AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2016 Salı

AKP Şirket Gibi

Kitap çalışmasının nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız?
2012-2014 yılları arasında Kağıthane üzerine ve Türkiye’deki siyasi partilerle ilgili farklı araştırmalarda çalışmıştım. Bu sırada bazı soruların etkisi altındaydım: AKP’nin otoriter yönetim pratikleri daha da görünürleşmiş, neoliberal ekonominin yarattığı tahribatlar daha yakıcı bir hal almaya başlamıştı. Fakat AKP seçim süreçlerini atlatarak, bir şekilde toplumsal desteğini sürdürmeye devam ediyordu. Varolan açıklamaların kendisi de doyurucu cevaplar sunmuyordu. Bu nedenle, gölgede bırakılmış bir alana, yerel toplumsal ilişkilere ve sıradan partili aktörlere bakmanın daha açıklayıcı olabileceğini düşündüm. Sanayi Mahallesi gibi ücretli çalışanların yoğun olduğu, eski gecekondu ve işçi semtinde parti örgütlülüğünün izini sürmeye çalıştım.
Çalışmanızda Sanayi Mahallesi ve çevresinin siyasal-tarihsel arka planını anlatıyorsunuz. Nasıl bir değişim söz konusu?
Kağıthane 1990’lara kadar sol tabanın güçlü olduğu bir semtti. SHP’nin, yerel yönetimleri kazandığı ve yükselişe geçtiği yerlerden biriydi. Fakat beklenmedik biçimde, SHP’li kadroların deneyimsizliği ve politik kültüre hâkim burjuva rekabetçi anlayış nedeniyle Refah Partisi (RP) adayı çıkış yapmayı başarmıştı. RP’li belediye başkanı, o dönem yerel halka hitap ederken sol siyasal jargonu da kullanmıştı. “Halk meclisleri”, “seçtiklerini denetle”, “insan kardeşliği”, “hak”, “özgürlük” gibi söylemler bunun örnekleri arasındadır. Fakat sosyal demokrat kadrolar, Kağıthane Direnişi gibi eylemlilikler yaratsa da, hızlı biçimde tasfiye edildi. Ayrıca, zamanla RP içindeki liberallerin susturulması da sağ eğilimi belirginleştirdi. AKP’nin kurucu kadroları da bunun öncülüğünü yaptı. AKP döneminde mahallelerdeki sosyal politik atmosfer değişti. Daha önce merdiven altı denilen, tabelası olmayan ve illegal görülen İslami örgütlerin ve ağların büyük çoğunluğu bugün resmi bir çatı altında, vakıf adı altında yerellerde boy gösteriyor. Bunlar olurken muhalif siyasal çevreler, marjinal olarak kodlanıp meşrulukları sorgulanıyor.
Kentsel süreçler açısından nasıl bir değişim yaşandı?
Bu çok çarpıcı. Sanayi Mahallesi adını, oto sanayi sitesine ve fabrikalara yakınlığından dolayı almıştır. 2000’li yıllarda, sanayilerin İstanbul’un çevre bölgelerine taşınmaya başlamasıyla mahallenin çehresi değişti. Sanayi Mahallesi, bugün rezidansların, alışveriş merkezlerinin, büyük giyim mağazalarının arka bahçesi konumundadır. Aynı zamanda kentsel dönüşümü bölük pörçük ve sessiz sedasız yaşayan yerler arasındadır. 2015 yılında belediye meclisinde alınan kararla, Sanayi Mahallesi adının Sultan Selim olarak değiştirilmesi tesadüf değildir. Sanayi ismi, hem sınıfsal profili yansıtan hem de kentsel dönüşüm sürecinde pazarlama açısından demode bir isim olarak görülmektedir. Hem de Sultan Selim daha mezhepçi ve iktidarın kendisini daha rahat sembolize ettiği bir temsile sahiptir.
Kitabınızda, Sanayi’nin yeni müteahhitlerinden bahsediyorsunuz...
AKP döneminde, inşaat lokomotif sektör olarak kodlandı. Daha da önemlisi yeni yerel sermaye grupları yaratıldı. Kağıthane ve Sanayi Mahallesi’nde 2007’den sonra inşaat sektörüne atılanlar ya da faaliyet alanlarını geliştirenler bunun örnekleri arasındadır. Bu kesimler ‘yeşil sermaye’ ya da ‘tarikat sermayesi’nden başka bir grubu işaret ediyor. Esnaflık, mühendislik yapan ya da ticaretle uğraşan farklı meslek ve iş gruplarından gelenler için inşaat yeni bir iş faaliyeti oldu. AKP’nin ilçe yönetimi ya da belediye meclis üyeleri arasındaki bu kişiler, bölgedeki kentsel dönüşüm propagandasını ve faaliyetlerini yürütüyor.
Kitabınızda, “Parti, yerelde siyasetin kapsamını daraltıyor ve onu uzmanlık gerektiren bir iş olarak geniş kesimlerin yapamayacağı bir tanıma ve koşullara bağlıyordu. ‘Millet iradesi’yle ifadesini bulan oy vermek ve temsil siyaseti de bu yüzden biricikti” değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Partinin yerellerdeki gücünü oluşturan, bölge halkına ulaşmasını sağlayan partili aktivistlerin/aracıların nasıl mobilize olduğu sorusu önemli. Bu kesimler, siyasal faaliyetlerini, özgürleştirici bir anlayış ya da pratikle yapmıyorlar. Bir şirket gibi işleyen partide insanların CV’lerine bakılıyor, performansları değerlendiriliyor, yaptıklarını raporlamaları bekleniyor. Bu anlamda, bölge halkına taşıdıkları siyasetin kapsamı da çok dar. İnsanların hayatlarını ilgilendiren yakıcı konular, siyasetin dışına itiliyor. Siyaset, hizmete ve icraata indirgenirken, siyasal katılım da oy verme işlemine indirgeniyor. Çünkü kodladıkları siyaset kravatlı, takım elbiseli büyük adamların uğraşabileceği bir iş, ayrıca dış mihrakların ve çeşitli lobilerin karıştığı komplolarla dönen bir güçler savaşı. Buna göre “Ben sizin yerinize ve adınıza oradayım, gerekeni yaparım” deniliyor. Burada siyaset herkese açık olmayan, ekonomik ve kültürel başta olmak üzere sermayeler gerektiren ayrıcalıklı bir alan. Dolayısıyla temsil siyaseti içinde geniş halk kesimleri salt birer seçmene indirgeniyor. Millet iradesi de bu anlamda her şeyin üstünde bir güç olarak kutsanıyor ve aslında tahakküm aracına dönüşüyor.
Kadınların parti çalışmasına katılmaları ve parti içerisindeki konumları hakkında neler diyeceksiniz?
AKP kadınları mobilize etmeyi başaran ve kadın kollarının aktif olduğu bir parti. Parti ağlarıyla ev kadınları, yoksul kadınlar evlerinden çıkıp bambaşka bir dünyaya giriyorlar. Kadınlar kendi hayatlarını kısıtlayan, sınıfsal ve mekânsal sınırlardan sıyrılma fırsatı buluyor. Mahallelerinden çıkıyorlar, milletvekilleriyle tanışıyorlar, farklı konulara dair eğitimler alıyorlar. Parti örgütlülüğüyle, kendi potansiyellerini kullanabilecekleri kanallar ediniyorlar. Mesela bir ev kadını, “Eskiden evdeydim, oturuyordum. Şimdi kendimi daha çok işe yarar hissediyorum” demişti. Kadınlar kendilerine üniversiteli gibi bakıldığını ve toplumda daha saygın konumlara geçtiklerini düşünüyorlar. Fakat parti içindeki iktidar alanı yalnızca erkeklere açık. Karar alma mekanizmalarında, erkekler var ve yerel siyasette onların rekabet ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. Kadınlar muhafazakâr aile ve toplum değerleri izin verdiği ölçüde hareket ediyorlar.
Görüştüğünüz gençlerin AKP’ye bakışı nasıldı?
AKP onların gözünde modernist, kravatlı ve markalı bir siyaseti temsil ediyor. Mahalle gençleri için parti, geleceklerini kurgulayabilecekleri sınıfsal kısıtlarını aşıp, “büyük adam” olmalarını sağlayacak bir imkânlar ağı. Partili kimlikleriyle, sembolik düzeyde bile “iktidar”ı temsil etmenin onlara statü kazandırdığı anlaşılıyor.
AKP’ye katılan BBP ve MHP kökenli kişilerle de görüşmeleriniz var. Buna dair tespitiniz nedir?
Parti örgütü içinde MHP, BBP kökenlilerle birlikte SP ve HAS Partililer de vardı. Bu, AKP’nin muhafazakâr, İslamcı, milliyetçi cenahta irili ufaklı farklı siyasal grupları kendisine çektiğini, onlara hitap etmeyi başardığını gösteriyor. AKP’yi pek çok açıdan eleştirseler de partiyi destekliyorlardı. AKP’nin alternatif oluşumlara şans bırakmadığını, Erdoğan liderliğinin de düşman gördükleri cenah karşısında siyasi kıvraklıklara sahip olduğunu düşünüyorlardı.
AKP’nin semtteki Kürtlerle ilişkisine dair, “Partiye ikincil abi konumlarda dâhil olabilen Kürtlerinse, partiye sınıfsal, dinî, mezhepsel ve politik angajmanları sayesinde seçilmiş oldukları anlaşılmaktadır” diyorsunuz, bu tespite nasıl ulaştınız?
Benim çalışmayı yaptığım sırada AKP’nin Kürt sorununa bakışına dair olumlu bir tablo çiziliyordu. Oysa yerellerde, parti tabanının mesafeli bir tutumu vardı. Kağıthane’de hatırı sayılır bir Kürt nüfus vardı. Parti kademelerinin oluşumunda hemşerilik kriterine dikkat edilmesine rağmen parti kadroları arasında Kürtler görünür değildi. Üstelik mahalledeki Kürtlere dair sorularım dahi hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Partililer semtte yaşayan Kürtlerle ilgili sürekli örgüt üyesi ya da onlar ibarelerini kullanmışlardı. Kürt meselesini, terör sorunu olarak ifade etmişlerdi. Kürtlere, politik angajmanlarına göre makul ya da tehlikeli olarak bakılıyordu. Dinî kimliğiyle öne çıkarılan kesimlere “Kürt değil Hanefî olarak bakıyoruz” denilmişti. Partiyle ilişkilenebilen Kürtlerse partide iktidar alanının dışında, tali konumlarda yer alıyorlardı. Mahalle yönetimlerinde birkaç Kürt esnaf vardı. Belediye meclis üyeleri arasında Kürt yoktu, ilçe yönetiminde ise görünür değillerdi.
Kitabınızı şu ifadelerle bitiriyorsunuz: “Gözlerimizi dışarıda ve yukarıda duran bir iktidar anlayışından aşağıya çevirmek, iktidarın güç aldığı toplumsal ilişkilere ve bunların nasıl üretildiğine bakmak başka yereller için de bir öneri olabilir”
AKP ile ilgili iktidar kavrayışımız, hep üst düzey siyaset sınırları arasında kalıyor. Siyasetteki dönüşümün de yukarıdan gerçekleşeceğine dair zımni bir inanca bel bağlamış durumdayız. Oysa AKP’nin hâlâ ayakta kalmasının önemli nedenlerinden biri toplumsal alanda sağladığı desteğin ve değişimin kendisi. Dolayısıyla, iktidarın yeniden üretim dinamiğine yerellerden bakmak önemli görünüyor.
Son olarak ne diyeceksiniz?
AKP, İstanbul için düşünülecekse, yerel ağlarını sıkı tutmaya çalışan, gençlik ve kadın kollarıyla mahalle örgütlülükleri olan bir yapı. Karşımızda örgütlü bir yapı olduğunu görmemiz önemli. Bu açıdan, alerji haline gelmiş “örgütlü olma” kavramlarının yeniden düşünülmesi, alternatif-muhalif siyasal duruş ve hedefler için elzem duruyor.
Şerif Karataş

16 Haziran 2015 Salı

AKP’yi Kim Kurtaracak?

Seçim öncesi, önümüzdeki süreçte siyaseti belirleyecek üç temel toplumsal dinamik üzerinde bir tartışma açmayı amaçlamış, bu dinamikleri doğru kavrayamadan siyasetin doğru okunamayacağı iddia etmiştik.
Hatırlanacağı üzere bu üç dinamik;
“Gezi hareketi” ile görünür hale gelen kentli-orta sınıf gerçeği, AKP’nin “Devletçi İslam”ı karşısında “Halkçı” bir İslamî söylemin belirginleşmesi, İslamî ilkelerin taşıyıcısı olabilecek yeni toplumsal yapıların ortaya çıkışı ve Kürt siyasal hareketinin zorlamasıyla ortaya çıkan Kemalist Cumhuriyet’in yapıbozumunun yeni bir “toplumsal sözleşme” tartışmasını zorlaması gerçeğidir.[1]
Bu yazının odağına da AKP’yi alarak sonuçları değerlendirelim.
Öncelikle sonuçların kesinleşmesinin ardından, gerek AKP kadrolarının gerekse yandaşlarının sonuçlara ilişkin ilk tepkilerinin kabaca iki alanda toplandığını gördük; “Seçime iyi asılamadık, yeterli çalışmadık, yanlış tercihler, yanlış propagandalar ve aşırı özgüven“ gibi giderilebilir “teknik” hataları gerekçe gösterenlerle, “Uluslararası komplodan, halkın nankörlüğünden ve ‘ırgat’lığı”ndan dem vuran bir seviyesizlik üzerinden yapılan değerlendirmelerdi.
Dolayısıyla seçim sonrası ortaya çıkan akıl dışı panik havasıyla birlikte düşünüldüğünde, AKP kadrolarının ve seçmenlerinin gerçeklikten ne kadar koptukları ve nasıl imal edilmiş bir illüzyonun içine hapsoldukları gerçeğine hayret etmemek imkânsız.
Böyle olunca da bu sanal dünyanın içinde toplumsal dönüşümü algılamaksızın, hatta kantitatif büyüklükleri dahi görmeksizin salt “yüzde kaç oy alınacağı” üzerinden yapılan “tahmin” denemelerinin 13 senelik “fantastik dünya”nın sonunu öngörememeleri şaşırtıcı değil.
Seçim sonuçlarını analiz edebilmek için öncelikle şu “halkın yüzde ellisi bizi destekliyor” tezinin ne kadar aldatıcı olduğunu tespit etmek lazım.
AKP’nin toplumsal gücünü anlamak için şu grafiğe bir göz atmak yeterli olacaktır.

Seçim yılı
Toplam seçmen
Kullanılan geçerli oy
Alınan oy
AKP
2002
41.291.000
31.414.000
10.808,000

