24 Mayıs 2015 Pazar

7 Haziran Seçimleri ve Teyakkuz Sorumluluğu

Çoktandır pek bir şey yazmadım, niyetim de yoktu. Fakat etrafımızda dönüp duran tartışmalar, öyle görünüyor ki seçimlere kadar canımızı sıkacak. Memlekette teorik tartışma, siyasi analiz namına dönen makalelere, yazılara bakıyoruz, rezaletin bini bir para. Bir zamanlar adalet davası yolunda gördüğümüz insanlar aptalca bir güç kavgasında konum almış ve birçok kişinin emeğiyle, mücadelesiyle inşa edilen değerleri, kavramları bu kavgada sadece kendi ikballeri için kullanıyorlar. İktisattan, sosyolojiden azadeymiş gibi kurdukları bir çatışma içinde, fıkıhtan ve ahlaktan bigâne bir dil ile saflarında yer almamızı teklif ediyorlar. Tekliflerini kabul etmediğimizde ise tehdit ediyorlar, hatta bazen tekfir silahına sarılıyorlar. Bugünler geçecek, kirlettikleri bütün değer ve kavramların onların itibarını kurtaramayacağı bir güne hep beraber erişeceğiz. Akledebilene sünnetullah bunu açıkça işaret ediyor.
Fakat mesele şu, niçin insanlar bu kavgada bu kadar kirlendiklerini, basiretlerini yitirdiklerini, bir zamanlar savundukları değerlerin hilafına yol yürüdüklerini, kendilerini emin gören birçok insanın artık onlara güvenlerini tamamen yitirdiğini görmüyorlar? İnsan kendi hakikatini niçin görmez? Dillerine doladıkları ahlak ve iman kavramları, niçin onların nefsini birazcık olsun terbiyeye çağıran, komşusu ile sulha icbar eden, paylaşmaya ikna eden bir iş görmüyor. Mesele ciddi! Bir kavramın, aidiyetin kendi başına, sadece kendi içeriğiyle bizi adalete mecbur bırakan bir mahiyeti yokmuş, bunu anladık.
Müslüman olduğumuz için, mazlumlara-mağdurlara nefes aldıracak, bize düşmanlık edenlere ise sulh önerecek bir yol yürüyecektik. Elimize geçen nimeti bize benzeyen-benzemeyen herkes ile paylaşacak, çileli yolları yürürken içimizde nefret, hased, garez yeşermişse şayet, bizzat imanımızla onu budayacak, terbiye edecektik. Eğer olur da haddi aşan bir kardeşimiz olursa, onu da fıkhın sınırlayıcılığı ile hizada tutacaktık. Yola çıktığımızda ilk öğrendiklerimiz bu ve benzer şeylerdi. Türkiye’deki İslamcılık mirasından biraz pay alan selefisinden modernistine, nurcusundan mealcisine az buçuk herkesin paylaştığı ortak iddia buna benzer bir şeydi. Gelgelim değiştik, hem de feci şekilde. Akparti iktidarı ile o kadar kirlendik ki, artık her köşe bucakta dava arkadaşlığı yapmış insanların birbirine daldığına şahit oluyoruz. İhaleden alınacak pay, kapılacak müdürlük, herhangi bir şehirdeki yurt işletmeciliği, falan kurumun başkanlığı filan... Daire içinde yer alan herkesin yine daire içindeki diğer herkesle kendini rakip bellediği, kardeşlerin birbirinin kurdu olduğu bir nizam getirdi aramıza. Öyle görünüyor ki musluklar akmaya, herkese bir şeyler vermeye devam edildikçe bir iç kavga açığa çıkmayacak, ama sonrası…
