komünist hareket etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
komünist hareket etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2016 Perşembe

Dümen

Sonuçta kurmay olmak için komutanların sıraya dizilip el öptüğü adamdan söz ediyoruz. Devlet geleneği, boşluk bırakmadan ilerlemek zorunda.
Osmanlı’dan beri böyle. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüceltildiği, münferit, tekil, havada asılı bir varlık olarak takdim edildiği ideolojik evren, sorunlu. Gelenek devam ediyor. Tarihçilerin tespitine göre, yeni gelen padişah, eski padişahın destek vermediği güç odaklarını arkalıyor. Korku ve umut belli bir gerilimde işliyor.
Bu açıdan Sol, ideolojik ve politik düzeyde yüzüne gülenlere dikkat etmek zorunda. O maskelerin ardındaki burjuvaziyi ve devleti görmüyorsa, kendisini neden sol olarak nitelendirir?
Mehmet Ağar’ın TKP ve solcular ile ilgili sözlerine hümanist ve ağlak bir cevap vermenin anlamı yok. “O benim yoldaşımı öldürdü” diye mızırdanmak nafile. Darbe komisyonuna söylediği diğer sözlere de bakmak lazım.
Ağar’a göre, hiyerarşi, disiplin ve işbölümü sadece devletin tekelinde. Onun dışındakilere ise bu üç kavrama küfretmek düşüyor. O, ast-üst ilişkisi konusunda astlarına ders veriyor. Ama bir yandan da sempatizanların rehabilite edilmesinden bahsediyor. Rehabilitasyon, köken olarak, “kolayca yönetilen”, “dişine uygun” demek. Ağar, TKP mesajı ve sempatizan değerlendirmesi üzerinden kendisini üste yazıyor. Kolayca yönetilecek, devletin dişine uygun bir kitle yaratmak istiyor.
Bu sözlere “ama sen yoldaşımı öldürdün” diye tepki verenler, Ağar’ın sözlerine zımnen onay veriyorlar. Kötü, ceberut devlete bireyin ayak bastığı yerden “ayar” vermeye indirgeniyor siyaset. Ağar’ın ayarı bununla ilgili. Bu ayar, Erdoğan’ın muhtar toplantısındaki sözlerle ilişkili. Gerilimin dışında, sorumluluktan azade, akıl vermek, devleti belli bir kıvama çekmek, artık tek yapılan iş bu.
Faşizm içe dönmüş emperyalizm; emperyalizm dışa dönmüş faşizm. “Yurttaş devletin işgali altında” diyenler bu gerçeği karartmak için var. Siyaset, devletin geriye giden dümenini kırmaya indirgenmiş durumda. Sonuçta dümene örgütlenmektir bu.
Meta ve paranın akışı eşitliğe ve özgürlüğe muhtaç. Solun bu eşitliğe ve özgürlüğe aldandığı açık. Ayıraçlarını suya bırakmış. Sorun, kriz hâli belki de bununla alakalı. Erdoğan bu noktada bir bahaneden ibaret. Kaybettiklerine üzülmelerine bakılmasın, kişisel acının ötesinde, verilen sözlerin en ufak yele terk edilmesidir kederli olan.
Ağar devletin dümeninde konuşuyor. Sempatizanları “iflah etmek”, “rehabilite etmek” için o lafları sarfediyor. Onları “temiz fikir adamları” hâline getirmek istiyor. Bu erkekçi söyleme kızmamız gerekmiyor muydu?
Bu ağlak tarzın güncellendiği bir örnek de “Türkiye solu sözlüğü”. Mizahi, nostaljik bir içeriği olsa da bu çalışma, bugün “kaybettiklerimiz” listesine dönüştürülüyor. Zaten şehid demek artık suç, lügatten çıkartıldı. Sözlüğün sözlük olmaktan çıkartılıp “biz ne büyük örgüttük be” edebiyatına indirgenmesi, solun hal-i pürmelali. Kavramdan, teoriden, ideolojiden kaçışın kılıfı bu. Durum ve dönem analizleri artık alay konusu ediliyor. IŞİD’liler gibi, Kur’an da Allah da Peygamber de kişisel varlığa indirgenip kapatılıyor. “Devrim benim” deniliyor. Bu cümle ile hem benliğe hem de mülkiyete işaret ediliyor. Sol içi rekabet ve mülkiyet ilişkileri, bu tür marazlar üretiyor. Artık üstün gelmek, tartışmaya galebe çalmak için içeriye dönük hamleler yapılıyor. Siyaset bu.
Çünkü hiçbir örgüt, Ağar’ın iflah etmek istediği sempatizanlarına, kitle nasıl örgütlenir, duruma nasıl müdahale edilir, araçlar nasıl geliştiriliri öğretmiyor. Sadece rakip örgüt ve örgütlere nasıl fark konulacağı, onlara nasıl üstün gelineceği öğretiliyor. Üç-beş yıllık yoğun pratiğin yorgunluğu ile Ağar’ın rehabilitasyon süreci devreye giriyor. O nedenle bazı örgütlerin “bizim yoldaşımıza ajanlık teklif edildi” diye “uydurma” haberler yapmasına gerek yok. Tersten, şu soru gündeme gelir: “teklifi kabul edenler kim?”
Mücadele, ezeli ebedi olan müşterek bir gerçeklik. Mülk edinmek ve rekabetle “özne oldum” zannetmek, beyhude. Ona ait olmak, adsız adressiz oluşun içine girmek gerekiyor. O, her daim özel olana, özel kılana kılıç sallamayı emrediyor. O aşka örgütlenmek şart.
Fikret Çakmak

