Devrimci İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Devrimci İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2016 Perşembe

Türkiye İslamcılığı

Türkiye İslamcılığı; 1970’li yıllara kadar İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı, Osmanlıcı, milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı bir seyirde hareket ediyordu.
1970’li yıllardan itibaren, özellikle Mısır ve Pakistan’ın etkisinde kendini göstermeye başlayan, söylemde de olsa anti-emperyalist, ümmetçi ve vahdeti ön plana çıkaran, tevhidî dünya görüşünü önceleyen bir dil geliştirdi.
1990’lardan itibaren de kendisine zulmeden Batıcı Kemalist hegemonyanın koltuğuna göz dikerek, maddî menfaat, makam ve mevki devşirme arayışına girildi.
2000’lerden sonra ise ele geçirdiği sistemi restore etme, Kemalizmi yeşile boyayarak Müslüman halka pazarlama mücadelesini yürüttüler.
Bugünlerde ise bu İslamcı yapılar, mevcut sisteme eklemlenmeye, sistemin içinde yer almaya çalışıyorlar. İslamcılık yeniden 1970’lere rücu ederek Neo Osmanlıcı, milliyetçi ve muhafazakârlığa döndü. Kırk yılın sonunda İslamcılar dönüp dolaşıp aynı noktada buluştular.
Tek bir fark var dün ile bugün arasında: “Dün koltuklara, makam ve mevkilere iç geçirerek bakıyorlardı, bugün o koltuklara yaslanarak keyfini çıkarıyorlar.
Fikri Amedî

11 Ekim 2016 Salı

Kerbela

Bugün Kerbela’nın yasını değil, gururunu, onurunu yaşama günüdür.
Zulme, barbarlığa, insanlığın yok edilişine karşı çocuk, bebek, kadın, 72 kişiyle sadece ölümü bile bile zulme karşı isyanın yıldönümüdür.
Emevi zihniyetiyle İslam özünü kaybederken, Hüseynî duruşla İslam’ın tekrar yeşerdiği Muhammed’in, Ali’nin, Selman’ın, Ebuzer’in mücadelesinin arşa çıktığı yerdir Kerbela.
Neden Ehlibeyt’in kurtuluş gemisi olduğunu anlamada en önemli olaylardan biridir o.
Kerbela, sadece Alevi-Şiilerin değil, hangi etnik köken, mezhep, din olursa olsun, bütün mazlum halkların ezilmiş, ötekileştirilmiş insanların sesidir.
Ehlibeyt’i canice katlettikten sonra Muhammed’in ailesine salavat getirip namaz kılanlar, bugün yine Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta “Heyhat minel zille” diyenleri Yezit’i aratmayacak bir zulümle katletmeye devam ediyor.
Fakat bizim tarihimizde Hüseyin, Zeynep, Ali Asğar’ın duruşunun onuru olursa, yezitler hiçbir zaman ne bu dünyada ne de diğer dünyada rahat nefes alacaktır.
Kerbela’yı anlamak, kan-yaş dökme, yas tutma değil, Hüseyin gibi, en zor zamanda bile zulme karşı mücadeleyi bırakmama günüdür.
İşte dünya tarihindeki en anlamlı, en onurlu bu isyan, İslam’ın gerçek özünü yansıtan ve insanlığa miras kalan en büyük değerlerden biridir.
Hüseyin Güven

Aşura

Zeynep’e, Meryem’e, Hacer’e, Asiye’ye, Sümeyye’ye, Nikomedyalı Barbara’ya ve direnişleri görünmez kılınmış bütün kadınlara selam olsun!
Ali Şeriati, İslam'ın devrimci mücadelesinin izlerini üç hat üzerinden sürer: İlk olarak, inanmanın bedelinin çok ağır olduğu bir dönemde Peygamber'in hakikat mücadelesine omuz veren Mekke dönemi Müslümanları; ikinci olarak, Ali sonrası toplumsal ve siyasi yozlaşmaya karşı duran Ebu Zer, Hucr bin Adiy ve Ammar'lar; son olarak ise Kerbela'da Hüseyin ve yoldaşlarının açtığı yol. Bu yol bugün hâlâ kalbinde devrim ateşi yanan Müslümanlar için biricikliğini korumaktadır.
Ancak bu devrimci hattın örülmesinde birçok kadın öncünün emeği ve kanı din adamları tarafından görünmez kılınmış, Müslüman kadınların tarihsel hafıza ile ilişkileri kesilmiştir.
Peygamber ilk vahyi aldığında evine dönüp Hatice'den kendisini örtmesini istemiştir ve Hatice Peygamber’i yüreklendirici sözler söyleyip Müslüman olarak hem Peygamber’e hem de onun haklı davasına sahip çıkmıştır. İslam'ın ilk inananı bir kadın olduğu gibi, kanıyla ilk bedel ödeyeni de bir kadındır.
Maruz kaldığı işkenceye rağmen hakikati haykırmaya devam eden Sümeyye, katilleri tarafından yoksul ve güçsüz bir kadın, dolayısıyla kolay teslim alınabilecek bir kurban olarak hedef alınmış fakat zalimin kılıcı altında dahi büyük bir direnç ve kararlılık göstermiştir. Sümeyye hem sınıfsal konumu bakımından, hem de kadın olması sebebiyle dönemin toplumsal koşullarında son derece zor olan bir şeyi başarmış, Mekke'nin mülk sahibi statükocu ve kavmiyyetçi erkeklerine karşı tek başına devrimci bir üs olmuştur.
Asiye de tıpkı Sümeyye gibi kibirli ve saldırgan erkekliğe karşı boyun eğmemiş, Firavun ile evliliğini ve saraydaki lüks hayatını devam ettirebilecekken inandığı hakikat uğruna ölmeyi tercih etmiştir.
Dönemin dinî, siyasî ve askerî gücünü temsil eden Firavun'un karşısına dikilip adalet ve tevhid mesajını haykıran Asiye, Kuran'da tüm kadın ve erkekler için bir rol model olarak sunulmuştur. [Tahrim Suresi, 11. Ayet]
Ataerkil din ve tarih yorumu hakikat mücadelesinde kadınların emeğini hiçleştirmek konusunda ortaklaşmıştır. İlki adaleti örgütleme rolünü sadece erkeğe has kılarken, ikincisi toplumlarda adaleti örgütleyenlerin tümünün zaten erkek olduğu yanılsamasını pekiştirmektedir. Bu nedenle, kurak bir vadide yalnız bırakılmış Hacer'in iki tepe arasında kaygı dolu koşuşturmalarını, iftira ve dedikodularla yıpratılmış Meryem'in doğum sancısı ile bir hurma ağacına sarılışını, Zeynep'in ellerine bağlanmış zincirlerle şehir şehir dolaştırılarak aşağılanmasını hatırlamak kendi başına devrimci bir eylem olarak kabul edilmelidir.
Zeynep, Yeşil Saray'a savaş esiri olarak getirildiğinde dahi boyun eğmemiş, sessiz kalmamış, asıl yenilginin zalimleşmek ve haktan uzaklaşmak olduğunu haykırmıştır. Savaş alanından susuzluktan ve yorgunluktan bitap düşmüş bir halde çıkartılan Zeynep, örtüsü üzerinden çekilmiş ve elleri zincirlenmiş olarak halkın önünde teşhir edilmiş, aşağılanmıştır. Buna rağmen, Zeynep Kerbela'nın mesajının Kerbela'da kalmayarak çağlara yayılmasını sağlamış ve her fırsatta Saray Dini ile Ezilenlerin Dini arasındaki perdenin yırtıldığı Aşura Günü’nü anlatmaya devam etmiştir.
Zeynep'in tüm baskı ve tehditlere, aşağılanma ve hakaretlere karşı ısrarla yaydığı Kerbela bilgisi, o günün geçmişte yaşanmış, bitmiş elim bir olay olarak anılmasına ve bugün hâlâ zulmü, kibri, adaletsizliği meşru gören egemenlere karşı güçlü bir miras olarak güncelliğini korumaktadır.
Bu mirası sahiplenen kadınlar olarak, siyasî yozlaşmanın ve ekonomik adaletsizliğin giderek derinleştiği bir toplumda, savaşın ve sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada, sessiz kalmamız ve bize sunulan karanlığa razı olmamız mümkün değildir.
Bize unutturulmak istenen ve bu nedenle ya mücadelesi görünmez kılınan ya da mücadelesinin taşıdığı mesaj çarpıtılan kadın öncüleri bir bir hatırlayacak ve onların tarihe kaydettiği hakikati kucaklayacağız.
Devrimci kadınlar Nikomedyalı Barbara'dan Meryem'e, Hacer'den Asiye'ye, Hatice'den Fatıma'ya uzun bir zincirdir ve Zeynep bu zincirin en güçlü halkasıdır!
Ezilenlerin gasp edilen hakları için,
Adil ve insanca bir düzen için,
Hüseyin gibi, Zeynep gibi ayağa kalk!
Kadın-erkek herkes için,
Onurlu bir yaşam mümkündür!

