2015 Seçimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2015 Seçimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2015 Pazartesi

Oylar AKP'den mi CHP'den mi?

Türkiye’nin Sosyal Muhafazakârları HDP’ye Zaferi Nasıl Getirdi?
Türkiye’de dün yapılan çalkantılı seçimin ardından olan biteni eldeki verileri kullanarak göstermenin iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
Şu çok açık: AKP oylarının yüzde onunu kaybederken, Kürdlerin ve Kürd olmayanların desteklediği HDP yüzde 13 civarında oy aldı ve yüzde on barajını geçti, bu sayede, bilebildiğim kadarıyla Kürd yanlısı bir seçmen kitlesine sahip bir politik parti ilk kez meclise girdi. Bu da AKP’nin 2011’de kazandığı 327 koltuğun 258’e düşmesi anlamına geliyor.
Bu yazıda tartışma imkânı bulamayacağım başka meseleler de var ama ben burada özel olarak HDP’ye ve onun yüzde on barajını aşmasını ne tür bir seçmen kitlesinin sağladığına odaklanmak istiyorum.
Kimileri Demirtaş’ı öne çıkartıyor. HDP ve elde ettiği seçim başarısı, solun veya liberalizmin (burada ve burada) geri dönüşü olarak takdim ediliyor. Partinin ve Demirtaş’ın, başka konular yanında, LGBT toplumuna yönelik destekleyici duruşu ile bir insan hakları avukatı oluşu üzerinde duruluyor. Demirtaş’ın birçoklarınca “Kürd Obama” olarak anılması boşa değil.
Takip etmesi gereken soru şu: HDP’nin seçim başarısının, ilericilerin ve liberallerin Türkiye’deki oy gücünün bir ifadesi olduğunu söylemek ne ölçüde mümkün?
Emanet oylar”dan, yani ağırlıklı olarak geleneksel manada (benim varsayımıma göre) CHP destekçisi olanlardan gelen stratejik oylardan bahsedilse de, seçim sonuçlarına baktığımızda, HDP’yi meclise sokanın geleneksel sağ oylarda yaşanan kayma olduğu görülüyor. Bu kayma, Doğu’daki toplumsal açıdan muhafazakâr olan Kürd topluluklar ile AKP’yi terk edip HDP’ye geçen, büyük şehirlerde yaşamakta olan kesimler arasında yaşandı.
Bunu göstermek için aşağıda ben daha çok partinin oy yüzdelerine ve son 2011 seçimi ile 2015 seçimi arasında bu yüzdelerin nasıl değiştiğine odaklandım. 2011 seçimine katıldıkları için bu değişikliği AKP, CHP ve MHP üzerinden okumak çok kolay. HDP için bu değişim çok net değil, zira partinin birçok üyesi o seçimlere bağımsız adaylar olarak girmişti. Bu amaçla, HDP bağlamında ben HDP’nin ilgili şehirde 2015’te aldığı oy oranı ile tüm bağımsızların 2011’de aldıkları oyların toplamına baktım. Burada şehrin politik açıdan Kürd partilerin aktif olup olmadığını göz önünde bulundurdum. Eğer şehir bölgenin dışında ise bu noktada 2015 oy oranına baktım. Önce aşağıdaki grafikte oy oranlarını illere göre bir araya getirdim, buradaki sıralamada AKP’nin 2015 ile 2011 seçimlerinde aldığı oy oranları arasındaki fark göz önünde bulunduruldu.
Öncelikle bu grafik, AKP’nin oy oranının Kürd bölgesinde ciddi bir biçimde azaldığını gösteriyor. Bu bölgede AKP’den HDP’ye kayma yaşandığı görülüyor. Bu noktada en ilginç ve çarpıcı örnek Ağrı. Bu şehirde AKP’den HDP’ye yaşanan kaymanın yüzde 30’un üzerinde olduğu görülüyor. Diğer bir örnek ise Tunceli. Ağırlıklı olarak Alevî Kürd olan bu şehirde kayma CHP’den HDP’ye doğru yaşanmış. Mersin, Adıyaman, hatta Adana gibi yerlerde HDP’nin kazancı ile CHP’nin kayıpları orantılı. Grafik ayrıca MHP’nin de birçok ilde oldukça iyi sonuçlar aldığını gösteriyor.
İl düzeyindeki oy kaymalarını gösteren bu grafiğin büyük şehirlerdeki kaymaları az göstermesi muhtemel, aşağıdaki grafiklerse bu konuda daha fazla şey söylüyor. Bu grafikler, partilerin 2011 ve 2015’te aldıkları oy oranlarındaki değişikliklerle bağlantılı ve bu değişiklikleri çift yönlü olarak değerlendiriyor: HDP-AKP, HDP-CHP, HDP-MHP, AKP-CHP, AKP-MHP ve MHP-CHP arasındaki kıyaslamalar il düzeyinde yapılıyor, her bir çember o ildeki geçerli oy sayısının kareköküne denk düşüyor. Büyük çemberler daha kalabalık şehirleri ifade ediyor.
Sol üstteki grafik, AKP’nin Kürd illerindeki oy kayıpları ile HDP’nin oy artışları arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda ülkedeki en büyük şehir olan İstanbul’daki önemli oy kaymasını gösteriyor. Çizgi üzerindeki noktalar birebir ilişkiyi ifade ediyor: örneğin AKP’nin kaybettiği her bir oy HDP’nin kazandığı bir oy. Çapraz çizgi üzerindeki noktalar ise AKP’den HDP’ye yaşanan kaymayı anlatıyor. Örneğin bu kaymanın İstanbul, Adana ve Mersin’de yaşandığı görülüyor. Özellikle İstanbul’daki oy kayması bir milyon oya denk düştüğü için önemli ki bu da HDP’nin aldığı toplam oyların altıda birine denk düşüyor. Çizginin altındaki noktalarsa AKP’nin HDP dışındaki partilere de oy kaptırdığını anlatıyor.
