18 Mayıs 2015 Pazartesi

AKP Cemaatleri de Sıfırlamış Olabilir mi?

Baştan söyleyeyim, bu yazının derdi seçim değil. Gülen Cemaati ile AKP arasındaki savaşın hem gölge düşürüp hem alevlediği seçim tartışmaları çerçevesinde yaptığım kimi gözlemlerin daha uzun vadeli sonuçları hakkında akıl yürütmek derdindeyim. Temel meselem, AKP’nin dindarlığa (dindar insanların kendilerini tarif etme biçimlerine) ve dindarlığın Türkiye siyaseti içindeki müzakere kabiliyetine ne yaptığını sorgulamak. Bunu da, ortaya atılan yolsuzluk ve kirli siyaset iddialarına değinmeden yapmak derdindeyim. Çünkü daha önemli ve uzun vadeli bir meselem var: O da Cumhuriyet tarihi boyunca önce baskıcı bir sekülerleşme politikasıyla, ardından sınıfsal dışlamayla karşı karşıya kalan dindar kesimlerin AKP sonrasındaki geleceklerinin nasıl bir şeye benzeyeceği. Hatta, bir siyasal ve kültürel motif olarak milyonlarca insanı etrafında buluşturan dinin (özelde Sünni İslam’ın) nasıl bir içeriğe bürüneceğini birlikte düşünmeyi önereceğim. AKP sonrası derken, bu denli güçlenmiş ve artık yalnız devlet bürokrasisi değil, besleyip büyüttüğü ekonomi aktörleri aracılığıyla da toplumun iliklerine kadar işlemiş bir parti ve zihniyetin bir ya da birkaç seçimde ortadan kalkacağını düşündüğüm zannedilmesin. Aksine AKP, uzun yıllar boyunca siyasal tartışmanın ve müzakerenin başat aktörlerinden biri olacak. Bu kadar güçlü bir siyasal aktörün bir anda sönüp gitmesi, onca emek edilmiş siyasal müzakere zemininin sıhhati konusunda şüpheye düşmeyi gerektirir. Dolayısıyla AKP sonrası derken, AKP’nin ortadan kalkmasını değil, aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en güçlü siyasi örgütlerinden birinin yarattığı dönüşümlerin onun kendi evrimini de kapsayan olası sonuçlarını kastediyorum.
AKP’nin hem kendini hem de kendisinde cisimleştirdiği dindarlığın siyasal müzakere gücünü nasıl bir dönüşüme uğrattığını anlayabilmek için cemaatlere daha yakından bakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira cemaatler, 1990’ların sonuna kadar devletin sekülerleşme politikasına direnirken dindar insanlar için nefes alma alanları olarak hayati özerklik alanları oluşturdular. Siyasi müzakereden kaçmamakla birlikte fiili olarak siyasi partilerin içinde yer almayarak da kendi özerk alanlarını ve güçlerini layıkıyla korudular. Ne var ki, 28 Şubat’ta aldıkları darbe sonrasında bu durum büyük ölçüde değişti ve AKP bir cemaatler koalisyonu olarak kuruldu. Bu değişim, İslamcılığın siyasi partileşme süreciyle zaten başlamış ve cemaatler arasında ve içinde sert tartışmalara neden olmuş, nihayet cemaatler çoktandır bölünmeye yüz tutmuşlardı.
Hatırlayacaksınız, 28 Şubat’ta orduyu “tahrik eden” sembolik gelişmelerden biri, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın cemaat liderlerine başbakanlık konutunda verdiği iftar daveti idi. 11 Ocak 1997 günü verilen bu iftarın hemen ertesinde, cübbeli ve sarıklı şeyhlerin konutun kapısında zenginlik ve güç timsali Mercedes’lere bindirilerek evlerine gönderildikleri fotoğraflar bütün gazetelerde yayınlanmış ve ardından askerin sesi giderek yükselmişti. Hatta denilebilir ki Sincan’a 4 Şubat 1997 günü gönderilen tanklar, ordunun bu iftara yaptığı bir misilleme idi. (Enteresandır, Gülen Cemaati o dönemde bu iftara karşı tutum almış, Fethullah Gülen, Gazeteciler ve Yazarlar Derneği’nde yaptığı konuşmada bizzat bu iftarı lüzumsuz bir gösteriş olarak nitelendirmiş, bu nedenle 28 Şubat’ı desteklemekle suçlanmıştı. Oysa Gülen, tıpkı Mavi Marmara meselesindeki çıkışının da gösterdiği gibi, karda yürüyüp izini belli etmeden payını büyütme stratejinin taraftarı oldu her zaman.)