29 Eylül 2016 Perşembe

Bir Asırlık Tecrübe -IV

Rusya'nın büyük şairi Puşkin’in “Bir göçerin atının eyerinde nasıl bir toplum yaratılır?” sorusu bir asır sonra Ekim Devrimi’yle sonuçlandı. Avrasya meralarının uzandığı bu topraklar esas olarak hayvan yetiştiriciliği ve savaşçı göçerler için uygun görünüyordu.
Osmanlı da bir göçer olarak atının eyerinde bir toplum yaratarak kurulmuştu. Nüfusun büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen,yaşam koşulları kölelerden hallice iyi olan, halkın özlemlerinin acımasızca ezildiği, kentleşmiş batıyla, step, bozkır doğu arasında sıkışmış kalan Slav Rusya. Soğuktan buz tutmuş coğrafyasıyla Avrasya meralarına kadar uzanan, Çernozami dediği siyah toprakta karların fırsat verdiği zaman ekim ve hasat yapan yoksul köylüsüyle… Ve “Rusların kamçı yemeye bayıldıkların”" söyleyen Çariçe Aleksandra'sıyla”[1]
İslamî sosyalizm, yakın tarihimizde gündeme gelmiş, özellikle de Ekim Devrimi sonrası tüm Müslüman coğrafyada etkili olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle İttihat-Terakki Cemiyeti’nin önder kadroları yurtdışına çıkarak, bu çöküntüden çıkış yolları aramaya başlarlar. Bu arayış dâhilinde Ekim Devrimi ve Bolşeviklerden hem etkilenir hem de gelişmelerden korkarak çeşitli tedbirler alma yoluna giderler.
1920 tarihinde Bakû'de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’na Enver Paşa konuşmacı olarak katılır ve Rus Bolşevikleriyle birlikte Moskova'ya döner. Enver Paşa kongrede resmen Fas, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Mısır, Arabistan, Hindistan İhtilal Cemiyetleri vekili olarak bulunur.
Bu güç Enver Paşa'nın mı yoksa çökmüş olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun mu gücüydü? “Kurultaya Türkiye'den gelen delegasyon toplantının havasından müthiş etkilenir. Dönüşte Açık Söz gazetesi muhabiri şöyle yazar:
“Şarktan esen şiddetli bir rüzgârın cereyanına kapılan yıldızlı bir motor dalgalar arasında yuvarlana yuvarlana dün Sinop Limanı’na geldi. Karaya çıkan misafirlerin Bakû'de toplanan Üçüncü Enternasyonal Kongresi’ne iştirak eden Trabzon murahhasları Abdülhalim ve Ali Kemal Efendi’lerle bir takım malûmat almak üzere konuştuk. […]
O ne azimetli, ne şayan-ı hayret bir içtima oldu. Türlü türlü şekil ve kıyafette insanlar. Binihaye milletler. Heyet-i umumiyesi üçbin beşyüz kişiden ibaretti. Fakat bunun üçbinikiyüzü İslam akvamının murahhaslarını teşkil ediyordu. Türkler, Araplar, Hintliler, Afganlar, İran, Hive, Buhara, Semerkand, Taşkent, Dağıstan, Çeçen, Kalmuk, Çerkez, Kırgız, Başkurd, Kaşgar, Çin, Sibirya, Bütün Kafkas milletleri, bütün Tatar kavimleri, hâsılı, Şark’ın, Garb’ın milletleri ve Murahhasları -Rumlardan- başka Macar, Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman, Bulgar vardı. […] Konferansı Azerbaycan Şurası Reisi Neriman Nerimanof açtı. […]”[2]
15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgalinin ardından, Nisan 1920'den sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon'a kadar Batı Anadolu'nun büyük bir bölümünü de işgal altına alır. 1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Yapılan Bakû Kurultayı’na Rumların katılmama nedeni bu olabilir mi?
Konferansta herkes kendi anadilinde konuşuyor ve konuşmalar, Türkçe, Fransızca, Rusçaya tercüme ediliyordu. Üç lisan resmî olarak kabul edilmişti. Kongreye katılanlar, Osmanlı’nın durumuyla çok yakından ilgilenirlerken, kendi sorununu unutuyor olması Osmanlı'nın bu coğrafyada 600 yüzyıllık etkisinin varlığının bir göstergesiydi.
Bütün Asya hareketinin müşterek hedefi, İngiliz zulmüdür. Düşman müşterek, hepimizi birleştiriyor.
“Garip tecelliyet lisanları, yaşayışları aidiyet ve tabayi'im, hatta din ve mezhepleri muhtelif bu kadar akvamı bir araya geliyor, tevhid-i mesai ediyor. Bu çok ibret alınacak bir hâldir.”[3]
Enver Paşa’ya müthiş bir ilgi ve hayranlık olması da oldukça düşündürücüdür. Kurultaya katılan bir Hintlinin gözlerinden yaşlar akarak “İngiliz, İngiliz!.. Seni parça parça etmedikçe bana hayat haram olsun. Senin zulüm ve kahrın altında kalacaksa, bütün Hindistan mahvolsun.”
O anları yaşamak ve hatırlamak oldukça uyarıcı. 1919-1920 yılları Osmanlı enkazından çıkış ararken, İttihat-Terakki önderleri ve M. Kemal, Ekim Devrimi ve Bolşeviklerle -sadece taktik ve geçici yararı esas almasına rağmen- ilişkiye girmişlerdi.
Devrimin karakteri tüm coğrafyada halkların yaşamını derinden etkiler ve halkların daha sıcak bakmasını sağlar. Zaten bir müddet sonra genç cumhuriyetin kurucu iradesi ayakları yere tam bastıktan sonra Komünistlerin ve Bolşeviklerin etkilerini kırmak için bilinçli bir çabanın içine girer ve Karadeniz'de devrimcileri boğarak, katlederek baskı sürecini başlatır.
“1921 yılının 28 Ocak'ı 29'una bağlayan soğuk bir kış gecesinde Mustafa Suphi ve yoldaşları öldürülerek Karadeniz'in derinliklerine gömüldüler. Aynı günlerde Çerkes Ethem tenkil edilmiş, Ankara'ya nakledilip resmi TKF'nin yayın organı haline gelmiş olan Ethem'in İslamî Bolşevik Ceridesi-Yeni Dünya gazetesi basılıp tarumar edilmiş; ağırlıklı olarak Eskişehir ve Ankara'da örgütlenmiş olan Türkiye Halk İştirakiyun Fıkrası / THİF'e yönelik tutuklamalara girişilmiştir.”
Sonrasında Rusya'daki bazı girişimlerin dışında Resmi TKF'nin adı duyulmamıştır. THİF, kurucu ve üyelerinin mahkûm edilmesinden sonra paşalar eliyle örgütlenen “İslamî Bolşevizm” veya “Müslüman Komünizmi” Anadolu'da tüm popülaritesini yitirmiştir.[4]
Enver Paşa Asya Türkçülüğü için çalışacağını ve bu emeline ulaşmak için Kafkasya’ya gitmek istediğini amcası Halil Paşa’ya söyler. Yine önder konumda olan Talat Paşa da Berlin’e gider. Kafkaslar’a giderken Enver Paşa savaşın bitmesine yakın Halil Kut Paşa’yı da tüm şark orduları grup kumandanlığına getirir. Kardeşi Nuri Paşa ise padişahın fermanı ile Güney ve Kuzey Kafkasya'ya kumandan tayin edilir. Bu iki olayın gerçekleşmesi için ikisi de cezaevinden kaçırılır. Bu kaçırmaların İngilizlerin bilgisi dâhilinde olduğu da söylenmektedir.
Enver Paşa, 1921 yılının Ekim ayında Orta Asya Müslümanlarını, sömürgeci İngilizlere karşı birleştirme ve bir İslam birliği kurma niyetiyle Teşkilat-ı Mahsusa eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer ittihatçılarla birlikte Batum’dan Buhara’ya geçer. Enver Paşa'nın elyazısı vesikalarına sahip olan Murat Bardakçı da Enver Paşa'nın Turancı değil, İslamcı olduğunu yazar.