Üst orta grafik, CHP’den HDP’ye giden oyları gösteriyor. Burada oy kaybının görece daha küçük bir oranda gerçekleştiği görülüyor. Birçok gözleme göre, HDP oy oranındaki artışı ifade eden çapraz çizgiye bakıldığında, kısmen CHP’den gelen oylar daha az. Üst sağdaki grafik ise HDP-MHP ilişkisini gösteriyor, neredeyse L şeklindeki bu ilişki iki partinin oy artışlarının birbirlerine görece dikey bir konumda karşılığını buluyor. Üst sağ grafikteki gözlemler, Gaziantep, Erzurum ve Elazığ gibi şehirlerle ilgili ve AKP’nin hem HDP’ye hem de MHP’ye oy kaybettiğini gösteriyor.
Alt sol ve orta grafikler AKP-CHP ve AKP-MHP arasındaki kıyaslamaya dair. Buna göre AKP ve CHP Bursa, İzmir gibi şehirlerde başka partilere oy kaybetmiş (alt sol grafik). Buralarda AKP’den CHP’ye önemli oy kaymaları yaşanmış. Ayrıca Rize ve Ordu’da da çarpıcı oranlarda oy kaymış.
Alt orta grafikte görebildiğimiz kadarıyla, AKP Kayseri, Kütahya ve Manisa’da MHP’ye önemli oranlarda oy kaybetmiş. Alt sağ grafikte ise Aksaray, Elazığ, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te MHP’nin CHP’den az da olsa belirli miktarda bir milliyetçi oyu aldığı görülüyor.
Toplamda iller bazında AKP’den HDP’ye ciddi oy kayması yaşanmış, CHP’den HDP’ye gelen oyların oranı ise diğerine kıyasla daha düşük. Bu da yaşanan bu seçimin solun yükselişini gösterdiğine dair tespitin yanlış olduğunu gösteriyor. Zira AKP’yi destekleyenler sağcı (ya da en azından solcu değil).
Bu da İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki oy kaymalarıyla ilgili soruyu cevapsız bırakıyor. İl bazında sol oylarda anlamlı herhangi bir artış gözlemleyemiyorsak, bu şehirlerde yaşanan nedir?
Zamandan kazanmak adına ben burada toplam oyların beşte birini ifade eden ve HDP’nin oyların altıda birini aldığı İstanbul’a odaklanacağım. Bu amaçla aşağıda İstanbul için oy oranlarındaki mahalle bazlı kaymaları verdim. Bildiğim kadarıyla, 2011’de bağımsız bir Kürd aday olmadığından, burada HDP’nin 2015’te aldığı oy oranına başvuruyorum.
HDP ile AKP’yi ayrıca HDP ile CHP’yi kıyasladığımızda HDP’nin her iki partiden oy aldığını görüyoruz. Ancak HDP-AKP saçılım grafiğinin merkezi solda iken HDP-CHP konusunda İstanbul’un birçok mahallesinde HDP’deki oy artışının CHP’den ziyade AKP ile ilişkili olduğu görülüyor. Aslında İstanbul’da bile sol oylarda HDP’ye ciddi bir kayma yaşandığına dair elde yeterli delil yok. Son olarak da sağdaki grafiğe bakalım. Bu da dikey eksen üzerinde bulunan CHP ile yatay eksen üzerinde bulunan AKP arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Genel manada CHP’nin oy oranı büyük ölçüde sabit kalmış (2011’de %31; 2015’te %29). Parti bu seçimde HDP’ye bir miktar oy kaybetmiş ama biraz da AKP’den almış.
Bu uygulamada mesele şu: dünkü seçimde HDP’nin elde ettiği seçim başarısının Türkiye solunun veya liberallerinin bir tür dirilişini ifade ediyor olduğunu söylemek mümkün değil. HDP’nin politik nüfuzunda gerçekleşen patlama, büyük ölçüde Doğu’daki ve İstanbul’daki AKP seçmenleriyle ilgili. Özellikle Kürd yanlısı partilerin bağımsız adaylarını desteklemiş olan doğuda AKP’nin eski başarısı, önemli oranda halkın dinî muhafazakâr değerlerine cevap vermiş olması ile bağlantılı. İstanbul’da bile HDP’nin AKP’den aldığı oyların önemli Kürd gruplarından geldiğini söylemek mümkün. Gene de bunun sınamadan geçmiş bir hipotez olmadığını söylemem lazım.
Kanaatimce, HDP’nin başarısı büyük ölçüde Kürdlerin başarısı. (Kürdler mecliste ilk kez doğru düzgün bir temsiliyet imkânına kavuşuyorlar.) Aslında HDP’nin vitrininde duran liberal ve solcuların yarattığı cazibeye rağmen, bu isimlerin altta dindar ve toplumsal açıdan muhafazakâr, üstte ise seküler ve ilerici olan bir partiyi yönetmelerinin güç bir iş olacağını da belirtmek gerek. Bu nedenle gözlemciler, Kürdlerin uzun süredir liberal alternatifi sunmayı başaramamış mevcut Türk partileri karşısında liberal bir alternatif sunacağını umuyorlar ama muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaklar.
Aklıma gelmişken şunu da belirteyim: Türkiye’de liberal demokratik bir parti var ve ismi de “Liberal Demokrat Parti” (LDP). Dünkü seçimde bu parti oyların yüzde 0,06’sını aldı. Liberal Türkiye arayışı hâlâ devam ediyor.
Erik Meyersson

7 Haziran 2015 Pazar

Fil Avı

Önce fili bir tuzağa düşürüyorlar. Siyah elbiseli adamlar sopalarla fili dövüyor. Ardından beyaz elbiseliler gelip onu kurtarıyor.
Fuat Avni’sinden Fethullah’ına belirli bir kesimin AKP ile bu türden bir ilişki içerisinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bir yanımız faşizmle korkutulup liberalizme kul ediliyor olabilir mi?
Milletin belini incitmeden sömürmenin, düzene bağlamanın yollarını hep birlikte arıyor olabilirler mi? Aktör olduğumuzu sanırken, yönetmenin son kurgusunda figüran olduğumuzu görürsek ne olacak?
Önce Mersin’de sesi duyurulan, iki gün önce Amed’de şiddeti yaşatılan bombalar, bir terbiye ve entegrasyon operasyonunun parçası olabilirler mi? Seçimlerin devlet nizamı açısından hiçbir hükmünün olmadığı bir düzende bizim hâlâ seçimler denilen şurupla uyutuluyor olduğumuz söylenebilir mi? Seçimlerin bir hükmünün olduğuna inanmak kime yarar sağlıyor?
96’da kurulan seçim bloğunun mitinginde, o zaman aday olan Haluk Gerger kürsüde, “biz seçimlerin en geri politik mücadele aracı olduğunun bilincindeyiz.” diyordu. Bugüne, seçimlerin tek kurtuluş yolu, her şeyin tılsımı, sihirli asası olduğuna inandığımız günlere ne ara geldik? Bunda, o gün genç veya orta yaşlı olan şeflerin bugün yaşlanmış olmasının rolü nedir? Tekil birey şeflere indirgenmiş bir kolektif mücadele nereye gidebilir?
Bu açıdan arkadaşlarımızın çeşitli yazılarına tepki geliştiren, hemen Kürd’ün arkasına saklanan, derhal en pespaye liberali bile sahiplenen, “hep birlikte, çoğul çoğul çağıldıyoruz, barajı yıkıyoruz” diyene o barajın önünü-arkasını göstermeye çalışana “dikkatimi dağıtma” diye tepki gösteren dostlarımızın belirli ayıraçlarla, ölçülerle, bağlam dâhilinde düşünüp hareket etmesi gerekiyor, gerekecek.
* * *
Seçimin hemen ardından hâkim olan öforiyi bozmaya, pişmiş aşa su katmaya, neşeli havayı dağıtmaya hakkımız var mı? Yani bu anlamda HDP şahsında yaşanan zafer bir tuzak olabilir mi? Tersi, kötüyü, olumsuzu öne almak, tam da bu momentte gerekli mi? İnsanın en zayıf olduğu an, kendisini en güçlü hissettiği an olabilir mi?
Gezi zamanı Ankara’da bir forum kuruldu. Doğal olarak Ethem’in ismi verildi. Forumun içeriğine ve biçimine yönelik itirazlarımız ve eleştirilerimiz, verdiğimiz hesap dâhilinde, açık. O gün parkta toplananlara “Parkın ismini değiştirdik. Belediyedeki dostlarımızdan gerekli izinleri aldık” diyenler, bu yalanı gizleme yoluna gittiler. Sonra dediler ki, “parkın ismi değişmedi ama belediyeden parkın restorasyonu sözünü aldık.” Bunun da yalan olduğu anlaşıldı. Park hâlâ aynı izbe park. Bu arkadaşlara zorla kabul ettirdiğimiz, parkın ismini izin-mizin almadan değiştirme önerimiz gerçekleşti. Bir tabela astık. O tabelayı astığımız binanın yerinde bugün yeller esiyor. Biz hesap sorduk, hesap verdik; bunları yapanlar, belediyedeki samimi dostlarıyla birlikte, zerre hesap vermediler. Demek ki burjuvaziyle aşık atmak, aynı düzlemde, eşit olunduğu yanılsamasına kapılmak çürümeyi dayatıyor. Demek ki bağımsızlık, proleterlik üç-beş cümleyi ezberlemiş olmakla, vehimlerle yaşamakla ilgili değil.
Mesele, parkın düzen kanalları içerisine alınması ve orada çözülmesi idi. Kafanın içerisinden bakıldığında görülmeyen buydu. Bu örnek, öznel bir gerekçe ile değil, genel bir bağlam dâhilinde veriliyor. Bugün o arkadaşlar, Soros vakfının “HDP barajı aşamazsa Türkiye için vahim sonuçlar doğar” sözünün altına imza atıyorlar, bu sözün “isabetli ve doğru” olduğunu söylüyorlar. “Sorosçu beklentinin sınıfsal anlam ve içeriğinin irdelenip tartışılması ayrı bir konu” diyorlar. Meselenin de ayrı olan o “konu” olduğunu görmüyorlar. Öte yandan Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [17 Mart] diyene kadar neden HDP’ye destek açıklaması yapmadıklarının, bu güvensizliğin bir izahı da yok. [18 Mart] Hele ki 2006’da yaptıkları Soros eleştirisinin bugün karşılıksız kalmasını görmek çok acı. [“Soros azılı bir komünizm düşmanı ve liberalizm savunucusudur. (…) “Liberal vahşet için sınırsız özgürlük operasyonları” (…) “Bugün en büyük tehlike açık toplumun kendisi!”]
O gün parkın iç çekişmeler yüzünden tıkandığı noktada bir yürütme kurulu oluşturuldu. Kendisini parkın sahibi görenler, günahlarını başkalarına yükleyip kaçmak için fırsat kolluyorlardı. Bizi de çağırdılar. Tartıştık. Parkın sahipleri bizi yürütme kuruluna çağırma gerekçesini şu cümleyle izah ediyorlardı: “Biz size yol açarak size mani oluyoruz.” Bu, mealen şu anlama geliyordu: “eleştirilerinizi içeriyoruz, mas ediyoruz, hükümsüz kılıyoruz.” Arkadaşlar siyaseti sadece kelle toplamak ve saymak olarak bildikleri için, asıl olarak, bizim eleştirilerimizin kendilerinden kopartacaklarını, uzaklaştıracaklarını düşündükleri insanların sayısı ile ilgileniyorlardı, eleştirilerin anlamının, içeriğinin bir önemi yoktu. Bu mikro örnekten makro ölçeğe geçmek gerek. Söz konusu cümle egemen ideolojinin de düşünce tarzı. “Bu ideoloji de toplamda biz’lere yol açarak onlara mani oluyor mudur?” diye sormak gerek.
* * *
Çok alametler belirmişti. AKP, aday tercihleri ile Kürdistan’ı boşalttığının sinyalini vermişti. Mehmet Metiner bile İstanbul’dan adaydı. Kraldan fazla kralcı Abdurrahman Kurt gerilere itilmişti. Sonraki süreçte Ağrı, Mersin, Adana, Erzurum ve en son Amed’deki saldırılar kalanların dışarı çıkartılması içindi. AKP, örgütlenmeden sorumlu adamını sadece Karadeniz’e kilitledi. Çeşitli aşiretlerle kurulan ilişkiler tek tek koptu. Sırrı Süreyya da son mülâkatlarından birinde AKP adaylarının boş olduğunu söylüyordu. Buna bir de AKP propagandasının önemli bir payandasının HDP olmasını da eklemek gerekti. 2002 seçimlerinde Cem Uzan’a aynı muamele yapılsa, mitinglerde sürekli dile dolansa, muhtemelen iktidar ortağıydı. Bugün Cem Uzan figür olarak içeriğini CHP’ye, biçimini HDP’ye bıraktı. Türkiye’nin önü açılmalıydı. Bu ülkeyi yıkıp yeni bir ülke kurmak isteyenleri, ülke ve iktidar ilişkilerine sızıp önemli yerleri ele geçirmeyi siyaset zanneden Fethullahçı akla örgütlediler. Yüksek siyasetin dehlizlerinde, pazarlık masalarında yitip gitmemizi istiyorlardı zira.
Bu noktada devreye Soros ve türevleri girip, “toplumun birliğe ihtiyacı var” emrini verdi. “İstikrar, demokrasi ve insan hakları” için HDP şarttı onlara göre. Medyasıyla, en son Mardin’de HDP’ye destek açıklayan Ahmet Özal’a kadar bir yığın kesimin partinin barajı aşmasını HDP’lilerden daha fazla istediği bir durum yaşandı. Erdoğan önce “ben başkanlığın tartışılmasını istiyorum sadece” dedi. En son konuşmasında da HDP’nin barajı geçtiği ön bilgisiyle, meclis içerisindeki aritmetiğin oluşumunu eleştirdi. Yani “%34 aldım, mecliste %60 küsura hâkim oldum. Ama sonra tam tersi oldu” diyor, iki gün sonra olacak seçimde benzer bir kaybın yaşanacağını ima ediyordu. Seçim hileleri, SEÇSİS üzerinden dönen tüm mavralar hükmünü yitirdi. Fuat Avniciler oradan akan ideolojik selde sürüklenip kıyıya vurdular. Bundan sonrasında atılacak adımlar tüm bu alametleri okumak suretiyle atılacak, bu kesin. Barajı geçmeye dair zafer sarhoşluğundan hemen çıkmak gerek, bu açık.
* * *
“Bizler, Erdoğan’a siyasal demokrasinin sınırlarını genişletmek, demokrasi mücadelesinin bir önemli aşaması tam da Erdoğan’ın nobranlığıyla hesaplaşmak olduğu için karşıyız. Erdoğan’a karşıyız, çünkü özgürlüklerin sınırsız ölçüde genişlemesinden yanayız.” diyor DSİP’liler seçimden önce. Üstelik çok değil, beş yıl önce miting kürsülerinden kendisine teşekkür eden adama… Burhan Kuzu’nun “Biz aslında 2010’da iktidar olduk” lafına binaen, o iktidar oluşa destek verenler bugün bu lafları ediyorlar. Bugün de tek dert “nobranlık”. Ya bu oyunun ötesi, berisi, gerisi?
TDK “nobran” sözcüğünün anlamını “davranışı kaba, sert ve gönül kırıcı olan” olarak veriyor. DSİP’lilere göre, 2010’da kabalaşan, sertleşen ve kırıcılaşan Erdoğan artık sınırsız özgürlüklerin önünde engel. Artık bugün itibarıyla, Yüksekdağ’ın vurgusunda olduğu üzere, “sınırsız özgürlükler” kimin, neyin gürleşmesiyle ilgili, süreçte görülecek. Burjuvazinin, sermayenin, tekellerin, ülke içi Kemalist müesses nizamın gürleşmesine bel bağlamanın beli kıracağı kesin. Tayyip’in burnunu sürtmek için ne kadar eğildiğimizi önümüzdeki mücadele süreci gösterecek. Zaferin salt bu işleme ne ölçüde indirgenip indirgenmediğini hayat söyleyecek bizlere. Kürd’ün mücadelesi bizde mi çözülecek, biz mi Kürd’ün gerçek hamlesinde dağılacağız, hep birlikte göreceğiz.
Ama bugün görülmesi gereken şu: zafer Kürdlerin, DSİP ve onun türevlerinin değil. Dünyayı kendi kafasının içerisinde yaşayan, hayal âlemini politik zanneden, burjuva özneliğini tanrı gören, özne hâline bakınca burjuvadan da tanrıdan da kurtulduğu vehmine kapılan bireyler hiç değil.
İçinde patlayan bombayı, anlık, yerinde örgütlenmeyle bertaraf etmeyi bilen, bir şehri ilmek ilmek örülen direnişle kurtuluşa taşıyan, derin imanı ve yüce kavgasıyla o milletindir zafer.
Zafer, Amed’in orta yerinde kopan bacaklarına rağmen zafer işareti yapmayı bilenindir. Onun dışında kimse kendisine pay biçmesin, övünmesin, böbürlenmesin. Öğrensin, “[…] ‘Öcalan geçmişte kaldı, artık kenara çekilmeli’ diyorlar. Evet, sık sık ben de böyle düşünüyorum.” diyen Hollandalı gazeteci gibi akıl oyunlarıyla hareket etmesin, örgütlensin.
Dolayısıyla; “bu ülkede zaten devrim oldu, mesele onu ilerletmektir.” diyen CHP’ci yaklaşıma benzer bir biçimde, “Kürdler devrim yaptı, mesele onu ilerletmektir” kolaycılığına eklemlenecek bir devrimcilik ve sosyalizm mücadelesinin tüm o cılız köklerini yitirmesi kaçınılmaz. Öğrenci olup mücadeleye girmekle, öğretmen olup öğretmenler odasında çekirdek çitlemek asla aynı şeyler değil. Bu durumda tüm mücadelenin ağaların-paşaların kurduğu bir binanın eşiğinde kurban edilmesi, oraya kapatılması tehlikeli. Yakın geleceğimizi tayin edecek soru ise şu: Kolektif mücadele mi yoksa o binanın koridorlarındaki muhabbetler mi öncümüz olacak?
Eren Balkır

6 Haziran 2015 Cumartesi

Saray Soytarıları, HDP, Seçimler ve İftiralar

Seçim sathı mailine girdiğimiz günden beri AKP cenahından HDP'ye çok çirkin, seviyesiz, adap dışı birçok suçlama yönetildi. Bunların çoğu mesnedsiz iftiralar olmakla birlikte, adeta münafıkça yapılan karalama kampanyalarıydı. Şimdi her birine teker teker açıklama getireceğim.
1. Selahaddin Demirtaş, “Taksim Kabemizdir!” dedi.
İktidar partisi en baştan beri bu yalanın arkasına saklanarak miting meydanlarında gerçekleri çarpıtmak suretiyle oy toplamaya çalışıyor. Demirtaş böyle bir şey söylemedi. Taksim'de ifade ettiği şey, ''Müslümanlar için Mekke'yi önemli kılan şey Kâbe'dir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayanlar için de Taksim de orada ölüleri olması bakımından kutsaldır, bunu böyle anlamak lazım!'' minvalinde şeyler söyledi. Sözgelimi, “Hindular için inek ne kadar kutsalsa, Müslümanlar için Kâbe de o kadar kutsaldır” denilse, bu ineğe tapma mı oluyor, yoksa vakıanın daha iyi anlaşılması için verilen somut bir örnek mi? İftiralarınızda boğulun.
2. HDP Zerdüşt'ür, Müslüman olan arkasında durmaz!
En baştan söylemem gerekir ki, bu nasıl bir cehalet, bu nasıl bir aptallık. İki sayfa dinler tarihi okuyan biri bile, Zerdüşt olmak için Zerdüşt bir anne-babanın evladı olmak gerektiğini bilir. Yani, sonradan Zerdüşt olmak gibi bir şey söz konusu değildir. O yüzden Zerdüştlerin nüfusu statiktir ve her geçen gün erir, hatta bu yüzden yok olmaya yüz tutmaya başlamışlardır. Bildiğiniz üzere HDP içerisinde, başta Selahaddin Demirtaş olmak üzere, hiç kimsenin anne-babası Zerdüşt değildir. Evet, Zerdüştlük Kürdlerin ilk inançlarındandır, fakat Türklerin de ilk inancı Şamanizm'dir. Kimse Türklere “Şamansınız” diyor mu? He diyelim ki, Türkler Şamanlar. Bu aşağılanmayı, seçim meydanlarında malzeme olmayı mı gerektirir? Bir insan farklı bir dinden ve mezhepten olabilir. Önemli olan onun neye inandığı değil, ne yaptığıdır. Ancak, günümüzde yalancı, hırsız, iftiracı, üçkâğıtçı ve katil olmak, başka bir dinden, mezhepten, siyasi fikirden olmaktan daha evla geliyor insanlara.
3. HDP LGBT'yi savunuyor, bunlar Lut kavmi.
Bu iddia da diğerleri gibi tamamen bir çarpıtmaya mündemiçtir. Şöyle ki, eşcinselliği meydan meydan dolaşıp gündemleştirenler, bunu ahlaklı olmak adına, dindar olmak adına yapmıyorlar. Her şeyi, politik bir araç haline getirmekten imtina etmeyen bu anlayış, kerhanelerin hepsinden vergi alıyor. Yine kumar bunların döneminde kurumsallaşarak, adı iddia olan bir boyuta evrildi. Faizle kazanç, zirvesini, ahlak adına başkalarına saldıran bu güruh zamanında yaşadı. Ayrıca, eşcinselliği böyle öcü gibi lanse eden bu rantçı anlayış, eşcinsellerin örgütlenmesinin önündeki bütün engelleri bizzat kendi eliyle kaldırdı. Peki, hâl böyleyken, neyin davası güdülüyor? Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek ve durmadan dayak yiyen bu bağcı, elbet zamanı gelince tepkisini ortaya koyacaktır.
4. Yasin Börü'yü Selahaddin Demirtaş öldürdü.
Hatırlarsanız, Kobani kuşatıldığında iktidar, adeta dalga geçiyor, “düşerse düşsün, bize ne Kobani'den” demek suretiyle de Rojava'da kimin tarafında olduğunu belli ediyordu. Çeteler sabah sınırlardan geçip gidip burada yaşayanların akrabalarına tecavüz ediyor, akşam ise hiçbir şey yokmuş gibi geliyorlardı. Hastanelerde tedavi oluyor, gerekli mühimmatı da sınırdaki müttefiklerinden alıyorlardı. Halkın 4 sene boyunca şahit olduğu bu tablo, bir de Kobani'deki kuşatmaya karşı lakayt ve umursamaz tavırla karşılaşınca, bir patlama noktasına geldi. O gün Selahaddin Demirtaş, “sokağa çıkmayın” dese bile insanlar sokağa çıkacaktı. Zira, psikolojik olarak çok yıpranmış, gerçekten gerginleşmiş olan Kürdler, sınırdaki kardeşleri için bir şey yapmak istiyorlardı. Netice de sokağa çıkıldı, o tepkiden sonra sınır kapıları sınırlı olarak YPG-YPJ'ye açıldı. Yani, söylendiği gibi 6-7 Ekim olayları, sonuçsuz eylemler dizisi değildir. Tam tersine işe yaramış, Türkiye'yi sıkıştırmıştır. Ancak istenmeyen olaylar da yaşanmıştır. Yasin Börü, bir evde sıkışmış, saatlerce polisi aramış, ancak kimsenin gelmemesi üzerine katledilmiştir. Bu katliamda bizzat derin bir anlayışın parmağının olduğu kanaatindeyim. Fakat, konumuz bu değil. Yasin'in ölümünü sabah akşam istismar edenler, kesinlikle bir çocuğun ölümünden duydukları üzüntüyü yansıtmıyorlar. Onların amacı Yasin üzerinden siyasi rant devşirmektir. Böyle olmasaydı, daha dün ölen Berkin'in annesini miting alanlarında yuhalatmaz; Roboski katliamında bedenleri ateşe verilerek yakılan çocukların aileleriyle ve Kürdlerle dalga geçilmez, bir roket atar mermisiyle paramparça olan Ceylan'ın katilleri bulunur, 12 yaşındaki Uğur'un bedenine 13 kurşun sıkan özel harekâtçılar aklanmazdı. Ancak ellerine yüzlerce çocuğun kanı bulaşanlar, çocuk edebiyatı yapınca iş açıkça riyâkârlığa kaçıyor. Çünkü, evleri camdan yapılmış olanlar başkalarının evlerini taşlıyorlar.
5. HDP'nin parti olarak seçime girmesi, üst akılın işi.
Geçen seçimi hatırlayanlar, bizzat Erdoğan'ın BDP'yi seçimlere bağımsız girmesinden dolayı korkaklıkla suçladığını bilir. Bugün ise tam tersine HDP parti olarak seçime girdiği için suçlanıyor. Sabah ayrı konuşup, akşam ayrı şeyler söyleyen insanlardan ne beklersiniz? Evet, bu noktada bir akıl devrede, ancak bu üst akıl değil, ortak bir akıl. Üst akıl arayanlar, AKP kurulmadan önce kurucularının Amerika'ya ve Süleyman Demirel'e gidişine baksınlar.
6. HDP silah zoruyla oy alıyor.
AKP için “kömürle oy alıyor” muhabbetinin daha farklı bir versiyonudur bu. Diyelim ki HDP silahla oy alıyor, devlet bunu bilmesine rağmen mahkemelere neden başvurmuyor? Böyle bir şey varsa, neden elindeki imkânlarla bunu engellemiyor? Seçmeninin yarısından fazlası Batı'da olan HDP bunu devletin tam hâkimiyet altına aldığı yerlerde nasıl yaptığını nasıl açıklayacaklar? Eğer böyle bir şey varsa, devlet acziyet içindedir, yoksa ise yalan söylüyorlar. Her iki durumda da suçlular.
7. HDP mağdur edebiyatı yapıyor, kendisini vurduruyor.
Bugüne kadar HDP'ye, özellikle batı illerinde, 120'nin üzerinde saldırı yapıldı. Bu saldırılarda birçok kişi yaralandı, HDP'nin binaları kundaklandı, bayrakları yakıldı. Ancak, bir kişi dâhil yargılanmadı. Olaylara geç müdahale edilmesine karşın, polisin önünde HDP'lilere saldırılanlar zevkle izlendi. Erzurum'da araç içerisinde HDP'li şoför cayır cayır yakılırken, yüzlerce polis bunu seyretmekle yetindi. Yaşlı, başlı kadınlara ellerinde satırlarla saldıran ırkçı çeteler hoşgörüyle karşılandı. Madem HDP bunu kendi kendine yaptırıyor, o halde devletin polisi ve askeri neden buna alet oluyor? Neden yüzlerce saldırı sonrasında kimse tutuklanıp yargılanmıyor? MİT ve emniyet istihbarat ne işe yarıyor? Bu saldırılar yapılmadan önce internetlerden örgütleniliyor. Koskoca devlet, bunu bilmiyor mu? Daha dün Amed'te bir patlama yaşandı. Orada yüzlerce insan da ölebilirdi. Zaten amaç da oydu, ancak her şeyden önce orada devlet ne iş yapıyor? Miting yapılacak yer haftalar öncesinden belli olmasına rağmen nasıl oluyor da devletin bütün birimlerinden habersiz bombalar oraya yerleştiriliyor? Demek istediğim, HDP'nin barajı geçmesi durumunda geleceği tehlikeye düşenler ülkeyi kana boğmak pahasına HDP'li tabanı sokağa çekmek istiyorlar. Ancak, planları ellerinde patlayacak.
8. Başörtülü bacılarımız...
Kendisine oy veren başörtülüler dışındaki bütün başörtülüleri sözde vatandaş olarak gören bu anlayış, Erzurum'da 70 yaşındaki başörtülü nenenin kafasının patlatılmasını görmez. Kendisini protesto eden başörtülü kadınlara ağzına gelen, söylenmeyecek şeyler söyleyenleri umursamaz. Defalarca polis tarafından yerlerde sürüklenen HDP'li başörtülü yöneticileri kabul etmez. Hayatını başörtüsü mücadelesine veren Hüda Kaya'ya “sözde” der ama daha dün kapanan yandaşlarını dört dörtlük başörtülü olarak görür. 
Anlayacağınız ikiyüzlü, ciddi anlamda seviyesi yerlerde, kaybetme korkusuyla din, mezhep, ideoloji, ahlakî değer kaygısı gütmeden her şeyi ayaklar altına alan, din-i İslam'i mübini siyasete alet eden bir anlayış ve algıyla karşı karşıyayız. Allah sonumuzu hayretsin. Daha fazla yazmak istemiyorum, zira sabah 5'te evimin polisler tarafından basılmasını arzu etmiyorum.
Behzat Fikrî Çözer

5 Haziran 2015 Cuma

Seçim Oyunları

Seçim artık tek hakikat. Toplumsal organizma kendini yeni seçim düzenine uygun olarak güncellemektedir. Artık neredeyse her altı ayda bir yapılır hale gelen seçimler, doğalında yeni bir siyaset ortaya çıkarmak zorundadır. Biten bir seçim hemen sonrasında yapılacak yeni seçimi gündeme almakta ve bütün çelişki çatışma ve gerilim hatları ve kaynakları bu gündeme endekslenmektedir. Kapitalist örgütlenme, politikanın boşluk tanımadığını iyi bilmektedir. Seçim vakası oluşabilecek yıkıcı bütün imkânları ihtimalleri kendisinde toplayan içine çeken bir kara delik niteliğine büründürülmüştür. Bu yolla düzene karşı ortaya çıkma ihtimali olan büyük enerjiler seçim mekanizması marifetiyle soğurulmaktadır.
Kuşkusuz bu durum son dönemde devlet tarafından bir yöntem olarak benimsenmektedir. Genel ve yerel seçimlerin her dört yılda bir yapılır hale gelmesi, bunların arasına cumhurbaşkanlığı seçiminin eklenmesi toplumsal pratikte  büyük bir meşguliyet alanı oluşturmaktadır. Bu durumun kısa vadeli sonuçları çok net izlenemese de orta ve uzun vadede ağır sonuçlarının olacağı görülmelidir. Zira artık gık diyenin karşısına gerek devlet ve burjuvazi gerekse bu alana oynayan politik unsurlar tarafından “seçim”  çıkarılmaktadır. Kitlelerin sömürü ve zulüm düzeniyle mücadele konusunda başka imkânlar aramaya, yollar açmaya dönük gayretleri tek hakikat haline gelen seçimler nedeniyle akamete uğramaktadır.
Seçim vakası belli şartlar dâhilinde bir mücadele alanı olarak görülebilir. Bu alana ilişkin taktik stratejik bir hamle yapılabilir. Devlet ve demokrasi güçleri arasında yaşanan çelişki/çatışma süreçleri çeşitli imkânlar barındıran bir tür arakesit olarak görülerek buraya yönelik devrimci bir siyaset örülebilir. Fakat bunun şartları ve çeşitli yükümlülükleri olmalıdır. Böyle bir politik yönelime girerken geride kalan yollar unutulmamalıdır. Burjuvazi kendi kurgusunu kabul eden unsurları düzen içine almadan önce sterilizasyon kabininde ilgili unsurun yüklerini bırakmasını, kirinden-pasından temizlenmesini beklemektedir. Hâlihazırda istikametini bu alana girmek yönünde belirlemiş  sol unsurlar bu sterilizasyon işlemini zımnen kabul etmiş sayılmalıdırlar. Ancak bilinmelidir ki sınıfsal devrimci sigortaları olmayan dinamikler için bu işlem geriye dönüşsüz bir nitelik değişimi demektir. Düzen içi dengeler değişip o sahneden atıldığında yapılan eski kirli-paslı işler artık kimseyi cezp etmeyecektir. Çünkü kolay yoldan kitleselleşmenin, etlenmenin-butlanmanın tadına varılmıştır artık.
HDP birliğinin ağırlıklı bölümünü oluşturan Kürt gövdesinin durumu bu noktada farklılık arz etmektedir. Çünkü Kürt Hareketi’nin, girdiği tehlikeli ilişkilerden, handikaplardan kurtarabilecek sigortaları mevcuttur. Dağ kadrosu, dağın kendisi olmuş bir partisi  ve silahı var. Oysa HDP’ye eklemlenen solun ne sahici kitle bağları, ne arkasına aldığı bir işçi sınıfı ne de silahı bulunmaktadır. Sahneyi kuran güçler sahnenin kurgusunu değiştirdiğinde yaşanacak olan koca bir boşluk olacaktır. HDP’nin niyeti ve muradı ne olursa olsun, somut gerçekte uluslararası sermaye ve yerli burjuvazinin bir kanadı ona Erdoğan'ı zayıflatmak için bir aparat olarak yaklaşmaktadır. Dolayısıyla HDP’nin barajı geçmesi veya baraj altında kalması çarpışan bu kliklerin hangisinin daha güçlü olduğuyla ilgilidir.[1]. Burada mevzubahis olan AKP değildir. Pratiği, yönelimleri öngörülemez, kontrol edilemez hale gelen Erdoğan’ın şahsıdır. Bu sürecin sonu er geç AKP'nin reorganizasyonu ile tamamlanacaktır. Bugün HDP’yi destekleyen bilcümle  liberal, orta sınıf, küçük burjuva aydın, gazeteci, yazar akademisyen,  Erdoğan’sız bir AKP kurgusunu hayal etmektedir, bunlar için HDP geçici bir uğraktan ibarettir.
 Lafın özü; parlamenter siyaset istikameti her dönem tehlikeli bir yoldur. Ancak bu dönem her zamankinden daha tehlikelidir. Uluslararası sermaye ve yerli burjuvazinin güçlü kanadı ilk kez kendilerinin uzun erimli hedefleri uyarınca HDP şahsında solu allayıp pullamakta ve ambalajlamaktadır.  Liberal/orta sınıf/küçük burjuva âlemin HDP sevdası bu bağlamdan okunmalıdır.[2] Şimdi bu isimler AKP’nin başında mutlak uyumlu, itidalli, ölçülü bir isim görmek istemektedirler. Bunlara göre piyasa düzenine çapak olan, suyu bulandıran Erdoğan’dır, oysa AKP’nin ideolojik politik yapısı, gerekli iktisadî dönüşüm süreçlerini ve uluslararası sermaye ile entegrasyonu sağlayabilecek yegâne güç durumundadır. Türkiye somutunda piyasanın selametini ancak AKP türü bir politik özne sağlayabilir. Bu  yanıyla Abdullah Gül[3] türü bir politikacı ideal bir şahsiyettir. Burjuva siyasetinin bütün unsurlarının kabul edebileceği bir profildir.
HDP ya da CHP’nin siyasetine bel bağlayan solculuk, başka boyutlarda gerçekleşen dönüşümleri görememektedir. Seçimlere ve yüksek siyasete dayalı bir ideolojik-politik yönelimin gerçekte çözücü bir yönünün olduğu görülmelidir. Ufuk Uras’lardan başlayan, Sırrı Süreyya ile devam eden ve bugün de HDP olarak ete kemiğe bürünen siyasetin kitlelere verdiği mesaj, “siz oy verin, gerisini biz hallederiz”dir. Hemen hemen aynı alt metin Yunanistan seçimlerinde Syriza tarafından dillendi: "hiçbir şey yapmanıza gerek yok, biz müzakere edeceğiz ve yaşam şartlarınızı geri alacağız". Kendisini “Türkiye’nin Syriza’sı” olarak takdim edenlerin de farklı düzlemde benzer bir siyaset dili tutturduğu görülmelidir. Oysa Syriza’nın şişirilmiş, popülize edilmiş vaatler siyasetinin altındaki uzlaşmacılık orta yerde durmaktadır.
Genç, kadın, çevreci, eşcinsel, emekçi, Kürt, Alevi kompartımanları arka arkaya dizildiğinde “biz’ler meclise”. Oysa bir seçim bittikten sonra hep yeni bir seçim sahnesi kurulmaktadır. Oy isteyenlerin ise efendilerin kurduğu o sahneyi parçalama iradesi maalesef hiç yoktur.
Serhat Nebi
Dipnotlar
[1] Seçime iki gün kala HDP’nin Diyarbakır mitinginde gerçekleşen patlamalara bu açıdan bakmakta yarar var. Tipik kolaycılığımız, sorumluluğu hemen AKP’ye yüklemeye meyilli. Ancak soğukkanlı bir değerlendirmede AKP dışı ihtimalleri görebiliriz. Diyarbakır saldırısına Adana ve Mersin’i de dâhil ederek en temel, en basit soruyu sormalıyız: saldırılar seçimin hemen öncesinde kime zarar verir? AKP’li Kürtlerin bir bölümünün savunma ve sahip çıkma güdüsüyle HDP’ye yönelmesi olasıdır. Dolayısıyla HDP’nin barajı aşmasını isteyen bir odağın yaptığı sonucuna ulaşmak mümkündür. Somut durumda HDP’nin barajı geçmesini HDP’lilerden daha fazla isteyen güçlerin olduğu aşikârdır. Katliam girişimlerinin faili de malum bu güçlerde aranmalıdır.
[2] Türkiye siyasetinde cereyan eden bütün meseleleri bu liberallerin salınımlarına bakarak açıklamak mümkündür. Gemiye ilk onlar biner, muhtemel bir sarsıntıda ilk onlar terk eder. AKP gemisinde dümenin uluslaraarası sermaye ve emperyalizm yönünde olduğunda o gemide mutlu, huzurlu olan liberal akıl, Erdoğan'ın dümende kontrolsüzleşmeye ve güvensizlik/tekinsizlik yaymaya başladığında önce dümeni daha ılımlı, itidalli birine verilmesi için çabaladılar, olmayınca gemiyi terk ettiler.
[3] Çehov’un sözüne atıf yapacak olursak: Eğer sahnenin başında, duvarda bir tüfek asılıysa, oyun içinde o tüfek  mutlaka kullanılmalı, yani patlamalıdır. Abdullah Gül tipi bir politik figür reorganize edilecek olan AKP'nin başına geçecektir. Bu, yalnızca bir süreç meselesidir.