30 Mayıs 2015 Cumartesi

Derlenip Dürülmesin Bayraklar

Sanırım Fuko’ydu. Bir kitap yazıp yayınevine götürüyor. Editör, “bu kitap gayet anlaşılır olmuş, basmam” diyor. Genel manada, özellikle Fransa’da, anlaşılmaz metinlerin rağbet gördüğü iddia ediliyor. Bu metinleri, gerekli ve yeterli felsefî birikimi olmayan genç tercümanlar dile ve metne hâkim olmaksızın Türkçeye çeviriyorlar. O anlaşılmaması için yazılmış kitaplar, daha da anlaşılmaz bir hâl alıyorlar. Bazı siyasetten ve devrimcilikten düşmüş isimler de o kitapları anladıklarını satmak, anladıklarına dair poz kesmek için bol alıntılı yazılar yazıyorlar bugünlerde.
O yaldızlı cümleler, alıntılar silkelendiğinde geriye sadece şu cümle kalıyor: “sınıflar mücadelesi devri bitti, devrim olacaksa onu da orta sınıflar yapacak.” Tuhaf olan, bu kesimlerin, ezilen bir milletin önderi olmuş bir kişinin onca yazdığı içerisinden delöz, spinoza, fuko, negri, bukşin vb.’ye benzeyen cümleler bulmaya çalışmaları. Anladıklarından değil, kafalarının içinde kurdukları özel dünyaya özel bir kitle bulduklarını sandıkları için bu gayret.
Bugün sandıkları sandığa kilitli. Özel orta sınıf âlemlerinden bu coğrafyanın çileli, dertli, öfkeli halklarını anlayabileceklerini sanıyorlar. Kendi hocaları Avrupa’da mültecilere küfrediyor, fukaradan kaçıyor. Buradakiler de mazlumdan ve onun şiddetinden nasıl kurtuluruz hesabı yapanlara bağlanıyor. Kürd sevdası, ondan, o beladan kurtulmak için. Yoksa Ayşe Erdem niye başkan olsun?
Bildirgeleri, seçim konuşmalarını, reklâmları, tanıtım filmlerini onlar hazırlıyorlar. Gezi günlerinde Samanyolu’na çıkan Ömer Laçiner, Mehmet Altan ekibi, “Bu Tayyip nobran, kaba. O gitsin, bu kurgu kalsın, demokratik burjuva devrimi devam etsin” diyorlar. Muhsin Kızılkaya, “beni AKP’ye Birikimciler örgütledi” diyor. Bugün Gezi ile ilgili çekilmiş Cennetin Düşüşübelgeseli nedense Ahmet İnsel ile açılış yapıyor. Oysa bu isimler o günlerde AKP’yi korumaya alıp Tayyip’i çöpe atıyorlardı. Tüm meseleleri şahsîleştiriyorlardı. Bu dönem etlenmiş orta sınıf, kendisine yakışmayan gömleği seçti ve onu yırtıp atmak istedi.
Söz konusu kesimin HDP adına yazdıkları metinlerde de hedef salt Tayyip olarak gösteriliyor. Tayyip’siz AKP içerisinde oluşacak çatlaklara göz kırpılıyor. Esasında herkes Fethullahçılaşıyor. Gezi’nin tek bakiyesi bu.
Tayyip şahıs olarak hedef alınınca, tüm meseleler şahsîleştiriliyor, bu da belirli şahısların yıldızının parlatılması adına yapılıyor. Ama o meseleler ortalık yerde duruyor. HDP seçim bildirgesi, öz itibarıyla Tayyip’in altını oymak için kaleme alınıyor. Başka bir politik-ideolojik anlamı bulunmuyor.
Dolayısıyla Birikimci siyaset algısı, Fethullahçı taarruzla ortaklaşa sol-sosyalist âlemi işgal ediyor. Eskiden MİT’e karşı hasbelkader devrimci istihbarat teşkilatı kurmuş koca koca örgütler gıdasını fuat avni ve fethullah basınından alır hâle geliyorlar.
Tüm bunlar şu veya bu biçimde burjuvazinin düşürdüğü bayrağı kaldırdığını düşündükleri proletarya, halk ya da ezilenler adına yapılıyor. Yaşananların gerisinde burjuvazi ve devletin müdahaleleri, seyri asla görülmüyor. Meselelerin tek bir şahsa kapatılmasını ve o şahsa saldırılmasını emredenler, geride, altta olası tüm imkânları ve bağları yok etmek istiyorlar.
Temel ayrışma, çatışma, aidiyetle mülkiyet arasında. Orta sınıflar aidiyet meselesine yönelik her türden saldırıya nefer oluyorlar. Mülk kavgasında aidiyet ve ortaklık meselesini tasfiye etmek istiyorlar. Tekillikten, tek tek bireylerin tek bir etkinin nedeni olmasından bu sebeple bahsediyorlar. Ancak bireylere seslenebiliyorlar. Onca bireyin nasıl olup da bir araya geldiğini anlamaya çalışmak için uğraşıyorlar. Burjuvazinin ideolojik âlemde kurguladığı bireye bakıyorlar. Bireyse ancak mülk sahibi insan olarak tarif ediliyor. O imkân ve ehliyet de sadece burjuvazide ve burjuvaziyle mümkün. Hâsılı, birey olmak, burjuvazinin eşiğine yüz sürmeden mümkün değil.
Her şeyi Tayyip’e kapatmak, onu günah keçisi yapıp uçurumdan aşağı atmayı istemek, eşiğe yüz sürmek, başka bir şey değil. “Ben öyle olmayacağım” sözünü vermek, en azından Birikimcilere ve onların efendilerine.
Tarihi burjuvaziyle başlatanların bu eşikte boncuk misali dizilmelerinin, bunlara bir imame bulunup tespih yapılmasının manası yok. Süphan olana iman yoksa bu yan yanalık değersiz.
Kürdistan var diyedir birilerinin ellerini ovuşturarak baktığı kitle. Engels’in bir ifadesini yorumlarsak, “Avrupa gerçeğinde, ayakta, devlete karşı, mücadele içerisinde bir sınıf var diye var proletarya.” En alttaki, mazlum, o olduğu için biz proletarya dedik” diyor Engels. Bugün Kürd de böyle.
Demek ki seçimde oy kullanılacaksa, sadece o Kürd’e oy verilebilir, onun eşiğine yüz sürülebilir. Gerisi süs püs, al puldur. Liberal yağ çıkartma teşebbüsüdür. Kürd’ü bağlamından çıkartmaktır. Mazlumları Kürd denilen ortak bağlamdan uzak tutmaktır.
Sağ siyasetin meselesi, din, millet gibi ortak olan birikimi efendilerin hizmetine sunmaktır. Sol siyasetse, kendisini ortak olana düşmanlıkta kurar. En fazla, ortak olandaki kırılma, sıçrama ve dönüşüm momentine oturuyorsa, başarılı olur. Ortak olan, efendilerin dünyasına açılmak istiyorsa, sol vardır.
Bugün tüm aczini, zafiyetini, çerini çöpünü gizlemek için bu Kürd denilen halıyı kullanmaktadır sol. Bugünse New York Times’ın “ABD ve Türkiye'nin diğer NATO müttefikleri, onu bu yıkıcı yoldan geri döndürmeye çalışmalı.” diyen yazısından medet umar hâlde. “NATO’yu da AKP’yi de yıkacağız” diyen yok!
Çünkü sadece kişisel olana, bireysele bakılıyor. Bakılması isteniyor. Kolektif, ortak olanın hükmü ortadan kalkıyor. Geçmişte proletaryayı burjuva batının sunağında kurban edenler, bugün Kürd’ü ortaklığa dair bir im, imge olması sebebiyle, katletmek derdindeler.
Kürd’ü taklid ederek yol alabileceklerini zannedenler, Afro-Amerikanların blues müziğini birey ölçüsünde deforme ederek rock müziğini icad eden İngiliz gençlerine benziyorlar. Pazar bunu emrediyor. Pazar, parmakları, yüreği, derisi kara, nasırlı zenciyi görmeden o mavi notaları satmak istiyor.
Dolayısıyla bugün geçmişin Sünni bir fakihini gerçeğinden ayırıp sözlerini yaldızlamanın bir manası yok. Şeyh Bedreddin’deki komünizmi örgütlerin ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakmak gerekiyor. Meslekî ideolojilerinin ağırlığına, sakinliğine kapılmış, küçük burjuva dükkânlarını beklemekten başka bir şey yapmayan yapılar, ortaklığı ondan öğrenmek zorunda. “Yapraksız bir dalda sallanan şeyhin çırılçıplak eti” bayrak olmalıdır. Saraylara danışmanlık yapmış Konfüçyüs’ü kendi pratiğinde güncelleyen Mao’nun Çin’indeki ortak olana bakmamak, buranın ortak olanını da görmemeye, sadece kendi öznelliğine bakılmasına mecbur eder. Bedreddin bu nedenle bayrak değildir. O, sadece geri bir döneme, geri bir halka, geri ideolojiye yakıştırılmayan cümleleri kazara sarfetmiş, o cümleleri gasp edilmek zorunda olan bir gafildir.
Bedreddin, 1730’da İstanbul’u ve sarayı bir süreliğine ele geçirmiş Patrona’nın kızıl bayrağıyla birleştirilmeyi bekliyor. Şeyh, hançerini doğuya sallayan Osmanlı’ya karşı, Timur, Selçuklu, tarikatlar vs.’nin ortaklığına örgütleniyorsa, Patrona da Nevşehirli İbrahim Paşa liderliğinde sarayın doğuya saldırmasına, lalelerin gölgesinde süren zulme karşı tüm mazlumların ortak çığlığına dâhil oluyor. Patrona, iktidarı döneminde, isyan esnasında kendisine yardımcı olmuş bir kasabı Boğdan’a voyvoda (vali) tayin ediyor. Adamlarından birkaçı halktan haraç kesmeye kalkınca, halka “sizden haraç alanı öldürün” emri veriyor. Birilerinin ortak olana, aidiyete olan öfkesini ve nefretini buralarda, solun uzaklaştığı, kaçtığı yerlerde aramak gerekiyor.
Hüseyin Yusuf Kuzu

29 Mayıs 2015 Cuma

Kur'an'da Sınıflar: Mustazaflar ve Müstekbirler

“Ne mutlu o yoksullara ki diğer dünya onlara verilmiştir. Er ya da geç bu dünya da onlara verilecektir.”
[Friedrich Engels]
Hıristiyan Tanrısının İsa sonrası Roma Devleti tarafından resmi din haline geldikten sonra tavrı değişmiş tüm Avrupa bu sert tanrı tahayyülü ile şekillenmiştir.
“Strauss’tan Stirner’e kadar bütün Alman felsefi eleştirisi dinsel anlayışların eleştirisiyle sınırlıdır. Hakiki dinden ve gerçek deyimiyle Hıristiyan ilâhiyatından yola çıkılır. Dinsel anlayışın ne olduğu ise, yol alındıkça farklı biçimlerde belirlenmeye başlandı. Kaydedilen ilerleme, egemen oldukları öne sürülen metafizik, siyasî, hukukî ve ahlakî alanlardaki anlayışları da ilâhiyata dâhil etti. […] Son tahlilde insanın, dinsel bir varlık olduğunu açıklamaktan ibaret kaldı. Dinin egemenliği veri alındı. Ve yavaş yavaş her egemen ilişkinin dinsel ilişki olduğu ortaya atıldı ve sonra, bu, bir din haline, hukuk dini, devlet dini vb. haline getirildi. Her yanda sorun, artık yalnızca dogmalar ve dogmalara olan inançtı. Dünya gittikçe daha büyük ölçüde kutsallaştırıldı, ta ki saygıdeğer Aziz Max, [Max Stirner] onu tamamen kutsallaştırıncaya ve böylece büsbütün ortadan kaldırılıncaya kadar.” [Marx’ın Engels ile birlikte kaleme aldığı Alman İdeolojisi’nden]
Bu sert iklimde Avrupa aydınlanma ile birlikte dinle hesaplaşarak öteki dünya ile bu dünyanın işlerini birbirinden ayırmıştır.
Din yerine 'bizim dinimiz aklımızdır' diyerek, aslında akılcılıktan uzaklaşan dine doğru bir tavır sergilemiştir.
Geçen yüzlerce yıllarda yeni sistem geniş halk kitlelerini uyutmak için tekrar dine sarılıp, halkın maneviyat eksikliğinden faydalanıp onları yönetmek için dinin tekrar afyon etkisini kullanmışlardır.
“Din, dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir. […] Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din, mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur. Din toplumun afyonudur.”
[Karl Marx]
Bugün İslam ve Hıristiyanlık Tanrısı ele alındığında gaddar, acımasız, yönetim de ezen sınıfların yanında gözükür. Yahudilik baştan beri ezen bir Tanrı’dır.
“Onlar İslam hırkasını ters giymişlerdir.” derken İmam Ali tam da Peygamber sonrası İslam'ın ezilen, mazlum, yani mustazaflardan nasıl uzaklaştığını, Peygamber'e eziyet eden Mekke'nin 9’lu çetesinin başı Ebu Sufyan Müslümanlığına döndüğünü anlatmıştır.
Kur'an’daki ayetlerden yola çıkarsak, İslam ezilenin, mazlumun, yani mustazafların yanındadır.
Kuran'da şöyle demektedir;
Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!
[9/Tevbe Suresi, 34]
Onlar, nice nice bağları, pınarları bırakmışlardı.
[44/Duhan Suresi, 25]
Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı.
[102/ Tekasur Suresi, 1]
Alışverişlerinde hile yapanların vay hallerine.
[83/Mutaffinin Suresi, 1]
Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline!
[104/Hümeze Suresi, 1-2]
Allah ve tağutun zıtlığı.
Eşraf, haddi aşanlar; hâkim gücün sınıfsal üssü yani firavunlaşma.
Sınıfsal sorumluluk açısından dinin tarifine gelince;
Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya önayak olmaz...
[107/Maun Suresi,1-4]
Sorumsuz bir dine; halkın alınyazısına ve mazlumun serüvenine yabancı, ondan uzak manevi dindarlığa karşı bir nefret: “o namaz kılanlara yazıklar olsun.
Allah'ın sıfatı: Adaleti ayakta tutan, adil.
Peygamber'in risâletinin peygamberlerin, kitapların gönderilişinin ve velâyetin temel amacı: “Biz peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik.
[57 /Hadid Suresi, 25]
Biri birine karşıt iki cephe. Bir cephede kâfirler. Peygamberlerin ve adalet isteyen halkın katilleri.
Zillet ve meskenete düştüler ve nihayet Allah'tan bir gazaba uğradılar. Evet, öyle oldu, çünkü Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet, öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.
[2/ Bakara Suresi, 61]
Bu sırat-ı mustakim, yani dosdoğru yol İmam Ali ve onun taraftarı Alevi İslam'ın yoludur. Mücadelemiz dine karşı din mücadelesidir.
Mehmet Özgür Ersan

Alevi -Bektaşiler Neden Aydınlanmayı Değerli Bulurlar?

Sorunun çok basit cevabı var.
Yüz yıllarca Selçuklu ve Osmanlı dinci gericiliğinde yurttaş bile olabilme şansları olmadı.
Osmanlı’da şeriat hükmü olarak Recm cezası Sünni olanlara sadece zina suçu karşılığı iken, Aleviler'de Koyunbaba ve Pir Sultan bu suçu işlemediği halde düzendeki haksızlığa karşı geldiği için taşlanma, yani recm cezasına çarptırılmıştır.
Yol yezidi Ali Baba gül atmış ona;
“Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostum gülü yareler beni”
Demiştir. Taşlanmaktan ölmemiş, bu da yetmeyip asılmıştır.
Şimdi yüzyıllarca yıl boyunca kürek cezası, sürgün, malına mülküne el koyma, zindan, recm, idam, derisinin yüzülmesi ve dahi birçok işkence reva görülen Alevi bir halk dinci gericiliğin unutuldu sanılan bir halkasında, Cumhuriyet’te yine katliama uğramışsa nasıl unutsun olanları.
Sistem ne zaman sağcı, gerici, dinci, faşist güçlere geçse, Aleviler kaydedilmiştir.
İşte Aleviler bundan Maraş, Çorum, Sivas' ı unutmadı.
Aydınlanmaya bundan,
Laikliğe bundan,
Bu kadar önem veriyor...
Çorum, Maraş, Sivas' ı unutma... Unutturma…
Mehmet Özgür Ersan

Metal İşçilerinin Grevi Üzerine Cuma Hutbesi

Bismillâhirrahmânirrahîm
Kardeşler,
18 Mayıs’tan bu yana otomotiv sektöründeki işçilerin grevi sürüyor. Renault fabrikalarında başlayan eylem TOFAŞ ve MAKO’ya da sıçramış durumda. 20 bini aşkın işçi kardeşimizin greve katıldığı söyleniyor.
Seçimlere az bir zaman kaldı. Buna rağmen işçiler partilerin vaatlerinin değil, kendi gerçekliğinin peşinden gidiyorlar. Bu durum grevin en önemli kazanımlarından birini oluşturuyor. Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde;
Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir” [RÂD 11] diye buyurmaktadır.
Bugün işçi kardeşlerimiz, kendilerine uygulanan sömürü sistemine karşı grev kararı almış ve bu karar doğrultusunda haklarını geri alana kadar mücadelede karar kılmışlardır. Kendi geleceklerini ve haklarını sistemin kurumlarına havale etmemiş, üretimden gelen güçlerini kullanmışlardır. Temsiliyetin boşluğuna düşmemişler, kendi hakikatlerinin peşine düşmüşlerdir. “Rızkı veren Allah’tır” diyerek de; egemenlere, patronlara, gerçek egemen ve tek patronun kim olduğunu hatırlatmış; onların tüm sahip oldukları şeylerin gerçek sahibini yüzlerine vurmuşlardır.
Kardeşler,
Bu direniş sadece patronlara karşı değil; işçilerin haklarını koruduğu varsayılan sendikalara karşı da bir tepkidir. Türk-Metal Sendikası, işverenlerin sendikası MESS ve işverenlerle görüşüp, eylemi bitirme çabası içinde olduklarını açıkladılar. İşçi kardeşlerimiz ise yaptıkları açıklamada, “Uzun süredir maaşlarındaki iyileştirmeleri yetersiz buluyor ve bu durum Türk Metal Sendikası ile yaptıkları sözleşmeden kaynaklandığını” ifade ettiler.
Metal işçisi, sendikal hareketlerin güçlü bir şekilde sorgulanması adına tarihi bir sorumluluğu yerine getirmektedir.
Bu direniş; aynı zamanda yıllardır emek mücadelesi veren partilere, sivil toplum kuruluşlarına da bir tepkidir. İşçi sınıfının sosyal, kültürel, inançsal değerlerine yabancılaşmış tüm gruplara karşı bir ders niteliğindedir. Metal grevinde rengârenk bayraklar yok, “devrimci” sloganlar atılmıyor, ideolojilere yeminler edilmiyor ama işçi sınıfı kendi hakları için, kendine has bir biçimde direniyor. Çocuklarla, kadınlarla direniyorlar. Yer sofraları kuruyor, Cuma namazları kılıp hutbeler yayınlıyorlar. İnanmanın haklarımız için mücadele etmenin önünde bir engel oluşturmadığını gösteriyorlar. Nasıl ki kapitalist sınıfın ürettiği bir kültür varsa ve bu kültür o sınıftan bağımsız değilse; işçi sınıfının da bir kültürü olduğunu ve bunun sınıf mücadelesinden bağımsız olamayacağını gösteriyorlar.
Sınıf, tanımlardan değil, insanlardan ibarettir. Her sınıfa mensup insanların; hayatını anlamlı kılan değerleri, yaşam biçimleri, inanışları olacaktır. Karşılaştığı haksızlıklara karşı bu değerlerine yabancılaşmadan mücadele etmek de isteyeceklerdir.
Kardeşler,
Bu görüşümüzü daha açık ifade edebilmek adına bir örnek vermek istiyoruz.
Metal işçi eylemlerinin birinde bir pankart dikkatimizi çekti. Pankartta şu şekilde yazıyordu : “Zamanla olan tek şey turşudur. Bize zaman değil, para lazım.”
Bu sözü, biraz da metaforik bir dille, bir bilince dönüştürmek maksadıyla anlatalım.
Zamanla olan tek şey turşu mudur gerçekten? Aslında şarap da zamanla olan şey değil midir? Bu toprakların işçi sınıfının sosyo-kültürel unsurlarında, zamanla olan şeyin adı turşudur. Fransız işçisi içinse bu elbette ki şarap olacaktır. 100 yıl öncesinden başlayarak, sözde aydınlanmasını Fransa’da yaşamış bu toprakların sözde aydınlarının da, bu durumda aklına bu toprakların değeri olan turşu değil, şarap gelecektir. Oysa bu toprakların değeri şarap değil, turşudur. İşte yıllardan beri egemenler bu topraklarda bize şarapla turşunun kavgasını yaptırdılar ve maalesef parsayı da topladılar.
Metal işçisinin bu grevi; bu ülkenin devrimci unsurlarının, işçi sınıfının değerleriyle, inançlarıyla, yaşam tarzıyla barışması ve üzerindeki yabancılaşmayı atabilmesi için bir fırsattır.
Öte yandan; binlerce metal işçisi direnirken, maalesef ki seçimler birçok muhalif kesimi çok daha fazla ilgilendirmektedir. Dizilerle, hurafelerle uyutulduğunu iddia ettiğimiz işçi sınıfı, meydanlarda haklarını ararken acaba bizler de seçimlerle uyutuluyor olabilir miyiz?
Gün, grevlerde işçilerle buluşmak, onların tüm değerleriyle barışmak ve bu topraklara özgü bir işçi mücadelesinde saf tutmak zamanıdır. Farklılıklarımızla bir bütün olma ve kardeşleşme ahdinde bulunma günüdür.
Allah Cuma’mızı mübarek, mücadelemizi daim kılsın…
Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı ise yasaklar. Hatırlayasınız diye size öğüt verir.” [NAHL 90]
Kapitalizmle Mücadele Derneği

Metal Direnişi ve Sendikalar

Metal Direnişi, Yeni “Buz Kırıcılar” ve Sendikalar
Metal direnişi büyük bir enerjinin dışavurumu oldu. Dalgasal ve zincirleme direniş ve fiili eylemler sürüyor. Tofaş ve Renault ve bir dizi fabrika da direniş bitirirken, yeni fabrikalar direnişe katılıyor. Eylemler ikinci haftasını doldurdu. Bursa'daki alev, "bozkırı tutuşturdu". Direniş ve eylemler,Ankara, Gebze, Kocaeli, Sakarya ve Eskişehir'e yayıldı.
Kitlesel İstifalar ve Yeni Arayış
Metal işçileri, korporatist, bürokratik, işbirlikçi, faşizan sendikal yapıya ve sendika ve MESS aracıyla oluşturulan cehennemî çalışma rejimine karşı ayağa kalktı.
Korkunç bir öfke patlamasıyla önce Bursa, ardından havza sarsıldı. Eylemler sınıfın birikmiş öfkesinin dışavurumu oldu.
Metal işçileri net bir tavırla Türk -Metal'den kitlesel bir şekilde istifa etmeye başladı. Yılların kuşatılmışlığına, sendika-sermaye-devlet işbirliğine karşı işçiler öfkeyle harekete geçti. 1998 ve 2012 Bosch pratiği bir provaydı. 2015 metal "baharı" korporatist, işbirlikçi ve bürokratik sendikadan kitlesel kopuşları beraberinde getirdi. 12 Eylül faşizminin, sınıfın taşıyıcı/lokomotif sektörü olan metal işçilerini bölmek, parçalamak, bloke etmek için devreye soktuğu ve önünü açtığı Türk-Metal imparatorluğu, 2015 işçi "baharıyla" son derece ağır bir darbe aldı. Bu süreç hızlı bir çözülüş sürecinin önünü açtı.
Metal işçileri, sermayenin sınıf içindeki truva atı olan sendikaya karşı, sınıfsal öfkeyle hareket edip, net bir tavır gösterdi.
Bu gelişme, Türkiye sendikal tarihinde önemli bir momenttir. Metal işçileri, tarihsel bir eylem gerçekleştiriyorlar. Ve kendiliğindenci öfkenin o muhteşem gücü ve yıkıcılığını gösteriyorlar.[*] Taban örgütlenmeleri şeklinde gelişen bu hareket, son derece önemli bir potansiyeli açığa çıkardı. Fiilî, meşru ve taban inisiyatifine dayanan, hızla kitleselleşen ve bir kenti tutuşturmakla kalmayıp, işçi sınıfının mücadele tarihinde bir ilk olan geniş bir işçi havzasını mobilize eden hareket, olağanüstü birikimler yarattı.
Sendikal Harekette Kırılma
En başta sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Metal işçileri statükocu, bir nevi atipik işçi aristokrasisini korumakla mükellef, sınıfa yabancı, bürokratik bir kastta dönüşmüş. neo-korporatist ve sınıfın farklı katmanlarına ilişkin hiçbir politika geliştirmeyen sendikal yapılara karşı taban inisiyatifin önemini gösterdi.
Birkaç istisna dışında (ayrıca onların nitelikleri de tartışılabilir) sendikalar bir çürümüşlüğü temsil ediyorlar. Hareketin taban örgütlenmeleri şeklinde gelişmesi, doğrudan eylemlere dayanması, fiilî grevlerle yayılması, uzun soluklu bir direniş olması, metal işçileri başta olmak üzere, işçi sınıfının geneli için büyük bir birikim oldu.
Hareket, başka bir sendikacılığın ya da gerçek sendikacılığın yolunu gösterdi. Gerçek sendikacılığın taban inisiyatifine dayanması gerektiğinin altı çizildi ve taban sendikacılığının önemi ortaya konuldu.
Sendikal rekabete izin vermeyen metal işçileri, mevcut sendikalara karşı mesafeli bir tutum sergilediler.
İşbirlikçi bir sendika tarafından uzun yılların kuşatılmışlığı, bu yapının sınıfsal kimlik ve bilinçte yarattığı tahribat, muhafazakâr ideolojinin işçiler üzerindeki yıkıcı etkileri ve Birleşik Metal-İş'in geçmişten bugüne yeterli bir performans göstermemesi, pratiği ve politikalarıyla dün olduğu gibi (1998), bugünde metal dalgasını kavrayamaması ve öfke dalgasını kucaklayacak somut adımlar atmaması, metal işçilerinin mesafeli duruşlarının temel nedeni oldu. Metal işçilerinin arayışlarına yeterli cevap verilememesi, bir auranın yaratılamaması, metal işçilerinin defansif davranmasına yol açtı. Öte yandan taban örgütlenmeleri bir anlamda fiilî sendikal müdahale anlamına geldi.
İşçiler arasında sendikalara bakış ve ilişkilenmede farklı eğilimler bulunuyor.
Taban Sendikacılığı
Grup toplu sözleşmesinin 2017'de bitmesi, işçilerin bugün açısından sendika değiştirmeyi gündeme almamalarına neden oldu. Türk Metal'den kitlesel istifalar hareketin temel yönelimi olarak dikkat çekti. Son derece önemli olan bu tavır, sınıfsal öfkenin somut biçim alışını gösterdi.
İşçilerin bir kısmı sendikalara uzak değil ama temkinli ve eleştirel yaklaşımlarını sürdürüyorlar. Taban örgütlenmelerinin birikimleri yol gösterici bir işlev görüyor.
İşçilerin ağırlıktaki eğilimi ise sendikalara mesafeli ve son derece reaksiyoner bir tavırları var. Bu işçiler,sendikasız toplu sözleşme yapmak istiyorlar. Toyota ve Honda'dakine benzer tarzda çalışma yaşamı tahayyülleri var. Toyota ve Honda’da sendika yok. Bu işyerlerinde çalışanlarda sendikal örgütlenmeye mesafeli yaklaşıyor. İşverenin belirlediği, hatta atadığı temsilciler aracılıyla yönetimle ilişkiler yürütülüyor. İnsan kaynakları çerçevesinde şikâyet ve talepler alınıyor. Sektördeki diğer işyerlerine oranda ücretlerin nispeten yüksek olduğu Toyota ve Honda'da ücretler kıdem, performans, prim sistemine göre belirleniyor. Endüstriyel demokrasi adına bir sendikasızlaştırma taktiği olan "Honda- Toyota modeli", metal işçilerinin sarı sendikaya duydukları nefretten ve sendikalara karşı aşırı güvensizlikten dolayı işçilerin dikkatini çekiyor.
MESS uzun yıllar bir truva atıyla işçileri kontrol etti. İşçiler, cehennemî çalışma koşulları altıda yoğun şekilde sömürüldüler. Sektördeki kâr oranı olağanüstü noktalara ulaştı. Şimdi MESS, finans kapitalin en militan örgütü olarak bu konjonktürde (işçilerin sendikalara duyduğu güvensizlik ve reaksiyondan yararlanarak ve hatta işçileri -kendi aralarındaki rekabet ve çelişkileri de kullanıp- maniple ederek) stratejik bir sendikasızlaştırma taktiği geliştirebilir.
Aşağıdan Örgütlenme, Taban Örgütlenmeleri
Metal işçileri, direniş ve fiili grevleriyle aşağıdan bir örgütlenmenin ve taban inisiyatifinin önemini ortaya koydular. Fiilî, meşru, radikal ve kitlesel mücadelenin önemini pratik olarak gösterdi. Aynı zamanda 12 Eylül faşizminin sendikal mücadeleyi boğan, işçiyi amorfe eden ve bürokratik bir çarkın içine sokan işkolu esaslı, primidal örgütlenme modelini ve bürokratik, korporatist ve klerikal yapısını tarumar etti. Bu modelin en ekstrem ve en konsantre örneğini iki haftalık bir volkan patlamasıyla alt üst etti.
Taban örgütlenmelerini esas alan, sınıfın kolektif inisiyatifiyle hareket eden, doğrudan eylemle varoluşunu inşa eden, doğrudan demokrasiyle sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaran bir taban sendikacılığı döneminin kapılarını araladı.
Bir Dönem Kapanıyor
Artık bir dönem kapanıyor. Sendikal harekette bir kırılma yaşandı. Artık gerçek/taban sendikacılığı, sınıf sendikacılığı sınıfın yönelimlerine cevap verebilir.
Metal işçileri, sendikaları işçilerin kalelerine dönüştürme yöntemini gösterdiler. Metal işçileri, sınıf kardeşlerine bir anlamda (muazzam eylemleriyle) bu sendikaları “yıkın, yeniden yapın” dediler.
Metal işçileri, doğrudan eylem, taban örgütlenmeleri ve taban inisiyatifiyle neler yapılabileceğini ortaya koydular. Bu yol gerçek/taban sendikacılığı(nı) yaratmanın yoludur.
Metal işçileri, finans kapitalin manipülasyonlarına, sendikasızlaştırma taktiklerine karşı duyarlı olmalı, her şartta taban örgütlenmelerini korumalı ve güçlendirmelidir.
Artık sendikal mücadelede yeni bir döneme girdi. Metal işçileri buz kırıcı işlevi gördüler ve yolu açtılar. Bürokratik, korporatist, klerikal sendikal kuşatmaya karşı taban harekete geçti. Hem de yıkıcı, sarsıcı ve alt üst edici bir şekilde.
Volkan Yaraşır
[*] Metal direnişine ilişkin, kendiliğindencilik vurgusu genel olarak doğru bir ifade olsa da, sınıf örgütsüz değildi. Taban örgütlenmelerininkurulması, stratejik işyerlerine yayılması, bir üst örgütlenme biçiminin doğması ve fiilî grevin örgütlenmesi, fiilî grevin bir senkrona dönüşmesi metal işçilerinin ciddi örgütlenme adımları attığını gösterir.
Solun özellikle sınıf eksenli çalışmalardan uzak bazı kesimlerinin, sınıf hareketlerini analiz ederken sık olarak kullandığı kendiliğindenci tanımlamasında bir mana bulanıklığı ve sınıf dinamiklerini küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum. Bu vurgu da kendisini sınıfın dışında bir yere koyan, ikameci bir anlayış, hatta sınıfı çok tanımamaktan kaynaklanan problemli bir yaklaşım var.
Evet, metal direnişi ve fiilî grevler kendiliğindenci bir karakterde gelişti. Ama bu tanım (zaten tanımın içeriğinde de saklı olan) taşıdığı yıkıcı enerjiyi görmeme, sınıfın otonomisinin yaratıcı zenginliğini hissetmeme anlamına gelmemelidir.
Sınıflar mücadelesinin tarihi, yıkıcı kendiliğindenci eylemlerle doludur.
Sorun, bu öfke hareketinin parçası olmak ve öfkeye dönüşmektir. Sınıfla devrimci komünist hareketin ontolojik bir bağ ve ilişki kurmasıdır. Devrimci komünist hareket işçi sınıfının organik parçası olduğu oranda ve onun içinden yaptığı müdahalelerle kendiliğindenci hareketin zafiyetlerini ve olası savrulmalarını aşabilir.
Lenin'de kendiliğindencilik vurgusu, devrimci-komünist hareketin bir anlamda sınıfa stratejik yönelimineve sınıfla kurduğu stratejik ilişkiye yönelik bir vurgudur. Yani, partinin yıkıcı enerjinin parçası olması ya da parçasına dönüşmesidir. Ve yıkıcı enerjiyi kristalize etmesidir. Bu parti sınıf ilişkisindeki zarureti işaretler. Yoksa tek başına kendiliğindencilik tanımı ve olası zafiyetleri göstermenin bir manası yoktur. Hatta bu tavır sınıftan kaçışı rasyonalize etme anlamına da gelebilir.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Sisi: Hamas'a Düşman, İsrail'e Dost

