanlarımızı ört bas edip “büyük kazanım, MESS’i eziyoruz” diye sunarak değil, apaçık ortaya koyup aşılmasını sağlayarak yapılabilir.
Sıcak kitle direnişi süreçlerinde, hata ve zayıflıklarımızdan öğrenmek, işçilerin, kitlelerin kendi öz mücadele deneyimlerinden öğrenmesini ve üstüne çıkmasını sağlamak yerine, şu küflü “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetiyle hata ve zayıflıkları ört bas etmek, zayıf halkalardan yaşadığımız sendelemeleri “büyük kazanım” diye sunarak kendini ve işçileri aldatarak, gazla sonuç alınacağını sanmak, soldaki en geri ve kötü ezberlerden biridir. Oysa Tofaş’ın “büyük kazanım, MESS’i eziyoruz” diye sunulması, başlangıçtaki istemlerine kilitlenmiş direnişteki işçilerin “istemlerimiz kesin kazanılıncaya kadar, sonuna kadar direniş” kararlılığını da geriye çekiyor… MESS, devlet ve medyasının kamuoyu yönetişimi ile yarattığı“büyük kazanım” kamuflajlı uzlaşma ve direnişi geriye çekme havasına, her zamanki gibi işçilerden önce, tatlı su solculuğu tabi ve alet oluyor… Sınıfsal-toplumsal isyan ve direnişlerde, ileri doğru atılan adımlar ve kazanılan mevzilerle hemen büyük heyecanlara, kolay zafer beklentisi ve rehavetine kapılmak, sonra da kendi kendine yarattığı durumdan büyük umutsuzluk ve çöküntülere geçivermek, küçük burjuvazinin karakteristiğidir.
Tüm büyük kitle direnişlerinde yaşanan kritik sorunlardan biri, sınıf düşmanının beklemediği yer ve anda patlayan, hızla yayılıp yaygınlaşan fiili isyan ve direnişlerin ilk elde kazandığı mevzilerle kolay zafer beklentisine kapılmasıdır. Oysa fiili kitle direnişinin asıl zorlu eşiği, saflar karşılıklı dizildiği, yani kitleler kazandıkları ilk mevzileri pekiştirip yaygınlaştırmaya çalışırken, sınıf düşmanının da hızla toparlanıp merkezi “kriz masası”nı kurup yüzyıllık ve küresel yönetim tecrübesiyle eşgüdümlü karşı atak, manevra ve operasyon pozisyonuna geçtiğinde başlar. Paris Komünü üzerine yazı dizimizde bu durumu şöyle değerlendirmiştik:
“İlk büyük bir iki zaferin kitlelerde yarattığı büyük devrimci coşku, yenilmezlik hissi, gayet anlaşılır bir şeydir. Fakat ortaya çıkan ikili iktidar durumda, bu girilen çok daha çetin ve keskin sürecin sadece ilk adımıdır. Zaafa düşmüş, gafil avlanmış sınıf düşmanına göz açtırmadan kazanımları gidebileceği son noktaya kadar genişletmek, iç ve dış örgütlenmeye hız vermek, her alan ve düzeyde kitlelerin aktif katılım ve yer almasını sağlayacak adımları güçlendirmek…. varken, bu aşırı iyimserlik ve iyilikseverliğin sürmesi, bir gevşeklik ve rehavete, büyük bir zaafa dönüşebilir. Üstelik kitlelerin tarihsel devrimci inisiyatifi ile ortaya çıkan bir Milis Merkez Konseyi, asıl olarak da uğruna dövüştükleri bir Komün Konseyi kurulduktan sonra, bu rehavet ve eski alışkanlıklarla, bu kez her şeyi onlardan beklemelerine, onları ortaya çıkartan, onların da temel dayanakları olan taban komite ve konseylerini bile gevşetmelerine yol açabilir. (Komün ve Konseyle karşılaştırılamayacak olsa da Gezi/Taksim işgal süreci düşünülsün. Çoğu kişi polisin Gezi Parkına girmeyeceğini düşünüyordu. Polis Taksim’de son saldırının anonsunu yaparken Taksim’in tüm çevresine ve ara sokaklarına yığınak yapmış olduğundan bile kimsenin haberi yoktu) Kitleler ne yazık ki aslen özdeneyimleriyle, çoğunlukla da ölerek, bu işin pasifizmle, uzlaşma arayışı ve beklentisiyle olmayacağını öğreniyorlar. Esas sorun, sınıfın ileri kesimleriyle kaynaşmış, teorisi, pratiği, programı, strateji, taktikleri, savaşım içinde sınanmış ve sağlamlanmış; kitlelerin nabzını elinde tutan, sınıfsal-siyasal sezgi, bilinç ve özsavaşım yeteneklerini geliştirecekleri, aktif olarak yer alıp ortak sorumluluk ve çabalarını geliştirecekleri organları en büyük titizlikle ve kitlelerin içinden geliştiren öncü, önder bir gücün, sosyal devrim örgütünün gerekliliğidir.”
Metal işçilerinin direnişi devrimci bir hareket, bir Komün olmanın kuşkusuz çok uzağında. Ancak Gezi’de olduğu gibi, sınıf düşmanının “çalışmadığı yerden” gelen ilk büyük fiili iş bırakma ve fabrikaları terk etmeme atılımından sonra, karşılıklı pozisyonlar alındıktan ve deklere edildikten sonra, asıl zorlu süreç başlıyor. Bu savaşım en çetin sınıf savaşımlarından biridir; karşımızdaki güç yalnızca Türkiye’deki en güçlü işçi düşmanlığı kurumları, MESS, Türk Metal, tekelci mali oligarşik sermaye devleti ve medya değil, kimbilir dünya çapında bunun gibi kaç büyük işçi direnişi yaşamış ve direniş kırma çakallığı repertuarı çok zengin küresel tekelci sermaye var. Yalnız son küresel kriz devresinde, yani son 6-7 yılda, Ford, Fiat, Renault, Toyota, Hyundai gibi küresel otomotiv tekellerinin, Çin, Rusya, Güney Kore, Brezilya, Güney Afrika ve Avrupa’daki fabrikalarında sayısız kitle grev ve direnişi yaşandı. Bu çetin savaşımda, şimdiden önemli fiili kazanımlarımız var. Ama bu kazanımlar üç kuruş fazla beş kuruş eksik ücret artışından önce, işçi sınıfının ilk kez, çürümüş, bürokratik, sermayeleşmiş patron sendikacılığı tutsaklığına bu çapta bir başkaldırısı olması, ikincisi de neoliberal çözücülüğe ve mekanizmalara karşın son 20 yılda ilk kez bu çapta bir kolektif savaşım ve direniş hareketi sergilemesi, ortaya koyduğu taban inisiyatifi ve iradesidir.
Son 20 yılda ilk kez neoliberal kapitalizm prangalarına ve çifte tutsaklık mekanizmalarına karşı bu çapta bir sıcak sınıf direnişinde, küresel temelden organize sınıf düşmanı ve direniş kırıcılık operasyonlarına karşı, bir dizi sendelememiz, hatamız, zayıflığımız, eksiğimiz gediğimiz ister istemez olacak. Ancak kolay zafer beklentisi ne kadar yanlışsa, ilk bir iki zayıflıkta hemen demoralize olmak ya da “aman işçilerin morali bozulmasın” diye bunları ört bas edip “büyük kazanım” diye sunmak da o kadar yanlıştır. İşçiler en iyi sıcak mücadele süreçlerinde kendi öz deneyimleriyle öğrenir, dostunu düşmanını, sınıf düşmanının çakallıklarını tanır… İşçiler çocuk değil, aptal değil; Tofaş’taki sözde uzlaşmanın, fiili direniş istemlerinin gerisinde olduğunu da, MESS ve patronlara, en geniş hareket serbestisi veren belirsizliklerle yüklü olduğunu da gayet güzel görüyorlar.
Tofaş telafi edilir, direniş kararlılıkla sürerse
Tofaş’ta ilk eldeki “uzlaşma”ya, ki bunun bir “anlaşma” değil dayatma olduğu çok geçmeden açığa çıkacaktır, en fazla “kısmi kazanım” denilebilir. Kuşkusuz MESS ve devletinin şu kadar “yasa dışılık”, bu kadar “tazminatsız işten atma”, bilmem ne kadar “polis zoruyla fabrikaları boşaltma” tehditlerinden sonra, işçilerin taban inisiyatifi ve temsilcilerini muhatap almak zorunda kalması bir “kısmi kazanım”dır. Ancak sınıf savaşımı, fiili kitle isyan ve direnişleri tarihi, sokakta, fabrikalarda fiilen kazanılanın masada kaybedilmesinin, ya da en azından başlangıçtaki isyan ve direniş istemlerinden çok geri ve bulanık “uzlaşmalar”a imza atılmasının örnekleri ile doludur. Gezi’de Taksim Dayanışması’nın (CHP, HDP, KESK, DİSK, TMMOB, TTB bürokratları) Erdoğan’la yaptığı görüşmede yaşadığı baskı, hakaret ve tehditleri bile Gezi kitlesinden saklaması, sonra da Gezi forumlarının kararlarını bile yok sayarak, Gezi/Taksim’deki işgal, çadır ve barikatları tasfiye etmeye kalkışmasını unutmadık. Biz Taksim Dayanışması’nın sabaha kadar süren o meşhur toplantısında, en azından işgalin bir oldubittiye getirilerek kırılmasına geçit vermedik! Tofaş’ta da görüşmeden çıkan işçi temsilcileri, daha işçiler ne olduğunu anlamadan “kazandık, direnişi bitiriyoruz” dediler, işçilerden büyük tepki ve yuhalamalar gelince “tamam o zaman siz direnmeye devam edin, biz bitiriyoruz” moduna girdiler. Sorun doğal işçi temsilcilerinde değil, bu arkadaşlarımızın nasıl ağır bir baskı ve yıpranma içinde, nasıl büyük bir sorumluluğu omuzladığını biliyoruz. Fakat sorun, “işbaşı pazartesi” denmesine karşın, direnişteki işçiler bir yana, Tofaş işçilerine bile patronların teklifini bir gün bile tartışıp değerlendirme süresi tanınmayıp, oldubittiyle direnişin bitirilmiş olmasıdır. Bu yapılabilseydi, direnişteki ve Tofaş işçilerinin çoğunluğu, bir gün değerlendirip hatta “yetmez ama evet, ama kırmızı çizgilerimiz şunlardır, hep birlikte yeniden iş bırakma hakkımızı da elde tutuyoruz” diyecek olsalardı bile, anlaşmanın geri içeriği ne olursa olsun, bu işçilerin sınıf birliği, disiplini ve gerçek anlamda kolektif kararı olarak daha anlamlı bir kazanım olurdu…
Bugün yapılması gereken ise, başta Renault ve direnişteki diğer büyük fabrikalar olmak üzere, 3 istemin net olarak arkasında durmaya devam etmek. Büyük patronlar da zaman açısından sıkışmış durumdalar ve direniş sürdükçe her gün Mercedes, Arçelik gibi yeni kilit fabrikalara yayılma eğilimi gösteriyor. Anlaşmayı, hareketlenmenin başladığı ama toplu istifaların olmadığı, TM’nin tam sökülemediği fabrikalarda da Tofaş’ın gerisine değil ilerisine çekmenin tek yolu budur. Metal işçilerin “burası Renault, Tofaş değil!”, “burası Tofaş değil, Ford Otosan” gibi sloganları bunun bilincinde olduklarını, Tofaş’taki sendelemenin ilk eldeki moral bozukluğunun üstüne çıkmaya başladıklarını gösteriyor. Direnişlere herhangi bir polis veya işten atma saldırısı olursa da, o zaman işin rengi değişir, Tofaş vd’de “uzlaşmanın” anlaşma olmadığı, hangi koşullarda oldubittiye getirildiği daha bir açığa çıkar ve hükmü kalmaz, direniş yeni boyutlar kazanır. Ancak bunun da tek yolu, metal işçileriyle eylemli sınıf dayanışmasını yükseltmek, direnişi ileri taşımak ve yaygınlaştırmaktır.
Tofaş ve “uzlaşma” sağlanmış görünen fabrikalarda ise, bunun işçilerin kolektif iradesine dayalı “anlaşma” değil ama bir oldubitti olduğu çok geçmeden ortaya çıkacak. Bu yüzden, buralarda da mücadele bitmedi, asıl bundan sonra başlıyor. Çünkü bu işçileri uzaktan yakından tatmin etmediği gibi, büyük patronlar ve devleti de rahatsız eden sadece geçici bir “ateşkes”tir o kadar. Büyük patronları asıl rahatsız eden, işçilerin kararlı direnişi karşısında vermek zorunda kaldıkları bir iki taviz ve üç beş kuruş prim değildir. Onları asıl rahatsız eden, on yıllardır ağır bir neoliberal boyunduruğa vurdukları sanayi proletaryasının silkinmesidir. İşçi sınıfı üzerindeki 12 Eylül boyunduruğunun neoliberal mekanizmalarla kaynaştırılıp pekiştirilmiş kalıntılarının, bizzat işçi sınıfının öz savaşımıyla sarsılıp parçalanmaya başlamış olmasıdır. İşçi sınıfının giderek yaygınlaşan aşağıdan mücadele ve örgütlenme inisiyatifi ve kararlılığıdır. Büyük patronların kurdukları ve öncelikli “kölelik programları”nın da ön açıcısı olarak dayattıkları 3 yıllık sözde sözleşme kapanının ellerinde patlamış olmasıdır. Ve son 20 yıldır işçi sınıfının süregiden gerileme eğiliminin (hatta bir 89-92 dönemini saymazsak, 12 Eylül’den itibaren süregelen gerileme ve dağınıklık eğiliminin) sona ermesi, sınıfsal güç dengelerinde bir sarsıntının ortaya çıkması, gerisinin de kaçınılmaz biçimde gelecek olmasıdır.
Burjuvazi ve devletinin seçimler nedeniyle yaklaşık 2 yıldır beklettiği ya da ağırdan aldığı, en başta da işçi sınıfına saldırı vitesini büyütecek “öncelikli kölelik programları” (kıdem hakkının fona devredilerek gaspı, özel kölelik büroları, taşeronluğun asıl işlere sokulması, vd) için, işçi sınıfının giderek büyüyen direnç ve savaşım iradesine saldırmak zorundadır. Burjuvazi ve devletinin her zamanki taktiği, tek başına baskı, yasak, sendika bürokrasisi vb gibi geleneksel yöntemlerle kıramadığı direniş ve taban iradesini, bir iki kısmi taviz vererek yatıştırmak, sonra da yine bin bir türlü yöntemle altını oymaktır. Ne kadar tekrarlarsak azdır, Marx’ın da hep vurgulamış olduğu gibi: Bu tür sınıf mevzi sınıf muharebelerinin asıl kazanımı, 3-5 kuruş fazla ücret değil, işçilerin kolektif sınıf bilinç, örgütlenme ve mücadele yeteneğini geliştirmek, işçi sınıfını daha büyük, daha sarsıcı savaşımlar için eğitmek ve hazırlamaktır.
Bu yüzden direnişin şimdilik, yani geçici “uzlaşma”yla sonuçlandığı fabrikalarda, en önemli olan, patronların bin bir ayak oyununa karşı, işçilerin taban birliği, öz inisiyatif ve örgütlülüğünü, işçilerin doğal temsilcileri üzerindeki denetimini, ne yapılacaksa geniş ve doğrudan katılımlı taban meclis ve platformlarında birlikte tartışılıp karara bağlanıp hep birlikte gerçekleştirilmesini, korumak, geliştirmek ve güçlendirmektir. Bir bütün olarak direnişin şimdiki raundundan sonra ise, metal işçilerinin hiçbir biçimde rehavete, içe çekilmeye kapılmadan, ne yapacağına; sendika mı değiştirecek, yeni bir sendika mı kurmaya yönelecek, bunu birlikte kararlaştırmak ve birlikte gerçekleştirmek için, taban örgütlülüklerine, iradesine, fabrikalar arası koordinasyon organlarına, bir değil 10 kez daha fazla ihtiyaç olacaktır.
Fakat şimdiki sorun, ne moral bozukluğuna ne de “MESS’i eziyoruz” gibi kolay zafer beklentilerine kapılmadan, “surlarda açılan gediği” azami büyütmek, temel direniş istemleri karşılanıncaya kadar direnişi sürdürmek, ileriye taşımak ve yaygınlaştırmak, etkin sınıf dayanışmasını geliştirmektir. Asıl mesele de şudur: Cin bir kez şişeden çıktı, sınıf güçleri arasındaki en az 20 yıldır süregiden en geri durum ve “denge”, ki işçi sınıfının sırtının duvara yaslanmasından başka bir şey değildi, bizzat işçi sınıfının öz inisiyatifiyle bozulmaya başladı. Metal direnişi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, yalnız metalde artçı sarsıntıları yaşanmakla kalmayacak, işçi sınıfının farklı kesimlerinden yeni hareketlenmeler de gelecek… Bu daha başlangıç! Görevimiz, işçi sınıfına gerçekleri söylemek, bu başlangıcı gidebileceği en ileri noktasına kadar götürmek için seferber olmak, sonrasında da, hiçbir pembe hayal veya karamsarlığa kapılmadan, sınıfın bu öz örgütlenme ve öz savaşım deneyimini, yüzü geleceğe dönük olarak, ileri ve geri yanlarıyla hızla özümsemesini ve yaygınlaşmasını sağlamak, sınıf savaşımında açılan yeni kanalı güçlendirmek, daha örgütlü ve bilinçli hale getirmektir.