AKP başından itibaren bir cemaatler koalisyonu olmasına rağmen böyle bir sahne ne başbakanlık ne de cumhurbaşkanlığı konutunda yaşandı. Ancak bu, cemaatlerin AKP’de temsil edilmedikleri anlamına gelmiyordu. Çok akıllıca bir stratejiyle AKP, cemaatleri liderler düzeyinde değil, eğitimli cemaat üyelerini ve giderek serpilen iş adamlarını bürokraside ve TBMM’de parlamenter olarak istihdam etmek suretiyle siyasete müdahil kıldı. Ayrıca ekonominin her alanında cemaat şirketlerinin varlık göstermelerine imkân tanıdı. Şahsi kanaatim, bütün bunlarda hiçbir yanlışlık olmadığı yönünde. Devletin başlıca refah dağıtım kanalı olduğu bir toplumda yıllarca ekonominin ve bürokrasinin dışında tutulduktan sonra nihayet ortak iradeleriyle var ettikleri bir siyasi oluşumun meyvesini yiyecekti elbette cemaatler. Buna en az Kemalizm’in siyasi söylemine ortak olarak refahtan ve siyasi görünürlüğün her türünden pay alan büyük ve küçük burjuvazi kadar hakları vardı.
Öte yandan AKP cemaatlere siyasi ve bürokratik temsiliyetin yanı sıra ekonomik refahtan da pay vererek aralarındaki tarihsel ve siyasal rekabeti gayet farkında olarak körüklüyordu. Galiba yalnız cemaatler arasındaki değil, her bir cemaat içindeki gruplar arasındaki rekabet de bu şekilde giderek sertleşti. 13 yıllık iktidar dönemi sonunda dağıtılacak postlar ve kaynaklar azaldıkça, daha doğrusu paydaşları artırma zorunluluğu baş gösterdikçe cemaatler arası rekabet de daha görünür hale geldi. Kanaatimce AKP’nin Gülen Cemaati’ne karşı başlattığı savaş bu rekabette gelinen noktanın şiddetini ifade ediyor. Ne var ki cemaatlerin, özellikle geleneksel cemaatlerin içinde ne olup bittiği artık İslamcıların bile dikkatini çekmiyor. Benim dikkatimi ise ancak AKP’nin, “Tayyip Erdoğan’a bila kayd-ü-şart itaat” ilkesiyle hazırlanmış aday listesine cemaatler nerede acaba merakıyla bakarken çekti. Görebildiğim kadarıyla cemaatler, bu kritik dönemdeki aday listesinin dışında bırakılmışlardı. Yanılıyor olabilirim, lakin bu konuda yanılmam cemaatlerin özellikle AKP döneminde ciddi bir itibar kaybına uğradıkları hakikatini değiştirmiyor.
Köklü ve Köksüz Cemaatler
Evvela cemaat meselesine ve özellikle cemaatler arası rekabete bakarken kavramsal ve tarihsel bir kategorizasyona ihtiyaç duyulduğunu söylemem gerekir. Genelde eğilim bütün cemaatleri aynı potaya koymak olsa da, gelenekleri ve öyküleri itibariyle Türkiye’deki dini cemaatleri başlıca iki kategoride ele almak mümkün. İlki köklü cemaatler. Bundan kastım tarikatlar. Yüzlerce yıllık tarihe ve geleneğe sahip olanlar. Şeyhliğin genellikle babadan oğla geçtiği (ki bu da modernleşme sürecinde dûçâr oldukları kırılmanın bir sonucudur), kendi içinde tutarlı bir silsile doğrultusunda tarihsel meşruiyeti en azından müritleri tarafından sual edilemeyecek cemaatler. İkincisi ise köksüz cemaatler. Cumhuriyet tarihi içerisinde, belli bir misyon ve çıkar ortaklığı çerçevesinde kurulmuş olanlar. Diyanet İşleri Başkanlığı, camiler, İmam Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları aracılığıyla yaratılmış idari kapasitede şekillenen Süleymancılık (Süleymancılar tarikat olarak adlandırılmaktan hoşlanmazlar) ve 1980’lerden sonra bürokrasinin kimi kanatlarınca kabullenilebilir, kullanışlı bir cemaat olarak zaman zaman desteklenen, zaman zaman da aşırı semirdiği düşünülüp darp edilen Gülen Cemaati de köksüzler kategorisinde görülebilir. Bu kategoriye Işıkçıları da eklemek gerekir. Zira 1970’ler öncesinde izlerini sürmek ancak bir iz bulmak niyetiyle yola çıkılırsa mümkün. Ve tabii bir de Yeni Asya Grubu’nu ilave etmeli buraya. Ne var ki Yeni Asya Grubu, Gülen Cemaati’nin hızlı yükselişinin gölgesinde kaldı. Mütevazı ve daha çok bürokrasinin rant getirmeyen alanlarında kendisine yer açmak suretiyle varlığını sürdürmeyi tercih etti.