Mısır’da bir söz vardır: Hukukun verdiği karar hakikatin en yüce biçimidir ama bugün ülkedeki yalın hakikat, Abdulfettah Sisi liderliğindeki Mısır’ın Filistin’den çok İsrail’e yakın olduğu.
Salı günü Duruşmasız Yargılama Mahkemesi, İsrail’i terörizmle suçlayan bir davayı inceleyecek bir hukukî karar vermediğine hükmetti.
Çelişkili Resmî Kararlar
Bu karar, Hamas’ı kısa süre önce terörist bir örgüt ilân eden kararın ardından verildi. Ama görünüşte yargı, İsrail’i terörist bir devlet olarak görmeyi reddetti. Burada tek şaşırtıcı olan husus, bazılarının bu kararın alınmasını şaşırtıcı bulması.
İsrail, Mısır’daki Sisi iktidarının bir dostu. Darbeden hemen sonra İsrail, ABD’den Mısır’a vereceği 1,3 milyar dolarlık yıllık askerî yardımı dondurmamasını talep etmişti.
Kısa bir süre sonra İsrail Gazze’de Filistin halkına, Sisi’nin yeni rejimi de Sina halkına saldırdı.
Bu gelişme, Mısır siyaseti ile İsrail arasındaki sıkı ittifakın altını çizdi. Örneğin İsrail gazetesi Maariv, Hamas ile yapılan savaşın en önemli sonucunun bu savaşın Mısır’la İsrail’in stratejik ortaklığını pekiştirdiğini iddia etti.
Washington Yakın Doğu Siyaseti Enstitüsü’nden Eric Trager bu noktada “Sisi, Washington ve İsrail’in Hamas’ın terörist bir örgüt ve stratejik bir tehdit olduğuna ilişkin görüşünü paylaşıyor. Washington Hamas’ın tecrit edilmesi için Sisi’ye bir ortak olarak güvenebilir.” dedi.
Stratejik Yeniden Hizalanma
Mısır’daki darbe rejiminin Hamas’a yönelik nefretinin bir taktik olduğuna inananların baskı uygulama ve pazarlık amacıyla geliştirildiği düşüncesi tümüyle hatalı. Bu, esasında, Kahire ve Tel Aviv arasındaki stratejik ittifak üzerinden teyit edilen, yerleşik ve mutlak bir strateji.
Mısır rejimi, hayatta kalmasının tümüyle ABD ve İsrail’in verdiği onaya bağlı olduğunun farkında. Özellikle rejim, Arap-İsrail ilişkilerini yoluna koymaya ve bu ilişkileri İsrail’in güvenliği ile ilgili sınırlar dâhilinde tutmaya mecbur.
Mahkemenin son kararı rejimin doktriniyle tam anlamıyla uyumlu. Ancak esasında burada tuhaf olan, bilhassa gösterişe bayılan sahte solcularla bugüne dek değersizliklerini gizlemeyi bilmiş sahte milliyetçiler gibi seçkinlerin ortaya koydukları tepkiler ve bunların İsrail’i kınama noktasında despotik ve yozlaşmış rejimler lehine belirli önyargılara sahip olması.
Wael Kandil

Kürtler ve Selahattin Demirtaş “İnsanlaştırılıyor”

Kürtler tarihte nice zulümler yaşamış bir halktır. Acıdır ki Kürtler dışında bu zulümlerin karşısında hiçbir ideoloji, din ve halk mensubu durmamıştır. Öyle zamanlar yaşanıldı ve hâlâ yaşanıyor ki, Kürtler “az insan”, hatta “hayvan” olarak görülüyorlar.
Kürtler kardeş, fakat komşu olunmaması gereken, amele, medeni olmayan, kaba, köylü, kıro, pis kokan, köle. Hatta insanlar arasında “Kürt” sözcüğü bir küfür olarak dahi kullanılıyor. İşte Türkiye’deki Kürt imajı.
Bu olumsuz imaj şimdilerde değişiyor. Her ne oluyorsa değişiyor. Belki ölülerle, kanla, belki de barışla. İnsanların kafasındaki Kürt imajı değişirken, her durumu olduğu gibi bu durumu da fırsata çevirmek isteyenler arasında kıpırdanmalar yaşanıyor.
Yıllarca Kürtleri yok sayanlar, şimdilerde coğrafî keşif yapan bir Batılı edasıyla, Kürtleri keşfediyorlar. Tam bir Batılı gibi keşfediyorlar; onu nasıl sömüreceğine bakıyor, onu nasıl kullanabileceğini tasarlıyorlar.
Ve bunun için Kürtler ve Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”. Kendilerini insan olmanın ne olduğu konusunda üstün fikirlerle bezemişler, etrafında istediklerine, bir zamanlar “hayvan” olarak gördüklerine “insan” vasfı bahşediyorlar.
Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”; çünkü o birilerinin gözünde bir “hayvan”dı. Kürtlere yakıştırılan “hayvan” gibi; sadece hayvanların yaptığı düşünülen işçi olmaktan, kapıcı olmaktan, fındık toplamaktan, çöpçü olmaktan başka bir şey değildi.
Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”; onun saz çaldığı gösteriliyor, onun bisiklete bindiği gösteriliyor, espri yaptığı gösteriliyor, film izlediği gösteriliyor, selfie çekebildiği gösteriliyor, gezdiği, tozduğu, yemek yediği gösteriliyor.
Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”; arabasında müzik dinleyebildiği gösteriliyor, ailesiyle vakit geçirebildiği gösteriliyor, çocuklarını öptüğü, onlarla konuştuğu, onları özlediği, yumurta yaptığı gösteriliyor, kahkaha atabildiği gösteriliyor.
Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”; ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olmasını engelleyebilecekse insanlaştırılıyor, %10 barajını geçip “diğer bir hayvan” olan dindarların iktidarını devirecekse insanlaştırılıyor.
Selahattin Demirtaş “insanlaştırılıyor”. Ne kadar AKP eleştirisi yaparsa o kadar insanlaştırılıyor, ne kadar IŞİD eleştirisi yaparsa o kadar insanlaştırılıyor, yarın bir gün ne kadar İslam eleştirisi yaparsa aynı oranda o kadar insanlaştırılacak.
İnsan olmanın ölçütlerini ellerinde tutanlar, kimin insan olup kimin insan olmadığına karar veriyorlar. Dün Uludere’de [Roboskî’de] bombalananlar kaçakçı olarak tanımlanıp “havyan”laştırılıp öldürülmüşken, bugün AKP iktidarını bitirme ihtimalleri dolayısıyla “insan”lar.
Liberaller dindarları Türkiyelileştirdikleri gibi Kürtleri de Türkiyelileştirmek derdindeler. Liberaller, iktidar potansiyeli gördükleri Kürtlerin bütün değerlerini posa haline getirip çöpe atmak derdindeler.
Selahattin Demirtaş da bütün bu gerçekleri önceden bilir tarzda hareket ediyor ve bundan dört-beş sene önce yukarıda fotoğraftaki görüldüğü yüzündeki iki tane ben’i yok ediyor. Selahattin Demirtaş benliği ve benlerinden koparken bir anlamda Türkiyelileşiyor.
Liberallerin, Beyaz Türklerin ve Batılıların gözünde “hayvanlar” “diğer hayvanlarla” ne kadar kavga ederse o kadar “insan” oluyorlar. Semirmiş çağdaş Romalılar kölelerini birbirleriyle kavga ettirerek zevk alıyorlar. Ve gariptir, bu sefer onları bu kavgayla “kölelikten” azat edip insan kılıyorlar.
Yusuf Tunçbilek

Tutarlı Tutarsızlık: Sınıf ve Kimlik Meselesinde Marksist Felsefeye Dair Değiniler

Birçok Marksist'e göre Marksizm bir tutarlılık, saf bir bütünlük teorisidir. O nedenle günümüzdeki bir kısım Marksist yorum, birçok Marksist'in günlük siyasetini tutarsız olmakla, Marksizm'in ilkelerine ihanet etmekle suçlar (Bunun en büyük söylemi sınıf siyaseti yapmama suçlaması bilindiği üzere). Oysa bu, çoğunlukla hatalı bir yaklaşım. Marksizm'in kendisi söylenilenin aksine bir tutarsızlıklar teorisidir. Bu, Marksizm'in kendisini tutarsız yapmaz, dikkat. Marksizm, tutarsızlıklar üzerine konuşan tutarsızlıklar içinde eyleyen bir tutarlılık teorisidir. Hatta daha felsefi bir boyut ekleyecek olursam, Marksizm'i kendi içinde tutarlı bir teori yapan, onun zaten tutarsızlıklar içinde eyleyen bir teori olmasıdır.[1] Çünkü tutarlılık ancak tutarsızlıklar içinde kendini kurabilir (Basit diyalektik ilke). O nedenle bir Marksist’in yaptığı siyasetin alanının, altını çiziyorum, siyasetin kendisinin değil, siyaset yapılan alanın kendisinin Marksizm'in temel ilkesi olan sınıf tutarlılığını yansıtmıyor oluşu Marksist'in değil, siyaset yaptığı alanın tutarsızlığıdır (Yani en genel tanım itibariyle sınıf çelişkisi barındırıyor olmasına rağmen bunun dışında ifadeler kullanıyor olmasıdır). Bu farkı anlamak çok mühim.
Doğrusu, Marksizm’in kendisi Marksizm’in, “tutarlı” bir teorik bütünlük dışında eylemeyen, toplumsal ilişkilerde “tutarlılık”, “net kabuller ve net reddedişler” üzerinden işleyen bir teori olarak algılanmasının kaynaklarını sunar. Ama bu, Marksizm’in metodolojisini hatalı olarak kavramış bir bakış açısının o metodolojiyle Marksizm’i yorumlamasından kaynaklanır. Özellikle Marx’ın ilk “anti-Hegelci” yapıtları, Marx’ın Hegel’e getirdiği eleştiriyi şu şekilde anlamaya müsaittir. Hegel’in “tutarsızlıklarla” dolu bir dünya içinde “çatışan” insanlar arasındaki ilişkiyi “maddi bir tutarlılığa” değil, “manevi bir tutarlılığa” yöneltmiş olması, tutarlılık derken “tin”i kastetmiş olması Marx tarafından eleştirilmiştir. Gerçek hayattaki çoklu çelişkiler “tinsel bir varoluş” sürecinin uzantısı olarak ifade bulur Hegel’de. Oysa Marx bunu reddetmiştir ve yerine tutarsızlıkları “maddi bir varoluş” sürecinin uzantısı olarak açıkladığı “materyalizm” teorisini koymuştur. Bu, Hegel’in ayakları üzerine bastırılması olarak bilinen, bilindik ifadedir. Fakat “ontolojik” bu ters çevirme, bilindiği üzere “epistemolojik” bir ters çevirme olarak da okunur. Fakat özellikle Gramsci’nin Croce üzerine yazdıklarından da yola çıkarak söylenebilir, Marksizm’in kendini bir “diyalektik” teori olarak ifade etmesinden de yola çıkarak söylenebilir ki bu “ontolojik” ters çevirme, “epistemolojik” bir ters çevirme değildir. Yukarıdaki paragrafta anlatılan da aslında budur. Hegel “tinsel bir tutarlılığa” işaret ederken, gerçek hayattaki “tutarsız”, özlerindeki gerçek tutarlılığı görmeyen (“hepimiz tinin uzantısıyız” şeklinde işleyen tutarlılık) “çelişkili” ilişkiler üzerine “konuşmayı” ve onun üzerinden “eylemeyi” reddetmemiştir. Marx’ın Hegel’i ters çevirmesi “bunu da ters çevirdiği” anlamına gelmez. Hegel’deki diyalektik idealizm diyalektik materyalizm olmuştur, ama diyalektik hâlâ sabittir. Dolayısıyla Marksizm, şeyler arasındaki tutarsız, çelişkili ilişkilerin kendisi üzerine eylemeye, karşı çıkan bir “bilgi felsefesi” kurmaz, bunların özünde “maddi süreçler üzerindeki bir tutarlılığa işaret ettiğini” söyleyen bir “varlık felsefesi” kurar. Hegel’in ters çevrilmesinin esas anlamı budur. Dolayısıyla ilk paragrafa geri dönersek, tutarlılık dediğimiz şeyin özünü en basit anlamıyla “şeylerin hepsinin arkasında yatan sınıf çelişkisinin” tutarlılığı olarak yorumlarsak, “sınıf çelişkisinin olmadığı” “esas tutarlılığı görmeyip” “öznel tutarsızlıklar üzerinde” eyleyen-konuşan bir Marksist, esas tutarlılığı, “sınıf çelişkisini” görmüyor değil, aksine “tutarlılığı” olduğu gerçek konuma “varlık” konumuna koyuyordur. Ve aslında yukarıda da söylediğim üzere, tutarlılığın kendisine ancak “tutarsızlığın” içinden ulaşabileceğini biliyordur. Kimlik tutarsızlığı-çelişkisi olarak ifade edilen alanda eyleyen Marksistler esasında “sınıf” tutarlılığın ancak bu alan içinden kurulabileceğinin farkındadır. Nasıl ki Hegel’in Tanrısı kendini “tutarsızlık”, bir “çelişki” olarak parçalamış bir tutarlılık ise, aynısı Marksizm için de geçerlidir.
Fakat bunu haklı bir eleştiri takip edebilir. Söylediğim anlamda “tutarsızlık” alanında eyleyen Marksist “tutarlılık” düşüncesi, bir kere “tutarsızlıklar” alanında eylediğinde “ontolojik” olarak herhangi bir “tutarlılığın” olmadığı yönünde felsefi bir eleştiri getiren post-modern teoriler ile aynı siyaset alanını paylaşmak zorunda kalabilir. Bu paylaşım genelde yapıldığı üzere, Marksistlerin kendi “ontolojik” varlıklarına ihanet etmiş oldukları suçlamasıyla karşılaşabilir. Fakat bir Marksist teorik pozisyon, eğer ki “tutarlılığın” alanının “tutarsızlıkların” alanının dışında olduğunu “biliyor”, tutarlılığın yalnız tutarsızlıklar alanındaki mücadele üzerinde yaratılacağını biliyorsa, bunda bir sakınca yoktur, hatta bunun alternatif bir yolu da yoktur. Burada tasavvufî bir yaklaşım üzerinden örnek verilebilir. Heteredoks Sufi, “tanrının varlığını bilir, onun varlığını kanıtlamak için özel bir çaba sarfetmez.” Tanrıya inanmayanın neden tanrıya inanmadığını sorgulamaz. Çünkü bilir ki tanrıya inanmama hali de tanrısal bütünlüğün bir yansımasıdır. Burada sufinin eylemi inanmayanın inancını değil, sürecin kendisini sorgular. Aynı şeyi Marksist “ontolojik ters çevirme” ile de okuyabiliriz. Ortodoks olmamakla, Marksizm’e ihanet etmiş olmakla suçlanan “kimlikler alanında eyleyen” ama ontolojik düzlemde Marksist olan kitle, tarihsel olarak “Ortodoks” olmasa da felsefi düzlemde esas Ortodokslardır bile denilebilir. Çünkü sınıfın bir “varlık” meselesi olduğunu, tarihin yürütücüsü olduğunu ve bunun tutarsızlıklar alanındaki “inanç” ve “bilinç”lerden bağımsız olarak böyle olduğunu bilirler. Tıpkı sufi gibidirler, “tutarsızlıklar” alanındaki inançta “sınıf” olup olmadığı sorusunu geçerli bir soru olarak dahi kabul etmezler. Şeylerin kendi hakkında ne düşündükleri ile aslında nasıl oldukları arasındaki o “varlık” sorununu aşmışlardır. Bu nedenle sürekli tanrıya inandığını ispat etmek zorunda hisseden “yalancı” dindarlar gibi her yerde tanrıyı zikretmek ihtiyacını hissetmezler, tanrının esasında kanıta ihtiyaç duyarsa tanrı olmayacağını bilen sufi gibi tanrının her çelişkinin içinde olduğunu bilirler ve o nedenle her türlü çelişkinin içinde olarak “süreci” bilmeye çabalarlar.
Fırat Konuşlu
[1] Bu yazı içerisindeki iddiaların detaylı olarak çıkarsanabileceği eserlerin listesi aşağıdadır. Kısa, çerçeve belirten bir yazı olduğunda, detaylı bir referans verme çabasına girişilmemiştir:
Bhaskar, R. (2005). Possibility of naturalism. Psychology Press.
Bhaskar, R. (2008a). A realist theory of science. Taylor & Francis US.
Brown, A., Fleetwood, S., & Roberts, M. (Eds.). (2002). Critical realism and Marxism. Psychology Press.
Spinoza, B. Ethica.