2004 Yerel
43.551.000
32.268.000
13.447.000

2007
42.571.000
34.822.000
16.327.000

2009 Yerel
48.049.000
39.998.000
15.353.000

2011
50.237.000
42.813.000
21.400.000

2104 Yerel
52.600.000
44.866.000
19.470.000

2014 /CB
55.692.000
40.545.000
21.000.000

2015
56.590.000
46.153.000
19.200.000
Ortaya çıkan kaba gerçek; milletvekili belirleyen “yüzdelik” hesabının toplam seçmene göre değil, oy kullanan seçmen sayısına göre belirlendiğidir. Bu hesap partilerin “meşru parlamenter sayıları”nı gösterir, ancak tek başına “toplumsal meşruiyeti” göstermez.
Örnek vermek gerekirse, AKP’nin en yüksek oyu aldığı 2011 seçimlerine bakalım; AB sürecinin tüm hızıyla devam ettiği, çözüm sürecinin başlatıldığı, yeni bir anayasa vadinin yapıldığı, “paralel” denilen cemaat dâhil olmak üzere tüm sağcı/dindar kesimin desteklediği bir siyasal atmosferde, AKP, tarihinin en yüksek oyu olan 21 milyon dört yüz binlik bir rakama ulaştı ve bu “halkın yarısı bizi destekliyor” propagandasının temelini oluşturdu.
Oysa siyaseten doğru olan bu rakamsal ifade, bir toplumsal meşruiyet iddiası olarak kullanılmaya müsait bir gerçekliğe tekabül etmiyordu. Zafer yılı olan 2011’de dahi AKP’nin 21 milyonuna karşı dışarıda kalan 30 milyonluk bir toplumsal kitle söz konusu idi. Yani AKP en güçlü olduğu; yolsuzlukla, Suriye politikalarıyla, baskıcılıkla suçlanmadığı, zirve yaptığı dönemde dahi, toplumun çoğunluğunun desteğini almayı başaramadı.
Bir kitle partisi olduğunu iddia eden AKP’nin başardığı şey; yüzde on barajı sayesinde, muhafazakâr/sağ seçmen kitlesinin üzerinde bir tekel kurarak, tüm sağ oyu bir havuzda toplamaktan ibaret idi. Bu durum siyasal olarak kimse tarafından tartışılmadı; zira mevcut sistem içinde önemli bir başarıydı ve meşruydu.
Ancak AKP ve özellikle Erdoğan kendisine kanunî meşruiyet sağlayan bu siyasal aritmetiği kendi kişisel iktidarı için “halkın yarısı benim her yaptığımı destekliyor” gibi bir algı operasyonuna çevirip, sistemin çerçevesini zorlamaya başlayınca, mevcut toplumsal desteği de hızla yitirdi ve meşruiyetini sorgulanır hale getirdi.
Bunu anlamak için de yine somut rakamsal verilere bakmamız yeterli.
2002–2011 arası seçmen sayısı 9 milyon artarken, AKP oyunu 10.5 milyon arttırdığı halde 2011’den 2015’e kadar geçen sürede AKP oylarını 21 dört yüzden, 19 milyona düşürdü yani iki milyon oy kaybetti. Ancak daha kritik olanı, aynı süre zarfında seçmen sayısının tam 6 milyon artmış, 50 milyondan 56 milyon’a çıkmış olması!
Yani aslında AKP son dört senedir seçmen sayısının artışına rağmen aslında 20 milyon bandına sıkışmış durumda.
Bu somut rakamsal tespiti yaptığımızda AKP’nin seçim stratejileriyle çözülemeyecek, ciddi bir toplumsal meşruiyet krizi yaşadığı ortaya çıkıyor.
Özellikle Gezi Olayları’ndan itibaren AKP, aslında diğer seçmen kümelerini, toplumsal grupları kazanmak yerine, kendi kemikleşmiş seçmenini; yani radikalleşen bir muhafazakâr kitleyi bir arada tutmak dışında bir siyaset geliştiremiyor. Bunun için ajitatif, kutuplaştırıcı bir söylemi ısrarla sürdürüyor ve böylece diğer toplumsal kesimlere de hızla yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma, daha ajitatif ve kutuplaştırıcı söylemleri mecbur kılıyor ve neticede bugün AKP ve Erdoğan’ın içine düştüğü paradoks ortaya çıkmış oluyor.
Dolayısıyla, diğer toplumsal kesimler nezdinde meşruiyetini “sıfırlamış” ve kendine, mevcut muhafazakâr yapıyı daha da radikalleştirerek bir arada tutma dışında bir manevra alanı bırakmamış AKP’nin, yeni bir seçime dahi girse alacağı sonuç, onu bu 20 milyon oy bandından çıkarmaya yetmeyeceği gibi, muhtemelen bu rakamı dahi koruyamayacaktır.
Tartıştığımız toplumsal dinamikleri algılayamadığı gibi, toplumsal/siyasal dönüşümün tam tersi istikamette ilerleme ısrarını sürdüren Erdoğan ve onun ellerinde oyuncak olmuş AKP’nin buradan bir yere varmaları mümkün değil.
Deniz Baykal’ın çevireceği bir entrikaya, mevcut sistemdeki yasal boşluklara, olmadı bir erken seçime bel bağlayan, ancak bu seviyede, taktik düzeyde bir hayatta kalma mücadelesi veren iktidarın açıkçası başarıya ulaşma şansı yok.
Vahim olan ise bu kaçınılmaz sona giderken Erdoğan ve avenesinin İslamî camiayı hoyratça kullanmaya çalışması, iktidarı uğruna ülkeyi yeni bir şiddet sarmalına sokabilecek hamleler yapmaktan dahi imtina etmemesidir.
Seçim sonrası tüm AKP medyasında açıkça görülebilen, özellikle HDP tabanına dönük yapılan örgütlü saldırılarla, AKP seçmenini; “bölgede Müslümanlar ve HDP’ye oy atanlar arasında bir savaşın olduğu”, “HDP’lilerin aslında PKK’li olduğu ve “müslüman”ları katletmeye başladıkları” gibi bir algı oluşturarak yönlendirme, ve dindar Kürtlerin oyunu alabilmek için Kürtleri tekrar birbirine düşürerek içinde bulundukları açmazdan çıkma gibi hesaplar içinde oldukları anlaşılıyor.
Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki bu hesap tutmaz! Lakin bu hesabı yapanlar, bu alçaklığın faturasını çok ağır öderler.
Dipnotlar

14 Haziran 2015 Pazar

İslâmcılık ve Yezidleşme

AKP döneminde yeni bir reçete gibi sunulan, tamamen pragmatizm ve oportünizme dayanan, temelleri Abdulhamid döneminde atılan, Osmanlı'nın çöküşünü engellemek için ileri sürülen ancak yaralara merhem olmak bir tarafa dursun elde patlayan İslâmcılık cereyanı, 7 Haziran'da sandıktaki en büyük yenilgisini aldı.
Yaklaşık 150 yıllık bir miras, AKP döneminde, dedesinden kalan hanları-hamamları, köşkleri satıp çatır çatır yiyen mirasyedi evlad misali tüketildi. Topluma bir yandan İslâm ve İslâmcılık pazarlanırken, diğer yandan İslâm'ın öngördüğü ve olmazsa olmaz dediği bütün kurallar çiğnendi. Sözgelimi, Allah'ın “her şeyi affederim fakat müşriklikle, kul hakkı müstesna” dediği İslâmî ilke yerle bir edildi. Kul hakkına girilmesine karşın, bunu yapanlar neredeyse ödüllendirildi. Üstüne üstlük bu ahvali eleştirenler iftiralar, yalanlar, kara propagandalarla susturulmaya ve yıldırılmaya; en ufak yönetim eleştirisini yapanlar da baskıyla, zorla ve işsizlikle bastırılmaya çalışıldı. Amacım burada AKP'nin neden kaybettiğini anlatmak değil. Onu 7 Haziran'da kaybedeceğini bir gün önceden vurguladığım, “Saray Soytarıları, HDP ve Seçimler ve İftiralar” ve niçin bu duruma geldiğini ifade ettiğim, “Seçimler, HDP ve AKP” başlıklı yazılarda anlattım. Dileyen okuyabilir. Burada dikkat çekmek istediğim, İslâmcılığın bugün geldiği nokta ve bunun şahıslarda ne biçimde belirginleştiği...
Şimdi size yakından tanıdığım üç İslâmcıyı tanıtacağım. Biri televizyonlara çıkan ünlü bir akademisyen, profesör. Diğeri AKP'nin zift medyasından önemli noktalarda bulunan bir zat. Ötekisi ise AKP'den ihale alan, ancak Kıbrıs'ta kumar oynatan bir şirketin temsilcisi...
Bahsettiğim akademisyen namazında, niyazında biridir. Sabah akşam ümmetçiliğin faziletlerini anlatır durur. Türk bayrağını elinden düşürmez. Türkleri bu İslâm milletinin tek lideri; Türkçeyi ise kutsal bir dil olarak addeder. Ancak, Kürdler kendi dilini, bayrağını ve ülkesini talep ettiğinde direkt onları ırkçılık ve milliyetçilikle suçlar ve hemen ardından der ki, ''Devlet kötü bir şeydir.'' Fakat bu kadar kötü bir şeyle neden bu kadar övündüğünü anlatamaz. Bu mefkûre, seçim döneminde fotomontajlarla sosyal medya üzerinden AKP dışındaki partilere atılan bütün iftiraları sahiplenerek sağda-solda onlarla propaganda yapıyordu. Sözgelimi, Demirtaş'ın “kâfir” olduğunu, HDP'nin “Zerdüştlüğü savunduğunu” söylüyor; “nereden duydunuz hocam?” diye sorduğumuzda da “Facebook’ta gördüm” diyordu. Bunun yanında 1.400 yıllık dini İslâm'ı mübini 13 yıllık AKP'ye endeksliyor; “AKP giderse din gider” demek suretiyle Allah'a inandığını ancak haşa onun dinini sadece AKP'nin koruyabileceğini dile getiriyordu.
Zift medyasının gazetelerinin birinde, çok önemli bir noktada olan diğeri ise, iğrençliğin doruğunda biridir. Gazetesindeki genç kızları taciz eder; ufacık kızlara asılır; her türlü pisliği yapar ancak daha sonra aynı gazeteden İslâm'a çağrı yapar. Başkalarını din düşmanı olmakla suçlar, fakat yurtdışında parayla ilişkiye girdiği küçük kızları utanmadan sağda-solda anlatır. Her türlü üçkâğıdı çevirir, insanları çarpar; yalnız dürüst, dört dörtlük bir ateisti insanlık düşmanı olarak suçlar. Gazetesinden neredeyse her gün, her dakika iftiralar, yalan, kara propaganda, itibarsızlaştırma eksik olmaz. Ama o Müslüman’dır, onun dışındaki herkes ezilmesi gereken böcekler...
En son anlatacağım kişi de her saniye sosyal medyadan ve yazdığı yerlerden Osmanlıcılığa çağrı yapmak suretiyle popülizm dağıtır. Alkol kullanır, zina yapar ama Kemal Kılıçdaroğlu'nun içki içtiği bir fotoğrafı yayımlayıp onu linç ettirmekten imtina etmez. Dürüstlüğü, ahlakı ve adilce yaşamayı vaaz eder fakat Kıbrıs'taki kumarhanelerin daha fazla kâr edebilmesi için cansiperane bir şekilde planlamalar yapar. Günahtan, sevaptan bahseder; akabinde bankaların kapanmasını eleştirir; faizin olması gereken bir olgu olduğu söyler...
Hâsılı İslâmcı câmîa, günümüzde bu algı ve anlayışla hareket eden yüz binlerce Bel'am ile, din istismarcısıyla çepeçevre kuşatılmış ve nefes alamayacağı bir duruma getirilmiştir. Kendisi dışındaki herkesi tukaka etmek suretiyle sindirmeye çalışan bu yaklaşım, hem insanları din ile kandırmaya çalışmakta hem de Allah'ın hoşuna gitmeyecek her şeyi yapmaktadır. Bu iklimin hâkim olduğu partinin lideri tabii ki faiz için “helali hoş olsun” demekten gerek durmayacak ve faiz alan insanlarla övünmeyi kendine bir borç bilecektir. Tabii ki, “bakara makara” diyenler danışman yapılacak; Erdoğan'a Allah ve peygamber vasıfları biçenler milletvekili yapılacaktır... O yüzden bu geminin dümenine su taşıyanlar unutmasınlar ki, cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Behzat Fikrî Çözer

12 Haziran 2015 Cuma

Omurga

"Yârin yanağından gayrı her şeyde hep beraber."
Figen Yüksekdağ seçim sonuçlarının ardından Nâzım’ın bu dizesini anımsattı. Ama eşbaşkanın, “kadın kadındır, yâr babandır” diyen, “ortak mal olma özgürlüğümü elimden alamazsın” serzenişinde bulunan yoldaşlarını küstürmeye hakkı yok!
Özal, Çetin Altan’a soruyor: “Çetin, komünizm nedir?” Altan da cevap veriyor: “Komünizm kâinatla bir olmaktır. Siz doğmadan önce komünisttiniz, öldükten sonra da komünist olacaksınız.” Özal da diyor ki, “ha iyi o zaman!”
Komünizm, Alevilik, İslamcılık vs… Tüm ideolojik yönelimlerin bugünde, burada, budünyada ne olacağına dair derin bir tartışma var. Hepsi de politik düzeyde bu ülkeyi kuranların ideolojik-teorik kurgusuna çarpıp dağılmaya mecbur. “Omurga” imgesi bu minvalde kullanılıyor. Onların, o kurucuların bir “beyin” olduğu zımnen kabul ediliyor. “Omurgayız” denildiğinde, o beyinden gelen ve oraya giden sinirlerin kime ait olduğu da gizleniyor. Omurgayı teşkil ettiğini düşünen yapıya yönelik en ufak eleştirinin sinirleri zıplatması bu yüzden. Seçim öncesinde “HDP barajı geçer mi geçemez mi?”, seçim sonrasında “koalisyon nasıl olur?” tartışmaları, bu yapısal meseleleri gizlemek için yürütülüyor. Havaya fırlatılan taş kendisinin uçtuğunu zannediyor.
AKP’liler “omurga” oldukları vehmine kapılırken, parti esasında, Milli Görüş ve toplamda İslamî hareketin ne tür ödünler ve bedeller ödediğine dair bir fatura gibidir. Solun toplamda İslamcılaşma ve gericileşme üzerine kurulu saldırısı, muhtemelen “beynin” bir emrinin yerine getirilmesidir. Karın kasının zayıflatılması, omurların zedelenmesi yönünde bir çaba ortaya konulmaktadır. Seçim sonucunda sistem genel manada “fıtık” olmuştur. Şimdi mesele, cerrahi müdahale ya da geçici bir kuşak sarma ile durumu kurtarma meselesidir. HDP “istikrar” kelimesine sarıldığına göre, bu kuşağın bizatihi kendisi olmak istemektedir. İnşaat işçilerinin oyu oy olarak kalmak, o inşaatların HDP’li müteahhitlerinin devletle ve AKP’yle münasebeti sürmek zorundadır. Yeni yaşam, doğum öncesinden ve ölüm sonrasından gelen basıncın liberal manada dağıtılmasına dair cennet masalıdır.
Bu cennet masalı AKP için bitmiştir. Parti, refleks olarak, yukarıdan gelen emirler doğrultusunda, kendi omurgasını, onu bugüne getiren Kürd gerçeğini kırıp atmıştır. Eli-kolu olan Fethullahçıları da yitirdiğine göre, geriye boş bir patates çuvalı kalmış olmalıdır. Tayyip ise sadece kurucu beyinden gelen emirler doğrultusunda o çuvalı doldurma çabasındadır. Kürdî cemaatler, tarikatlar, dinamikler yoksa, İslamî hareket sudan çıkmış balıktır.
Kurucu beyin, küçük burjuva niteliktedir. Ağaların-paşaların nizamı, herkesi ve her şeyi kendisi önünde diz çöktürmeye, kendisine mecbur etmeye yazgılıdır. Küçük burjuvalık üzerinden bu burjuva-devlet kurgusuyla sahte, sözde paralellikler kuran kimi sol örgütlerin ilerleyişi, bu beynin emirleriyle uyumludur. Metafiziği, imanı, gaybı olmayan bir hareketin bugünün kölesi olması an meselesidir. İki yüz yıl önce Amerika’da kurulan dinî komünler Robert Owen gibi laiklerin kurduğu komünlerle kıyaslandığında, benzer bir sonuç elde edilir. İkincisi üç günde erimiş, birincisi bugün hâlâ varlığını muhafaza etmektedir.
“Burjuva-devlet” lafzında “burjuva” hem isim hem sıfattır, tıpkı “devletli-burjuvazi”deki “devlet” gibi. Mesele, bunların iç içeliğinin görülmemesi, kesişiminin ne tür sonuçlar doğurduğunun anlaşılmak istenmemesidir. Bugüne ve bugünde kul-köle olanın burjuva-devletin önceliğine ve sonralığına, hayatta kalmak adına, bağlanması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla her türden ideolojinin bugünde, budünyada varlığı, öncenin ve sonranın disiplin ve kontrol altına alınmasını, parçalanıp etkisizleştirilmesini gerekli kılar. Örneğin Amerikan troçkizmine dair batıdaki tartışmalarda “bir tür Troçki’siz troçkizm” meselesi mevcuttur. William Bland yazdığı “Stalin” kitabında Troçki’yi asıl bu akımın öldürdüğünü iddia etmektedir. Bugün DSİP de dâhil anaakım troçkistlerin cümlesi, bu Troçki’siz troçkizmin ahvadıdır. Aynı yaklaşımın Marx’sız Marksizm ve Alisiz Alevilik türevleri de söz konusudur. Apo’suz Apoculuk da bu minvalde tartışılmayı beklemektedir. Tüm bu yaklaşımlar, ilgili isimler şahsında omurganın kırılmasını ve mevcut muktedirlere bağlanılmasını ifade ederler. Zira ana omurga varsa, o da devrimdir. Dolayısıyla arabayı atın önüne koyup, bugünde demokrasi mücadelesine bağlananların, “bu işçiler, halk, ezilenler geri. Bizim kuracağımız nizamı şimdiden düşünmemiz, bunları bugünde terbiye etmemiz gerek.” diyenlerin, devrimin demokrasisini bugünde katlettiklerini görmek gerekir.
Bugüne kul olmayla ilgili tartışma, Rojava’da ölen Amerikan ve İngiliz askerlerinin “şehit” kabul edilip edilmemesi meselesini de içerir. Bugün Amerikalı gazeteciler sahada yaptıkları röportajlarda “beni buraya hükümet yerleştirdi” diyen askerlerin sözlerini aktarmaktadırlar. Mesele demek ki Agit’in heykelinin yanına, Şubat ayında Kuzey Carolina’da öldürülen gençlerin katilleriyle ya da Phoenix Camii önünde silâhlı yürüyüş yapanlarla aynı zihniyetten isimlerin heykellerini koyup koymama meselesidir. Koymak neyi eksiltir neyi çoğaltır, ne getirir ne götürür, tartışma budur.
“Kurucu beyin”le küçük burjuvalık üzerinden belirli bir ortaklık ve yakınlık kurmak, sorunludur. Onun “yap” dediğini yaparak, belirli bir yer ve zamana sahip olacağını düşünmek esasen, yenilgidir. Ortaklık ve yakınlığın diyeti, önceye-sonraya ait ne varsa teslim etmek, bugünde yer ve zaman bulma noktasında, mevcut güç ilişkilerine bağlanmaktır.
“Aytaç Baran’ı kim öldürdü?” sorusunun ardını, yöresini buradan tartışmak gerekir. Her gördüğü sakallıyı “IŞİD’ci” olarak damgalamamızı kimin emrettiğini sorgulamak zorunludur. Bugüne, budünyaya yerleşirken, belirli bir yer ve zaman edinirken, nelerin feda edildiğine bakmak şarttır. Bugün bölgede Barzani, son seçimin de gösterdiği üzere, daha fazla etki ve nüfuza sahiptir. Yerleştiği boşluklar, su misali, kayayı paramparça edecek şiddettedir. Azadî Hareketi’ndeki bölünme belki de buradan okunmalıdır.
Baran'ın katili konusunda genel eğilim “polis, MİT ve AKP” derken, Demirtaş nedense “doğrudan Hizbullah’ı işaret etti. “Silâh bırakma çağrısı yapın” denildiğinde Demirtaş “biz değil Sayın Öcalan yapar” derken, Kandil “Ne Öcalan ne HDP, o karar bize ait” diyerek farklı bir çıkış gerçekleştirdi. Orduda bir eğilim, “biz sivil siyasetten çekildik. Diğer silâhlı güçse PKK. O da çekilsin” diyor. HDP’nin sivil siyaset ve demokrasi zokası olarak örgütlenmesini istiyor. Diğer yandan AKP’nin orduya yaptığı yatırımların sürmesi gerektiği söyleniyor. “Suriye’ye, dolaylı ya da dolaysız, gireriz ama hukukî güvence verilsin” deniliyor. Tayyip’in de “istikrar ve yatırımlar sürmeli” demesinin sebebi muhtemelen bu. Orduya mesaj veriyor. Baykal ve ardından Necdet Özel görüşmesi burayla ilişkili. Kendisine muhtaç olduklarını anımsatıyor. Önü sonu Osmanlı paşası olan kurucularla ideolojik-fikrî bir münasebet kuruyor.
Menderes döneminde ordunun “fukaralaşması” sonucu bir kısım askerin devrimcileştiğine, üst kademeninse darbe yaptığına tanık olundu. Bu dönemin o dönemle paralellik taşıyıp taşımadığını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Sonuçta HDP’yi desteklemiş Hürriyet gazetesi için “Türkiye hâlâ Türklerin!” Gazete, bölgede İsrail’in yeni varlığını desteklemeye dair varlık gerekçesine hâlâ bağlı.
Doğum ve ölüm arasında bir yer ve zaman bulmak… Doğum öncesinin ve ölüm sonrasının baskısı. Kendisini omurga olarak görenlerin bir bir büküldüğü, çözüldüğü bir moment bu. “Sosyalist hareketin omurgasıyız”, “Aleviliğin omurgasıyız”, “İslamcılığın omurgasıyız” diyen herkes dağılıyor. Bu dağılma, hayatta kalmaya ait emirler doğrultusunda, kurucu beyne biati dayatıyor. Küçük burjuva kurgu kendisine kul edeceği kitleler oluşturuyor. Arayış da, gerilim de bu minvalde. Türklükse egemenlere ait bir imge, bilgi ve simge olarak, hâlâ dimdik ve orada.
Mehmet Pervari

11 Haziran 2015 Perşembe

Hayrettin Karaman ve İki Sınıfsal Gösterge

“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi asudeyse, dünya yansa, başkaldırmamak”
[Mehmet Akif Ersoy]
Tayyip Erdoğan iktidarının komisyonculuğunu ve kenze dayalı kazancını İslam adına meşrulaştıran, “Yeni Türkiye”de “şeyhülislamlığa” soyunan Hayrettin Karaman bu defa iktidarını devraldıkları Kemalist devletin geleneklerine dayandı. “Birkaç ırgatın bir araya gelerek AK Parti iktidarını yıktığını” söyledi.
Egemenlerin kendilerine kul ettikleri ezilen yığınlarla övünüp “halkçılık” gösterisi yaptığı bir yönetsel gelenek var bu topraklarda. Karaman’ın bağlı olduğu muhafazakâr İslamcılık geleneği bu popülizmin en yetenekli uygulayıcılarından. Öyleyse Karaman’ın bu beklenmeyen çıkışını nasıl yorumlamalı? İktidarlarının zayıflamasına karşı verilen korkuyla karışık irrasyonel bir tepki mi? Yoksa “derin sınıfsal güdülenmeleri” barındıran bir dil sürçmesi mi? (Erdoğan’ın yıllar önce söylediği “ayaklar baş olursa kıyamet kopar” sözü aynı sınıfsal güdülenmenin, egemen olma konumunun barındığı bir “dil sürçmesi”, kendiliğinden, doğallıkla çıkan bir ifadeydi.) Hangisi olursa olsun, bu sözlerin “makarnacı-kömürcü halkı” eleştiren burjuva aklından, “dağdaki çoban” ile kendi oyunu eşit görmeyen mankenlerden, “bidon kafalılara” serzenişte bulunan Kemalist kalemlerden hiçbir farkı yok.
Yeni Şafak gazetesinde dün (11 Haziran 2015) kaleme aldığı yazısında “Yıkmayı becerdiniz, hadi yapın da görelim” diyerek muhaliflerine meydan okuyor Karaman. Egemenler adına yapmanın, inşa etmenin kibri ile yıkmanın değerini düşürmeye çalışıyor. Bunu söyleyerek aslında zalimin iktidarını, mazlumun kanı ve teri üzerinden kazandıklarını, inşa ettiklerini kutsallaştırıyor, putlaştırıyor.
Yaşanan, verili burjuva-parlamenter sistem içerisinde güç dengelerinin yeniden organizasyonundan ibaret. Gerçekte zalim iktidarın henüz yıkıldığı yok; ırgatların, fukaraların bir araya gelerek iktidarı, kapitalist sistemi değiştirdiği de yok. Karaman bu gerçeği bildiği halde sınıfsal-ideolojik refleksleriyle meramını şu iki başlık altında dile getiriyor: “Yıkmaya karşı yapmanın erdemi” ve “birkaç ırgata karşı ülkeyi şahlandıran iktidar”... Bilinçdışının dil gibi yapılandığı söylenir; söylenen aslında söylenmek istenene işaret eden bir göstergedir çoğu zaman. Karaman’ın sözlerini de böyle yorumlayabiliriz. Bu sözlerin asıl anlamı, asıl anlatmak istedikleri, iki göstergenin işaret ettikleri unsurlarda saklı.
“Biz merkeze karşı çevrenin sesiyiz” diyerek fukara yoksul Müslümanların desteğini almaya çalışan, Küçükömerci tezlerle popülizm sosuna batırılmış ilerlemeci-kapitalist tarihsel miraslarını “halkçılık” olarak kabul ettirmeye çalışan muhafazakâr elitlerin Kemalist elitlere karşı yürüttükleri mücadelelerinin esasının sadece devlet ve sermayeye sahip olmaya dayalı bir mülk savaşı olduğu gerçeğinin göstergeleridir bu sözler. Kemalist devletin yeni iktidar sahipleri, muhafazakâr elitler, abdestli kapitalistler ezilenlerin, işçilerin, ırgatların bir gün iktidarı kendi ellerinden almalarından korkmaktadırlar. Ve yine muhafazakâr elitler bu korkularının tetiklediği öfke ve kibirle, Allah’a şirk koşarak kendi yapıp ettiklerini kutsallaştırmakta, iktidarlarının yıkılamaz, geri döndürülemez olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Devletin bekası ve sermayenin menfaatleri doğrultusunda burjuvazinin, devletli kanadın iki rakip fraksiyonu ortaklaşıp benzer refleksler göstermektedirler. İşin aslı budur.
İslam, mazlumun kolektif sesi, “başka türlü” yapmak için “var olanı” yıkmanın adıdır. Ali Şeriati, “la ilahe illallah” şiarının ilk kısmının “la” yani “hayır” demek, başkaldırmak olduğunu söyler. Bu başkaldırı, tek olan Allah’a kulluk etmeye, yerde ve gökte O’ndan başka mülk sahibi tanımamaya, yeryüzünde kula kulluk zilletine son vermek için O’nun otoritesine sığınmaya, kolektif olanın iktidarını oluşturmaya giden yolda ilk adımdır. Bu başkaldırı ve kolektif iradenin meydana getirdiği yol, Muhammedî devrim yoludur. Yüzlerce yıllık saltanatların, burjuva aklını, benliğini ve sermayeyi Tanrı kabul eden muhafazakâr İslamcıların unutturduğu yoldur bu. Başkaldırıyı ve yıkma edimini olumsuzlayan, egemenler adına yapmayı yücelten, aslında Allah’a değil, kendi aklına, bireyselliğine, menfaatlerine iman ediyordur.
“Yoldaki işaretlerimiz” Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzer’in yürüdükleri yol üzerinde bıraktığı işaretlerdir. Ancak bu işaretler takip edilirse, saltanat dininin, sermayeye ve burjuva devlete tapınan muhafazakâr elitlerin unutturduğu Muhammedî devrim yolu yeniden açılır. Bu toprakların kendi devrimcileri ezilen-fukara halkıyla buluşur ve ancak o zaman Hayrettin Karaman’ın korkuları gerçek olur.
Tevfik Ziya

Eline, Beline, Diline

Altan Tan “Selahattin Bey ‘Ben inançlı bir Müslüman’ım. Tek kıblemiz var o da Kâbe’dir’ dedi. Böyle bir laf daha Kılıçdaroğlu’ndan duyulmadı.” lafını etti, kıyamet koptu. Birileri derhal “emanet oylar”ı sopa gibi sallamaya başladı. Altan Tan’ın bu lafı sarfettiği bağlam, Kılıçdaroğlu’nun da “solcu” olduğuna dair diğer program katılımcılarının vurgusuyla ilgili. Tan ise seçimlerde dindar Kürd seçmenden aldıkları oya binaen, söz konusu kıyaslamaya müdahale etmek istedi. Ardından yüzde 13’lük oy oranına sevinen kimi HDP’liler, o oy oranındaki Müslüman Kürd’ün payını hiçe sayarak, Altan Tan’ı neredeyse aforoz etme noktasına geldiler. Herkesi içine alan HDP gemisine kıblesi Kâbe olanları almak istemiyorlardı. Kazanım namına ne varsa mülk edinmek, hanesine yazmak tek alışkanlıklarıydı zira. Oysa seçim sonuçları, Müslüman olan Kürd’ün kendi mazlum millet davasına sahip çıktığını gösterdi. Başarı da zafer de onundu.
Misal Kete isimli bir friksiyonist şahıs, Altan Tan’ı iktidar ağzıyla konuşmakla suçladı. Onu IŞİD’cilerle kıyasladı. Onların kıblesiyle Tan’ın kıblesinin aynı olduğunu söyledi. Kendisinin dinsiz-imansız olduğunu hatırlatarak, Tan’ın seçimden önce aday olmaması için başlatılan kampanyayı sürdürmeye çalıştı. Bu kampanyanın sahipleri, HDP’nin de kendilerinin o güdük sol örgütleri gibi sığ kalmasını istiyorlardı aslında. O kıbleye yüzünü dönenleri sopalamak, kendileri gibi, burjuva bireyliğine tapmayı öğütlemekti dertleri. Bir insanın kendisi dışında bir değere, kolektif bir gerçeğe yüzünü dönmesi, bağlanması ahmaklıktı onlar için. Altan Tan, Hüda Kaya ve diğer isimler, aptal Müslüman Kürdleri avlamak için atılmış birer gereksiz oltaydı. Bu kesim, Allah olmayı burjuvaziden öğrenmişti, dolayısıyla bu yalana örgütlenmek, bu yalanı sürekli örgütlemek zorunda.
Sol, halktan, milletten her şekliyle daha zeki olduğuna inanmaya dair bir vehim. Bundan başka bir şey değil. Kitlelerin bir kısmının akıldan yoksun bir biçimde bir avuç makarnaya (AKP) ya da silâh korkusuyla (HDP) oy verdiğine inanıyorlar. Her yerde var bunlardan. Apo’nun çıkmasını da bu yüzden istiyorlar (DSİP). Çıksın ki politik ağırlığı kalmasın. “Bireyi aşan unsurları bir bir temizleyelim” diyorlar. Siyasetleri, ideolojileri bunun üzerine kurulu. Aydınlanmanın ve burjuvazinin öğrettikleri üzerinden, kitlelerin din denilen gericilik ve akıldışılıkla hareket ettiklerini söyleyip, kendilerini yüceltiyorlar aslında. Güya herkesin kendileri gibi özgür bireyler olmasını, burjuvazinin akıl denilen tanrısına tapmasını istiyorlar. Ama döne dolaşa burjuvazinin pazarına ait gerilimlerin birer dışavurumu oluyorlar. Sonra başarısız olup tekrar aynı bataklığa gerisin geri yuvarlanıyorlar.
Kendisini cümle âlemden zeki ve kurnaz zanneden bu eşhas, Alevîleri de korkutarak onları kendi burjuva tanrılarına mürit kılacaklarını zannediyorlar. Hak-Muhammed-Ali üzre olan, eline-beline-diline sahip olmayı ana düstur bellemiş bir kesimin taşa taptığını düşünüyorlar. IŞİD de böyle düşünüyor. O çok zeki arkadaşlar IŞİD gibi bakıyorlar dünyaya. Kur’an’da “dağa taşa yemin olsun ki” diye başlayan ayetlerle birlikte düşünülmesi gerekiyor Aleviliğin. IŞİD bu ayetlere küfrediyor, din düşmanı ateist de IŞİD gibi Allah’ı kendi iradesine bağlıyor. Kendi ağızlarından çıkan sözü helva misali çiğneyip belli bir şekle döküyorlar ve sonra ona tapıyorlar. El harama, bel günaha, dil yalana örgütleniyor.
Onca zekilik, sosyal âlemde zır cehalet olarak tezahür ediyor birden. Tevhid bayrağını IŞİD bayrağı zannedenlere, Bahreyn’de iktidara karşı yapılan yürüyüşte binlerce çarşaflı kadını köle pazarının mağdurları olarak sunanlar eşlik ediyor. Bu akıl, en fazla IŞİD’e yarıyor. Kara çarşafı yakıp ondan kurtulma törenleriyle CHP’ye eklemleniyorlar. “Renkli hayat” teraneleri en fazla burjuva pazarına eklemleniyor.
Bu eşhas da ellilerde Sünniliğe Mevlevîliği, Alevîlere ise Bektaşîliği dayatan resmi nizamın diliyle konuşuyor. Ellilerde Konya, altmışlarda Nevşehir-Hacı Bektaş iktidarın kurduğu yerler olarak vücud buluyor. O iktidarın burjuvazi için, ona içrek, onun içinden düşündüğünü görmeyen solcular, en fazla, burjuvazinin sol kanadına bağlanabiliyorlar. En azından o mekânlar “sevgi bizim dinimizdir” diyor ama bu eşhasın bir dini de olmadığından, bu söze de karşılar. Sevgisizler. Sevmedeki teslimiyeti bile küçük görüyorlar.
2005’te Paris banliyölerinde gençler araba yakıyorlardı. Oradan öğrenen Kürd gençler, özellikle İstanbul’da, arabaları ateşe verdiler sonra. Ama o gençler, şarlici emperyalistlerin saraylarına saldırdıklarında, o Kürd gençler adına birileri o sarayları ziyarete gittiler. Altan Tan’a kızılması bu yüzden. O saraylara yaranmaya çalışanların Altan Tan’ı kurban seçmeleri tesadüf değil.
2005’te banliyöler yakılırken Fransız KP’si içerisinde çalışmış biri o günlerde o gençlere “faşist” diyordu. “Biz o mahallelere sendikayla bağlantılı bürolar açtık, gelmediler” diyerek, o gençlerin “akılsız it sürüleri” olduğunu söylüyordu. Oysa görülmeyen şu: o sendika da sizin savunduğunuz karikatür dergisi de devletin bir uzantısı. O gençler pratikte bunu gayet iyi biliyorlar, görüyorlar. Bugün Kuaşi Kardeşler’e küfredenlerin Amedli, Batmanlı Kürd gençlerine küfretmesi an meselesi.
AKP’liler, Menderes-Özal üzerinden bir tarih bilinci oluşturmaya gayret ediyorlar. Dolayısıyla bu isimlerin eksik bıraktıklarına bakıyorlar. Ama bir yandan da onların gidişlerinden ders çıkartıyorlar. Eksik olanı ideolojik manada sıkı duran, belirli bir kitle oluşturmamış olmakta buluyorlar. Muhtemelen de, özellikle Gezi’den beri, böylesi bir kitleyi inşa etmek için hamleler yapıyorlar. Solcular, dünyaya birey merkezli baktıklarından ve Tayyip denilen bireyi aptal, cahil gördüklerinden, gerideki hamleleri görmüyorlar, AKP'nin saldırısını derhal "faşizm" olarak etiketleme yoluna gidiyorlar. Bu hamlelerde devletli bir yan varsa, devlet dışı, hatta karşıtı bir yan da var. Devrimci olan da bu ayrımı yapabilmekte. Kemalizmin ve burjuvazinin pişirdiği hazır kitleye biat etmekte değil.
Bu açıdan yüzde 40 oy hâlâ yüksek ve başarı addedilmeli. Solcuların halka, değerlerine, imanına, kavgasına küfretmesinin bir sonucu bu başarı. Burjuva aklıyla düşündüklerinden, söz konusu kitlenin egemenlere kul edilmesine hiç ses etmiyorlar. Bu kitlenin parçalanmasını, her bir parçanın burjuvazinin bir koluna tutunmasını istiyorlar içten içe. Bunu “ilerleme” sanıyorlar.
Kemalizm ve müesses nizam, kestaneleri sobadan başka maşalarla almak zorunda. Gerekirse kendisine düşman olan kesimleri birbirine düşürmeye mecbur. Bugün Hüdapar meselesi üzerinden “ateşe benzin dökmeyelim” diyen batı solcularının, bu toprakların dinamiklerine kör yaklaşımlarıyla, o gerçeğe küfreden yanlarıyla her daim benzin olduklarını görmeleri gerek. Müesses nizamın aklıyla düşünenin başka bir şey yapması da mümkün değil.
Cidal Haksoy

9 Haziran 2015 Salı

Rasyonalite, Ruh, Restorasyon

Ontolojik materyalizmde varlık, düşünceye önsel bir nitelik taşır.
“Bedeni” ezilmiş, hatta hiç oluşamamış “Gezi ruhu”nun devlet ve burjuvazi bedenine diriltici soluk olacağı günlerin işareti geldi seçimlerde.
Aranan, sermayenin kökensel ideolojisi olan “rasyonalite”ye uygun politik aktörler.
Burjuva ideolojisinin kalemlerinden Cengiz Çandar'ın “rasyonalite, restorasyon ve demokrasi" üçlemesi, aslında parlamenter Kemalist rejim içinde HDP'ye biçilen rolün sınırlarını da açıklıyor.
Çandar'ın yazısında dile getirdiği "üçleme"ye göre, HDP ve “Gezi ruhu” kendisine, postmodern kapitalizmin çok kimlikli pazar modelinde yer bulabiliyor.
Restorasyon yürütücüsü olarak Abdullah Gül'e gözler çevriliyor. Erdoğan şahsında kurulmak istenen monolitik yapı, devletin kırılganlığını artırmıştı. Şimdi yeniden esnek ve “kapsayıcı” olma zamanı.
Bu kapsayıcılığa Kürt hareketinin toplam varlığı, Suriye'deki durum, Ortadoğu'daki kamplaşma sınır oluşturabilir. Ama bu sınırlar da, “rasyonel” bir devlet-burjuvazi aklıyla, ana kütle içine massedilebilir.
Bu noktada ABD-NATO güçlerinin istekleri de üst dereceden önemli rol oynayacak.
Tevfik Ziya

8 Haziran 2015 Pazartesi

Oylar AKP'den mi CHP'den mi?

Türkiye’nin Sosyal Muhafazakârları HDP’ye Zaferi Nasıl Getirdi?
Türkiye’de dün yapılan çalkantılı seçimin ardından olan biteni eldeki verileri kullanarak göstermenin iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
Şu çok açık: AKP oylarının yüzde onunu kaybederken, Kürdlerin ve Kürd olmayanların desteklediği HDP yüzde 13 civarında oy aldı ve yüzde on barajını geçti, bu sayede, bilebildiğim kadarıyla Kürd yanlısı bir seçmen kitlesine sahip bir politik parti ilk kez meclise girdi. Bu da AKP’nin 2011’de kazandığı 327 koltuğun 258’e düşmesi anlamına geliyor.
Bu yazıda tartışma imkânı bulamayacağım başka meseleler de var ama ben burada özel olarak HDP’ye ve onun yüzde on barajını aşmasını ne tür bir seçmen kitlesinin sağladığına odaklanmak istiyorum.
Kimileri Demirtaş’ı öne çıkartıyor. HDP ve elde ettiği seçim başarısı, solun veya liberalizmin (burada ve burada) geri dönüşü olarak takdim ediliyor. Partinin ve Demirtaş’ın, başka konular yanında, LGBT toplumuna yönelik destekleyici duruşu ile bir insan hakları avukatı oluşu üzerinde duruluyor. Demirtaş’ın birçoklarınca “Kürd Obama” olarak anılması boşa değil.
Takip etmesi gereken soru şu: HDP’nin seçim başarısının, ilericilerin ve liberallerin Türkiye’deki oy gücünün bir ifadesi olduğunu söylemek ne ölçüde mümkün?
Emanet oylar”dan, yani ağırlıklı olarak geleneksel manada (benim varsayımıma göre) CHP destekçisi olanlardan gelen stratejik oylardan bahsedilse de, seçim sonuçlarına baktığımızda, HDP’yi meclise sokanın geleneksel sağ oylarda yaşanan kayma olduğu görülüyor. Bu kayma, Doğu’daki toplumsal açıdan muhafazakâr olan Kürd topluluklar ile AKP’yi terk edip HDP’ye geçen, büyük şehirlerde yaşamakta olan kesimler arasında yaşandı.
Bunu göstermek için aşağıda ben daha çok partinin oy yüzdelerine ve son 2011 seçimi ile 2015 seçimi arasında bu yüzdelerin nasıl değiştiğine odaklandım. 2011 seçimine katıldıkları için bu değişikliği AKP, CHP ve MHP üzerinden okumak çok kolay. HDP için bu değişim çok net değil, zira partinin birçok üyesi o seçimlere bağımsız adaylar olarak girmişti. Bu amaçla, HDP bağlamında ben HDP’nin ilgili şehirde 2015’te aldığı oy oranı ile tüm bağımsızların 2011’de aldıkları oyların toplamına baktım. Burada şehrin politik açıdan Kürd partilerin aktif olup olmadığını göz önünde bulundurdum. Eğer şehir bölgenin dışında ise bu noktada 2015 oy oranına baktım. Önce aşağıdaki grafikte oy oranlarını illere göre bir araya getirdim, buradaki sıralamada AKP’nin 2015 ile 2011 seçimlerinde aldığı oy oranları arasındaki fark göz önünde bulunduruldu.
Öncelikle bu grafik, AKP’nin oy oranının Kürd bölgesinde ciddi bir biçimde azaldığını gösteriyor. Bu bölgede AKP’den HDP’ye kayma yaşandığı görülüyor. Bu noktada en ilginç ve çarpıcı örnek Ağrı. Bu şehirde AKP’den HDP’ye yaşanan kaymanın yüzde 30’un üzerinde olduğu görülüyor. Diğer bir örnek ise Tunceli. Ağırlıklı olarak Alevî Kürd olan bu şehirde kayma CHP’den HDP’ye doğru yaşanmış. Mersin, Adıyaman, hatta Adana gibi yerlerde HDP’nin kazancı ile CHP’nin kayıpları orantılı. Grafik ayrıca MHP’nin de birçok ilde oldukça iyi sonuçlar aldığını gösteriyor.
İl düzeyindeki oy kaymalarını gösteren bu grafiğin büyük şehirlerdeki kaymaları az göstermesi muhtemel, aşağıdaki grafiklerse bu konuda daha fazla şey söylüyor. Bu grafikler, partilerin 2011 ve 2015’te aldıkları oy oranlarındaki değişikliklerle bağlantılı ve bu değişiklikleri çift yönlü olarak değerlendiriyor: HDP-AKP, HDP-CHP, HDP-MHP, AKP-CHP, AKP-MHP ve MHP-CHP arasındaki kıyaslamalar il düzeyinde yapılıyor, her bir çember o ildeki geçerli oy sayısının kareköküne denk düşüyor. Büyük çemberler daha kalabalık şehirleri ifade ediyor.
Sol üstteki grafik, AKP’nin Kürd illerindeki oy kayıpları ile HDP’nin oy artışları arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda ülkedeki en büyük şehir olan İstanbul’daki önemli oy kaymasını gösteriyor. Çizgi üzerindeki noktalar birebir ilişkiyi ifade ediyor: örneğin AKP’nin kaybettiği her bir oy HDP’nin kazandığı bir oy. Çapraz çizgi üzerindeki noktalar ise AKP’den HDP’ye yaşanan kaymayı anlatıyor. Örneğin bu kaymanın İstanbul, Adana ve Mersin’de yaşandığı görülüyor. Özellikle İstanbul’daki oy kayması bir milyon oya denk düştüğü için önemli ki bu da HDP’nin aldığı toplam oyların altıda birine denk düşüyor. Çizginin altındaki noktalarsa AKP’nin HDP dışındaki partilere de oy kaptırdığını anlatıyor.
Üst orta grafik, CHP’den HDP’ye giden oyları gösteriyor. Burada oy kaybının görece daha küçük bir oranda gerçekleştiği görülüyor. Birçok gözleme göre, HDP oy oranındaki artışı ifade eden çapraz çizgiye bakıldığında, kısmen CHP’den gelen oylar daha az. Üst sağdaki grafik ise HDP-MHP ilişkisini gösteriyor, neredeyse L şeklindeki bu ilişki iki partinin oy artışlarının birbirlerine görece dikey bir konumda karşılığını buluyor. Üst sağ grafikteki gözlemler, Gaziantep, Erzurum ve Elazığ gibi şehirlerle ilgili ve AKP’nin hem HDP’ye hem de MHP’ye oy kaybettiğini gösteriyor.
Alt sol ve orta grafikler AKP-CHP ve AKP-MHP arasındaki kıyaslamaya dair. Buna göre AKP ve CHP Bursa, İzmir gibi şehirlerde başka partilere oy kaybetmiş (alt sol grafik). Buralarda AKP’den CHP’ye önemli oy kaymaları yaşanmış. Ayrıca Rize ve Ordu’da da çarpıcı oranlarda oy kaymış.
Alt orta grafikte görebildiğimiz kadarıyla, AKP Kayseri, Kütahya ve Manisa’da MHP’ye önemli oranlarda oy kaybetmiş. Alt sağ grafikte ise Aksaray, Elazığ, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te MHP’nin CHP’den az da olsa belirli miktarda bir milliyetçi oyu aldığı görülüyor.
Toplamda iller bazında AKP’den HDP’ye ciddi oy kayması yaşanmış, CHP’den HDP’ye gelen oyların oranı ise diğerine kıyasla daha düşük. Bu da yaşanan bu seçimin solun yükselişini gösterdiğine dair tespitin yanlış olduğunu gösteriyor. Zira AKP’yi destekleyenler sağcı (ya da en azından solcu değil).
Bu da İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki oy kaymalarıyla ilgili soruyu cevapsız bırakıyor. İl bazında sol oylarda anlamlı herhangi bir artış gözlemleyemiyorsak, bu şehirlerde yaşanan nedir?
Zamandan kazanmak adına ben burada toplam oyların beşte birini ifade eden ve HDP’nin oyların altıda birini aldığı İstanbul’a odaklanacağım. Bu amaçla aşağıda İstanbul için oy oranlarındaki mahalle bazlı kaymaları verdim. Bildiğim kadarıyla, 2011’de bağımsız bir Kürd aday olmadığından, burada HDP’nin 2015’te aldığı oy oranına başvuruyorum.
HDP ile AKP’yi ayrıca HDP ile CHP’yi kıyasladığımızda HDP’nin her iki partiden oy aldığını görüyoruz. Ancak HDP-AKP saçılım grafiğinin merkezi solda iken HDP-CHP konusunda İstanbul’un birçok mahallesinde HDP’deki oy artışının CHP’den ziyade AKP ile ilişkili olduğu görülüyor. Aslında İstanbul’da bile sol oylarda HDP’ye ciddi bir kayma yaşandığına dair elde yeterli delil yok. Son olarak da sağdaki grafiğe bakalım. Bu da dikey eksen üzerinde bulunan CHP ile yatay eksen üzerinde bulunan AKP arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Genel manada CHP’nin oy oranı büyük ölçüde sabit kalmış (2011’de %31; 2015’te %29). Parti bu seçimde HDP’ye bir miktar oy kaybetmiş ama biraz da AKP’den almış.
Bu uygulamada mesele şu: dünkü seçimde HDP’nin elde ettiği seçim başarısının Türkiye solunun veya liberallerinin bir tür dirilişini ifade ediyor olduğunu söylemek mümkün değil. HDP’nin politik nüfuzunda gerçekleşen patlama, büyük ölçüde Doğu’daki ve İstanbul’daki AKP seçmenleriyle ilgili. Özellikle Kürd yanlısı partilerin bağımsız adaylarını desteklemiş olan doğuda AKP’nin eski başarısı, önemli oranda halkın dinî muhafazakâr değerlerine cevap vermiş olması ile bağlantılı. İstanbul’da bile HDP’nin AKP’den aldığı oyların önemli Kürd gruplarından geldiğini söylemek mümkün. Gene de bunun sınamadan geçmiş bir hipotez olmadığını söylemem lazım.
Kanaatimce, HDP’nin başarısı büyük ölçüde Kürdlerin başarısı. (Kürdler mecliste ilk kez doğru düzgün bir temsiliyet imkânına kavuşuyorlar.) Aslında HDP’nin vitrininde duran liberal ve solcuların yarattığı cazibeye rağmen, bu isimlerin altta dindar ve toplumsal açıdan muhafazakâr, üstte ise seküler ve ilerici olan bir partiyi yönetmelerinin güç bir iş olacağını da belirtmek gerek. Bu nedenle gözlemciler, Kürdlerin uzun süredir liberal alternatifi sunmayı başaramamış mevcut Türk partileri karşısında liberal bir alternatif sunacağını umuyorlar ama muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaklar.
Aklıma gelmişken şunu da belirteyim: Türkiye’de liberal demokratik bir parti var ve ismi de “Liberal Demokrat Parti” (LDP). Dünkü seçimde bu parti oyların yüzde 0,06’sını aldı. Liberal Türkiye arayışı hâlâ devam ediyor.
Erik Meyersson