19 Ekim 2016 Çarşamba

Pus

Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması altındayız. İlki ezilenlerin; ikincisi sömürülenlerin öfkesini boğmak için var. Bir de bunlara ele “silâh” alınca bu kuşatmadan azade olduklarını zannedenler ekleniyor.
Emperyalizm ve devlet iç içe, yoğruluyor. Liberalizm ve sosyal demokrasi siyaseti ve ideolojiyi belirlediği ölçüde, yoğrulma süreci kendisine ait bir yol buluyor. Sınırlar sınıfsallıktan; sınıflar sınırlarından kurtuluyor. Geniş bir özgürlükler âleminde kulaç attığımızı zannediyoruz. Bu baskı ortamı bu nedenle sessizlikle karşılanıyor. Herkes hâlinden, sınıfsallığından ve sınırlarından memnun.
Radikal gazetesi sonrası, onun devamı olduğunu söyleyen bir yayın çıkıyor. Gazete Duvar, bugünlerde Suriye ile ilgili haberler geçiyor. Orada Kürdlerin şarkıcı bile olamadığından bahsediyor, ellilerin başında askerî darbeyle başa geçmiş bir batı uşağını göklere çıkartmaya çalışıyor. Bu haberler, beş yıldır solun neden Suriye konusunda sessiz kaldığını da izah ediyor. Suriye’nin tek bir eylemi, tek bir bildiriyi, tek bir tepkiyi hak etmediği düşünülüyor. Liberalizmin ve sosyal demokrasinin kıskacı ile alakalı bir gelişme bu. O kıskaçta Suriye geri, milliyetçi, yoz bir çöl toprağı olarak görülüyor. Ne olursa olsun Türkiye’nin geldiği hâle şükür duaları ediliyor. En komünisti bile bu durumda. Liberalizm ve sosyal demokrasi, zehir gibi kana damla damla işliyor.
Soros’la yapılan bir Bloomberg mülâkatı öncesi Soros, “insanî yardımların şampiyonu” olarak övülüyor ve onun Sovyetler’in yıkılması için harcadığı yüz milyonlarca dolardan söz ediliyor. Böylece Soros’un Sovyetler’in yıkılmasına katkı sunmakla insanlığa yardım ettiği söylenmiş oluyor. Sovyet sonrası sol-sosyalist hareketlerin genel seyri, belirli bir özgürlük vurgusu üzerine şekilleniyor ve mevcut rüzgârla yelkenler şişiriliyor. Edip Çiçekli’yi övmelerinin sebebi burada. Onlar da inanıyorlar Sovyetler’in insanlık düşmanı bir varlık olduğuna. Onlar da o dönemdeki tüm güç ilişkilerinin bireye halel getirdiğine iman ediyorlar. Batı menşeli ideolojik propagandaya o nedenle bu kadar aşkla bağlılar.
Millî ve dinî olana düşmanlıktan kim söz ediyorsa, liberalizmin ve sosyal demokrasinin kuşatması adına konuşuyor. Millî ve dinî olanın karşısına tek kişilik cumhuriyetler olarak çıkılıyor, herkesi bu şekilde lime lime edip, bireysel cumhuriyetlerine kul etmek istiyorlar. Aldıkları emir bu yönde. Cumhuriyetinin bayrağı olarak kimisi kadın pedini, kimisi cinsel hazzı, kimisi entelektüel birikimini tercih ediyor. Kimse Sabahattin Ali’nin romanını bilmeyen kadının aşağılanmasında, o kadının kadınlığına, laikliğine dair notlar düşme ihtiyacı duymuyor. O solcuların gündüz saati onca baskı ve zulme rağmen, neden magazin programı izlediğini kimse sormuyor. Asıl alay edilmesi gereken husus bu.
Asıl dert, kuşatmanın, baskının sonucunda egemenlerin bizi üstün olduğumuza dair yanlarımızı öne çıkartmaya mecbur etmeleri. Bu öne çıkartılan hususların, gene onların diliyle gerçeğe havale edilmeleri. Bizde üstün olduğunu düşündüğümüz şeyi, gene egemenden öğrenerek yüceltiyoruz, onu hiç sorgula(t)mamızın sebebi burada.
Soros, aynı mülâkatta yüzlerce Roman’ı eğittiğinden bahsediyor. Bunda ezilen Romanlara dair notlar çıkartanlar, kendi birey cumhuriyetlerine yönelik olumlu sonuçlara ulaşıyorlar. Soros’un derdi Romanlar değil. Paranın ve emtianın akış yönü. O liberal ve sosyal demokrat kuşatma kimsenin umurunda değil, önemli olan bu akış yönünde kimlere zulmedileceği.
Bir akademisyen çıkıyor, uluslararası bir akademi grubuyla Balkanlar’da sınır çalışmaları yaptığından bahsediyor. Aktardığına göre, sırada Kafkaslar varmış. Bu çalışmaların emperyalizmin hâlen daha karıştırdığı, hâlen daha kendince bir istikrarı dayattığı bölgeler olmasına dair tek bir soru bile sorulmuyor. Anti-emperyalizmin artık faşizm olarak kodlandığı bir gerçeklikteyiz zira.
Aynı kadın akademisyen, Balkanlar’da mültecilerin yürüdüğü alternatif yollardan bahsediyor ve sınırları kesen bu yolların eski Roma’ya ait yollar olmasında mistik anlamlar buluyor. Tüm bu bilimselliği dâhilinde kimse ondan Spartaküs’ün yürüdüğü yolları bulmasını tabii ki beklemiyor. Sermayenin ve emtianın akacağı yolların bulunması önceden akademiye tevdi edilen bir iş olmalı. O akademi bugün Roma İmparatorluğu’nu övüyor. Yeni Roma’dan alınan feyz ve fulus bunu emrediyor.
Tüm bu akademisyenler ve gazeteciler, devleti nötr bir olgu olarak ele alıyor ve Tayyip’i, AKP’yi buradan eleştiriyor. “Devlet bana bakmalı, korumalı” gibi tuhaf cümleler sarf ediyorlar. Sınıfsal ilişkilerden arındırılmış, nötr bir devlet var ve bu isimler o devleti hizaya sokmaya çalışıyorlar. “Devletin bize borcu var” diyorlar. Devletin yurttaşı işgal ettiğinden bahsediyorlar. Tuhaf liberal devlet-sivil toplum ayrımları yapıyorlar. Böylelikle devletin sivil toplum ve yurttaşta; yurttaşın devlette nasıl inşa edildiğini örtbas ediyorlar.
Kim el uzatırsa ona yüzlerini dönüyorlar. Ve hâlâ şeriattan, gericilikten dem vuruyorlar. Çünkü o nötr, bağımsız, sınıfdışı devletin AKP kirinden arındırılması lazım, o nedenle Kemalizme sesleniyorlar. “Devirin artık şunu!” diyorlar. Buna da Marksizm, sosyalizm falan diyorlar. En alçak kitle kuyrukçuluğu en alçak siyaset ve ideolojiyi çağırıyor.
Liberalizm ve sosyal demokrasi kuşatması; masaya oturan ezilenler; masaya oturan işçiler adına konuşanlar eliyle perçinleniyor. Demirtaş’ın başkanlık meselesini mizahın konusu hâline getirmesi, olguyu hafifletiyor ve iyice bilinçlere olumlu bir gerçeklik olarak yedirilmesini sağlıyor. “Türkiye Musul’u almak istiyor” lafı da aynı yere oturuyor. Sırrı Süreyya’nın “servet transferi” hocası Yalçın Küçük “yıllardır Suriye’yi ve Irak’ı alalım” diyor. Süreyya Kasım Süleymanî’yi muhtemelen o nedenle sevmiyor. Ha liberal ha sosyal demokrat, varolan Türkiye’den memnun hâl, hepimize yetiyor. Suskunluğumuzun, puslu havanın, o içimize inen kurtların sebebi burada.
Masayla düşünenin ezilenlerle veya işçilerle bir muhabbeti olamıyor. Akademi ve gazetecilik, liberal-sosyal demokrat kuşatmanın tahkim edildiği alan. Teori ve ideoloji, ezilenlerle ve işçilerle ortak bir mücadelenin ürünü değil, o masalarda üretiliyor. O tahkimat alanında yer yurt edinmek için uğraşılıyor. Bireysel cumhuriyetler ile egemenlerin cumhuriyeti eleştiriye tabi tutuluyor. Millet ve din içi sınıfsal gerilimleri yönetmek gene egemenlere kalıyor. Bireysel cumhuriyet sahipleri, hallerinden memnunlar, maaşları allı pullu, villaları, köşkleri, ezberlediği yalanları, bol ajitasyonlu cümleleri var. Ama gerçekte zulüm ve sömürü dipten derinden başka bir yolda ilerliyor. Öncelikle bu pusun dağıtılması gerekiyor.
Yusuf Karagöz

18 Ekim 2016 Salı

Rusya ve Doğu Müslümanlarına Çağrı

Yoldaşlar! Kardeşler!
Rusya’da hâlihazırda büyük olaylar cereyan ediyor. Başka ülkeleri parçalamak amacıyla başlatılmış olan o kanlı savaş sona yaklaşıyor. Dünya halklarını soyanların ve köleleştirenlerin düzeni son günlerini yaşıyor. Rus Devrimi’nin indirdiği darbelerle köleliğin ve serfliğin eski dünyası sarsılıyor… Yeni bir dünya, işçilerin ve hür insanların dünyası doğuyor. Bu devrimin başında Halk Komiserleri Sovyeti, Rusya İşçi ve Köylü Hükümeti duruyor.
Tüm Rusya toprağına devrimci işçi, asker ve köylü vekilleri sovyetleri birer tohum gibi ekildi. Ülkede iktidar halkın elinde. Rusya’nın emekçi halkının onurlu barışı elde etmek ve dünyanın tüm mazlum halklarının hürriyet mücadelelerine yardım etmekten başka bir yakıcı arzusu yok.
Bu kutsal görevi dâhilinde Rusya yalnız değil, biliyoruz. Rus Devrimi’nin yaptığı özgürlük çağrısı, Doğu ve Batı’nın tüm işçilerine ulaşıyor. Avrupa’da savaşlardan yorulmuş halklar barış için ellerini bize uzatıyorlar. Batı’nın işçileri ve askerleri sosyalizm bayrağı altında toplanıyor, emperyalizmin kalelerini dövüyor. Yüzlerce yıl Avrupa’nın “aydınlanmış” yağmacılarının zulmüne maruz kalan uzak diyarlardaki Hindistan isyan bayrağını çekiyor, kendi Sovyetlerini örgütlüyor, nefret ettikleri köleliği omuzlarından atıyor, Doğu halkları kurtuluş mücadelesi için biraraya geliyor.
Bu büyük olayların karşısında bizler yüzümüzü sizlere, Rusya’nın ve Doğu’nun emekçi, her şeyden mahrum kalmış Müslümanlarına dönüyoruz.
Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibiryalı Sartlar, Türkistanlı Kırgızlar, Transkafkasyalı Türkler ve Tatarlar, Kafkasya’nın Dağıstanlı ve Çeçen halkları, çarlar, Rusya’nın zalimleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları ve töreleri ayaklar altına alınmış olan herkes!
İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi millî hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri’nin koruması altındadır.
Bu devrimi ve onun tam yetkili hükümetini müdafaa edin!
Yüzlerce yıl açgözlü Avrupalı hırsızların canlarını, mülklerini, hürriyetlerini ve topraklarını takas edip durduğu Doğu’nun Müslümanları, Farslar, Türkler, Araplar ve Hindular, ülkelerini bölmek için savaş başlatanlarca yağmalanıp duran herkes!
Bizler, devrik Kerenski hükümetinin onayladığı İstanbul’un ele geçirilmesi ile ilgili gizli anlaşmaların hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Rus Cumhuriyeti ve hükümeti, Sovyet Halk Komiserliği yabancı toprakların ele geçirilmesine karşıdır; İstanbul [Konstantinopol] Müslümanların elinde kalmalıdır.
İran’ın parçalanması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez askerler İran’dan çekilecek ve İranların kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri güvence altına alınacak.
Türkiye’nin parçalanması ve içinden zorla Ermenistan çıkartılması ile ilgili anlaşmanın hükümsüz olduğunu beyan ediyoruz. Askerî operasyonlar sona erer ermez Ermenilere kendi siyasî kaderlerini özgürce kararlaştırmaları konusunda güvence verilecek.
Rusya ve onun devrimci hükümetinin ellerinde sizi bekleyen kölelik değildir, bilâkis anavatanımızı gasp edilmiş ve yağmalanmış bir sömürgeye çeviren Avrupa emperyalizminin yağmacılarının elinde sizin bulacağınız kölelikten başka bir şey değildir.
Yağmacıları, sizleri köle yapanları ülkenizden söküp atın. Savaş ve yıkım eski dünyanın mevcut yapısını paramparça ediyor, tüm dünya alevler içerisinde, emperyalist yağmacılara karşı yoğun bir öfkeyle kavruluyor, isyana dair her bir kıvılcım güçlü bir devrim ateşini tetikliyor, Yabancı boyunduruğu altında inim inim inleyen, bitap düşmüş Hintli Müslümanlar dahi zalimlerine karşı ayaklanma başlatıyorlar, bugün artık sessiz kalmak imkânsız. O uzun yıllar ülkenizi köleleştirmiş olanları atın artık sırtınızdan, kaybedecek vakit yok! Onların yurtlarınızı soymalarına izin vermeyin. Ülkenizin efendisi siz olun. Kendi hayatınızı kendinizce, dilediğiniz gibi siz kurun. Bu sizin hakkınız, kaderiniz sizin ellerinizde.
Yoldaşlar! Kardeşler!
Onurlu, demokratik bir barış için kararlılıkla ve sebatla mücadele edelim.
Bayraklarımızda dünyanın mazlum halklarının kurtuluşu yazılı.
Rusya Müslümanları!
Doğu’nun Müslümanları!
Yeni dünyanın inşası davamızda desteklerinizi ve duygudaşlık göstermenizi bekliyoruz.
Cugaşvili (Stalin)
Milliyetler Halk Komiseri
V. Ulyanof (Lenin)
Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı
Kaynak: USSR, Sixty Years of the Union, 1922-1982 (Moskova: Progress Publishers, 1982), s. 35.
İlk kaynak: Izvestiia, Sayı. 232, 7 Aralık 1917, s. 1-2.

Yeni Hayat

Yeni Hayat, başında Nâzım Yoldaş’ın bulunduğu Türk komünistleri merkez komitesinin ekonomik ve toplumsal meseleleri ele alan yayın organının adıdır. Nâzım Bey, diğer Türk komünistleri ile birlikte, 29 Eylül 1921’de Kemal’in emri ile 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.
Ankara’daki Millet Meclisi hükümeti, partinin “Türk Halk Komünist Partisi” adı altında yeniden kurulmasına izin vermiştir. Partinin merkez komitesi haftalık yeni gazetesini çıkartmaya başlamıştır.
Yeni Hayat gazetesinin ilk sayısında şu yazılar yer almıştır:
“Hedefimiz” (başyazı), Antant Devletleri’nin İstanbul’u 16 Mart’ta İşgal Etmesi”, “18 Mart Paris Komünü”, “Kapitalizmin Dünya Krizi” (Varg’ın makalesinin çevirisi), “Sosyoloji, Fahişelik ve Onunla Mücadele” (Feminist Rus Kollontai’ın makalesinin çevirisi), “Frederic Engels’in Komünist Manifesto Projesi”.
Derginin bu “İçindekiler” kısmı onun yönelimini ele veriyor. Kanaatimizce “Hedefimiz” yazısından da bir alıntı yapmak faydalı olacak:
“Sonuç itibarıyla bir tarafta yaşlanmış hâliyle eski dünya, diğer tarafta da aydınlatan fikirlerin sunduğu yeni bir hayat. Biz hangi taraf için mücadele etmeliyiz?
Her ne kadar zor olsa da yürüteceğimiz çalışmanın konusunu dünyada yaşanan olayların analizi teşkil etmeli. Bu konu da kaçınılmaz olarak ekonomi ve ahlâk alanında tüm korkuları yaşamakta olan Ortadoğu ve yeni Türkiye olmak zorunda. Göreceğiniz üzere, bu yeni sayımızda materyalist öğretileri takdim ediyoruz.
Avrupa ve Amerika’da kapitalist dünyanın felâkete sürüklenmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bizler her daim Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve diğer ülkelerde emperyalizme karşı gerçekleştirilen ayaklanmalara sempatiyle yaklaşıyoruz, onları bu ülkelerin gelişimi için gerekli adil ve hukukî araçlar olarak görüyoruz. Bizim görevimiz, bağımsızlığı hedefleyen bu mücadeleleri desteklemek. Bu olayları ekonomik açıdan, eleştirel düzlemde ele almayı sürdürüyoruz. Yaşanan gelişmeleri halkımızın ufkunu genişletmek amacıyla ve dünya devriminin çıkarları adına Marksist açıdan inceliyoruz. Gazetemiz, sınıftaki yanlış anlamaları ortadan kaldırma, Ortadoğu ve bilhassa Türkiye’deki en büyük yanlışlardan birini giderme konusunda kararlıdır. Bu yanlış, halk adına hareket eden iktisadî örgütlenmelerin yokluğudur.
Yeni Hayat’ın 5 no’lu, 15 Nisan tarihli sayısında ayrıca Cenevre Konferansı’nda Türk komünistleri merkez komitesinin dünya proletaryasına ve komünist partilerine yaptığı çağrıyı da bulmak mümkün.
Novyi Vostok [Yeni Doğu] Cilt I
Revue du Monde Musulman, Aralık 1922, s. 209-10

13 Ekim 2016 Perşembe

Bob Avakyan Eleştirisi -VI

“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi
Bob Avakyan’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmıştır: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong. Avakyan, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya geçiş yapmak istiyorum” der ve sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici faaliyetine itiraz eder. (Avakyan söylemez ama Lerner, Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı faaliyetler içerisindedir aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır. Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak tanımlar. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur. Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)
Avakyan, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte birini) Lerner’in Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak [The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the Religious Right] isimli çalışmasına ayırır.[1] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla, bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakyan, Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160), ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.
Avakyan’a göre, Lerner, “kapitalizmin temel çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır: “örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere “adil ücret” vermelerini, pazarda mal satanlara ise “adil fiyat” belirlemelerini emrettiğinden bahsetmektedir. “[…] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı ifade eden ana özelliklerden biridir.”[2]
Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden ilkelerdir, bunlar dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır.” demektedir. Avakyan, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakyan tarafından hâlâ açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)
Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini” söyler. Buna karşılık Avakyan “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu, Avakyan’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir yaklaşımdır (s. 189).
Bu sebeple Avakyan, belli bir yere kadar Devrimci Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan, Avakyan’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.
Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus, dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadır. Oysa Avakyan, (henüz tanımladığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.
Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması
Son olarak Avakyan, Armstrong’un Kısa Bir Mit Tarihi [A Short History of Myth] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin niteliğine dair yorumunu sorgular.[3] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir görüş kazandırmaktadır.”[4] Armstrong’un kitabı Yontma Taş Çağı’nda avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar, devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.
Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik, kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “bizler mit üreten yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)
Ne var ki Avakyan, Armstrong’un “mitik inanç eskiden bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla” eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist gibi, Avakyan’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı? Avakyan, Tüm Tanrılardan Kurtulun [Away With All Gods] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun olurdu.
Sonuç bölümünde Avakyan, evrim teorisinin doğru olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra bu ülkelerde insanlar akın akın neden dinî hareketlere koştu? İnsanlara ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden işlemiş olabilir mi?
Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek
Avakyan, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç ikna edici değil.
Devrimci Komünist Partisi Avakyan’ın “takdir, terfi ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtma yönünde, misyonerlere has bir çaba içerisinde. Tahminimce onun ileride nasıl biri hâline geleceğini göreceğiz.
Belki de günün sonunda Avakyan, Armstrong’un “bir mit doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.
Ben Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen kurtarıcılardan da kurtulalım.”
Pavel Andreyev
[1] New York: HarperCollins, 2006
[2] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164
[3] Edinburgh: Canongate Books, 2005
[4] Armstrong, s. 10

11 Ekim 2016 Salı

Kıvılcımlı'ya Saygıyla

Sosyalizm yolunda inadın ve direncin adı Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı ölümünün 45. yılında saygı ve sevgiyle anıyorum.
Hayatını işçi sınıfına ve devrimci mücadeleye adayan Kıvılcımlı, tarihsel maddeciliği daha da derinleştirerek, Doğu toplumlarının gelişim proseslerini en ince ayrıntısıyla ele aldı.
Marksist klasikleri Türkçeye çevirdi. Yüzlerce kitap, broşür ve makale yazdı.
Hayatının üçte birini zindanlarda geçirdi. Kaba materyalizm ve idealist felsefenin dışında, din olgusunun tarihsel, sosyolojik ve antropolojik kökenlerini diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında inceledi ve en özgün eserleri Marksist külliyata kazandırdı.
Kıvılcımlı, dünya çapında bilinen bir insan olması gerekirken, eserleri Türkiye'de bile yeteri kadar ilgi görmemekte.
Okuma alışkanlığı sadece örgüt yayınlarından ibaret olan sosyalist gençlerin, bu medrese sofuluğundan kurtulup, paradigmasını daha da derinleştirmesi ve geliştirmesi gerekmektedir.
Kıvılcımlı'nın şu sözleri ile yazımızı bitirelim:
“Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp davranmayı öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız İşçi Sınıfı yanından gerçek insan olacağına inanıyoruz. O noktada en ufak ikircilik geçirenler, ‘Stalin’ olsalar, bizi bağlayamamışlardır ve bağlayamazlar.”
İbrahim Utku Nar

4 Ekim 2016 Salı

Makes

Elimizde artık hayatı ve siyaseti Matrix filmiyle tefsir eden bir gençlik var. Bunlar için işçi sınıfı kapitalizmi; halk da devleti işaret ediyor. İşçi içinde olmak kapitalizmi; halk içinde olmak devleti besliyor. Bu, bir ergenlik hastalığı olarak sağ "komünizm" şahsında vücud bulan bir siyaset.
Buradan devlet ve sermaye, özel ajanlarına, özel yok-yerler, kaçış noktaları oluşturma emri veriyor. Özünde selefîlikle dövüşmek, sol içerisindeki selefîliği besliyor. Kralın, hükümdarın, sultanın veya padişahın özel varlığı ve konumu, siyaseti özel olana indirgiyor. Halk ve sınıf içinde olmak buradan küçümseniyor, hor görülüyor. Halkın ve sınıfın en ufak kıpırdanışı, alay konusu ediliyor.
F-tipi toplum bu. Mücadele, tabiatı gereği hapsi, işkenceyi, sorguyu, papazı, mahkemeyi gerekli kılıyor. Bunlar tabiî olmaktan çıkartılıyor. 19 Aralık sonrası dönem, farklı bir sol siyasî özneyi koşulluyor. Eski metinler giderek daha da eskiyor. Küf bağlıyor. Toplu koğuşlarda okunan kitaplar, anlamını yitiriyor. Binbir emekle, ince ince, el yazısıyla yazılan ve yeniden üretilen kitaplar, dolaşımın hızına mağlup oluyor.
Fethullahî gerçeklik de bununla alakalı. Siyasetin tabiatı boşluk tanımıyor. Fethullah’ın siyaseti solu; Erdoğan’ın siyaseti sağı örgütlüyor. Devlet ve sermaye bu şekilde işliyor. F-tipi sadece hapishanelerle ilgili değil. Toplumun hapishane kılınmasıyla alakalı. Orada direnmeyenler, dışarının direnişini küçümsemek zorunda kalıyorlar. Fethullah, bu yüzden sıcak bulunuyor.
Devlet ve sermaye, kendi dişine uygun özneyi koşulluyor. Kendi teknesinde yoğurduğu hamura ajanları biçim veriyor. Helvadan put yapanlar, militanlara o putu yediriyorlar. Bugün alanlar, sokaklar, bürolar, o helva lezzetsiz geldiği için boş.
Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları, farklı bir İslamî siyaseti koşulluyor. Her seferinde fıkıh, içtihad ve siyaset aynasında o saldıranların akislerine bakılıyor. Siyaset oradan biçimleniyor. 19 Aralık kendi öznesini inşa ediyor. Gezi kendi dilini üretiyor. İlkinde sınıfa; ikincisinde halka küfretmek öğreniliyor. Sınıf ve halk dışı özne, tanrı yerine ikame ediliyor. Ekim Devrimi’nin yıldönümünde laiklik ayinleri düzenlemenin sebebi burada.
Devlet ve sermaye, solda makes buluyor. Şirketi veya devlet teşekkülünü yönetemeyenler, örgüt şefi oluyorlar. Aynı işlemleri uyguluyorlar. Matrix filminde görüldüğü üzere, en fazla, Siyon’a, İsrail’e işaret edebiliyorlar. Bu karanlık, cahil ve geri coğrafyada kaçacak zihinsel yerler inşa ediyorlar. “Her yürek devrimci bir hücre” diye, o hücreleri olan gerçekten arî, münezzeh kılmaya çalışıyorlar. İrade, akıl ve kolektif kavga, özel şahısların selefî Marksizm yorumlarında berhava oluyor.
IŞİD bu nedenle merkeze konuluyor. Selefîlik, sol içi tezahürünü yüceltmeye mecbur. O Sünnet’in ve Kitab’ın hayatın kılcal damarlarından çekilmesi ve iktidarın özel alanına hapsedilmesi. Ali, bu nedenle küfür olarak görülüyor. Hüseyin’e ağlamak, bu yüzden küçümseniyor.
İktidarın sınırsız ve sınıfsız oluşu herkesi cezbediyor. Öyle olması isteniyor. Bu nedenle işçi sınıfındaki sınırlılık; halktaki sınıflılık, tehlikeli görülüyor. İktidarın aynadaki aksine sığınılıyor. 19 Aralık ve Gezi sonrası iktidar bu şekilde örgütleniyor. Gerekli teorik gıda, Batı’dan ithal ediliyor. Sol içinde muktedir olmak isteyenler, mevcut iktidar ilişkilerine öykünüyorlar. Silâhın yegâne anlamı ve gerekçesi bu.
Matrix’teki gibi bir kurtarıcı bekleme hâli, teoriyi hükümsüz kılıyor. Eski metinlerden akılda sadece işe yarar, ekmeğe sürülecek bir damla yağ kalıyor. Bunlar başarıcı, kariyerist bir dile tercüme ediliyor. Onca iradecilik, terse bükülüp konformizme meylediyor. İrade merkeze konulunca, her yere yayılınca, tabiatıyla yok oluyor. Her yerde ve her zamanda özel bir iradenin reklâmını yapanlar, iradesizliğin propagandasını yapmış oluyorlar.
Devletin ve sermayenin ajanları, görevlerini ifa etmiş olmanın ödülünü alıyorlar. Her şeyi bir olmaza, olmayacak bir duaya mahkûm ederek, kitleleri apolitik bir alana hapsediyorlar. Hapse girmek, girmiş olmak, yüceltiliyor, özel bir rütbe olarak omuzlarda taşınıyor. Sürekli hatırlatılıyor. Kolektif koğuşların eğitim faaliyetleri, ezici ve bireyi dışlayıcı bulunularak çöpe atılıyor. Bar masalarında bu rütbelerle öne çıkılmaya çalışılıyor. Kadın, bu masalardaki ağın örümceği olarak görülüyor. Alkol ve esrar, bu yüzden teorinin yerini alıyor.
Bu nedenle, kitle, topyekûn kadınlaştırılmak isteniyor. O yüceltildiğinden değil, özel iktidar alanlarına yer açmayan, geri, sığ, “faşist” kitleyi dize getireceği için istismar ediliyor. Kadın ve gençlik, devletin ve sermayenin kitleyi hizaya sokması için gerekli sopalar olarak kullanılıyor. Kadının ve gencin devrimciliğinden korkulması, özel sol öznelerde karşılık buluyor.
İktidar, Gezi günlerinde “ey analar, Gezi Parkı’ndaki çocuklarınıza sahip çıkın” dediğinde, parkın etrafında kol kola kenetlenen analardan korkuyor. Sol da korkuyor. İdeoloji ve örgüt, tıpkı bir devlet teşekkülü veya şirket gibi görüldüğünden, onun için gerekli alanın açılması adına, kitleye saldırılıyor. Önce kadına ve gence vuruluyor. İlki erkekleştiriliyor; ikincisi yaşlandırılıyor.
İktidarın biyopolitikası, solun varlığında, bir tür selefîleşmeyi koşulluyor. Kalabalıklar içinde olmak, niteliğe değil niceliğe dair bir mesele olarak ele alınıyor. Yıllar evvel İbn-i Rüşd, kadınların iş sahasına girmelerini, özgür olmalarını telkin ediyor, bunu da toplumun zenginleşmesi için şart olarak görüyor. İktidar adına ve onun için konuşuyor. Amerikan nicelikçiliği, sola galebe çalıyor. Zenginleşmek için genç ve kadın, basit birer araçtan başka bir şey değil. Koğuş eğitimlerinden, kitlesel mitinglerden, devrimin zaruretinden kaçanlar, örgütlerini zengin göstermenin yollarını gene devlet ve sermayeden öğreniyorlar.
Halk kurtuluşun; sınıf devrimin imkânlarını sinesinde taşıyor, patika oralarda çiziliyor. 19 Aralık ve Gezi, birer mağlubiyet momenti olarak, geleceğe imgesini bırakıyor. Dev aynaları kırılıyor. Kendini görme biçimi başkalaşıyor. Kurtuluşun ve devrimin özel insanların uhdesinde olduğunu söyleyenler, yalan söylüyorlar. O yalanda iktidar örgütleniyor.
Hüseyin Yusuf Kuzu

30 Eylül 2016 Cuma

12 Eylül Zindanları

1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düşen uçağın sorumluluğu Libya’ya bağlandı. İki Libya vatandaşı, eylemi gerçekleştirmekle suçlandı. 2003 kritik tarih. Kaddafi, o tarihte sorumluluğunu kabul etti, ama saldırı emrini kendisinin vermediğini söyledi. Afrika’nın birliği ve Afrika’ya özel ortak para birimi gibi fikirlerin savunucusu olan Kaddafi’nin tasfiye süreci o dönemde başladı.
Sorumluluğun kabul edilmesi sonrası Kaddafi, Kaide ve bağlantılı örgütler konusunda CIA ile işbirliğine gitti. O istihbarat üzerinden CIA, onlarca militanı uçaklardaki ve Guantanamo’daki işkence tezgâhlarından geçirdi. İşin tuhafı, aynı CIA Arap Baharı ile birlikte Libya’da patlak veren iç savaşta aynı militanları kullandı. Harekâtın başına bu isimlerden birini geçirdi. ABD, Kaddafi’ye öfkeli Kaide’yi sahaya sürdü. Özel kuvvetler bu harekât dâhilinde kullanıldı.
Benzer bir sürecin Suriye bağlamında da gerçekleştiği görülüyor. Aşağı yukarı gene 2003 yılı civarında Suriye ile Türkiye arasında ilişkiler kuruluyor. Esad, ülkeyi neoliberal döneme uyarlayacak ismi Londra’dan getiriyor. Şimdilerde meseleyi İslamcılık eleştirisine indirgeyen Hüsnü Mahalli, o dönemde Türkiye ile Suriye’nin birleşmesini savunuyor. Suriye de Kaide ve bileşenlerine karşı ABD ile işbirliğine gidiyor. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra tüm silâh ve milis gücü Suriye’ye gönderiliyor. Dönemi Mahalli’den okuyoruz. O ise nasıl oluyorsa seksenlerde Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ını Türkçeye çeviren isim. Öte yandan TKP’lilerle ilişkili. 2000’lerin başında o yeşil kitapçılar bir parti kuruyorlar. O partiyle de eski TKP’liler bağlantılı. Kaddafi öldürülünce “iyi oldu, beş para etmezdi” demekse Hüsnü Mahalli’ye düşmüş. Şimdilerde Batı’daki İslam düşmanlığı programını yerele taşımakla meşgul. Eklemlenilecek yer orası. Sezer döneminde yürüyen ilişkileri yere göğe sığdıramayan Mahalli, Suriye derin devletinin ayak sürüdüğünü söylüyor. Şimdi liberal dilini İslam’a karşı sivrilttiği için alıyor parasını.
Mesele bu açıdan bir “emperyalistin ayağına basmak” değil. Fikir ve eylem açısından emperyalizmin rüzgârı ile yelkenleri şişirmekte sorun. Ekranlarda, piyasada gördüğümüz isimlerin bu kadar karşıtmış gibi görünmesine aldanmamak lazım. Yeni Şafak yazarı, sıkı AKP’ci İbrahim Karagül de Hüsnü Mahalli’nin öğrencisi. Karagül Libya bombalanırken Ömer Muhtar’ı hatırlatıyor, işgale karşı çıkıyordu. Rüzgârın estiği yere ve yöne bakmak gerek.
Lozan tartışması da benzer bir seyir izliyor. AKP, devletin kurulduğu zemini sorgulayamaz. İttihatçı-itilafçı tartışması yanılsamalı. İştirakçi perspektif, ikisini de yekpare, yeknesak kabul etmeyi öngörüyor.
Sorun da burada. Tartışmanın seyri içerisinde sol-sosyalist hareket ittihatçı veya itilafçı çizgiye örgütleniyor. Herkes aydınlıkçı, aydınlanmacı. Futbol maçı yayınlarında görüldüğü üzere, sol örgütler, sosyal medyada “güzel kadın” arkadaşlarının ellerinde döviz bulunan fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gösterilen bu: “Biz güzeliz, onlar çirkin.” Gösterilmeyense şu: Kitle yok!
Kitle olmadığı için gayet erkekçi, gayet burjuva estetiğine esir olan bir yaklaşımla, “güzel kadın” fotoğraflarına yer veriliyor. Kitleyle neden ilişki kurulamadığı ise asla sorgulanmıyor.
En azından yıllar önce TKP, halka “koyun sürüsü” diyen bir afiş hazırladığında, eleştiren birileri vardı. Bugün herkes bu anlayışa örgütleniyor. Halk koyun sürüsü olarak görülüyor. Buna karşı gelişen öfkeyi sol-sosyalist harekete yönlendiriyorlar. Tıpkı Libya ve Suriye’de devreye sokulan Kaide gibi, devletin ve bölgenin inşasında bir çomak devreye sokuluyor.
Toplum 12 Eylül zindanı. “Karıştır-barıştır” yönteminin uygulandığı, ABD’den getirilen ilâçların yerli psikologlar eliyle tutsaklar üzerinde denendiği zindanlar, bugünün prototipi. İttihatçı ve itilafçı tartışması, yanıltıcı. Sahne gerisinde hepsi kol kola. AKP’li bir yazar, ekranda saatlerce Gürsel Tekin’le sohbet ettiğini anlatıyor. Tekin eski Devyolcu. Bu örgütün geride bıraktığı isimler, devlet, bürokrasi, mafya, sermaye alanlarında rol sahibi. İlişkiler fazla bulaşık, bulanık, karışık.
Dolayısıyla “İslamcısı Kemalisti elbirliği yaptı” tespitinde anakronizm var. Tarihin bugünün ideolojik dünyası için belli bir kıvama sokulması sakıncalı. Her Müslümanı İslamcı zannetmek ciddi bir sıkıntı. Bu tartışma içerisinde bir yok-yere, bir sıfır noktasına çekilmek tehlikeli. Ezilenlerin-sömürülenlerin yok-yere, sıfır noktasına ihtiyacı yok. Bunlar her daim egemenlerin denge noktasıyla ilişkili.
Liberal gazetecilerin, akademisyenlerin üzerinden kurulan ilişki, egemenlere dairdir. Geçmişte Fethullah okullarına methiyeler düzen Büşra Ersanlı’yı partisine eğitmen yapmakla, AKP’nin gizli toplantılarına danışmanlık yapan gazeteciler arasında bir fark yok. Devlet, iki boyutlu olarak, kendi diyalektiği içerisinde reorganize olmakta.
Bu ortamda sola “ideolojiye, politikaya, örgüte ihtiyaç yok” denilmesi de bu reorganizasyona tabi. Teorik zemin yoksa, ideolojik mücadele de yok. Silâh, teorinin, ideolojinin, politikanın yok-yeri, sıfır noktası olarak idrak edilmekte. Sol-sosyalist hareketin ittihatçı-itilafçı dövüşüne müdahil olmaması, tabanı örgütlememesi için böylesi bir yok-yere çekilmesi gerekmekte. Geride sadece devletin kuruluşunda şu veya bu noktada varolma imkânı bulmuş gelenekler kalacak, ancak bunlar geleceğe ulaşacaktır. Genel algı bu yöndedir. AKP ile mücadele, bu amaçla istismar edilmektedir. Mustafa Suphi’ye “maceracı, anarşist” diyenler, ya ittihatçı ya da itilafçı olmak zorundadır.
Bu zorunluluk dâhilinde, sol Türkiye’nin ne öncesiyle, ne de sonrasıyla ilişki kurabilir. Varolan hâlini bir boyutuyla yüceltmek zorundadır. 12 Eylül zindanlarına döndürülen toplum, 19 Aralık sonrası “en verimli olduğum dönem cezaevi dönemiydi” diyen sol aydınlara muhtaçtır. O aydınlar, artık akademisyen ya da gazetecidir. Politik niteliklerinden soyunmuşlardır.
Varlığını Atatürk’e borçlu olmak… Sol-sosyalist kesim bu alana örgütlenmiştir. Görevi, AKP ile yanlış yollara girebilecek olan damarı kesmektir. Devletin biçtiği rol bu yöndedir. Kumarhane, meyhane bekçiliği yeni görevidir. Yukarıdaki resimde görülen drone'un yerli versiyonudur. İçteki devletle hesaplaşmamanın sonucu budur. “Milyonları bulan laik kitle” cümleleri, en aydınlanma-karşıtlarının, en “komünistler”in ağzından dökülmektedir. Bu siyaset, devletin tahkimatı, teşkilâtı ve tanzimatı için şarttır. Tasfiye burayla ilgilidir. Devlet, en fazla, kendisine yönelik eleştiriyle örgütlenmektedir. Doksanlarla başlayan bölgesel tanzimin emri bu yöndedir. Emperyalizmin duasına “amin” demek, mazluma deva olmaz.
Bahri Dikmen

28 Eylül 2016 Çarşamba

İşçi Arkadaşlarla Sohbet

"Sen maddiyatçısın abi. ‘Eşitlik, paylaşım, iyi sosyal yaşam’ diyorsun. Allah’a yakın olmak için ne gerekiyorsa yapıyorum ben. En sevdiği kulu olmak çabam. Bunun için ibadet ediyorum. Sense ‘örgütlenelim, mücadele edelim, daha rahat edelim’ diyorsun, yani derdin bu dünya ile ilgili. Ama öbür dünyada ben hesap vereceğim, nasıl bu dünyaya gelmişsem, öyle gitmek ve tekrar doğmak istiyorum. Mahşerden sonra dirilişe inanıyorum. Herkes kendinden sorumlu” dedi Cemal Usta.
Fuat “Cemal Usta haklı, bizler Allah için yaşamalı, ibadet etmeli ve şükretmeliyiz” deyince, yine umudumu yitirmedim.
Bu dünyada eşit yaşama şansımız var, herkese yetecek, ihtiyaçlarımızı karşılayacak kaynaklarımız var. Birlikte ortak değerlerimiz için mücadele edebiliriz.
“Herkesin rızkı farklı abi. Jet Fadıl da, Karamehmet de aynı mahşerde yargılanacak. Bak Karamehmet’in yanına kalmadı. İçeri aldılar.” yorumundan sonra pes ettim.
İnanılmaz bir din sömürüsü sürdürülüyor.
Gerçekler nerede aranacak?
Zıtların birliği ve mücadelesi sorunu çözebilir mi?
Evet, soruna böyle bakılabilir.
Peki sadece din sömürüsü mü?
Hayatın her alanında sömürülüyoruz.
Kendimizi anlatamıyor, inandırıcı olamıyoruz ve kolayına kaçıyoruz.
“Bunlar Şeriat düzeni getiriyorlar, İran olacağız” söylemi ciddiye alınmıyor.
“Emperyalistler ülkemizi bölmek istiyor, bağımsızlık için mücadele edeceğiz” şiarının ise durumu ortada.
“Devrim yapılmalı” derken nasıl bir devrim konusunda henüz oluşmuş ortak bir irade de yok. İnsanların bize inanması için bir nedeni olmalı?
En azından Fuat Usta’yı ikna edebilseydim!
Hayrettin Çönge

27 Eylül 2016 Salı

Seçenek

Devlet, parçaların bütünlenmesi; demokrasi, bütünün parçalara yedirilmesi meselesidir. Elen’de demokrasi, aşağılık görülenlere konuşma imkânı verenleri eleştirmek için üretilmiş bir kavramdır. Demokrasiyi yüceltenlerin konuşma ihtimali olanları sürekli aşağılaması gerekir.
Devlet-toplum ikiliği yanıltıcıdır. Vehmîdir.
İktidar, parçalanmaz, sorgulanmaz bütünün kendisi olduğunu ortaya koymalıdır. IŞİD’cinin İslam devleti denilen bütünlüğe ikna edilmesi zorunludur. Kürd’ün bütün Kürdistan imgesine örgütlenmesi zaruridir. Feministin “Kadın”ı için de aynı durum söz konusudur. Bu tür imgeler, simgeler ve bilgiler, sınırsızlığı-sınıfsızlığı anlatır. Tümü de burjuvazinin yeni tanrısı “birey”in (individual) dünyevî tezahürleridir.
Bunlar, ezilenlerin sınır çizen-sınıflara vuran pratiğinin hükmünü yitirmesini ifade eder. “Kadın” denilen imge, simge ve bilgiye örgütlenen saf, dişi bireyler, o kimliğin ve beden tasarımının bütünlüğüne bağlanırlar. Anne, kız kardeş, sevgili türünden bölünmeler iptal edilmelidir. Sorumluluktan, sınırdan ve sınıfsallıktan azade varlıklar, uzay boşluğuna savrulmalıdır.
Yalçın Küçük, Irak ve Suriye’nin Türk devletince işgal edilmesini; Bob Avakian, tüm gerici Doğu’nun Batı tarafından fethedilmesini savunur. Her ikisi de kendi devletlerinin operasyonel failidir.
İki isim, devletlerinin ve burjuvalarının bütünlük tasavvurlarına bağlanır. Sınırın ve sınıfın onları kesmesine izin vermez. İktidar, kendisini onların üzerinden alt dinamiklere yedirir.
Avakian, Mao’dan kaçıp Marx hayaline sığınır. Marx’a dönüş, Marx devrimsiz olduğu için yapılan bir hamledir. Devrim kirdir, çapaktır, zararlıdır. Bu sığınma, Marx’tan da rahatsız olur, en fazla, Marx öncesi komünizm tasavvurlarını sözde “bilimsel” bir kisveye büründürür. Bilim dediğiyse, kendi zihin dünyası, kendi varlığıdır. Bu dünya ve varlık, egemenlerin kurgusundan başka bir şey değildir.
Kürd’ün, sınıfın, devrimin bölme ihtimaline karşı devlet, kendisini Yalçın Küçük şahsında örgütler. Aynı durum, Avakian için de geçerlidir. Her ikisindeki din düşmanlığı, kitleleri ikna edecek bütün tasavvuru ile alakalıdır. Bütünleyicilik, totaliterizm eleştirileri, liberalizmden ödünç alınır. Böylelikle dinin sınırlama, parçalama imkânları ezilmek istenir.
Avakian, dinin zulme karşı direniş usulü, yöntemi olduğunu anlamak istemez. Çünkü o, aslında dinle, Maoizmle boğuşması bağlamında, mücadele eder. Dinselleştiğini düşündüğü Maoizmi, liberal manada terk ederken, bu malumatını dinle kavgasına vesile kılar. Özel, kendinden menkul ve kendinden mesul olmaktan çıkmış bir ideoloji, dinle rekabet etmeye mecburdur. Yüceye kurulan, tek yücenin kendisi olduğunu iddia etmeden yaşayamayacağını bilir.
Egemenler, kendi dinlerine karşı olan her tür ideolojiyi “din eleştirisi” bağlamında karşıya atmak isterler. Tek dinin, tek hâkimiyetin kendisine ait olmasını arzularlar.
Avakian ve Yalçın Küçük şahsında Marksizm, Marx döneminin liberallerinin eleştirisine mağlup olur. Her ikisi de Marksizmin sahte peygamberi olmak istediği için dine saldırır.
Solun bir kısmı, dünya hükümeti, tek dünya devleti anlayışına tavdır. Devlet ve burjuvazi, yol açtığı dehşeti, terör yaygarası ile gizlemek ister. Sorumluluklarını herkese yaymaya çalışır.
“Dünya beşten büyüktür” anlayışı Allahuekber’in inkârıdır. Bu anlayış, egemenlerin mevcut bütünlüğüne işaret etmeye ant içmiştir. Terör dedikleri, bütünün parçalanma istidadıdır.
Ezilenlerin şiddeti, dehşeti yaymak değil, iktidarı sınıfsal manada sınırlamak, sınırları sınıfsallaştırmak içindir. Misal, Kürd coğrafyası bağlamında sorun, meselenin soğukkanlı bir stratejist gibi ele alınması, gerçekliğin sınıfsallığından arındırılmasıdır.
Emekçinin çilesine ve öfkesine, sadece egemenlerin huzurlu bütünlüğüne iman edilmesi gerektiğine dair vurgu bağlamında, değinilir.
Her şeyden arınık, azade, bağımsız bir işçi, kadın, Kürd, ezilen vs. yoktur. Bütünlük tasavvuru, iktidarın örgütlenme biçimidir. Yukarı çıkmak, bütüne vakıf olmak isteyenler, akıl ve vicdanlarını şeytana satarlar.
Öfkede aklın devredışı kaldığı söylenir. Üstün, bütünlüklü, yüce akıl adına öfke tasfiye edilmelidir. Sömürülenin derdi, ezilenin öfkesi yukarıya çıktıkça görünmez olur. Mühendis, doktor ve hukukçu eliyle merdivenler inşa edilmektedir. Bunlar bize, yükselmek için aşağıdakilerin sırtına basmayı öğütlemektedir.
Somuttaki çile ve kahır, Yunan anarşistlerini uyuşturucu karşıtı faaliyete zorlamakta, bizdekiler ise uyuşturucunun balon etkisini tanrısallaştırmaktadır. Nietzsche ve Stirner, “Tanrı’yı yok ettik, yerine insan-bireyi koyduk da ne oldu” diye sitem eder. İkisi de bizi biz yapan, müşterek, dışsal kuvvete ve kudrete karşı çıkmanın bedelini öder. Müşterek olan derde ve öfkeye ait olmak, onlar için zûldür.
Unutmak artık bir fazilettir. Hesap vermemek, sorumluluktan kaçmak bu sayede mümkündür. Devlet ve burjuvazi denilen iki değirmen taşının arasında, öğütülecek olan, küçük burjuvazidir. Bir parça devletin; diğer parça sermayenin yanına kaçar. Kurucu ideoloji buradan örgütlenerek çıkar.
Teşkilât-ı Mahsusa-MAH-MİT-Özel Harp Dairesi arasında bir süreklilik mevcuttur. Bu hat, kendi küçük burjuvalarını örgütler. Paralel hatta ise kimi sol örgüt ve dernekler ile STK’lar durur. Unutulan, her iki hattı dikine kesen, sınırlayıcı, sınıfsal mücadeledir.
Zonguldak gibi yerlerde askerî kışlaların konumları bir isyana göre ayarlanmıştır. Dışa dönük örgütlenmeye, sendikal, sivil toplumcu siyaset türünden içe dönük örgütlenme eşlik eder. Bu sayede isyan imkânları birey şahsında ortadan kaldırılır.
Ne devlet ne de toplum saf, mutlak birer bütünlüktür. Devlete karşı topluma alan açmak, sömürüyü; topluma karşı devleti büyütmek, zulmü artırmaktır.
Şeyh Bedreddin’in ortak mülkiyetine karşı “mülkiyet kutsaldır” anlayışı çıkartılmak zorundadır. Bugünün mülkiyeti, bugünün kutsiyetini; o kutsiyet de din denilen kolektif bilincin reddini koşullamalıdır. Bugünü kesen zorunluluklar, gene bugünde beliren ihtiyaçlarla karartılmalıdır. Her şey buradan şahsî tercihlere indirgenmelidir. Bir tür Akla bahşedilen kutsiyet, bir yönüyle, bugündeki güçlerin emridir.
Seçmek, tercih meselesi, demokrasinin devleti gizleme yöntemidir. Kendilerini seçimin nesnesi kılanlar, devlete ve sermayeye örgütlenmek zorundadır. Sömürü ve zulme karşı mücadele, zorunlulukların bilinci ile öznesine kavuşur.
AKP, devletin toplumda örgütlenmesi, o örgütün sermayenin zorunluluklarına teksif edilmesidir. AKP eliyle Bosna’dan Hatay’a tüm ezilenler, işe yarar-yaramaz ayrımına tabi tutulup, tekellerin ve şirketlerin hizmetine hazır hâle getirilmektedir. Kendine yeterli, muktedir, emperyal Türkiye masalları, ezilenlerin iğdiş edilmesi içindir.
“Eski” asker, yeni İşçi Partili yöneticinin, “Kürt aşiretler İngilizlerden para alıyor” lafı, devletin Şeyh Said’den beri söylediği yalanın yeni versiyonudur. Devlet, kendisini sorgulayan her şeyi dışsallaştırmaya mecburdur. İçeri girmek için devletin ve sermayenin ipine tutunmak, tek seçenekmiş gibi görünmektedir. Ezilenlerin-sömürülenlerin iradesi olduğunu iddia edenlerin, bir seçenek olmanın ötesine geçmeleri zarurîdir.
Fikret Çakmak

26 Eylül 2016 Pazartesi

Küçük Burjuva Entelektüelizmine Dair

Küçük burjuva entelektüelizminin burjuva askerî-bürokratik aygıt için biçilmiş kaftan olmaktan gelen sınıfsal güdüleri, bu tabakanın komünist bir kimlikle dahi proleter kolektivizme adaptasyonunda handikap yaratmaya adaydır.
Küçük burjuva entelektüelizmi, proletaryanın teknik, siyasal, kültürel birikime olan ihtiyacını bir sınıfsal tabaka olarak kendisine dair bir ihtiyaca dönüştürme ve böylelikle bürokrasiyi kurumsallaştırma eğilimindedir.
Bu, bireysel insan iradesinden bağımsız, doğrudan toplumsal üretici güçlerin tarihsel gelişme düzeyinin çelişkilerinin koşullandırdığı, eşitsiz gelişme yasasının, üretici güçlerin gelişme diyalektiği üstünde, kendiliğinden belirleyici etkisi ile gelişen bir olgudur. Çünkü sınıflar, sınıflı toplumlar tarihinin yarattığı bir olgusallığın ürünüdür.
Mülkiyet kavramı içerisine yalnızca maddî varlıklarla birlikte bilgi birikimi de dâhil edilmelidir. Teknik-entelektüel bilgi de bir mülkiyettir. Teknik-entelektüel bilgi, tıpkı sermaye gibi, değer yaratmak için kol emeğine ihtiyaç duyar. Teknik-entelektüel bilgi, bir mülkiyet biçimi olarak kurumsallaştığında, kendi mülkiyetini özelleştirmek ve ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek için kol emeği ile arasındaki üretim ilişkisini bürokratikleştirme eğilimindedir. Çünkü, teknik-entelektüel bilginin ayrıcalık yaratan bir özel mülkiyet biçimi olarak kendisini yeniden üretebilmesi için, onun sıradan emek faaliyeti ile olan ilişkisini bürokratikleştirmekten başka bir seçeneği yoktur. Bu anlamda, teknik-entelektüel bilgiye ulaşmada bürokrasi engeli, doğrudan toplumsal işbölümü zorunluluğu tarafından yaratılmaktadır. İşbölümünün üretici güçlerin tarihsel gelişmişlik düzeyi tarafından belirlenen zorunluluğu bürokratizmin de koşullarını yaratmaktadır.
Küçük burjuva entelektülizmi, burjuva askerî-bürokratik aygıtın hem teorisyeni hem de pratisyenidir. Devrimci süreçlerde yaşanan büyük toplumsal yıkımlar küçük burjuvazinin bu tabakalarını da devrim saflarına savururken, entelektüelizm, devrimci saflarda kendi kültürel eğilimlerini ve bürokratik alışkanlıklarını kurumsallaştırmaya çalışır.
Entelektülizm, devrimci saflarda entelektüel-teknik bilgi birikimini bir ayrıcalığa dönüştürür ve bürokratlaşma eğilimini temsil eder. Küçük burjuva entelektüelizmi, bu niteliği ile tıpkı küçük mülkiyet gibi, proleter bir hukuk denetimine girmeden kolektivizme adapte olamayacak, kolektif ilişkilere bürokratik eğilimlerini taşıyarak, ayrıcalıklı bir tabaka olarak varlığını sürdürmek isteyecektir.
Küçük burjuva entelektüelizmi, devrimci saflarda ayrıcalıklarını bürokratik biçimler yaratarak kurumsallaştırmak için komplo-entrika dâhil her türlü burjuva siyasal politik yönteme eğilimli bir sınıf karakterini temsil eder.
Küçük burjuva entelektülizminin sınıflı toplumdan gelen bir tabaka olarak siyasal-politik eğilimleri, tek tek bireylerin öznel iradesinden bağımsız, eşitsiz gelişme yasasının ve toplumsal zorunlu işbölümünün toplumsal ilişkilere yansıma biçiminden başka bir şey olmayan nesnel bir olgudur.
Bireysel iradenin rolü, bu nesnel olguda kısmî ve görelidir. Esas olan, küçük burjuva entelektüelizmini yaratan nesnel toplumsal olgulardır. Burjuvazi, burjuva askerî-bürokratik aygıtı, kendisini küçük burjuva entelektüel-teknik birikim aracılığı ile inşa eder ve yönetir.
Küçük burjuva entelektüel-teknik birikim, sınıflı toplumdaki bu ayrıcalığını kolektif üretim ilişkilerinde de koruma ve bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimindedir.
Küçük burjuva entelektüelizminin teknik, entelektüel bilgiyi kendi mülkiyetinde bürokratik biçimlerde kurumsallaştırma eğilimine karşı, bürokratik eğilimlerle sıradan emek gücünün, emek faaliyetinin kolektif niteliklerini esas olan bir proleter hukuk yaratılmadan mücadele etmek, kolektivizmin geleceği bakımından zafiyet yaratacaktır.
Özgür Bahar