İslam Devleti'ni kurmak için büyük uğraşlarda bulundu ve Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütleyip Basmacı İsyanı'nın başlamasına destek verdi; fakat sonucu değiştirmesi mümkün olmadı. Basmacılar, 1921'de Buhara'da da örgütlendiler. Enver Paşa, Hacı Sami ve arkadaşları Türkmenistan'ı Sovyetler'e karşı ayaklandırmak için Ekim 1921'de Buhara’da 'Basmacıları' ikna etmeyi başaran Enver Paşa, aşiret reislerinden Devletmend'in desteğiyle örgütlediği Basmacılarla küçük başarılar kazandı; ama Ağustos 1922'de Belcivan'a -bugünkü Tacikistan’a- çekilmek zorunda kaldı ve orada Kızıl Ordu'yla girdiği çatışmada öldü. Karakol teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa İttihat Terakki’nin gizli bir örgütlenmesiydi.
Savaş yılları ve sonrası önemli görevler yüklenmiş ve “devletin bekası” için ne yapması gerekirse yapmıştı. 1919 Haziran ayında Ege'de Karakol’un dağıttığı beyanname aynen şöyle:
“Karakol kuvvetini, insaniyet âleminin en necibi bulunan sulhperver heyetlerin ve umum sosyalist ve amele gruplarının müzaheret-i beynelmileliyesinden ve Türk Müslüman âleminin yüreğinden ve maksadını kabul eden her fert ve cemiyetin muavenetinden alır.”
Doğan Avcıoğlu bu açıklamayı tercüme etmiş; “Karakol, gücünü insanlık âleminin en soylusu bulunan barışsever kurulların ve bütün sosyalist ve işçi gruplarının milletlerarası desteğinden ve Türk Müslüman âleminin yüreğinden ve maksadını kabul eden her birey ve örgütün yardımından alır.[5]
Enver Paşa’nın önderlik ettiği Karakol teşkilatı Bolşeviklerin de etkisiyle İslam coğrafyasında sosyalizmin olabileceği fikrinin ispatı olarak kendisini gösterir. Baha Sait, Enver Paşa’nın direktifiyle TKF'yi kurar ve Bolşeviklerle anlaşma bile yapar. Sömürge ve kapitalist yağma dünyada adil olmayan eşitsiz bir gelişim yaratmıştır. Bu gelişme, insanın yabancılaşmasına ve milyonlarca insan sesini duyuramamasına neden olmaktadır.
Bu koşullarda sessizlerin çığlığı olan sosyalistlerin, bu acımasız sömürüye karşı mücadele bayraklarını yukarı kaldırmaları onların İslam coğrafyasında yaşayan mazlum halkların kalbine girmesinde önemli bir etkendir ve hiç unutulmamıştır.
Sultan Galiyev'in varlığı, sömürge halklarda, uluslarda özellikle de İslam coğrafyasında sosyalizme karşı sempatinin bir tezahürüdür. Sultan Galivyev’in, Ekim Devrimi ve sonrasında oluşan görüşlerinin bu açıdan hatırlanmasında fayda var.
Toplumsal mücadelede öngörü, gerçeğe yakın analiz ve tahlillerle olur. Eğer konumuz İslam ve sosyalizmse, bu konuda Sultan Galivyev'in görüşleri bir kez daha ilgi alanımıza girmek durumunda kalır.
Sultan Galiyev'in Bakû Kurultayı’nı düzenleyen kişi olması gerekiyordu, fakat parti içindeki farklı fikir tartışması ve çatışmalar nedeniyle bu gerçekleşmedi. Bu olayı tartışmaya çalıştığımız konu çerçevesinde ele almaya ve hafızaları tekrar tazelemeye çalışacağız.
Ekim Devrimi’yle birlikte 1920’de Bakû’de Doğu Halkları Kurultayı gerçekleşti. Bu, Komintern tarafından organize edilen bir uluslararası toplantıydı. Toplantı, tüm mazlum halkların ve ulusların emperyalistlere karşı mücadelesini çok açık bir şekilde desteklemesini sağlamayı amaçlar. İslam coğrafyasını epey etkilemiştir.
“Tüm Müslüman sömürge halkları proleter halklardır ve Müslüman toplumundaki hemen bütün sınıflar sömürgeciler tarafından ezildiklerinden, tüm sınıfların 'proleter' olarak adlandırılmaya hakkı vardır. Müslüman halklar proleter halklardır. İktisadî bir bakış açısından İngiliz ve Fransız proleterleri ile Afgan veya Faslı proleterler arasında muazzam bir fark vardır. Dolayısıyla, Müslüman ülkelerdeki milli kurtuluş hareketinin bir sosyalist devrim karakterine sahip olması meşrudur.”[6]
Bu sözlerin sahibi Sultan Galiyev, tüm ısrarına rağmen onun Doğu Halkları Kurultayı'na katılması engellendi. Hâlbuki, kurultayı ilk öneren, planlayan ve örgütleyen oydu. Sultan Galiyev'in görüşlerini destekleyen pek çok delege olmasına karşın Kurultay'da Radek, Zinovyev ve Béla Kun gibi ünlü Bolşevik liderler ağırlığını koydu ve “Doğu halklarının kurtuluşunun sadece Batı proletaryasının zaferine bağlı olduğu" kararı çıkartıldı.[7]
Bilindiği gibi, Ekim Devrimi öncesi ve sonrası Bolşevik önderler, başta Lenin olmak üzere, Avrupa'da bir devrim beklentisi içindeydiler. Evet bir Dünya devrimi için Avrupa Proletaryası tarihsel rolünü oynamalıydı. Tarihsel gelişmelere ve o günkü dünya konjonktürü sanayisi gelişmiş ve proletaryası olgunlaşmış Avrupa’da devrimin objektif koşulları olgunlaşmasına rağmen, devrimin, Murray Bookchin “tarihin çarpıcı çelişkilerinden biri” dediği Feodal Çarlık Rusyası’nda gerçekleşmesi, hem Avrupa’da hem de dünyada devrim beklentisini zayıflattı.
Ekim Devrimi sosyalistlere gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymasına rağmen Avrupa hayalleri devam etti. Bu hayallerin devam etmesinde en önemli faktörün "tek ülkede sosyalizmin" kurulamayacağı fikriydi. Çarlık Rusyası’nda yaşayan, sanayileşmemiş, feodal Müslüman/Türk halklarının Bolşevik devrime hangi koşulda ne ölçüde katıldıkları yeterince araştırılmadı.
Devrimin ardından Bolşeviklerin milliyetler politikasının ipuçlarını veren üç temel belge yayınlandı. İlk belge, 15 Kasım 1917 tarihli "Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi"dir.
“Bildirgeye göre, Halk Komiserliği Kurulu Rusya'daki milli topluluklara şu ilkeler çerçevesinde yaklaşacaktır: 1) Rusya'da ki milliyetlerin eşitliği ve egemenliği; 2) Rusya'daki milliyetlerin ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dâhil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip olmaları; 3) milli ve milli-dini her türlü ayrımcılık ve sınırlamanın kaldırılması; 4) Rusya'nın sınırları içinde yaşayan milli azınlıkların ve etnik grupların özgürce gelişmesi.”[8]
Bildirge, Halk Komiserleri Kurulu Başkanı V. Lenin ve Milliyetler Halk Komiseri Josef Stalin'in imzasını taşıyordu.
-devam edecek-
Tevfik Özkorkmaz
28.09.2016
Bölüm: Bir, İki, Üç
Dipnotlar
[1] Murray Bookchin, Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Dipnot Yay., s. 19.
[2] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat Terakki ve Bolşevizm, Tüstav, s. 382.
[3] Emel Akal, a.g.e., s. 386.
[4] Emel Akal, a.g.e., s. 366.
[5] [3] Emel Akal, a.g.e., s. 187.
[6] Erel Tellal, Mirsaid Sultan Galiyev, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi s. 115.
[7] Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1997, s. 207-241.
[8] Erel Telal, a.g.e., s. 107. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Bir Asırlık Tecrübe -III

Ebu Cafer Taberi; MS. 838-923. Fıkıh, Hadis, Tarih, Dil, Tefsir çalışmasıyla ünlü din bilginidir. Adını İran'da tarihî bir bölgeden alır. Ebu Cafer Taberî'nin yazdığı eserlerin birçoğu kaybolmuş. Buna rağmen zamanımıza ulaşan çok sayıda eseri vardır.
“Arap Alevileri ya da Nusayriler, Caferiliğin farklı bir kolu sayılırlar. Şii fıkhını benimserler ancak özgün Bâtıni yorumda Şiilerden ayrıldılar. On iki imamın ardından onların babı-kapısı, vekili-sayılan din ulularını yetkili bildiler. Fakat kimin gerçek bab/vekil olduğu konusunda uzlaşma çıkmayınca Caferilik çatısı altında toplanan Aleviler miladi 9. yüzyılda üçe bölündüler: Nusayrilik, Caferilik ve İshakilik”[1]
Prof. Dr. Mustafa Sibai; İslam sosyalizmi'nin çıkış noktasının bütün peygamberlerin ortak mesajlarında var olduğunu söyler ve onu İslam akidesinin bir parçası olarak görür. Akide bağlanmayı gerekli kıldığına inanılan inanç esaslarının bütünü olarak bilinir. Sibai, fikir ve siyaset mücadelesinin merkezine bu fikri koyarken, Hz. Muhammed'in sünnetini tarihin ilk ve en muhteşem sosyalizm denemesi olarak görür. Öyle ki Mustafa Sibai, doktora tezini “Sünnetin İslâm Fıkhındaki Konumu” başlığı altında hazırlar.
Sibai; 1947'de Menar gazetesi ve aynı sene Müslimünmecmuasını çıkardı. Bu yıllar Suriye'de Baasçılığın gelişmeye başladığı yıllardır. İşçilerin maddî ve manevî açıdan kalkınmaları için büyük gayretler sarfetti. Onlar için gece okulları açtırdı. İşçilere son derece yakındı. Köylere sık sık gider, bütün Suriye'yi, dolaşır halkın dertlerini, ihtiyaçlarını bizzat tespit edip Meclis'e çözüm arardı. Mısır’daki “İhvan-ı Müslimin" adına atfen 1945’te Suriye’de kendi cemiyetini kurdu. Sibai, kurucu heyet tarafından hayati boyunca bu teşkilâtın genel murakıbı olarak seçildi.
Dr. Mustafa Sibai; 1958 Suriye-Mısır birleşmesine nasıl baktı? Baasçılıkla neden uzlaşmadı? “[…] ‘İslâm Sosyalizmi’[*] adlı konferansı yaklaşık üç saat sürdü, İslam’ın sosyalizmle uzaktan yakından en ufak bir benzerliği olmadığını, ‘İslam sosyalizmi’ gibi isimlendirmelerin İslam’ı bilmemek olduğunu çok net olarak ortaya koymuştu.”[2]
Ülkemizde de İslam ve sosyalizmi anlayamaya çalışan aydınlar bu konuda düşüncelerini ifade etmişlerdir. Bunlardan biri de Nurettin Topçudur. Topçu'nun İslamcılara yönelik eleştirileri günümüz açısından çok değerli ve uyarıcıdır.
“Kur'an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür.” diyen ve bunun temel sebebini felsefenin İslam coğrafyasından kovulması olduğuna işaret eden Topçu, Farabi ve İbn-i Rüşd'ün kulağını çınlatmaktadır. Ona göre “Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam başkalarından çok şey bilen değil, daha çok kuvvetli olan insan" idi.
Gelenekçi İslamcıların, “Kuran’ın varlığı kâfidir; felsefe insanın inançlarına zarar verir; çünkü sorduğu sorularla insanı şüphe ve inkârın çukuruna düşürebilir" sözlerine karşı çıktı:
“Felsefe olmazsa Büyük Kitabı hakkıyla anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kur’an Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür.” derken Farabi’nin Gazzali ve İsfahanî ile tartışmalarının ne kadar önemli olduğunun altını çizmesi oldukça öğreticidir. Yine bu konuyla ilgili Osmanlı’da, İbn-i Rüşd'cü Hocazade ile Gazzalici Molla Zeyrek arasındaki tartışmayı; felsefenin tutarsızlığını iddia eden Gazzalici Molla Zeyrek’in kazanmasını, Müslüman yozlaşmasının miladı görür.
Ona göre, felsefesiz bir İslam’da; sorumluluk yerini vazifeye bıraktı; ruh dünyasının akil adamlarının yerini ise gözlerini kapayıp vazifelerini yapan görev adamları aldı.
“Toplumsal yaşamdaki gelenekler, örfler, âdetler, kurallar insan hürriyetinin önündeki en büyük engellerdir. Gelenekçi/muhafazakâr; güvenliği özgürlüğe tercih etmiş, yaratıcı fikirlerden/hareketlerden vazgeçmiş bir cemiyet adamıdır. Bunlar asırlarca aynı alışkanlığı tekrarlamaktan huzur duyarlar. Örflerini değiştirmek, onların bir uzvunu kesmek gibidir.”[3]
Nurettin Topçu, isyan ahlakı teorisini açıklarken ideal tip olarak, "Ben Hakkım" dediği için işkenceyle öldürülen Hallac-ı Mansur’u örnek aldı. İslam’ın geleneksel ve resmi yorumlarıyla sürekli hesaplaşan Topçu’ya göre, tasavvuf düşüncesinin temeli vahdet-i vücud, ahlaklığın en yüce mertebesiydi.[4]
Sosyalistlerin kapitalizm ve faşizm karşısında mücadelesi ve insanî duruşu Müslümanları etkilemekte. Özellikle sosyal adalet vurgusu, halkın yanında yer alması, zulme karşı ve İslam coğrafyasındaki işgallere karşı çıkması, müslümanların ilgi ve dikkatini çekmekte.
Ülkemiz ve İslam coğrafyasında, özellikle 'modernist' akım içinde bulunan entelektüeller batı düşüncesinin etkisi altında kaldı. Bu etkilenme entelektüel çabaları zayıflattı ve batılı aydınların etkisi altında kaldılar. Hal böyle olunca kendi özgül şartlarını kavrayan ve yorumlayan bir düşünce mirasına da oldukça uzak kaldılar. Örneğin; liberalizm, insan hakları, kapitalizm, demokrasi, özgürlük kavramını kendi özgülümüzle ve İslam coğrafyasıyla bağı kurulamadığı gibi, bu kavramları somutumuzla birleştirip yeni sentez ve kendimize özgü öz ve biçimlerde neden yaratılamadı?
Toplumsal muhalefeti radikal bir tarzda yapıldığı halde neden gelişemedi? Bu nedenle bu kavramların toplumsal meşruiyet zemini her zaman bütün çabalara rağmen zayıf kaldı ve tartışılır oldu. Bunun sonucunda, zaten zayıf ve tartışılır olması toplumsal desteği kırılgan hâlâ getirdi.
Entelektüel çabaların Türk-İslam sentez'iyle "sağ muhafazakâr"lığın kaleleri oluşurken, batılı kavramların içeriği küçümsendi ve siyasi iktidarların dar çıkarları uğruna bu potansiyel dikkate alınmadı yok sayıldı ve ezildi.
"Sol" cenahta ise tam da bunun zıddı gelişti. İslam dininin hâkim olduğu toplumsal dinamikleri kavrama ve yorumlarken Avrupa-merkezci düşüncenin dar ekseninde kaldı ve aşamadı. Ülkemiz ve İslam coğrafyası -batı merkezli olmasına rağmen-Sosyalizmden etkilendi.
Sosyalizmin muhalif hareket stratejisi ve sınıfsız-sömürüsüz toplum projesiyle müslümanları etkiledi. Ekim Devrimi ve mazlum ulusların emperyalizme karşı mücadelesi, sömürge halklarda muazzam uyanış batıdan çok Asya ve Orta-doğu halklarında etkili oldu. Bu etkiyi görememek ve/ya yeterince hak ettiği değeri verememek, geçen bir yüzyılımızın kaderini belirledi.
Bu tartışmayı yapıyor olmamız ve yakın tarihimizin bir asırlık tecrübesini anlamaya, sorgulamaya, dersler çıkarmaya yönelik olması anlamlıdır. “Soğuk Savaş’ın bitmesinden 25 yıl sonra elimizde 20. yüzyıldan kala kala içeriğinden boşalmış berbat bir Batı-karşıtlığı kaldı.”[5] Bir asırdır bir 'kuruntu' olarak batı karşıtlığı doğruydu. Bugün de doğrudur.
Evrensel demokrasi ilkeleri kimsenin tekelinde değil. Bu değerleri Avrupa savunmuyorsa veya savunamıyorsa, bunun sorumlusu mazlum ezilen halklar ve uluslar olamaz. Küreselleşmenin getirdiği ve yarattığı dinamikler eski koşullardan farklı olduğu için bir dünya devrimi için gerekli şartlar, her geçen gün daha da olgunlaşmaktadır.
Kapitalist “dünya efendileri”, insanlığa umut verecek yeni bir şeyiniz var mı? Yaptığınız ve bildiğiniz tek şey savaş. Sormak lazım, bu dünyayı silah tekelleriniz mi kurtaracak?
Kapitalist emperyalistlerin topluma, insanlığa sunacağı yeni bir şey kalmamıştır. Bunlar yıkılacak, bunu ajitatif bir söylem olarak yazmıyorum, bu krizde şuan başka bir alternatif gözükmüyor. Asırlık köle imparatorlukları yıkılacak. Nasıl Feodal emperyal imparatorluklar birer birer çöktüyse, bunlarda çökecek. Çöktükleri halde hâlâ insanlığa kan kusturanlar insanlığı ezmeye devam ediyorlar.
Bilmiyorum varsa söyleyin, emperyalistlerin yıkıcılığı ve döktükleri kan hiçbir dönemde bu kadar olmamıştı. Yaşamın bizlere öğrettiği ise zıtların birliği ve mücadelesi kendi alternatifini mutlaka yaratır. Mazlum halklar; işçiler, köylü, esnaf, memur tüm emekçiler mutsuz olmasına rağmen umutsuz olmasına bir neden yoktur!
Temel sorulardan biri, bir asır geçmesine rağmen dünyanın temel çelişmesi hâlâ ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, efendiler ve köleler olması gerçeği, özü itibariyle değişmedi. Bu kavramların detayı bir asır öncesi gibi değil ve bu detayları atlamamak gerekir. Bolşeviklerin dünya devrim beklentisi Avrupa proletaryası ile ilgiliydi. Fakat devrim feodal Çarlık Rusyası’nda oldu.
Başlı başına bu olgu bile devrimcilerin gözünü batıya değil de doğuya çevirmesi gerekirdi. Bu konuda yoğunlaşma gerekirken tam tersi oldu ve Avrupa’da devrim beklentisi devam etmesine rağmen olmadı. Daha o zaman bunun nedenleri üzerine yeterince durulmadı. Doğu Halkları Kurultayı’nda "Avrupa prolateryasına" güvenen kararlar çıktı. Devrimin müttefikleri olan mazlum uluslar ve halklar yeterince ciddiye alınmadı. Bir asırdır sömürü dünya çapında daha çok yaygınlaştı, neredeyse girmediği alan kalmadı. Sömürünün özü değişmeden yaygınlaşarak daha aldatıcı ve vahşi hâle geldi.
Murray Bookchin "Marksizmin -Batı aydınlanmasından ve Fransız Devrimi'nden doğan bir teorinin- en şematik, en çok yönlü ve en devrimci yorumunun en derinlemesine bir biçimde, gelenekleri ve toplumsal rolleriyle Asya despotizminin reakasiyoner bir örneğini oluşturan, büyük bir coğrafyada yayılmış Rus İmparatorluğu'na kök salması tarihin çarpıcı çelişkilerinden biridir”[6] der. Yine temel ikinci soru; 21. yüzyılı farklı kılan özelliği nedir?
Küreselleşmenin hızlandırdığı sömürünün müthiş yayılması, elde edilen gelirlerin paylaşımı eskiye göre hem daha yaygın hem de sömürü paylarının işbirlikçilerin lehine artmış olması olabilir mi? Bir asır önce sömürü dünyamızda bu kadar yaygın değildi. Burada kanımca önemli bir değişiklik, bu sömürüden pay alanların eskiye göre daha yaygın olması ve sömürü paylarının artmasıdır.
Bu farkın 21.yy. kapitalist emperyalizm dünyasındaki önemli gelişmelerden biri olduğu kanısındayım. Örneğin; Suudi sermayesi ABD bankasında ve diğer bankalarda çok ciddi birikmiş bir sermaye olarak durmakta. Suudiler zaman zaman problem çıktığında şantaj olarak bu gücü kullanmakta.
Küreselleşmeyle bu dinamikler daha da güçlendi. Bu olguyu kavramadan, görmeden Erdoğan'ın çıkışlarını da anlamak ve analiz etmek mümkün değil. Bu faktörü görmek ve incelemek gerek. Bir asır önce sömürgelerden ve halkların sömürüsünden kendi halkına ve başta proletaryaya daha fazla 'sus' payı verebiliyordu. Sistemin fiilen çökmesi ve tıkanması koşullarında artık eskisi gibi sus payı veremiyor.
Avrupa giderek eskiye göre yoksullaşmakta. Son zamanlarda çıkan güvenlikçi yasalar, sınıf çelişkileri ve taleplerin artması karşısında burjuvazinin kendi sınıf egemenliğini şoven, ırkçı söylemle koruma gayretinden başka bir şey değildir.
Yabancı ve göçmenlere karşı nefret giderek artmakta. Şoven ırkçılık güç kazanmaktadır. Ama aynı coğrafyalarda, liberalizm, kapitalizm, demokrasi veya faşizm konusu sosyalizm kadar yaygın olamadı. Demokrasi meselesi, son dönemlerde yaşanan savaşların da etkisi ile, etnik ve inanç temelli toplumsal dinamikleri daha fazla etkileme, düşündürme ve harekete geçirmeye başladı. Eşitlik-özgürlük talepleri ve sosyalizmle bağı da bu şekilde kurulmaya başlandı.
İslam coğrafyası, Batı işgalinden kurtuluşunu 20. yüzyılın ikinci yarısında başarıyor. Cezayir, Tunus, Mısır, Suriye, Irak vb. ülkelerin çoğu özgürlüklerini bu tarihlerde kazanıyor. Arap coğrafyasında Baas partileri kurtuluş mücadelesinin öncüleri. İslam coğrafyasında özellikle Ortadoğu'da ise Baasçılık, merkezî asker ve sivil bürokratik bir yapılanma olarak gelişmişti. Baasçılık, Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizminin bir karışımı olan, önceki Arap milliyetçisi akımların aksine laik bir Arap toplumu kurmayı hedefledi. Ancak Baas, İslam dinini Arap milli kültürünün temel ve ayrılmaz bir parçası olarak İslam'a önem verme zorunluluğunu dikkate almak durumundaydı.
Baasçılığın 1946'da ilk geliştiği yer Suriyedir. 1 Şubat 1958’de Suriye ve Mısır’da yapılan referandum sonucu iki ülke siyasî birleşme kararı aldı. Birleşik Arap Cumhuriyeti Başkanı Cemal Abdul Nasır oldu. Birleşme Mısır’ın daha da güçlenmesine yaradı. Hal böyle olunca bu birleşme asker ve sivil bürokraside rahatsızlık yaratmaya başladı ve 28 Eylül 1961'de askerî darbe yapıldı. Hafız Esad Suriye devlet başkanı oldu. “Baas’ın sosyalizmi elbette Marksizm-Leninizm’den çok farklıydı, nitekim 1958’de Suriye ve Mısır’ın birleşmesinin ardındaki sebeplerden biri de Baas’ın yükselen Suriye Komünist Partisi’nin etkisini kırmak istemesi olacaktı.”[7] (7) Çok enteresan bir olay, yağmurdan kaçarken doluya tutulma diye buna denir!
"Baas sosyalizmi toplumsal eşitsizliğin azaltılması, özel mülkiyetin sınırlandırılması, yerli ve yabancı büyük özel firmaların kamulaştırılmasını öngörüyordu. Özel teşebbüs ve miras hakkının ise korunacağı belirtiliyordu. Baas’ın sosyalizm anlayışında Avrupa’nın proletarya diktatörlüğünü reddeden demokratik sosyalizminin, yani İkinci Enternasyonal’den Sosyalist Enternasyonal’e uzanan çizginin etkisi görülüyordu.”[8]
Birlik-Vahdet /özgürlük-Hürriyet / sosyalizm-iştirakiye anlayışını gerçekleştirmeye çalışmakta. Baas, Arap dilinde “yeniden diriliş” anlamına gelmektedir. 20. yüzyılda kalan modernist, merkeziyetçi, seküler ve sosyal rejim olan Baasçılık yükselen "ılımlı" İslamcılık karşısında çöküyor mu? Bugünkü süren savaşlar bu çökmenin veya çökertilmenin bir sonucumu dur?
Arap Baharı’nda yıkılmayan Suriye, tarihsel gelişimi etkileyen olaylar ve kendine özgü dinamikleri bu sorulara nasıl cevap verecek, hâlâ bilinmemektedir?
-devam edecek-
Tevfik Özkorkmaz
27.09.2016.
Bölüm: Bir, İki
Dipnotlar
[1] Faik Bulut, “Savaşın Gölgesinde Arap Alevileri”, Atlas, Ekim, 2013, Sayı. 247
[2] Mustafa Sibai, 1915-1964, Hayatı Ve Hakkında Herşey, 02.16,2015.
[*] İslam Sosyalizmi, Çeviren: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Yeniboyut.
[3] “Baş Davası Ahlak Olan Bir Müslüman Sosyalist Nurettin Topçu”, 10 Mayıs 2008, Hürriyet.
[4] Hürriyet, a.g.m.
[5] Evren Balta, “Bir Kuruntu Olarak Batı Karşıtlığı”, Cuma, 23 Eylül 2016, Duvar Gazetesi.
[6] Devrimci Halk Hareketleri Tarihi, 1905-1917'ye Rus Devrimleri, say.19 Dipnot Yayınları, Murray Bookchin
[7] M. Burak Cop, 29 Kasım 2011 Salı NTV-Dergi.
[8] M. Burak Cop, 29 Kasım 2011 Salı NTV-Dergi.

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bir Asırlık Tecrübe -II

Bu bölümünde giriş yaptığımız konunun arkaik tarihine bir bakalım.
Teoloji; Tanrıbilim, Tanrı kavramı ve din olgusunu inceleyen bilim dalı. Günümüzde sıklıkla, dinî konular ile ilgilenen bilim anlamında kullanılmaktadır. Teoloji ile ilgilenen kişilere teolog, ilâhiyatçı, din bilimci veya tanrı bilimci denir.
Felsefe; Varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır Felsefe kişilerin yaşamı merak etmesinden doğar. “Yaşamı en çok merak eden çocuklardır.”[1] Aynı zamanda felsefî düşünce, insanın evreni içinde kendi varlığını merak etmesiyle ve bu konuda sorular sormasıyla başlar. Felsefe için merak etmek ve soru sormak yeterli değil ve sorulara sistemli bir açıklama getirmek, açıklamanın sistemli veya sistemsiz olması da felsefe için önemlidir.
Milattan önce ve sonra toplumların çok zor şartlarda yollarını ararken Aristotales, Farabi, İbn-i Sinan, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldun ve Farklılıklarıyla İsfahani ve Gazali karanlıkları aydınlatan birer fener olur ve günümüze birçok değerli eser bırakırlar.
Aristotales; MÖ. 384-322. ilk neden bir şeyin özünü ve de asıl doğasını açıklar. Dolayısıyla ilk neden, bir şeyin varlık nedenidir ve biz ancak bunun sayesinde bir şeyin ne olduğunu anlar, şeylerin doğasını ve özünü araştırmaya yönelebiliriz. “[…] ‘Felsefenin neye yarar?’ denildiğinde, kimileri yasa korkusuyla yaptığı şeyleri bana buyrulmadan, kendiliğimden yapmayı öğretti.” Aklını kullanarak ve aklının kılavuzluğunda yaşamak Aristotales için çok önemliydi.
Farabi; MS. 872-950. Farabi 8.yy. ve 13yy. arasında İslam'ın Altın Çağ’ında yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı, aynı zamanda gökbilimci, mantıkçı ve müzisyendir. Aristotales'ten sonra ikinci usta olarak anılır. Farabi'nin “İkinci Üstad” kabul edilmesinin ana nedeni, İbn-i Haldun'a göre, onun mantık alanında yaptığı katkıdır.[2]
Farabi'nin diğer bir çalışma alanı Doğa Felsefesi, Metafizik ve Psikoloji olmuştur. Doğa anlayışı, dönemin Batlamyusçu dünya merkezli görüşüne uygundur. Farabi'nin geliştirdiği sudûr teorisi ise Neoplatoncu ve İsmailî kökenlere dayanır. Bu anlayış daha sonra İbn-i Sina tarafından geliştirildi.[3]
Farabi'nin bilgi felsefesinde suret -varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan- cismin hem kendisinde hem de beynimizde vardır. Böylece cisimden çıkan ışınlar gözümüzle alınır, şeklin bilgisi ise akıldan gelir.
İbn-i Sina'nın; M.S 980-1037. Tıp ve Felsefe alanına ağırlık verdiği Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinir. İbn-i Sina, akıl konusunda, Platon/Eflatun; idealizmi ile Aristoteles'in deneyciliğini uzlaştırarak birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymasıyla Aristotales ve Farabi'den farkını ortaya koyar.
İbn-i-Rüşd/Averroes; MS.1126-1198. Endülüslü-Arap felsefeci İbn-i Rüşd, Aristo'nun eserlerine yaptığı Arapça tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. Avrupa orta çağda kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü Dante ve Victor Hugo saygıyla anar. Victor Hugo Quasimodo ile Esmeralda'nın talihsiz öyküsünü anlattığı, Notre Dame'ın Kamburu adlı eserinde, bilimle hukukun kaynaklarına değinildiği bir bölümde, İbn Rüşd’e referans verir.[4]
İbn-i Haldun; MS.1332-1406. 19. yüzyılda geç anlaşılan Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi. Eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi.”[5]
İbn-i Haldun, tarih, insanların ve kavimlerin hâl ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirir. Bu tarihin zahirî -açık anlaşılan- manasıdır. Tarihin içinde saklanan mâna ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın -kâinatın- sebep ve illiyetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır. Bundan ötürü tarih, hikmet = felsefe ilimlerinden sayılmaya layıktır.[6]
İsfahani; MS.954-1109. tarih boyunca ‘akıl-vahiy ilişkisi’nde çatışmacı düşünüşlerden tamamen uzak olarak uzlaşmacı bir tutum sergileyen İslâm düşünürlerinin tipik bir temsilcisidir.[7]
İfsahani, Gazzali'yi etkilemiştir. Önemli eseri ez-Zerî’a ilâ mekârimi’ ş-şerî’a’dır. Bu eserinde, özetle şu tespit ve değerlendirmede bulunur: İnsan için biri dâhilî/batınî diğeri de haricî/zahirî olmak üzere iki tür nebî söz konusudur. Dâhilî/batınî nebî, akıl olup onsuz, haricî/zahirî nebî işlevsiz ve yararsızdır. Zira dâhilî/batınî nebî yani akıl, haricî/zahirî nebînin getirdiklerini ve çağrısını değerlendirerek, onun doğru olup olmadığını tayin ve tespit eder.[8]
Gazzali; MS.1058-1111. “Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir.”[9]
Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sufiler, batınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve batınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla tenkit etti ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı. Gazali’nin de dediği gibi, akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina mıydı?
Felsefeye karşı verdiği mücadele ile İslam dünyasında felsefî düşüncenin gelişmesini önlediği düşünülmekte. Yunan felsefesine karşı yazdığı reddiyeler sonucunda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce gibi düşünürler, felsefeyi ona karşı savunmak ihtiyacı duydular. Gazzâlî, felsefe öğrenerek ve felsefî yöntemler kullanarak felsefecilerle tartışmış, sert eleştirilerini reddiyeler şeklinde yazarak Aristoteles, İbni Sina ve Farabi’nin üzerine yöneltmiştir.[10] Gazzâlî'nin felsefeye yönelik olumsuz tutumuna karşın, mantığın birçok yanını İslamî din bilimlerine sokmada önemli katkısı olmuştur.
Günümüzde bu tartışmalar bir şekilde devam etmekte. “Biri anlamadığı ve bilmediği bir dine inanmış ve onun taraftarlığını yapıyor. Öbürü de anlamadığı ve bilmediği bir dini reddetmiş. Aslında bunlar farklı değildir; aynıdır. Aynı oldukları nokta da anlamama ve bilmemedir.” Ali Şeriati'nin bu uyarısı, tartışmaya çalıştığımız konuda oldukça uyarıcıdır. Toptancı “red” ve “kabul”ler sonuç olarak analiz ve somutun kavranmasını olumsuz etkilemekte.
“Sahih -kaynağına; yani Allah'a ve peygambere ait olduğu kesin bulunan- vahiy ile apaçık ve kesin akıl hükümleri arasında çelişme olmaz. Eğer böyle bir görüntü varsa önce araştırma yapılır; nakil-vahiy ile gelen bilgi-sahih, aklın bilgi ve hükmü de açık ve kesin ise vahiy-âyet ve hadis-tevil edilir; yani yorumlanır, ilâhî maksadın ilk bakışta ve sözün sözlük manasından anlaşılan olmadığına, ortada mecazi, temsili bir anlatımın bulunduğuna hükmedilir.”[11]
“İnanç kaynağı haline getirildikten sonra, Kurân vahyinin işaretleriyle akletmek, ona ve onun ölçülerine bağlanmak, asıl haline gelir. Böylece eylemlerimize kılavuzluk yapan düşüncenin ölçüsü, Kurân nasslarıyla belirlenmeye başlar. Yaratılış amacımızın, Rabbimizin bize verdiği nimetleri elimizde tutabilmek ve onları gereğince değerlendirip hayat sınavını kazanmak olduğunu bütün Müslümanlar bilmektedir. Ve bu imkânı da, Kurân'ın muhkem hükümleri açık, anlaşılır ve tevile fırsat bırakmayacak bir tarzda bizlere göstermektedir.”[12]
Burada iki farklı değerlendirmenin odak noktası, Kuran nass'ların tevil edilemeyeceği veya belli koşularda tevil edileceğidir. Gerçi tevil ve tefsirin manası konusunda farklılıklar söz konusudur. Tefsir Peygamber ve ashabı tarafından yapılabilecek, tevil de İslam âlimlerinin yorumundan ibaret olacaktır. İkisi arasındaki fark, tefsirde kesinlik, tevilde ihtimaller olmasıdır. Bazı değerlendirmelere göre de Nass'lar “kesin hükümdür ve tevil edilemez”dir.
Muhkem; Kur'an’ın Âl-i İmrân Suresi'nin 7. âyetinde geçen bu kelime, açık ve kesin olarak hüküm veren âyetleri nitelendirmek için kullanılmıştır.
İslam’da Kur'an ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancı, ayetleri buna göre yorumlayan akımdır batınîlik. Bu düşünceyi benimseyen kişiye de “batınî” denir.
Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Naas; kat'ilik, kesinlik, açıklık. te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
Nass olan genelde dogma ile karıştırılır. Nass anlaşılmaya, birden fazla yoruma, tefsire ve tevile açıktır. İslam’da birden fazla mezhep ve binlerce tefsirin yazılmış olması ve halen yazılması ancak bu sayede mümkün olmaktadır.
Zahir; açık, belli olan. Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Nebi; haber alan anlamına gelir. Resul; Peygamber, elçi. Kitap gönderilen peygambere Resul, yeni din getirmeyip, önceki dine davet eden peygamberlere Nebi denir. Her resul, nebidir; fakat her nebi resul değildir.
Mutasavvıf; Rabbi için her türlü bağ ve her endişeden sıyrılıp Allah'tan başkasına tapınmayı ve O'nun emirlerinden başkasına uymayı terk edendir. İlk akla gelenler, her biri bir tarikat önderi olan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlânâ Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’dir.
Bağdadî açısından nebevî ve dinî bilgilerin aklî bilgilere “izafe olunması”nın biricik sebebidir. Bu yaklaşım biçimi, dinî bilgilerin meşruiyet zemininin de aklî bilgiler olduğunu açıkça gösterir. Aklın ortaya koyduğu bilgi, nebinin geçerliliğini onaylamadığı sürece sahih bir dinden ve dolayısıyla da o dine bağlı olarak elde edilen dinî bilgilerin doğruluğundan ve meşruiyetinden söz edilemeyecektir.[13]
Aklın ortaya koyduğu bilgiyi Nebi'nin geçerli olduğunu açıkça onaylamadığı sürece 'sahih' bir din ve meşruiyeti söz konusu olamaz. Nebi, haber getiren peygamber veya resul aklın ortaya koyduğu bilgiyi geçerli olduğunu onaylamadığı zaman o dine bağlı dinî bilgilerin doğruluğu ve meşruiyetinden söz edilemez. O zaman aklımıza eski dönemde nebilerin varlığı, toplumsal yaşamın yeniden organize olmasında yol gösterici olurken, günümüzde aklî bilgilerin doğruluğunu neye göre yapılmakta olduğu sorusu akla geliyor.
Dinî ilimler, dine tâbi olarak ortaya çıktıklarından dinin varlık tarzına ve muhtevasına bağlı olarak vücut bulurlar. Bu çerçevede Farabî, biri fıkıh diğeri de kelâm olmak üzere iki dinî ilimden söz eder. Anlaşılacağı üzere, fıkıh, din koyucunun belirlediği görüş ve fiilleri her hangi bir temellendirmeye başvurmaksızın müsellem ilkeler olarak alırken, kelâm, onları desteklemekte ve savunmaktadır. "Farabî’ye göre, kelâm dine hizmet ederken, aslında dolaylı olarak da felsefeye hizmet etmektedir. Zira Farabî açısından kelâm, dine tâbi olduğu gibi din de felsefeye tâbidir.”[14]
Konumuz "din" tartışması olmadığı için İslamcı-Müslüman, Nakilci-Kelâmcı düzlemdeki tartışmalara girmeyeceğiz.
-devam edecek-
Tevfik Özkorkmaz
27.09.2016
Dipnotlar
[1] Dünya Bilgelerinden Özlü Sözler, Müzeyyen Tüzün, 2012, s.120.
[2] Nasr, Seyyid Hüseyin, 2001, İslam Felsefesi Tarihi, Açılım Kitap.
[3] Nasr, Seyyid Hüseyin, a.g.e.
[4] Notre Damme'ın Kamburu, s. 193 (ing.). 9 Mart 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi.
[5] Toynbee, Arnold J. (1934) (İngilizce). A Study of History: III The Growths of Civilizations, Oxford University Press.
[6] İbn Haldun, 1990, Mukaddime, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı. s. 4-5.
[7] “Dinî İlimlerin Meşruiyet Kaynağı Olarak Felsefe: Fârâbî ve Gazzâlî”, say.51, Akademide Felsefe Hikmet ve Din.
[8] Akademide Felsefe Hikmet ve Din, a.g.e.
[9] Muhammed Gazzâlî, El münkız mine'd Dalal, İran baskısı 1998.
[10] R.M. Frank, Al-Ghazali and the Ash'arite School, Duke University Press, Londra 1994.
[12] Gizli ilimlerin kütüphanesi, Akıl-Vahiy İlişkisi, Hamza Türkmen.
[13] Akademide Felsefe Hikmet ve Din, a.g.e.
[14] Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûfs.71. “Dini İlimlerin Meşruiyet Kaynağı Olarak Felsefe: Fârâbî ve Gazzâlî”, say.52, Akademide Felsefe Hikmet ve Din.

Küfr

Modernizm…
Ne çetrefilli fakat capcanlı bir kavram.
Söz gelimi 90'lı yılların mücahitleri ne vakit bir taşa takılsa ayakları, “Allah'ın belası modernizm, batı” deyip, hem çok korktuğu hem de bazen maslahat gereği yapışıp kaldığı bu kavrama söver durumdaydılar.
Ancak şimdi öyle mi; “Modern hayatın bir getirisi” deyip kılavuzunu kuğu diye yamamaya çalışıyor. Bakınız; İslâmî kesim.
Dramatik, trajik, romantik olmaktan kendimizi alamamışız, alamamışsınız, alamamışlar.
Bu üçlemenin gerektiğinden fazlası da bir modernizm varyasyonu olarak önümüzde durmakta.
Biz var ya biz, Batı'nın mazlumlarını bile kucaklamak için doğmuşuz. Hâl böyleyken ve içerimizde bu potansiyel var iken, ırkçılık, ümmetçilik yapmak Yaradan’ın bize bağışladığı merhamete küfr olur.
Bütün insanlığın saadet ve selameti bilumum toplumsal kuramlardan önce gelir.
Merve Özman

Hipermetrop

Müslüman dindar bir kadındır Cihan Aktaş. Denk geldikçe de okurum yazılarını. Bir tweet atmış. Der ki: “Günde en az 40 kez ‘Allah'ım bizi doğru yola ilet’ diye yakaran insanın ‘doğru yol kesinlikle benim gittiğim’ demesi nasıl mümkün olabilir?”
Böyle düşünen İslamî muhafazakâr, entelektüel insanlar da var bu camiada. Bu topraklarda böyle bir İslamî gelenek de var. Şeyh Bedrettin, Alevî değil, Sünnî İslam yorumundan gelmektedir mesela. Özellikle belirttim. Bedrettin'in fıkıh çalışmaları kimilerine göre hâlâ en iyi fıkıh çalışmalarıdır.
Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, bu topraklarda başka bir İslam'ın peşinden giden isyancı dinî liderler. İlki Sünnî dinî lider, ikincisi Alevî bir siyasi lider, üçüncüsü ilk adı Manisalı Samuel olan, Yahudilikten İslamiyet’e ihtida etmiş bir derviş. Muhteşem bir uyum.
Bu adamlar hakkında sempozyum düzenleyen sol camia, akşam içki masasında dine küfür edecek kadar kafa karışıklığına sahip. Latin Amerika'daki kurtuluş teolojisi üzerine kitaplar yayınlar bir sol yayınevi mesela. Sonra aynı yayınevi ile bağlantılı gazetenin yazı işleri müdürü “dini ne anlayacağız kardeşim, bizi yakanlardır bunlar” mealinde bir tweet atar.
Latin Amerika'da Hristiyanlığın farklı bir yorumuna methiyeler yaz, sonra da burada dindarlara “gerici, yobaz” her türlü yaftayı yapıştır. Kalıtsallaşmış hipermetrop sorunumuz var.
Doğrudur, böyle bir İslam da var memlekette. Siyasal İslam tam da buna karşılık geliyor belki de. Derdim, bunları aklamak değil, iktidar da böyle bir İslam anlayışından besleniyor.
“Emevî İslam’ı” ve “devlet İslam’ı” böyle bir tanımlama mesela. Onlarla zaten bir mesafe koymak gerektiğini düşünüyorum.
Fakat Anadolu İslamı'nda başka bir damar da var. Bu damarı yakalamak lazım. Evet yüzlerce yıldır devletin İslam anlayışına göre zehirlenen beyinler var. Belki onlarla uğraşamayız. Gerek de yok zaten. Fakat artık solun kendine bir bakması gerekiyor. Siyasal İslam denen terane iktidarın çirkinliğini olabildiğince içinde barındıran düşünce yaktı, yıktı, kesti de sol hiç mi yapmadı?
En ufak bir lider eleştirisini dahi örgüt içi infazlarla halleden, “bavul cinayetleri” ismi ile cinayet tarihine yeni sıfatlar kazandıran, yıllarca beraber mücadele ettiği dostları tasfiye edildiğinde haysiyet cellatlığı yapan ya da mesela Stalin'i baş tacı eden bir sol da var bu memlekette.
Reel Sosyalizm deneyiminden sonra “gerçek sosyalizm bu değil” deme kolaycılığını gösteren sol, “gerçek İslam bu değil” diyenlere neden alaycı bakar?
Bir düşüncenin modern zamanlarda ortaya çıkması, ona inananları gerici olmaktan kurtaramaz. Memleket Marksistlerinin büyük bir kısmı bu anlamda gericidir.
Yani demem o ki temas etmek lazım Müslüman birey ile. Yoksa bu karanlıkta, bu zulüm ikliminde hep birlikte boğulacağız.
Tekin Yasin Çelikkaya