Modern siyaset alanında en belirleyici rekabet aksı da köklü ve köksüz cemaatler arasında gelişti. Her ne kadar tarikatlar arasında geleneksel bir rekabet var idiyse de, meşruiyetlerini silsilelerinden alan köklü cemaatler birbirlerinin yolunu kesmeye girişmediler genellikle. Oysa köksüz cemaatler, kimi siyasi partilerle yaptıkları ittifaklar eliyle serpilerek ve üstelik köklü cemaatleri hurafecilikle suçlayarak modern dindarlara alternatif bir güzergâh sunuyorlardı. Bu alternatif güzergâhı çekici kılansa, ekonomi ve siyasetle daha uyumlu, dolayısıyla pratik olarak daha yaşanılabilir bir din yorumu yapmalarıydı. Nitekim bu sayede Işıkçılar, İhlas Holding’e sahip olurken, Gülen Cemaati küresel bir ekonomik kapasiteye ulaştı. Süleymancılar ise intisab ettikleri siyasi partilerin iniş ve çıkışları doğrultusunda pek de istikrarlı sayılamayacak bir seyir halinde oldular.
Tarikat, Siyaset ve Sekülerizmi Yeniden Düşünmek
II. Mehmet’le (nam-ı diğer Fatih) teşrik-i mesaisi dillere destan olan Akşemseddin hem tabib, hem müderris, hem de Bayramiyye tarikatından bir mürşiddir. Kimi kaynaklar, II. Mehmet’in Akşemseddin’e intisab etmiş olduğunu, kimisi de Akşemseddin’in padişahın intisab ve inziva arzusunu geri çevirdiğini kaydeder. İkincisine göre, Akşemseddin padişaha, “senin işin dünyayı idare etmek, oysa dervişlik mesleğinde öyle bir lezzet vardır ki, buna kapılırsan dünya işlerine dair asıl mesuliyetini yerine getiremezsin” der kısaca. Bugünden, yani belli bir dini inancın, Sünni İslam’ın, temsilcisi bir siyasi partinin 13 yıllık iktidar deneyiminin ardından bakıldığında, Akşemseddin’e atfedilen bu cevap Osmanlı’nın çok dinli bir yapı olarak onca yüzyıl dayanmasının nasıl mümkün olduğunu anlaşılır kılan bir ipucu gibi görülebilir. Akşemseddin danışmanlık hizmetini esirgemediği (ve bu vesileyle tesiri altında tuttuğu) Sultan’dan dervişlik lezzetini sakınıyor. Bu tercihin ve stratejinin elbette, Padişah’ı uzlete hapsedip ümmeti fetihlerden alıkoymamak gibi bir anlamı olabilir. Zaten bahsettiğim kıssa daha çok bu hisseye işaret etmek üzere okunuyor ehl-i tarik tarafından. Ancak aynı kıssada başka türlü bir hisse de bulunabilir istenirse: Akşemseddin tarikatlar dünyasının güçlü bir temsilcisi olarak Sultan’ı bu alana müdahil olmaktan men ediyor. Nedeni ortada: Akşemseddin’in, bu kadar muktedir birinin (mü)dahil olmasıyla tarikat alanının, yani ruhani coğrafyanın, dünyevi savaşın siyaset meydanına indirgeneceğini tahmin etmesi ve buna karşı tedbiri elden bırakmamış olması pekâlâ mümkün. Dahası Sultan’ı dergâha (mü)dahil kılmanın, dergâhı dünyevi iktidarın doğrudan hizmetkârı konumuna düşüreceğini, bu şekilde dergâhın özerkliğini, dolayısıyla gücünü kaybedeceğini de tahmin etmiş olmalı.