Basit denklemler kurarak bunları anlamlandırabiliriz ve yolumuza çekidüzen verebiliriz. Devlet, rant dağıtıcı bir örgüttür. İktisadi, politik, simgesel rantlar dağıtır. Bu rantlardan bir kısmını hak ettiğini düşünen ya da yanıbaşındaki arkadaştan daha fazla hak ettiğini düşünen insanlar ya da cemaatler, hizipler bir yarışa girebilir. Bu yarış, iktisadi bir yarıştır, zenginleşme arzusudur, diğerinden daha muteber olma ihtirasıdır. Falan makama diğerinin değil kendisinin hak sahibi olduğunu düşünmek, daha yüksek bir maaş alabileceğine inanmak insanı götürür, sonuçta gücün kölesi kılar. İçine girilen bu hesaplar, kendi rasyonelliğini oluşturur, kendi ağlarını kurar, kendi kurallarını dayatır ve bir süre sonra kişinin istese bile içinden çıkamayacağı bir cellâtlaşma döngüsüne mecbur bırakır. Kimse kendi başına bu döngüden çıkamaz, çünkü bir kere nefsine yenildiği ve tamah ettiği için dışarıya çekildiğinde üstüne giyeceği bir itibarı kalmamıştır, bunu bilir. İçeride kalmanın tek yolu ise yarışa devam etmek ve başkalarını çiğneyerek yükselmektir. Karşımızda örgütlü bir kötülük var, bu noktaya varacağını hiçbirimiz bilemezdik. Ama kötülük büyüdükçe susanlar; bir noktada daha fazla günah işlemekten utanılacağını, halkına daha fazla düşman olmaktan vazgeçecek bir iktidar aklının işleyeceğini, rant paylaşımının cezbedici karakterinden kopulabileceğini zannedenler yanıldı, hepimiz yanıldık. Şunu da unutmayalım, bu kötülüğü tam anlamlandıramazsa da kabullenemeyen insanlar hep oldu ve onların refleksleri umudun tükendiğini bize gösterdi. Devlet eliyle paylaştırılan rant dağıtımından nasiplenmeyi reddedip kendi becerileriyle geçinmeyi, kişisel mücadeleleriyle kazandıkları itibarlarına dayanarak konuşmayı seçen bu insanlar; başından beri İslamcılık mirasının siyaseti hizaya çekebileceğini düşündükleri için içeride durdular ve uyardılar. Fakat artık kimsenin uyarmaya mecali kalmış değil, çünkü uyarının karşılık bulacağı bir kulak yok. “Kazanımlar” gibi rezil bir kavram etrafında oluşturulan söylem, o kadar hegemonik işliyor ki, ya rezilliğe ortak olacaksınız ya da düşman ilan edileceksiniz. Müslüman’ın Müslüman’a nasihat etme sorumluluğu, kazanımları tehlikeye sokuyor, düşmanların eline koz veriyor, kemalizmin elitist kibrine malzeme sağlıyor, dünya sistemine kafa tutan Türkiye’nin düşmanlarına dıdı dıdı dıdı…
Nereye kadar gidecek bu argümantasyon, kazanımlar kimin kazanımı, paylaşım adaletli mi, zenginlik ahlakımızı iyileştirmiyorsa tercih edilebilir mi, güç adaletsizlik üretirse mubah mı, evimizin içindeki hiyerarşi insani mi, gibi sorular yasaklanmış durumda. Galiba önce bütün dünyevi güçlerin Akparti veya Erdoğan elinde merkezileşeceği bir büyüme, sonrasında ise biraz önceki sorulara cevap aranması gibi bir fantastik strateji var kafalarında.
Tabii ki mesele böyle değil, bir strateji falan yok kafalarında. İktisatla, sosyolojiyle anlaşılacak bir mesele var önümüzde: paylaşım kavgası. Devletin dağıttığı rantlar üzerinden zenginleşen, büyüyen, başka bir itibara kavuşan insanlar ve daha küçük rantları dağıtıcı pozisyona kavuşan cemaatler, kurulan yeni dengenin aleyhlerine dönmesi riski nedeniyle tedirginler. Devlet bir süre daha rantı yoğun olarak onların olduğu tarafa aktarmalı. Fakat bu “bir süre”nin sonu maalesef yok, istedikçe istiyoruz çünkü, aldığımız hiçbir şeyle tatmin olamıyoruz, nefsimiz kışkırtıldıktan sonra asla yetinmiyoruz. Ama bunun sonucunda başka birileri de, rant dağılımında uğradıkları her haksızlığı, hissettikleri her mahrumiyeti iktidar partisinin kimliğine karşıtlıkları üzerinden anlamlandıracak bir resme şahit oluyor. Sonuçta geliyoruz denklemin başımıza bela açtığı noktaya; A kişisi veya cemiyeti, İslamcı ya da benzer bir kimliğin sahibi değil ama haksızlığa maruz kaldı, bu durumda nasıl konumlanacağız? Soru burada dursun.
Takip edenler bilir, burada daha çok İslamcılık ve Kürt meselesi hakkında yazılar yazdım, aslında çoğusu beraber düşünmeye yönelik davetlerdi, çünkü tek başına bu karmaşıklığı anlamaya gücümün yetmediğini hissediyordum. Fakat mesele artık gitgide netleşiyor, buna vesile olan bir seçim var önümüzde. Akparti’nin 13 yıllık tarihi boyunca ilk kez düşüşe geçme ihtimali belirdi. Aslında gayet normal bir siyaset gerçekliği olan, bir gün mutlaka karşımıza geleceğini hepimizin bildiği bu durum, henüz bir ihtimalken, Akparti’yle iş tutan bütün kişilerin ve takımların paniklemesine neden oldu. Gerçekliğimiz, krizle yüzyüze geldi ve açığa çıktı. Aydınların, cemaatlerin ürettiği bütün hakikat söylevleri, içine gömülü oldukları rantlar, ağlar, güçler, hesaplarla ilişkiliymiş. Mesela, devletin dağıttığı rant karşılığı bütün birikimini rehnetmiş aydınlar, aydınlarımız, o pek objektif analizleri ile topluma rehberlik eden yeni seçkinlerimiz, Gezi eylemleri ile başlayan soğukkanlılığını yitirme eğiliminin sonuna geldiler. Aptalca komplotik analizlerle, içinde yaşadıkları toplumsallıkla zerrece hasbıhal etmeden, bu toplumsallığın aynı anda birbirinden farklı yönlere yönelen sürüyle değişiminden bihaber bir kıt zekâlılık haliyle sağa sola saldırıyorlar. Durum o kadar vahim ki, eskiden adalet için konuşmanın verdiği özgüven ve soğukkanlılıkla konuşan İslamcılar, artık Kemalistler karşısında bile mahcup düşebiliyorlar ama çoğunlukla da Kemalistlerden öğrendikleri salak bir ezber dayatma moduyla üste çıkmaya çalışıyorlar.
Kritik bir eşikteyiz, Kürt siyasetinin önceki seçimde arkasına aldığı dalga bir süredir toplumdan farklılaşarak yeni bir üst-sınıfçık oluşturma arzusunda olan bu arkadaşları tedirgin ediyor. Barajın Akparti tarafından bir tehdit ve sınırlama aracı olarak orta yerde bırakılması, bu aydınların kapısına büyük bir itibarsızlaşma riskini getirdi. Aslında bu risk karşısında akıllıca davranmak üzere uyarılacaklarını, 7 Nisan’dan sonra durumun biraz değişeceğini düşünüyordum. Fakat Akparti merkezinin basireti bağlandığı için, bu merkez aracılığıyla statü edinen gazeteci ve yazarlar takımı da aynı körlüğü tekrar etti. Şunu zaten biliyorduk, 7 Nisan’a kadar Akparti, Öcalan’ı ikna etmeye çalışarak HDP’nin bağımsız adaylarla seçime girmesini talep edecekti. Fakat Öcalan ikna edilemediği ya da muhtemelen HDP’nin arkasına yığılan toplumsal baskı Öcalan ve HDP’yi mecbur bıraktığı için, risk alarak seçime parti ismiyle girme kararı geri çektirilmedi. 7 Nisan öncesi şunu düşünüyordum; eğer bağımsız adaylarla seçime girmeye ikna edilemezse, bu gazeteci ve yazarlar takımı, HDP’nin barajı geçmesinin Türkiye için ne kadar iyi ve gerekli olduğu, Türkiyelileşmenin ne kadar doğru olduğu, bu yolun Akparti eliyle açıldığı falan gibi bir söylem kuracaklar. Fakat öyle olmadı. HDP’nin baraj altında bırakılmasına yönelen bir teorik gayret öne çıktı, muhtemelen devletin istihbari oyunlarının da dâhil edildiği, ara sıra gerilimlerin arttırılmasının rasyonel görüldüğü bir iklim karşımıza geldi. Bütün gayret ve çabaları, “HDP’nin barajı geçemeyeceği, ama baraj riskini üstlenerek toplumsal gerilimi arttırdığı” tekerlemesini sayıklayan yazılar kurmaya yönlendirildi.
Galiba mesele şu, merkezden birileri “HDP’nin itibarını yıkın” diye bir emir vermiş, olmadı “Kürtlerin iç çatışmalarını tetikleyecek ve onları birbirine kırdıracak yollar bulun”. Ama nihayetinde bu toplumsallığa söz geçiremezler ve HDP barajı geçerse ne olacak, o zaman ne söyleyeceklerini hiç bilemiyorlar ve muhtemelen merkezden komut gelene kadar da bilemeyecekler. Fakat daha kötüsü şu, HDP barajı geçemezse mesela % 9 civarında kalırsa ne olacak? İşte buna dair de hiçbirinin bir stratejisi, vizyonu yok. Toplumsal gerilimin nasıl yönetilebileceğine dair, belirecek meşruiyet sorununun üstesinden nasıl gelinebileceğine dair hiçbir şey düşünmüş değiller. Şunu söyleyebilirsiniz, zaten barış istemiyorlar ki, kaos ve çatışma aracılığıyla HDP’nin ne kadar kötü olduğuna toplumu ikna edip otoriterleşmenin meşruiyetini üretecekler. Tamam, diyelim ki bu arzulanıyor ama bunun sonu yok. Ve güneyindeki gelişmelerden daralmış, Sünni Müslüman dünyadan kovulmuş bir Türkiye var elimizde, bölgesel düzeyde elindeki tek müttefiki Kürtler ve kendi sınırları içindeki Kürtlerin meclis dışında kalması ise bu ittifakı çözer, çöküş hızlanır.
İyi de bunu niye öngöremiyorlar, mesela barajın meşruiyetine yönelik bir sorgu niçin yükselemiyor, toplumun bir kısmının temsiliyetini meclis içerisinde sınırlamak üzere meşru olmayan bir yola sapmak niçin yadırganmaz?
Çünkü merkezin eylemini sorgulayacak hiçbir söz artık o medyada kendine yer bulamaz. Bunu herkes biliyor ve bundan dolayı kendisine akan rant kesilmesin diye yalan kelam üretiyor. Akan rantın haram olduğunu unutuyorlar ve sonra kalkıp din, iman üzerinden cephe savaşı veriyormuş gibi rol takınıyorlar. Bu operasyonda yer alan hiç kimsenin zerre miktarınca saygıyı hak etmediği açığa çıkmıştır. Bir tarafta usta sahtekârlar diğer tarafta yeniyetme gençler, bürokraside-partide bir makam kapmak, daha iyi bir maaş almak, haftada bir televizyona çıkmak için olmadık dalavere çeviriyorlar. Yapacağımız şey çok basit; uyanık olup, nefsimizin arzularına mahkûm olmayacağız ve onların teorik aldatmacalarına karşı teorik zanaatı mazlumların hizmetine vereceğiz.
*
Bu işler nereye giderse gitsin, her halükarda, resimdeki teyze gibi nereye koşacağımızı bilmek istiyorsak, nefsimize değil, devlete karşı toplumu savunmaya ve dayanışmaya itibar etmeliyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder