marksizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
marksizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2016 Cumartesi

Marx Neden Ateist Değildi?

Bilgi ile kanaat arasında neredeyse hiçbir sınır kalmadığı, kanaat teknisyenlerinin cafcaflı retoriği ile dört bir yandan çevrelendiğimiz şu zamanlarda, Karl Marx, başlıktaki soruyu bugün cevaplamak zorunda kalsa, homurdanarak herhalde şöyle derdi: “Gazete yorum sayfalarından uzak durmak için!”
Lakin ben iyi bir Marx öğrencisi değilim. 20 Mayıs tarihli Radikal’deki “Marx Neden Ateist Değildi?” başlıklı yorumu okuduktan sonra, bazı hususlarda bildirilmiş kanaatlerin izahatla düzeltilmesi gerektiğini düşündüm.
Önce şunu söyleyeyim: fikirlerle yaşamayı seçmiş insanların, uğraştıkları zanaata dair bir takım sorumlulukları olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu sorumluluklardan biri de, mesela gazete gibi bir ortamı kullanarak, ahaliye fikir arz etmeden önce, bu fikirler hakkında doğruluk, sarihlik, gerekçelendirilebilirlik gibi kıstaslarla kontroller yapmak olmalı. Atalay Girgin’in “Marx’ın ateist olmaması” ile ilgili aktardığı fikirlerin bu kıstasları sağlayamadığını, iyi temellendirilmemiş kanaatler olarak ahalide Marx’ın pozisyonu hakkında ciddi bir yanlış-tanıma etkisi yarattığını düşünüyorum.
Hedef Merak Uyandırmak
Fikirlerle yaşayan birinin kanaat tüketicileri piyasasına arz ettiği fikirlerle sansasyon ve heyecan hedeflemesi, kabul edilebilir gözükmüyor bana. Sol entelektüel üretim içinde modalaşan tabirle, “ezber bozmak” adına bir flaş haber veriliyor: Marx ateist değildi, yanlış biliyorsunuz! Bütün yorum, bu önermeyi gerekçelendirmeyi değil, manşetin merak uyandırıcı, şaşırtıcı biçimini güçlendirmeyi amaçlamış.
Girgin’in yazısında Andy Blunden’in aynı başlığı taşıyan makalesindeki argümanları arayıp durdum. Niye ateist değil? Makalenin reklâmı ve ezber bozmanın önemi dışında, bu argümanları bulamadım. Diğer yazıları ışığında da kendini sosyalist gören biri olduğunu düşündüğüm Blunden’in makalesini yine de sürprizler bekleyerek okudum.
Neyse ki karşıma, Marx’ın Yahudiliği ve masonik bağlantıları ile ilgili pespaye bir komplo analizi değil, benim bildiğim, kendine Marksist diyen hemen herkesin ayırdında olduğu bir temel argüman çıktı: Marx’ın, en açık hâliyle Alman İdeolojisi’nin iki cildinden takip edilebilecek “felsefe” eleştirisi, teolojik spekülasyonu ve çağdaşı olan Fransız ve Alman materyalizmini (ki Marx, ateist düşünceden, Hegel ilhamlı bu Hıristiyanlık eleştirisini anlıyordu) aynı düzlemde karşısına alır, daha devrimci, daha tarihsel, daha “bize dair” bir maddecilik adına... Kafayı Tanrı’nın varlığı ispatlarını yanlışlamakla bozmuş bir idealist maddecilik de, Marx’ın 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nın girişinde açıkça ifade ettiği gibi, teoloji gibi “bir başka soyutlama” biçimidir.
Ateizm Düşman Kardeşinin İdeolojik İkizidir
Tanrı’dan boşalan kutsallık tahtına "insan"ı oturtan, spekülatif bir uğraş olarak ateizm, düşman kardeşinin ideolojik bir ikizidir. Ateizmin felsefî pozisyonundan kutsadığı İnsan, somut insan yaşamlarını olumlayıcı, pratik bir insan felsefesinde yaşamaz, bir tür “negatif teoloji” ikonası hâline gelir.
Yani, Blunden’in Marx’tan sarih biçimde aktardığına göre, sosyalistlerin meselesi, örgütlü dinlerin sabit fikirleri ile felsefî düzlemde uğraşmak, dindarlığın her biçiminin uzlaşmaz düşmanlığını yapmak olamaz. Sosyalistler, insanı kucaklarken, teolojiden olduğu kadar idealist maddecilerin koltuk felsefesinden de kopar, fikirlerinin insana dairliğini dünya içindeki gerçek mücadeleler içinden çıkarırlar. Örgütlü din, muktedirlerin çıkarlarını kollamalarına, halkın da çıkarlarını yanlış tanımasına hizmet ettiği zaman devrimci eleştiri ve müdahalenin konusu olur.
Bu menzilde Marx ve Engels’te ziyadesiyle sert (özellikle “Hıristiyan Sosyalizmi” ucubesine karşı) ama somut bir ecclesia (kilise) eleştirisi vardır zaten, ki günümüzde AKP’nin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yahut Harun Yahyacılık gibi örgütlü dezenformasyon akımlarının, dini nasıl bir iktidar teknolojisi olarak kullandıklarının ifşaatı için ilham verici bir eleştiridir.
Sosyalistlerin Meselesi Din Düşmanlığı Değil
Marx’ın yine pek yanlış anlaşılmış meşhur “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesini hatırlarsak, sosyalistlerin meselesi, din düşmanlığı, toplumu dindarlıktan temizlemek değildir. Mücadele, bu dünyada ızdıraptan ızdıraba savrulanların kurtuluşu ölümden sonra arama ihtiyacını anlamsız kılacak, ızdırapsız bir dünya yaratmak için olmalıdır. Marx’ın makalesinden yapılan şu alıntıda “Yahudi” yerine “Hanefî”, “Şafî” vs. de koyabilirsiniz:
“Toplum Yahudiliğin ampirik varlığını, pazarlıkçı ticareti ve bunun ön koşullarını aşarak dönüştürmeyi başarır başarmaz, Yahudi imkânsız hâle gelir, çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur. Çünkü o vakit, Yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanîleştirilmiştir ve çünkü insanın bireysel-duyusal varoluşu ile türsel-varoluşu [gattungsexistenz] arasındaki çelişki aşılmıştır.”
Marx ateist değildi, biliyorduk. Reel sosyalist rejimlerde tektanrılı din kurumlarına karşı o ülkelerdeki “resmî Marksizm-Leninizm görüşü” ne olursa olsun. Ama teolojiye ihtiyacı olmayan bir devrimci olarak, onun Tanrı hipotezleri ile de işi olmazdı. Zira Marx filozof da değildi. Biliyor muyduk?

28 Mayıs 2015 Perşembe

Tutarlı Tutarsızlık: Sınıf ve Kimlik Meselesinde Marksist Felsefeye Dair Değiniler

Birçok Marksist'e göre Marksizm bir tutarlılık, saf bir bütünlük teorisidir. O nedenle günümüzdeki bir kısım Marksist yorum, birçok Marksist'in günlük siyasetini tutarsız olmakla, Marksizm'in ilkelerine ihanet etmekle suçlar (Bunun en büyük söylemi sınıf siyaseti yapmama suçlaması bilindiği üzere). Oysa bu, çoğunlukla hatalı bir yaklaşım. Marksizm'in kendisi söylenilenin aksine bir tutarsızlıklar teorisidir. Bu, Marksizm'in kendisini tutarsız yapmaz, dikkat. Marksizm, tutarsızlıklar üzerine konuşan tutarsızlıklar içinde eyleyen bir tutarlılık teorisidir. Hatta daha felsefi bir boyut ekleyecek olursam, Marksizm'i kendi içinde tutarlı bir teori yapan, onun zaten tutarsızlıklar içinde eyleyen bir teori olmasıdır.[1] Çünkü tutarlılık ancak tutarsızlıklar içinde kendini kurabilir (Basit diyalektik ilke). O nedenle bir Marksist’in yaptığı siyasetin alanının, altını çiziyorum, siyasetin kendisinin değil, siyaset yapılan alanın kendisinin Marksizm'in temel ilkesi olan sınıf tutarlılığını yansıtmıyor oluşu Marksist'in değil, siyaset yaptığı alanın tutarsızlığıdır (Yani en genel tanım itibariyle sınıf çelişkisi barındırıyor olmasına rağmen bunun dışında ifadeler kullanıyor olmasıdır). Bu farkı anlamak çok mühim.
Doğrusu, Marksizm’in kendisi Marksizm’in, “tutarlı” bir teorik bütünlük dışında eylemeyen, toplumsal ilişkilerde “tutarlılık”, “net kabuller ve net reddedişler” üzerinden işleyen bir teori olarak algılanmasının kaynaklarını sunar. Ama bu, Marksizm’in metodolojisini hatalı olarak kavramış bir bakış açısının o metodolojiyle Marksizm’i yorumlamasından kaynaklanır. Özellikle Marx’ın ilk “anti-Hegelci” yapıtları, Marx’ın Hegel’e getirdiği eleştiriyi şu şekilde anlamaya müsaittir. Hegel’in “tutarsızlıklarla” dolu bir dünya içinde “çatışan” insanlar arasındaki ilişkiyi “maddi bir tutarlılığa” değil, “manevi bir tutarlılığa” yöneltmiş olması, tutarlılık derken “tin”i kastetmiş olması Marx tarafından eleştirilmiştir. Gerçek hayattaki çoklu çelişkiler “tinsel bir varoluş” sürecinin uzantısı olarak ifade bulur Hegel’de. Oysa Marx bunu reddetmiştir ve yerine tutarsızlıkları “maddi bir varoluş” sürecinin uzantısı olarak açıkladığı “materyalizm” teorisini koymuştur. Bu, Hegel’in ayakları üzerine bastırılması olarak bilinen, bilindik ifadedir. Fakat “ontolojik” bu ters çevirme, bilindiği üzere “epistemolojik” bir ters çevirme olarak da okunur. Fakat özellikle Gramsci’nin Croce üzerine yazdıklarından da yola çıkarak söylenebilir, Marksizm’in kendini bir “diyalektik” teori olarak ifade etmesinden de yola çıkarak söylenebilir ki bu “ontolojik” ters çevirme, “epistemolojik” bir ters çevirme değildir. Yukarıdaki paragrafta anlatılan da aslında budur. Hegel “tinsel bir tutarlılığa” işaret ederken, gerçek hayattaki “tutarsız”, özlerindeki gerçek tutarlılığı görmeyen (“hepimiz tinin uzantısıyız” şeklinde işleyen tutarlılık) “çelişkili” ilişkiler üzerine “konuşmayı” ve onun üzerinden “eylemeyi” reddetmemiştir. Marx’ın Hegel’i ters çevirmesi “bunu da ters çevirdiği” anlamına gelmez. Hegel’deki diyalektik idealizm diyalektik materyalizm olmuştur, ama diyalektik hâlâ sabittir. Dolayısıyla Marksizm, şeyler arasındaki tutarsız, çelişkili ilişkilerin kendisi üzerine eylemeye, karşı çıkan bir “bilgi felsefesi” kurmaz, bunların özünde “maddi süreçler üzerindeki bir tutarlılığa işaret ettiğini” söyleyen bir “varlık felsefesi” kurar. Hegel’in ters çevrilmesinin esas anlamı budur. Dolayısıyla ilk paragrafa geri dönersek, tutarlılık dediğimiz şeyin özünü en basit anlamıyla “şeylerin hepsinin arkasında yatan sınıf çelişkisinin” tutarlılığı olarak yorumlarsak, “sınıf çelişkisinin olmadığı” “esas tutarlılığı görmeyip” “öznel tutarsızlıklar üzerinde” eyleyen-konuşan bir Marksist, esas tutarlılığı, “sınıf çelişkisini” görmüyor değil, aksine “tutarlılığı” olduğu gerçek konuma “varlık” konumuna koyuyordur. Ve aslında yukarıda da söylediğim üzere, tutarlılığın kendisine ancak “tutarsızlığın” içinden ulaşabileceğini biliyordur. Kimlik tutarsızlığı-çelişkisi olarak ifade edilen alanda eyleyen Marksistler esasında “sınıf” tutarlılığın ancak bu alan içinden kurulabileceğinin farkındadır. Nasıl ki Hegel’in Tanrısı kendini “tutarsızlık”, bir “çelişki” olarak parçalamış bir tutarlılık ise, aynısı Marksizm için de geçerlidir.
Fakat bunu haklı bir eleştiri takip edebilir. Söylediğim anlamda “tutarsızlık” alanında eyleyen Marksist “tutarlılık” düşüncesi, bir kere “tutarsızlıklar” alanında eylediğinde “ontolojik” olarak herhangi bir “tutarlılığın” olmadığı yönünde felsefi bir eleştiri getiren post-modern teoriler ile aynı siyaset alanını paylaşmak zorunda kalabilir. Bu paylaşım genelde yapıldığı üzere, Marksistlerin kendi “ontolojik” varlıklarına ihanet etmiş oldukları suçlamasıyla karşılaşabilir. Fakat bir Marksist teorik pozisyon, eğer ki “tutarlılığın” alanının “tutarsızlıkların” alanının dışında olduğunu “biliyor”, tutarlılığın yalnız tutarsızlıklar alanındaki mücadele üzerinde yaratılacağını biliyorsa, bunda bir sakınca yoktur, hatta bunun alternatif bir yolu da yoktur. Burada tasavvufî bir yaklaşım üzerinden örnek verilebilir. Heteredoks Sufi, “tanrının varlığını bilir, onun varlığını kanıtlamak için özel bir çaba sarfetmez.” Tanrıya inanmayanın neden tanrıya inanmadığını sorgulamaz. Çünkü bilir ki tanrıya inanmama hali de tanrısal bütünlüğün bir yansımasıdır. Burada sufinin eylemi inanmayanın inancını değil, sürecin kendisini sorgular. Aynı şeyi Marksist “ontolojik ters çevirme” ile de okuyabiliriz. Ortodoks olmamakla, Marksizm’e ihanet etmiş olmakla suçlanan “kimlikler alanında eyleyen” ama ontolojik düzlemde Marksist olan kitle, tarihsel olarak “Ortodoks” olmasa da felsefi düzlemde esas Ortodokslardır bile denilebilir. Çünkü sınıfın bir “varlık” meselesi olduğunu, tarihin yürütücüsü olduğunu ve bunun tutarsızlıklar alanındaki “inanç” ve “bilinç”lerden bağımsız olarak böyle olduğunu bilirler. Tıpkı sufi gibidirler, “tutarsızlıklar” alanındaki inançta “sınıf” olup olmadığı sorusunu geçerli bir soru olarak dahi kabul etmezler. Şeylerin kendi hakkında ne düşündükleri ile aslında nasıl oldukları arasındaki o “varlık” sorununu aşmışlardır. Bu nedenle sürekli tanrıya inandığını ispat etmek zorunda hisseden “yalancı” dindarlar gibi her yerde tanrıyı zikretmek ihtiyacını hissetmezler, tanrının esasında kanıta ihtiyaç duyarsa tanrı olmayacağını bilen sufi gibi tanrının her çelişkinin içinde olduğunu bilirler ve o nedenle her türlü çelişkinin içinde olarak “süreci” bilmeye çabalarlar.
Fırat Konuşlu
[1] Bu yazı içerisindeki iddiaların detaylı olarak çıkarsanabileceği eserlerin listesi aşağıdadır. Kısa, çerçeve belirten bir yazı olduğunda, detaylı bir referans verme çabasına girişilmemiştir:
Bhaskar, R. (2005). Possibility of naturalism. Psychology Press.
Bhaskar, R. (2008a). A realist theory of science. Taylor & Francis US.
Brown, A., Fleetwood, S., & Roberts, M. (Eds.). (2002). Critical realism and Marxism. Psychology Press.
Spinoza, B. Ethica.

5 Mayıs 2015 Salı

Kaldırım Taşları

Heves konusuna gelince, iktidarın eşiğinde olduğuna inandığınız bir partiye mensup olmak için pek fazla heves gerekmez.” [Karl Marx]
Zaferin ne zaman geleceği ile meşgul olmayın. Hak ile batıl arasında nerede duruyorsunuz, ona bakın.” [Seyyid Kutub]
Marksizm her zaman, teorik planda bütünleştirici, pratik düzlemde bölücü, yıkıcı bir eyleyişe dairdir. Teoride esnaf ve zanaatkâr ideolojisinin, pratikte sınıfı ve sınırı dışlamak isteyenlerin ona düşman olması kaçınılmazdır. Bu açıdan, yenilgileri takip eden dönemlerde saldırının ilk hedefi, her zaman Marksizm olmuştur. Marksizm ve türevlerinin belirli bir “devlet ideolojisi” formu kazanmasını eleştirmek, devlete karşı mücadelenin ihtiyaç duyduğu teorinin, ideolojinin ve politikanın önünün açılacağını düşünmek, yanılsamalı bir yaklaşımdır. Aslında Marksizm şahsında inkâr ve reddedilen, teorik bütünleyicilik ve pratik parçalayıcılıktır. Bu inkâr ve reddin teoride bütüncü, pratikte parçacıbir eyleyişle el ele ilerlediğini görmek gerekir.
Kızı Jenny’nin kendisiyle yaptığı anketteki, “temel özelliğiniz nedir?” sorusuna, “tek bir amaca odaklanmak”; “Sizce mutluluk nedir?” sorusuna ise, “mücadele etmek” diye cevap veren Karl Marx’ın teorik külliyatı, söz konusu bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı altındadır. Dolayısıyla söz konusu saldırı, Marx’ın mülkiyetinde olmayan, aksine onun ait olduğu adsız-adressiz kavganın odağını kaydırmak, mücadeleyi ve onun üyesi bulunduğu “parti”yi tasfiye etmek zorundadır. Küçük burjuvalar, kendisinden başka bir gerçek tanımadıklarından, kendi odağı, kendi başlattığı mücadele ve kendi kurduğu “özel parti” lehine, Marx’ı her fırsatta kenara itmek zorundadırlar.
Marx, politik hayatı dâhilinde, özel bireylerin özel kurgularına itibar etmediği için suçlanmış bir isimdir. Yoldaşı Engels’in ifadesiyle, ait oldukları “parti”, komünizmin öznesidir ve o komünizm bir doktrin değil, harekettir, ilkelerden değil, gerçeklerden alır kaynağını. Gerçeği bu ilkelere kapatan ve oradan da onu kendi mülkiyetine alan küçük burjuva için kendisine ait olmayan bir gerçek aslında yoktur, dolayısıyla onun gerçeklerden hareket etmesi mümkün değildir. Maddî olana, kaba anlamda, eldeki malzemeye (material) bakmak zorunda olan materyalizm, küçük burjuva öznenin kendi özel sınırlarına çıkıldığında, iptal olur. Onda materyalizm kendi bedenine; diyalektik ise kendi aklına ait beceridir sadece. O, tarihi aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilir ancak.
Özel insanların özel felsefeleri ve özel ilkeleri galebe çalacaksa bugüne, demek ki, önce Marx’tan uzaklaşılacak, sonra da marksizmden. İlkeler ve felsefeler uyarınca sınıfsızlık vücut bulmuşsa, sınıfsal olan; sınırsızlık tanımlanmışsa, sınıra ait ve dair olan tasfiye edilecektir. Yazının başında alıntılanan cümlenin öncesinde Marx’, “ben de herkes kadar fedakârlık gösterdim, fakat bireyler için değil, sınıf için.” demektedir. Sınırsızlık için sınıfı tasfiye etmek, siyaseti ve teoriyi bireylerin özel çıkarlarına kapatmak, onları tecimsel, ikbal ve kariyer amaçlı bir pratiğe indirgemek yönünde atılmış bir adımdır.
Söz konusu tasfiye işlemi, burjuva hayatın içinde rahat nefes alıp vermek için yapılmaktadır. Marksizm, imge, simge ve bilgi olarak kısıtlayıcı olduğundan, terk edilmek zorundadır. Toplumu, hatta tüm dünya insanlığını kucaklaması gereken bir felsefenin böylesi ayrıştırıcı, bölücü sapmalara ihtiyacı yoktur. Marksizmin kısıtlayıcılığı “sınıf” kavramından ileri geliyorsa sınıf; “devrim” anlayışından kaynaklanıyorsa, devrim derhal terk edilmelidir. Sınıfın böldüğü toplum; devrimin böldüğü ise tarihtir. Tarihi aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilen küçük burjuva özne, mülkiyetin ve rekabetin seyri itibarıyla, o sınırları aşmak isteyecektir.
Tarihteki sınırlayıcı unsur devrim; toplumdaki ise sınıftır. Sınırları aşma iradesi, rekabet alanının genişlemesi ile ilgilidir. Öznenin kendisi dışında sınırları aşma gayreti söz konusu değildir ve sınırların aşılması istemi, sadece onun aklında ve bedeninde karşılık bulmaktadır. Bu özne, yenilginin yendiği bir unsurdur.
Bütünsel bir toplum ve tarih bilgisini burjuvaziden ödünç alan sol, ya sınıfı ya da devrimi çöpe atacaktır. Sınıfsal devrim, devrimci sınıf, sınıfın devrimi, devrimci sınıf iktidarı, hepten ıskartaya çıkartılacaktır. Bir zamanlar özel bireylerin özel kurgularını eziyor diye küfredilen Marx’taki proletarya, tekrar düşman hâline getirilmelidir. Bu zihniyetin şu türden cümleler kurması tabii ki kaçınılmazdır:
“Bir insanı alıp işçileştirdiğiniz her durum, insana aykırıdır, yabancılaşmadır. İşçide yüceltilmesi gereken, insanın hapsedildiği işçilik değil, kullandığı emeğin dünyayı değiştirme gücüdür. Komünizm mücadelesi burjuvaziye olduğu kadar işçiliğedir de. Burjuvazi yok olduğunda işçilik de yok olacaktır. Devrimcilik ise insanlaşma mücadelesidir.”
Buradaki yaklaşıma göre, sınıftan ve sınırdan azade duran bir insanlık soyutlaması var ve somut insanlara bu soyutlama önünde diz çökmeleri emrediliyor. İşçiyi burjuvalar gibi araçlaştırıyor ve tıpkı bir burjuva gibi, ondaki emek gücüne değer verebiliyor. Patron olamamış ama her an olmayı gözeten ya da o hâli kendince taklit eden bir solcunun bu türden “işçi düşmanı” sözler sarfetmesi doğal. Böylesi ifadelerin sahipleri, ötedünya, tanrı gibi akıl dışı şeylere taptığı için dindar insanlarla alay ediyorlar, ama kendisindeki apolitik tutumu kesinlikle anlamıyorlar. Somut gerçeklerin karşısına bir ilkeler demeti ve ancak o özel bireyde saklı olan bir öz çıkartılıyor. Bu öz, dinsiz, dilsiz, cinsiyetsiz ve sınıfsız olarak formüle ediliyor. Sınıf ve ezilenler saf, steril, mutlak bir özün lügatinde basit birer kelime olabiliyor. Saf, steril ve mutlak özün politika gibi bir derdi olmuyor, zira politika, bu saflık, sterillik ve mutlaklık için önemli bir tehdit.
Eli hiç iş tutmayan, elini; hiç yürümeyen bacaklarını kesmek istiyordur, çünkü onları fazlalık görüyordur ya da seyir içerisinde, görmek zorundadır. Öz denilen şey de geri kalan neyse odur. Tersiz, emeksiz, cedelsiz, kavgasız bir boşluk… Ölçü bu boşluktan yana çekildiğinde, her şey fazlalık görülür. Ama ölçüyü buradan çekmek, çok daha fazla sayıda insanı kucaklayacağına dair yanılsamayı da üretir. Esasında bu, yenilginin inkâr ve reddi ile ilgili bir meseledir, kişilerin özel zafiyetleriyle değil.
Yenilginin diyalektiğini kavramak için, onun maddîliğini anlamak şarttır. Bugün bir sokakta bayrağı dalgalanıyor, bir militanı sloganlarını haykırıyor diye, var olduğunu düşünen ve varlığını bir başarı olarak gören sol örgütler mevcuttur. Böylesi koşullarda, yenilginin diyalektiğinin ve maddîliğinin de bir anlamı kalmamaktadır.
Yenilgi, politik alanın tümünü eşdüzlemde gören bir yere çıkartmaktadır özneyi. Bu yerde kalmak, yenilmenin somutta kabul edilmesidir aslında. Yenilginin maddîliği, bu politik düzlemde olmayı, diyalektiği ise eyleme geçmeyi emreder. Yenilginin bizatihi kendisi olmak ise, politik alanı yukarıdan izlemek demektir. Politik alanı eşdüzlemde görmek, kendisine eş arayan öznenin bir yanılsamasıdır.
Yenilginin dayattığı bir husus da, kitleleri de eşdüzlemde, homojen bir gerçeklik olarak görmektir. Homojenleştirme, “ezilen”, “işçi”, “halk” ya da “insan” gibi kavramlarla dile dökülebilir. Yukarıdaki alıntıda ifade edildiği gibi, işçi-burjuva ya da kadın-erkek ayrımlarının silindiği soyut bir gerçeklikten bugüne bakmak, yenilginin dışavurumudur. Bu, “devleti görmezden gelirsek, yok olur gider” diyen anarşist reflekse kapaklanmakla sonuçlanır. Söz konusu ayrımların silindiği soyut bir gerçeklikten bakmak, bugünün somut gerçekliğinden pespaye, en sığ, uzlaşmacı siyasetle ve ideolojiyle sonuçlanır. Kavgası olmayan sınıf yoktur, kavgayla çekilmemiş bir sınır da. Dolayısıyla sınırsız ve sınıfsız bir fikriyat ve ameliye, kavgasızlıktan başka bir şeyi örgütleyemez. Bu kavgasızlık tasavvurunun, sömürülenlerin ve mazlumların varoluş kavgasını görmesi, ortaklaştırması, kendisini o kavgayla tanımlı kılması mümkün değildir. Yenilgiye yenilmek budur: yenilmeye sebep olan kavga, mücadele ve savaşın yeryüzünden silindiği bir ütopyaya hapsolmak…
Sınırların ortadan kalkmasını kısa devre yaparak, sınıfların da ortadan kalkmasına dair bir alamet sayanlar, bugün, sınıfın sınırlandırıcılığına karşı kazan kaldırmaktadırlar. “İşçiliğe düşman komünizm mücadelesi” verenler, Soma’da katledilen işçilere, sadece “işçilik belâsından kurtuldunuz, sevinin” diyebilirler. Sınırsız ve sınıfsız “İnsan” kategorisiyle düşünenlerin sınır boylarındaki mücadeleye ve sınıflar arası kavgaya dair tek bir sözü ve eylemi olamaz. Çünkü o sınır boylarında direnen somut, canlı-kanlı insanlar değil, soyut, ilahi bir “İnsan” putudur.
Yenilginin diyalektiği, keskin bir kılıç misali, mücadeleyi bölüp birleştirmektedir. Burjuvazinin kendisine armağan ettiği “İnsan” kategorisinden, emperyalistlerin kurduğu “Dünya”ya bakanların teslimiyetten ve yılgınlıktan başka bir şey öğretmesi beklenemez. Dünya’nın Ortadoğu’ya daraldığı momentte, Dünya’cılığın ezberlerini Arap-Müslüman’ın başına boca etmek cehalettir. Cehalet, Dünya’yı düz tepsi zannetmektir. Bu cehalet, Filistin direnişi için en geniş politik birliği kurmuş devrimcilere, “aranıza neden Hamas’ı alıyorsunuz?” demek zorundadır. Çünkü Hamas, düz tepside bir engel, sınır, ayrı bir “sınıf”a dair bir mecazdır.
Yenilginin bir sonucu da başarıcılıktır. Geri kalan kadrolar, artık tabanını daha kısa erimli, sonuca odaklı, bir çalışmaya örgütlemek zorundadırlar. Ne zaman olacağı bilinmeyen bir devrim hayalinden ziyade, parlamentoya bir milletvekili sokmak devrimden daha kıymetli görülecektir. En geri sendikada en geri siyasî çalışmayı tesis etmiş olmak, başarı addedilecektir. Militanlar, 3, 5 ya da 10 yıl sonra devrim olacağına inandırılacak; bu süre bitiminde örgüt şefleri yeni oyuncaklar bulacak, kısır döngü, teoriyi ve pratiği dirhem dirhem azaltacaktır.
Yenilginin bir dışavurumu da Marksizmin tasfiyesidir. Tarihi ve toplumu parçalayan, bölen bir unsur olduğundan ve örgüt kısa vadede çözüme ulaşmak istediğinden, o tarihi ve toplumu kendinde bütünlemek isteyecek, ister istemez, Marksizm burada “haylaz çocuk” ya da heterodoksi konumuna düşecektir. Yenilginin koşulladığı bu reflekse göre, Marksizm ya mutlak bütün ya da mutlak öz-parça olarak formüle edilmek zorundadır. Bu da, Marx denilen kişinin yapıp ettiklerini unutmayı emredecektir.
Marx’ın kişi olarak yaşadığı dönemdeki politik yoğunlaşmalar, politikleşen coğrafya ve ekonomi bağlamında belirli alana yoğunlaşmış olması, doğalında, onun kişisel eksikliği ve zafiyeti olarak takdim edilecektir. Marx 19’uncu, Lenin 20’inci yüzyıla hapsedilecek; yeni “İnsan” partisinin kadük hizipleri 21. yüzyıl sosyalizmine yelken açacaklardır.
Oysa bu dönemde “eski, gerici ve gayri modern” olmak şarttır.“Yeni hayat”, “yeni toplum”, “yeni insan”, “yeni parti” gibi tabirler, özünde, Marx’sız, Marx öncesi dönemin orta sınıf-küçük burjuva dünya görüşlerine bağlanma arzusunu ifade ederler. Her yeni, eskinin kötü bir karikatürüdür, çünkü dövüşsüzlüğü, kavgasızlığı, dövüşün ve kavganın biriktirdiklerini tasfiye etmeyi anlatır. Yeni-lgi, yenenin yenisine teslim olmayı dayatır.
Marx’ın ait olduğu “partiyi, mücadeleyi ve odağı” terk etmek, yenilginin bir sonucudur. Çünkü yenilgi, o parti, mücadele ve odak yüzünden yenilindiğini fısıldamaktadır. Fırsat ve imkânlara işaret eden yenilgi, yenenin öznel, kolektif iradesine aittir. Onun işaret ettiği fırsat ve imkânlar, yenenin fırsat ve imkânlarıdır. Yenenin partisi, mücadelesi ve odağı, Marx’ı tasfiye etmek zorundadır. Oysa Marx ve Marksizm, sömürülenlerin ve mazlumların kurtuluşuna ait devrimci bir kavşaktır. O kavşağa uğramadan, orayı solumadan, herhangi bir mücadelenin toplumsal-tarihsel anlam kazanması mümkün değildir.
Marx’ı biraz daha Kant, Spinoza ya da Hegel okuyarak, düşünsel düzlemde “aşmak” mümkündür. Ama bu noktada aşılan şeyin Marx’ın ait olduğu parti, mücadele ve odak olduğunu da görmek gerekir. Üç filozofun mızrak gibi Marx’a karşı sivriltilmesinin sebebi, Marx’ın düşünsel planda talileştirilmesi, bireyselleştirilmesi ve üzerine çarpı atılmasıdır. Dünyayı değiştirmeye bakan birisine doğrultulan mızraksa ancak sahibini yaralamaktadır. Ayrıca Marx, üç filozofu dikine kesen teorik bir iradedir. Marx’ın şahsında görülen talilik ve parçalılık, bu üç filozoftan biriyle giderilmeye çalışıldığında, bu irade anlamsızlaşacaktır.
Marx’a yönelik mantıksal safsataya (ad hominem) dayalı saldırıların amacı, onu tarihten silmektir. Bu saldırılardan biri de onun “intihalci” olduğuna ilişkindir. Onda intihal bulanlar, kolektif tarihsel bir varoluşa değil, tekil bireysel olana odaklanmakta, Marx’ın önceki dönemde yaşadığı yıllarda ortaya konulan toplam eseri, proletaryanın kolektif devrimci pratiği, kendi ifadesiyle, fedakârlık gösterdiği sınıf adına, süzgeçten geçirdiğini, parçalayıp yeniden bütünlediğini görememektedirler. Burjuva iktidar, burjuva toplum ve burjuva akla dair tüm yazılar, Avrupa ölçeği ve proletarya ölçüsü üzerinden disipline edilmiştir. Avrupa ve proletarya nicel değil, nitel olgular olarak ele alınmış; teorik faaliyet niteliksel dönüşüme bağlanmıştır.
Yenilginin diyalektiği, bu dönüşüme bağlı kalmayı emreder. Dolayısıyla, eski, gerici ve gayri modernist olmak zarurîdir. Marx ve Lenin’de uluslaşma, totaliterizm, birey karşıtlığı, özgürlük düşmanlığı, çitlenme, sınır ve sınıf gibi tüyleri diken diken eden anlayış ve yaklaşımlar bulanlar, yenilginin yendiği unsurlardır. Yenilgiye yenilmemek için, söz konusu anlayışların ve yaklaşımların güncellenmesi, derinleştirilmesi, kalıtlaştırılması gerekir. Yenilgi, hem dost hem düşmandır; hem hayır hem şerdir, diyalektiği bununla ilgilidir.
Adsız ve adressiz, kolektif bir oluş olarak proletaryanın karşısına kendi adını, adresini ve bireyselliğini çıkartanlar, yenilginin ürettiği bir zafiyettirler. Bunların sesinin bugün daha çok çıkıyor olması, hayra alamettir. Adsız-adressiz, kolektif bir oluş içinde, onun adına, başı-sonu kimsenin mülkünde olmayan bir kavgaya iştirak etmek, dirilmek için şarttır.
Altında sahil var diye sökülüp atılan kaldırım taşları, kavgayla örülmüştür. Plajda dinlenmek isteyenlerin kaprisine terk edilmeyecek denli kıymetlidir. Belli bir kesitte burjuvazinin tayin ettiği siyaset alanında nefes almak, yol bulmak, yanılsamalara yol açmamalıdır. Burjuvazinin yapamadığı, eksik bıraktığı ya da inkıtaya uğrattığı işlere talip olmak, politik açıdan, ancak yerinde ağır olan taşlardır. Tarihi ve toplumu bu işlerin sınırlarına hapsetmemek gerekir. Esasında “sınırsızlık” meselesine kilitlenmiş ve sınıfsızlığı bu düzeyde ele alan, söz konusu işlerin emir erliğini yapmaktadır. Sınıfsızlık, belirli bir sınıfa; sınırsızlık belirli bir sınıra hizmet eder.
Kaldırım taşlarının altında sahil ya da özgürlük olduğunu düşünmek, bir yenilgi biçimidir. O sahille ve özgürlükle dövüşülmüyorsa, taşları sökmek, kavgayı yolsuz ve yönsüz bırakacak, bugüne teslim olmayı getirecektir.
Bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı, egemenlere aittir. Mutlak bütünlük ve mutlak parça olduğunu, o düşünmektedir. Yenilenler ve hemen kazanmak için burjuvaziyi taklit etmeyi yol belleyenler ya bütüncülüğe ya da parçacılığa sarılacaklardır.
İşçi sınıfının veya ezilenlerin mutlak bütün ya da mutlak parça olarak anlaşılması arasında bir fark yoktur. Kimlikçilik eleştirileri, işçi sınıfını aslî, mutlak kimlik olarak anlayanların geliştirdiği bir eleştiridir; aynı şekilde, sınıfçılık eleştirileri, ezilenleri mutlak ne’lik olarak anlayanlara aittir. Sınıfın ve ezilenlerin somut pratikte bu mutlaklıkla bir ilişkileri yoktur.
Yaşanan yenilgiler üzerinden, burjuvazinin ve devletin öznel pratiğini, onlardan öğrenilen mutlak olmaklığı, işçi sınıfına ve mazlumlara yansıtan tüm aynalar kırılmalıdır.
Eren Balkır
İştirakî Dergisi
Sayı: 3-4