Osmanlı mahallelerindeki küçücük, mütevazı, çoğu zaman ahşap gibi geçici malzemelerle inşa edilmiş camilerin, çoğu artık var olmayan tekkelerin bir parçası olarak sivil dinin hayatî mekânları olduğunu ve bu mekânlarla saray arasında mutlak bir uyum olmadığını çoktandır biliyoruz. Padişahların yaptırdıkları camiler gündelik hayat dindarlığının değil, siyasi gösterinin alanları olarak bambaşka bir mimari dil kurarlar. Mahalle camilerini cemaatler yaptırır ve bu mekânda cemaatin ve mahallenin özerkliği cisimleşir. Hanedanın yaptırdığı camiler ve külliyelerse sarayın hükmünü meşrulaştırmaya yarar. Mahalle camisinin meşruiyeti onu inşa eden cemaatten gelir, saray efradınca yaptırılan cami bu meşruiyete ortak olma talebinin işaretidir. Bu anlamıyla dinin doğal bir parçası olduğu Osmanlı gündelik hayatı bana sorarsanız alabildiğine sekülerdir. Çünkü mahallenin işleri bu küçük, yerelleşmiş dini cemaatler tarafından örgütlenirken, devlet/saray mümkün olduğu kadar gündelik hayatın dışında tutulur. Devlet din alanından, o alana müdahil olmayı ne kadar arzu etse ve bunun için bugün göz kamaştıran bir kaynak aktarsa da, bizatihi cemaat tarafından konulan meşruiyet bariyerleriyle uzak tutulur. Mahallenin/cemaatin alanı özel alandır, devlet ancak cemaatler ya da bireyler arasında, bu özel alanda çözülemeyen sorunlar patlak verdiğinde ve elbette büyük bir iştahla işe koştuğu demirden yumruğu aracılığıyla (mü)dahil olur gündelik hayata. Üstelik sanıldığı gibi tarikatlar köylü örgütlenmeleri de değildir. Aksine şehirde ticaret ve zanaat alanı gene tarikatlar tarafından örgütlenir. Tarikatlar, ticaret ve zanaat erbabının ahlakını yapılandırır ve mesuliyet hiyerarşileri oluşturur. Bu alandaki güçlerini Osmanlı modernleşme yolunu seçtiğinde güç kaybetmeye başlarlar. Yani sanıldığı gibi Cumhuriyet’in ilanıyla başlamaz tarikatların siyasi ve ekonomik özerklik ve nüfuz alanlarındaki daralma. Zaten tarikatlarla devlet arasındaki gerilimin miladı da Cumhuriyet değildir aslında. Kuruluşundan itibaren Osmanlı, tarikatlarla sürekli olarak gerilimli bir müzakere içinde olmuş, bu gerilim zaman zaman katliamlara dönüşmüş, tarikatlar devleti olabildiğince kendi işlerinden ve mahalle hayatından uzak tutmaya gayret göstermişlerdir.
Bu meseleyi kabaca da olsa uzun uzun anlatmamın sebebi, köklü cemaatlerin, AKP’yle yaptıkları ittifakla bu gerilimli müzakere mirasından vazgeçmiş olduklarına dair gözlemim. 28 Şubat sonrasında ordu ve bürokrasi tarafından alabildiğine sıkıştırılıp kaçacak delik olarak uygulamalı siyasete mahkûm edilen tarikatlar, çocuklarını bürokrasiye ve meclise, devletin ürettiği refahtan cemaat için pay almak üzere göndererek sahip oldukları özerklikten vazgeçmiş oldular. Çünkü bu şekilde onca sene boyunca devletle sürdürdükleri karşılıklı dışlama siyasetini sona erdirmiş ve devlet çarkına girmiş bulundular. Bütün bu yıllar boyunca şirketleşmeyen, bu şekilde en azından kısmen orta sınıflaşmayan, bürokrasiden pay almayan, milletvekili çıkartmayan tek bir tarikat bile kalmadı denilebilir. Çünkü işbirliği yapmayanlar gözlerden ırak bir şekilde yok edildiler. Örneğin Aczmendileri görebiliyor musunuz etrafta? Yok olmayanlar, bir şekilde devletle temasın getirilerinden faydalanabilenler. Ve onlar da kaçınılmaz olarak dünyevileştiler ve ahlaki standartlarını kendilerinin belirlemediği dünya/piyasa mekanizması ile ruhani öğretileri arasında bir seçim yapmak mecburiyetinde kaldılar ya da bırakıldılar.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, sahip oldukları tarihsel ve ruhani meşruiyeti AKP gibi piyasa mekanizmasının en acımasız formlarını kendi başarı öyküsüne dönüştüren (her krizden fırsat devşirmeyi bilen) bir siyasal aktöre kiraladıkları (lease ettikleri) 13 yılın sonunda bu tarikatların hiçbiri eskisi gibi değil. Olmak isteseler de dönebilecekleri bir yer kalmadı. Bir tarikat okulunda sohbet ettiğim bir öğretmen şöyle dert yanmıştı: “Çocuklarımıza dini bilginin en iyisini, en hakikisini öğretiyoruz. Onlara iyi ahlaklı olmanın ne demek olduğunu anlatıyoruz. Ama sokağa çıktıklarında yoksullarla dalga geçiyor, birbirlerine acımasız davranıyorlar. Bir yerlerde bir şeyi yanlış yaptık. Bildiğimiz yoldan başkasına saptık ve arzu etmediğimiz bir yere geldik. Ama buradan dönüş de yok.” Bu öğretmene, dinin tedrisat değil, tecrübe yoluyla aktarılabilecek bir bilgi olduğunu söylemiştim. İnanmak istemedi. Hem mesleğinin öğretmenlik olması engeldi inanmasına, hem de bildik dindarlara hiç de benzemeyen görünüşüm. Oysa demeye çalıştığım, dini hakikatin, ancak içerdiği ahlaki öğretinin gündelik hayat içerisinde her an sınanması yoluyla meşruiyetini koruyabileceği ve dinin ancak bu sınanma anlarında dindarın ahlakı aracılığıyla dünyayla ilişkilenebileceği idi. Tarikatın yaptığı şey, teolojik öğretiyi ve ilmihal bilgisini cemaatin gövdesi aracılığıyla dünyaya nakşetmekti. Bu sayede tarikatlar, ehl-i tarik olmayanlara bile rehberlik ediyor, onlara taklit edebilecekleri emsaller sunuyor ve dini hayatın omurgasını oluşturuyorlardı. Dindarın dünyayla ilişkisini, hayatın her alanında ve her düzeyinde, dini kuşaklar boyunca yorumlamak suretiyle süzdükleri ahlaki ilkelerin dolayımı ile şekillendiriyordu tarikatlar. Siyaset içinde aktif oyunculara dönüşerek sahip oldukları bu tek iktidar alanını -gündelik hayatın ruhani iktidarı olma halini-, dünyevi iktidar için kendi benzerleriyle ve kural tanımaksızın, tanımadığı bütün kuralları yordamsızca değiştirmek suretiyle rekabet eden bir yapıya kurban etmiş oldular. Özerkliklerini ve meşruiyetlerini büyük ölçüde kaybettiler böylece. Hatta denilebilir ki AKP, yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın, on yıllar boyunca Cumhuriyet’in yapamadığı işi 13 yılda tamama erdirdi: Tarikatların, dini cemaatlerin bütün gücünü kendi iktidar iddiasında öğüttü.
AKP’nin iddiasının içeriği bugün bile açık değil. Yeni Türkiye’nin nasıl bir yer olduğu, dindarlıktan bahsederken ne türlü bir dindarlığı kastettiği, sürekli tekrarladığı “ahlak” kelimesiyle hangi kaynaklara gönderme yaptığı bilinmiyor. Çünkü dünyevi siyaset bu tür belirsizliklerde şekilleniyor ve AKP’li siyasetçiler, en çok da Erdoğan, bu belirsizlikleri tanımlı hale getirmenin güç kaybı demek olduğunun gayet farkındalar. Dolayısıyla başlangıçtaki cemaatler koalisyonu baskıcı sekülerizme karşı, ruhani bir ittifak yapma mecburiyetiyle şekillense de; gelinen noktada devletin, dinin gündelik hayatta ve dindarın zihninde kavradığı her alanı işgal ettiği bir sonuca evrilmiş durumda.
Mürşid Olarak Şeytan ve Tarikatlardaki Miras Kavgaları
Birkaç gün önce, Diyarbakırlı, dindar bir Kürt’le sohbet ettim. Saadet Partisi’ne oy vereceğini söyledi. HDP’yi dine karşı ilgisiz bulduğu, aslında “fazla” seküler olduğu için beğenmiyordu. AKP’ye ise ateş püskürüyordu adeta. Dedi ki, “Senelerdir hacıya hocaya söylemediklerini bırakmadılar. Herkesi mürşitlerinden ettiler. Bütün cemaatleri parçaladılar. Kimsenin birbirine güveni kalmadı. Halbuki biz biliyoruz, mürşidi olmayanın, mürşidi şeytandır. Herkes çekti elini ayağını tarikatlardan. Erdoğan ne diyorsa onu yapıyorlar. Adam Cuma’yı bile kendisine göre ayarlıyor. Be adam, zamanında yetişemiyorsan kılma Cuma’yı. Benim vaktinde Cuma kılmama niye mani oluyorsun. Günahım vebalim boynuna.”
Bu sohbetten sonra ne gelmiş acaba cemaatlerin başına diye baktım. Ve biz “seküler”lerin gözünden kaçan, konuşup çabucak unuttuğumuz, kafa yormadığımız üç ayrı miras kavgasına tesadüf ettim.
İlki İskenderpaşa Cemaati’nde yaşanmış. 28 Şubat mağduru Esad Coşan’ın 2001 yılında, Avustralya’da bir trafik kazasında ölümünden sonra cemaat ikiye, hatta üçe bölünmüş gibi. AKP’yle işbirliği yapmak istemeyenler bir güzel dışlanmışlar. İttifaktan yana olanlarsa bugün açılışlarını Tayyip Erdoğan’a yaptırdıkları bir dolu yatırıma imza atan Fuzul Holding etrafında örgütlenmiş durumdalar. Bu cemaatten tanıdığım birçok arkadaşım sıkı AKP’li, ancak Esad Coşan’ın oğlu ve cemaatin birçok mürid tarafından benimsenmeyen şeyhi Nureddin Coşan cemaate, 2011’de MHP’ye oy vermelerini tavsiye etmiş. Bütün bu hikâyede, bir zamanlar cemaatin en sevilen, sayılan ve sözüne itimat edilen simalarından Seyfi Say’ın siyaset ve ticaret bahislerine ilişkin eleştirisi sözünü ettiğim meşruiyet kaybının ne dereceye vardığını gösteriyor. Say’ın “Erbakan ile Esad Coşan’ın Biat Kavgası” başlığıyla blogunda yayınladığı yazı dizisini okursanız, siyaset-tarikat-ticaret meselesinin aslında müridler açısından ne kadar acıklı bir evrimi olduğunu da görürsünüz. Özetle Say, dinin hakikati ile siyasetin ve ticaretin gereklilikleri çarpıştığında şeyhlerin tercihlerini neye göre belirlediklerini ve bu tercihlerin müridlere neye mal olduğunu anlatıyor ayrıntılarıyla.
İkinci miras kavgası köksüz cemaatlerinden biri olarak saydığım Süleymancılarda yaşanmış. Hem de kelimenin düz anlamıyla miras kavgası. Süleyman Hilmi Tunahan’ın torunlarının, ölümünden sonra eniştesi Kemal Kaçar’a geçen makam için ettikleri kavga, Üsküdar’daki bir mülk çekişmesi esnasında iyice çığırından çıkmış. Annesiyle birlikte yaşayan ve cemaate de liderlik eden Arif Ahmet Denizolgun, o dönem AKP milletvekili olan kardeşi Mehmet Denizolgun tarafından, vefat eden annenin mülküne el koyduğu gerekçesiyle dava edilmiş. Haberlerden anladığım o ki, anne (Tunahan’ın kızı) Feriha Ferhan Denizolgun, mülkünü görüşmediği oğlu Mehmet Denizolgun’a vermek yerine, Arif Ahmet’e bırakmayı tercih etmiş. Bu arada AKP’den yana olanlar, olmayanları derin devletle işbirliği yapmakla suçlamış. Kılıçlar fena çekilmiş anlayacağınız ve hep en hassas noktalara saplanmış.
Üçüncü kavga İsmailağa Cemaati içinde. Cübbeli Ahmet Hoca’nın (Vaiz Ahmet Ünlü) kamuoyundaki görünürlüğü cemaatin bir bölümü için sorun teşkil ediyor ve zaten AKP de bu sorunla sık sık uğraşıyor. Hatırlayacaksınız, bir kaçak inşaat meselesi yüzünden Cübbeli Ahmet Hoca hapsedilmişti ve bu hayli şaşırtıcı bir durumdu doğrusu. 2010 yılında Yeni Şafak ve cemaat arasında ciddi kavgalar yaşanmıştı. Yeni Şafak, örtülü olarak Şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cemaatin merkezi olan Çarşamba’dan iradesi dışında uzak tutulduğunu, hatta Cübbeli Ahmet Hoca’nın şeyhin bilgisi dışında ve arzusu hilafına âlimler toplantısı düzenlediğini yazmış, cemaat de gazeteyi “provokasyon” yapmakla suçlamıştı. Buradan bakınca, İsmailağa Cemaati’nin daha sonra 17-25 Aralık operasyonlarına karşı Recep Tayyip Erdoğan lehine ilan veren “sivil toplum örgütleri” arasında yerini alınca şaşırtıcı gibi duruyor. Ancak köklü cemaatlerin, Gülen cemaati gibi köksüzlere duydukları geleneksel öfke ve hınç aslında bu hareketi anlaşılır kılıyor. Asıl enteresan olan cemaatin, hem de Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014’te yaptığı ziyaret sonrasında, Marifet Dergisi aracılığıyla (20 Eylül 2014, merak edenler için link burada) hükümeti ve Erdoğan’ı, Türkiye’nin Selefi’leşmesine, Vahhabi’leşmesine müsaade etmekle suçlaması. Cemaat daha sonra Marifet Dergisi’nde yayınlanan yazının resmi görüşü olmadığını açıkladı. Bu demek oluyor ki İsmailağa Cemaati de AKP’den yana olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye bölünmüş durumda, dahası AKP bu bölünmeyi kendi lehine şekillendirmek için her boşluğu değerlendiriyor.
Menzil’in Başına Gelen
Menzil, Türkiye’deki cemaatler arasında en esrarengiz olanı. Adını Adıyaman’ın küçük bir köyünden alan ve belki de hiç İstanbul’a gelmediği için gücünü istikrarla koruyan bir cemaat. Nakşibendiye yolunun Anadolu’daki önemli ve görece modern duraklarından biri. Son aday listelerinde hangi cemaate, neresi verilmiş diye araştırırken tuhaf ve incitici bir hikâye okudum. Daha önce Recep Akdağ, Taner Yıldız gibi temsilcileri bakanlık yapmış Menzil’den, bu seçimlerde tek bir aday gösterilmiş, Hasan Sert, o da İstanbul birinci bölgede ve 13’üncü sırada. Aslında ismi ve konumu itibariyle bu adayın ne kadar Menzil ne kadar TÜMSİAD (adaylık öncesi genel başkanı olduğu Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği, Menzil’in iş adamları örgütü olarak biliniyor) gözetilerek çıkartıldığı meselesinin de ayrıca sorgulanması gerekir. Birinci bölgeden bir önceki seçimlerde 14 milletvekili çıkartmış AKP. Bir başka deyişle Markar Eseyan’a yapılan muamelenin (ikinci bölge, 12’nci sıra) aynısı uygun görülmüş Sert’e. Denmiş ki, “HDP barajı geçemez, sen de (cemaat de) yeterince çalışırsan -bu sadece kendisi için değil, önündeki tüm adaylar için oy istemek zorunda olması demek- meclise girersin. Giremezsen bizim değil, senin başarısızlığın olur.”
Dediğim gibi, Sert’in Menzil’den olduğu için mi, TÜMSİAD referansıyla mı aday gösterildiği belli değil. Malum, AKP giderek tüccar ve esnaf partisi olma yolunda ilerliyor. Ama her iki durumda da gerek iş dünyasında gerekse bürokraside hayli etkin olan Menzil’in bile artık, başlangıçta bir cemaatler koalisyonu olarak tarif edilen AKP’nin bir parçası olmadığı çok açık. Peki ya diğer cemaatler? Galiba artık hiçbiri bu koalisyonun bir parçası değil. Erdoğan ve AKP’nin hedeflerine hizmet ettikleri ölçüde, çoktan bağımlısı haline geldikleri, uğruna tarihlerinden tevarüs eden siyasal müzakere kabiliyetini kurban ettikleri nimetlerden yararlanacaklar. Ne var ki, (biliyorum kimilerimize müjde gibi gelecek bu haber, ama şahsen o kanaatte değilim) bu dönemden geriye ne köklü ne köksüz cemaatlerden eser kalacak. Müridlerine piyasa ahlakından başka bir şey önerecek yüz kalmadı çünkü şeyhlerde ve liderlerde. Piyasa ahlakını öğrenmek içinse en iyi kurum elbette cemaat ya da tarikat değil. Zaten bunu bildikleri için her biri kolejler, üniversiteler ve işletme okulları kuruyorlar.
Mustafa Kemal’in böylesi derin ve kökten bir sekülerizm düşlediğini hiç sanmıyorum, bunu düşlemek için zaman ayırdığını da. Ama devamındaki Milli Şef dönemi, şedid yöntemlerle köktenci bir sekülerizmi yerleşik hale getirmek için atılan adımlarla dolu. Benim bütün bu manzaradan anladığım, Tek Parti’nin ve Milli Şef’in köktenci sekülerizm düşünü, yani tarikatları ahlaki ve ruhani meşruiyetlerini geçersizleştirmek suretiyle yok etme rüyasını gerçekleştirmenin AKP’ye nasip olduğu… AKP bunu, köklü ve köksüz tarihsel ve siyasi sermayesini sıfırlayarak yaptı. Bu arada Türk sağı (hem AKP, hem geriye kalanlar) kendini her yıkımdan sonra yeniden var edebileceği kaynağı da kökünden kurutmuş oldu. Bir kimlik siyasetine indirgenmiş dindarlıktan bildiğimiz sağ çıkmayacak, yeni sağın politik temsilcilerinin tek avantajı ise dindarların ateşli nisyanı olacak.
Bu işlerle uğraşan biri olarak en büyük çileyi sekülerizmin olumlu bir hal olduğunu düşünen sekülerlerle tartışırken çekiyorum. Ancak olumlu ya da olumsuz bir değer atfetmeyi bir yana bırakıp sekülerizmi, dinin özel alana hapsolması; dünyevi/kamusal işlerin gene dünyevi/siyasi/ekonomik gereklilikler çerçevesinde hallolunması tarifiyle anlıyorsak, şu anda bu konuda kendine dindar diyenlerin geriye kalanların kat be kat üstünde bir performans sergiledikleri aşikâr. Dinin ahlaki öğretisini bedenin jenital uzuvlarına dair fantezilere indirgeyecek derinlikte bir sekülerizm daha önce tahayyül bile edilememişti. Bu yüzden Müslümanların yoksulluğa mahkûm olduklarını zannediyordu hem dindarlar hem de sekülerler. Oysa bugün din yalnızca kasık bölgesindeki hazları düzenliyor, geriye kalan bütün işler piyasanın emrettiği ahlaka göre belirlenip, dindarların temsilcisi olduğunu söyleyen bir hükümet tarafından hayata geçiriliyor. Bu durumdan memnun olanların sözcülüğünü yapanlar “dindar”lıklarını ispatta yarışırlarken, memnuniyetsizlik gösteren sekülerlerin ahlakı her an sorgulanıyor.
Demem o ki dünya tersine döndü… Hem fena halde çalkalanıyor… Peygamberin ahlakı bu çalkalanmaya dayanamamış gibi görünüyor. Ahlak kelimesinin alanını genişletme uğraşı ise “edepsiz”likle malul sekülerlere bırakılmış gibi duruyor. Bütün bunlar kimin için kıyamet, kimin için hıyanet ve kimin için saadet alametidir acaba? Bu sualin muhatabı çoktan Allah’ın rahmetine kavuşmuş şeyhler ve evliyalar olmasa gerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder