işçi sınıfı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
işçi sınıfı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2015 Salı

Kur Şoklarından Borç Krizine

Ekonomide Ani Çöküş
Dolar'daki dalgalanmalar ve yükseliş sürüyor. Hatta Eylül ayında beklenen FED'in faiz artırımıyla, Dolar’ın 3000 Lira eşiğini geçmesi yüksek bir olasılık. Dolar, Türkiye tarihinin en yüksek seviyesini birkaç defa geçti. Yaşanan ve olası kur şokları, döviz krizini tetikleyebilir ve yapısal ekonomik sorunları olan Türkiye’yi (tahmini olarak 2025'lere kadar etkileyecek) uzun süreli bir kriz momentine sokabilir. Domino etkisiyle ekonomide ani çöküş yaşanabilir. Lira’nın hızlı değer kaybetmesi; borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerinin artmasına ve özel sektörde seri iflaslara yol açabilir. Türkiye’nin döviz rezerv açığı 431 milyar Dolar. Kurdaki 1 kuruşluk artış, açığın 4.3 milyar Lira büyümesine neden oluyor. Önümüzdeki 12 ayda ödenecek borç yükü 166 milyar Dolar’a ulaştı. Merkez Bankası’nın elindeki brüt Dolar rezervi 104 milyar Dolar. Kurdaki oynamalar, rezervin hızla erimesine yol açıyor.
Yeni Gelişmekte Olan Piyasalar: Küresel Sermayenin Yeni Av Sahalar
Neo-liberal restorasyon politikaları küresel finans kapitale olağanüstü hamle ve hareket serbestliği kazandırdı.
Kapitalizmin yapısal/genelleşmiş krizini aşmak için finans kapital ve kapitalist devletler tarafından devreye sokulan neo-liberal politikalar, “yapısal uyum programları” adıyla hayata geçirildi. Bu politikalar sistematik bir karşı devrim niteliği taşıdı.
Çevre ülkeler (gelişmekte olan piyasalar) askeri faşist darbeler ve “borç bağımlılığı” üzerinden, programa entegre edildi.
Çevre ülkeler, küresel finansal kapital için yeni av sahalarına dönüştü. Bu süreç çevre ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geldi. IMF ve Dünya Bankası post-kolonyal kurumlar olarak öne çıktı.
Periferinin yeni av sahalarına dönüşmesi, periferinin sermaye akımlarına tümüyle açılması ve küresel piyasalara entegre olması anlamına geldi.
Yeni gelişmekte olan piyasalar yapısal ekonomik sorunların yanında, dış ticaret açığı, yüksek cari açık ve olağanüstü dış borçla karşı karşıya kaldı.
Sermaye Akımları ve Kriz Mekanizması
Bu kronik açıkların finansmanı küresel piyasalardan karşılandı. En başta ekonominin dönmesi için çevre ülkeler sıcak paraya, genelde dış kaynağa narkotik bir bağımlılık içine girdi.
Yüksek faiz uygulamalarıyla, sıcak para “gelişmekte olan piyasalara”, kapitalizmin ikinci kuşak ülkelerine çekildi.
“Küreselleşme” sürecinde aktüel bir sermaye ihracı olan bu “operasyonlar”, çevre ülkeleri faiz, cari açık, dış borç denklemi/ sarmalı içine soktu.
Küresel sermaye, kâr oranları düşük merkez ülkelerde sabit sermaye yatırımları yapma yerini (manik karakterinden dolayı) maksimum kâr amacıyla faiz oranları yüksek ülkelere yöneldi.
Sermaye hareketlerinde bu salınım büyük finansal kârların yanında, finansal anafor ve gelgitlerin önünü açtı.
Çevre ülkelerde tam anlamıyla sermaye hareketlerinin yönelimine bağlı bir ekonomik/finansal mimarı oluştu.
Sıcak para akışının durması ya da sermayenin “anavatana dönüşü”/kaçışı 1980’den sonra yaşanan krizlerin temel nedeni oldu.
Kriz ve sermaye hareketleri arasında birbirini etkileyen ve tetikleyen bir mekanizma oluştu.
1981-1982 borç krizi, 1997 Asya krizi, 1999-2001 borsa krizleri gibi krizler bu ilişkiye örnektir.
En Kırılgan Ülke: Türkiye
2013’ten itibaren FED’in parasal politikalarını değiştirmesi ve faizlerin yukarıya çekmesi, küresel likidite sorununa yol açtı. Sermayenin çevre ülkelerden merkez ülkelere dönmesini ve sermaye akışında belirgin gerilemeye neden oldu.
Bu süreç, Türkiye dâhil gelişmekte olan piyasalarda (başta Malezya, Şili, Güney Afrika’da) krizi tetikleyici etki yarattı.
Türkiye IMF, Dünya Bankası ve FED’inriskli ülkeler raporunda, ayrıca Ficht ve Mody raporlarında en kırılgan ülke olarak açıklandı. Kur şoklarının yanında, Yunanistan'daki krizin seyri, ülke iflası yönünde gelişmeler, küresel finansal dalgalanmalar, jeo-politik risk faktörleri, Türkiye'de siyasi belirsizlik durumu ve siyasi kriz riski Türkiye'yi krizin eşiğine getirdi.
Türk Lira’sının hızla değer kaybetmesi,(2013’ten beri %40’ın üzerinde değer yitirdi) ve durumun kontrol edilememesi borç çevrimini kıracağı gibi, borç maliyetlerini artıyor ve şirket iflasları yanında, hızlı çöküşlerin yaşanacağı yıkıcı bir konjonktürün önünü açıyor.
Sınıfsal Öfke ve Kinin İnfilakı
Bu süreç toplu tensikatlar, işyeri kapatmaları, emeğin değersizleştirme operasyonları, kısaca sınıfa stratejik saldırılar anlamına geliyor. Süreç sınıfsal antagonizmayı şiddetlendiriyor.
Artık her havza ve proletarya açısından her stratejik kent, sınıfsal öfke ve kinin biriktiği ve her an infilak etmesi muhtemel coğrafyalara dönüşüyor. Havza ve Kent grevlerinin önü açılıyor. Metal direnişi ve fiilî grevler, bu öfkenin gücünü, enerjisini ve yayılma kapasitesini açığa çıkardı. Sınıfın yaratıcı ve muhteşem kudretini ortaya koydu. Önümüzdeki dönem benzer dalgalanmalara gebedir. Özellikle sınıf açısından stratejik iller dikkatle izlenmelidir.
Görev, sınıfsal öfke ve kinin parçası olmaktır. Ateş olmak ve ateşe dönüşmektir. Sınıfsal öfke ve kini örgütlenmek ve kristalize etmektir. Kriz tartışmalarını bu eksende ele almak gerekir.
Volkan Yaraşır

14 Haziran 2015 Pazar

Metal Direnişinden Geriye Kalanlar

İşçi direnişleriyle toplamdaki siyasî mücadele arasında nasıl bir ilişki olması gerektiğine ilişkin tartışmalar Bursa’daki metal direnişinde teorik ve pratik boyutlarıyla bir kez daha öne çıktı.
12 Eylül’le beraber sendikaların yozlaştırılıp adalet mücadelesinin terörize edilmesiyle birlikte egemenler önemli mevziler kazandılar. İşçiler, yoksullar, alt sınıflar hak arama ve adalet mücadelesini olması gerektiği gibi veremez oldular. Hemen her mücadele “bölücülük, darbecilik, teröristlik” olarak suçlandı. Bugün bu suçlamalara “Gezici”lik yaftası da eklenmiş durumda.
TOFAŞ ve Renault fabrikalarında işçilerin satılık sendikaya karşı yükselttiği mücadele birçok bakımdan önemli. Türk Metal-İş adlı derin sendikanın işçileri sermayeye köleci mantıkla âdeta pazarlama misyonuna karşı ayaklandı emekçiler. Bu sendika, üstlendiği misyonla paralel bir şekilde sermayenin hizmetkârı olarak çalışmaktadır ve işçiler bu misyona karşı ayaklanmıştır.
Tam da bu noktada örgütlülük tartışmaları devreye giriyor. İşçilerin önemli bir kısmı sendikalardan nefret eder hâle gelmiş durumda. Yaşadıkları fiilî tecrübe onları elbette haklılaştırıyor. İşçilerin dışında da bu tartışma sürdürülüyor. Örgütlülük iyi mi kötü mü?
Kendini bu memlekette 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi’yle gösteren neoliberal saldırganlık, kapitalist tahakkümün önünde hiçbir engel bırakmamayı kafasına koymuştu. İdeolojik ve siyasal tehdit potansiyelleri tırpanlanarak şeklen varlığını sürdürmesine izin verilmiş sendikalar kontrol aracı işleviyle kodlandılar. Örgüt olarak tanımlananlar bunlar ise eğer, öncelikle bu fotoğrafın iyi analiz edilmesi gerekiyor.
Terörize edilerek ya da sermayenin ve onun kollayıcısı devletin yancısı olarak işlev gören bir örgüt, elbette hak ve adalet mücadelesinin yürütücüsü olamaz; bilakis o mücadelenin saptırıcısı olarak çalışır. Tabloyu bu şekilde okuduktan sonra yapılması gerekenin ne olduğuna dair önerilere odaklanmak gerekiyor.
Devlet-sermaye baskısı ve sendikaların satıcılığı karşısında kolu kanadı kırılmış, siyasal rolü tüketilmiş, çalışma koşulları ağırlaştırılmış, ücretleri buharlaştırılmış işçilerin öfkesi yıkıcı ve kurucu bir mücadeleyi nasıl verecektir ya da bunu gerçekten verebilecek midir; mesele budur.
Bursa’daki işçi direnişinde öne çıkan vurgu, sendikaların gereksizliği çerçevesinde gelişti. İşçilerin öz örgütlenmelerinin sendikayı aşan bir nitelik ve yeterliliğe sahip olduğu işlendi, ancak bunun kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğu değişik sûretlerle pek yakında görülecektir.
İşçiler için Türk Metal-İş tecrübesi olumsuz kanaatleri pekiştirmiş olabilir ancak bu sendikanın ideolojik mahiyetinin görülememiş olması, açık söylemek gerekirse, işçi sınıfının zaafıdır ve emek düşmanı faşizan rejim lehine bir kazanımdır. Sahte sendikanın varlığı şimdiye kadar bir şekilde işçiler tarafından reddedilememiştir. Bunun nedenleriyle birlikte tahlili zorunludur ki öncelikli gerekçe, kapitalizmin işleyişinin bütün ayaklarıyla birlikte görülememiş olmasıdır.
Emekçi sınıfların metal sektörünün mahiyetine ilişkin kökensel bir eleştiriyi dillendirdiğine de bu direniş dönemi -özel muhabbetler dışında- şahitlik etmiş değil. Buna ilişkin en ufak bir emare de yok açıkçası. Dolayısıyla emekçi sınıfların kurucu iradesinden bahsetmek bu düzlemde oldukça zor… Ayrıca işçiler arasındaki milliyetçi/muhafazakâr motivasyonun direniş sürecindeki dışavurumu da başka bir zaaf olarak açık bir şekilde gözlemlenebildi ki bu mevzuda esaslı çalışmalar yapılmalı.
Örgütsüzlüğü kutsayan, kökensel kavrayışa odaklanmayan, ücret odaklı işçi direnişlerinin kurucu irade olamayışları siyasal mücadelenin enerjisini verimli planlama bağlamında dikkatle ele alınmalıdır. Sendikaların karşılıklı olarak şeytanlaştırıldığı bir zeminde kazanan, sermaye çevreleri olacaktır.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Metal Direnişi ve Grev Stratejileri

Metal direnişi sınıf mücadelesinde yeni bir döneme girişi simgeliyor. Metal patlaması tesadüfî bir gelişme değil, uzun bir birikim sürecinin ve olağanüstü bir enerji sıkışmasının dışavurumu oldu. Sarsıcı ve etkileyici sonuçlar yarattı. Önümüzdeki dönemin yönelimleri hakkında birikimler sundu. Direniş dalgası, daha şimdiden tarihsel bir pratik olarak sınıflar mücadelesinde yerini aldı.
Yeni Dönem, Yeni Moment
Kapitalizmin yapısal krizi küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirdi. Çok vektörlü bir sürecin kapıları aralandı.
Bir tarihsel momentin içindeyiz. 2008 sonrası, küresel boyutta büyük sınıf ve kitle hareketleri, ayaklanmalar, isyanlar ve savaşlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Bir yanda katastrof riski artıyor, diğer yanda umut ayaklanıyor. Büyük toplumsal salınımlar yaşanıyor.
Sınıflar mücadelesinin zengin diyalektiğiyle karşı karşıyayız. Sınıfsal antagonizmanın yoğunlaşması ve derinleşmesi sürecin tüm dinamiklerini belirliyor.
Sınıfın otonomisi, sürece damgasını vuran bir başka faktör olarak dikkat çekiyor. Yani diyalektik işliyor.
Ontolojik Karşı Duruşlar ve Direniş Biçimleri
Aynı süreçte Türkiye'de büyük alt üst oluşlar yaşandı. Sınıfsal kutuplaşma şiddetlendi. Finans kapitalin sınıfa stratejik saldırıları yoğunlaştı. Sermaye birikimi ve emek gücünün yoğun sömürüsünü realize etmek için gerçekleştirilen saldırılarla, sınıf enkazlaştırılmak ve köleleştirilmek istendi.
Bu saldırılara karşı işçi sınıfı ontolojik bir karşı duruş sergiledi. Farklı direniş ve eylem biçimleriyle barikatlar oluşturdu. Militan bir savunma hattı yaratmaya çalıştı.
2008 sonrası, krizin yansımalarıyla işçi sınıfı üç düzeyde eylemler gerçekleştirdi.
Birincisi; Türkiye işçi sınıfı tarihinde çok rastlanmayan bireysel eylemlerdi. Bireysel direnişleriyle işçi sınıfının mücadele ruhunu kendilerinde cisimleştiren direnişçi işçiler, model kimlikler olarak iz bıraktı ve bir direniş geleneği oluşturdu. Muhteşem direnişleriyle onurun ve mücadelenin simge isimleri oldular.
İkincisi; bir işçi cehennemine dönüşen işyerlerinde ve organize sanayi bölgelerinde gerçekleşen lokal eylemlerdi. İşçi sınıfı, işten atılmalara, tenkisatlara, işyeri kapatmalarına, sendikal örgütlenmeleri engellemek için başlatılan saldırılara karşı yaygın lokal direnişler gerçekleştirdi.
Bu eylemler içinde en çok dikkat çeken ve 2010'dan sonra yaygınlaşan fabrika işgal eylemleri oldu. Fabrika işgal eylemleri sınıfın yıkıcı gücünü gösteren, sarsıcı eylemler olarak önem taşıdı. Daha naif içerikte Sinter işgal eylemiyle başlayan bu pratikler, uzun soluklu Fen-İş ve etkili ve sarsıcı Greif işgaliyle taçlandı. Kazova özyönetim pratiği sürecin en dikkat çeken eylemlerinden biriydi. Aynı dönemde sınıf dinamikleri içindeki en önemli gelişme, hemen hemen her direnişte kurulan taban örgütlenmeleri oldu. 1989 Bahar Eylemleri'den sonra taban örgütlenmeleri ilk defa bu derece yaygınlaştı. Bugün Metal işçileri, bu birikimlerden ve kendi öznel deneyimlerden hareket ederek direnişlerini taban örgütlenmeleri üzerinden ördü.
Diğer dikkat çeken başka bir gelişme ise 2010 yılından sonra direnişlerin her birinden etkili ve karizmatik yönleri olan, doğal işçi önderlerinin çıkması oldu. Her direniş doğal işçi önderleri ve komiteler tarafından yürütüldü. İşçi önderleri, sınıfın kolektif iradesini yansıttı. Komiteler ve doğal işçi önderleri, direnişleri sürükleyen ve yönlendiren işlev gördü. Metal direnişi de kendi doğal işçi önderlerini yarattı.
Üçüncü eylem tipi öfke patlamalarıydı. Bursa Bosch pratiği (2012), taşıdığı potansiyelle metal sektörünü mobilize edebileceğini ve bir kent grevi olasılığını gösterdi. Ardından 11 bin işçiyi kapsayan, Gaziantep tekstil işçilerin fiili grevleri geldi. Bu direnişte kenti tutuşturabilirdi.
Ama olmadı. Bu iki hareket, sınıfın büyük öfke patlamaları olarak iz bıraktı.
Bu iki eylem dalgası, metal işçilerin açtığı yeni yüksek konjonktürün ön verileriyle yüklüydü.[*]
1968 İtalya, Grev Stratejileri
Sınıf mücadelesinde her eylem, M. Löwy'nin ifadesiyle, en yerel karakterde olsa da enternasyonal bir mahiyet taşır. Bu nitelik sınıfın ontolojisiyle ilişkilidir ve sınıfın enternasyonal karakterinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalist toplumda proletarya iki temel sınıftan birini oluşturur.
Sınıf kolektif bir hafızaya sahiptir. Deneyimlerini biriktirir, nesilden nesle aktarır. Kapitalizmin küresel bir sistem olması ve uluslararası bir işbölümüne dayanması, deneyimleri ortak hafızanın parçası yapar ve enternasyonalizmin parçası haline getirir.
1968 küresel ayağa kalkışı, İtalya ve Fransa'da yaygın ve sarsıcı işçi eylemlerine sahne oldu. Bu iki ülkede işçi konseyleri kuruldu. Ön devrimci durum yaşandı. Fransa'da tarihin en büyük genel grev dalgaları (Mayıs 1968) görüldü.
İtalya işçi grevleriyle sarsıldı. Sistem içi yapıya dönüşmüş, burjuva demokrasisinin aparatları haline gelmiş FKP ve İKP (daha sonra bu iki parti ve İspanya Komünist Partisi, Avro-Komünizm'in kurucuları olacaktır) bu devrimci dalgadan ürktü. İşçi eylemlerini “goşizm” olarak değerlendirdi. Bitirilmesi yönünde aktif rol oynadı. J. P. Sartre'ın o dönemde FKP'ye yönelttiği ağır eleştiriler son derece önemlidir ve bir anlamda FKP özelinde İKP'yi de anlatmaktadır.
Fordizmin krizinin açığa çıktığı bu konjonktürde İtalyan işçi sınıfı, sanayi işçileri merkezli muhteşem pratikler gerçekleştirdi. İşçi sınıfı finans kapitale karşı yeni grev stratejileri geliştirdi. Bu eylemler sınıfın stratejik hamle yeteneğini ve taktik zenginliğini gösterdi.
Satranç Grevi ve Zincirleme Grevler
İtalyan işçi sınıfı, 1968'de metal sektöründe, ağırlıkta otomotiv fabrikalarında iki grev yöntemi geliştirdi.
Birincisi, Satranç Grevi'ydi. Sektörün stratejik, ana fabrikaları bu grev yönteminin ortaya çıktığı yerler oldu.
Ana fabrikanın hemen hemen tüm ihtiyacı hem işçi maliyeti, hem de hızla üretilmesi açısından bir merkezi olmayan, dağınık, atölye tipindeki yan ya da alt sanayide üretiliyordu. İhtiyaç duyulan parçalar ayrı ayrı atölyelerde üretilmekteydi. Bu atölyeler, organize sanayi bölgeleri diyebileceğimiz alanlarda yer almaktaydı ve ana fabrikayla yüksek oranda entegreydiler.
Satranç grevi, yan sanayide örgütlenmelerin (dağınıklığı ve koordinasyon güçlüğü gibi nedenlerden dolayı) zorluğunu görerek, bütün ağırlığın stratejik fabrikaya ya da Şah'a verilmesini içeriyordu. "Şahın yıkılmasıyla", "oyun" sınıf tarafından bitiriliyordu. Çünkü tek hamleyle şah, şah-mat oluyordu. Bu grev tarzı yani şahın yıkılması, yan sanayiyi felç ediyordu. Ağır koşullarda çalışan yan sanayi işçisi böylece hızla harekete geçebiliyordu. Ana fabrikadan çevreyi kuşatma stratejisi, 1968 yılında son derece etkili sonuçlar verdi.
İkinci strateji ise çevreden ana fabrikayı kuşatmaydı. Bu grev tarzına da “Zincirleme Grev” adı veriliyordu. Ana fabrikalarda işçi aristokrasisinin varlığı, bürokratik sendikalarının nüfuzu bazı fabrikalarda örgütlenme ve hareket zorluğu yaratmaktaydı. Bu nokta da izlenen taktik, örgütlenmesi ne kadar zor olursa olsun yan sanayideki atölyelerde yoğunlaşmayı içeriyordu. Yan sanayideki atölyelerin uzun bir biriktirme döneminden sonra tek tek örgütlenmesi ve zincirleme tepki vermesi hedefleniyordu. Bu Zincirleme Grev tarzıyla, yan sanayideki üretime yaşamsal bağlılığı olan ana fabrikanın kuşatılması amaçlanıyordu. Yani diğer "işlevli taşlar" devreye sokularak (satrançta her taş işlevlidir ve bazen yıkıcı -oyunu bitirici- etkiye sahiptir), Şah'ın mat edilmesi amaçlanıyor ve zincirleme grevlerle Şah-mat çekiliyordu.
Sınıfın üstün manevra kabiliyetini gösteren, taktik yeteneğini ve stratejik hamle gücünü açığa çıkaran bu grevler bugün Metal işçilerine yol gösteriyor.
Kent ve Havza Grevleri
Metal işçileri büyük öfke patlamasıyla ayağa kalktılar. Renault'nun "alevlenmesi" bütün kenti, Bursa'yı tutuşturdu. Hatta öfke dalgası Türkiye proletaryasının en önemli bölgesine, Marmara'ya ve çevresine yayıldı. Ankara, Sakarya, Gebze-Kocaeli, Bolu, Eskişehir öfke denizine dönüştü.
Stratejik fabrikalar senkronize bir şekilde harekete geçtiler. Fiili grev dalgası havzaları mobilize etti. Bir anlamda dar boyutta kent grevi ve havza grevi yaşandı.
Metal direnişi ve fiili grev dalgası, kent ve havza grevlerinin artık bir olasılık olmaktan çıktığını ve realize olabileceğini ortaya koydu.
Metal direnişinin ve öfke dalgasının sektörün stratejik fabrikalarına yayılması, havzada etkisini göstermesi ve farklı sektörleri eylem anaforu içine çekmesi, sınıf mücadelesinde son derece önemli bir birikimdir. Ve yeni bir momenti işaretlemektedir.
Artık ana fabrikalardan yan sanayi yayılan ya da yan sanayiden ana fabrikayı kuşatan grevlerin önü açılabilir. İtalyan tarzı bu eylemleri yıkıcı ve sarsıcı kent ve havza eylemleri izleyebilir.
Metal sektörünün sınıfın taşıyıcı sektörü olması, bugün metal eksenli ve stratejik fabrikalarla sınırlı eylem dalgasını inanılmaz noktalara ulaştırabilir.
Bir anafor etkisiyle yan sanayi yanında, diğer sektörler de harekete geçebilir. Hatta sınıfın bir sosyal anafor yaratarak, farklı toplumsal kesimleri ve dinamikleri etki alanına alıp, kapitalist krizin yarattığı yıkıcı sonuçlarla karşı karşıya kalmış emekçi yığınları ayağa kaldırabilir.
Önümüzdeki dönem fiili grev senkronlarına, geniş kitle gösterilerine, meydan işgallerine, farklı kitle mobilizasyonlarına, sivil itaatsizlik eylemlerine, geniş yığınların sokağa çıkışına sahne olabilir. Yıkıcı bir kriz olasılığı, sivil diktatörlük yönündeki düzenlemeler, siyasal İslam’ın toplumu kuşatan uygulamaları, sınıfa stratejik saldırılar ve Kürt özgürlük hareketinin yarattığı dinamizm bu olasılıkları mümkün kılabilir.
Bu, bir anlamda yıkıcı bir kent/kitle grevidir. Sarsıcı havza grevidir. Güney Kore işçi sınıfının tarihinde benzer kent grevleri yaşandı. Güney Kore işçi sınıfı, 1980'li yıllarda birkaç defa kent/kitle grevleriyle faşist diktatörlüğe darbe vurdu.
Metal direnişi ve öfke dalgası artık birçok ihtimalin ve bahsettiğimiz muhteşem eylemlerinin olanaklı olabileceğini ortaya koydu.
İki haftada işbirlikçi sendikal yapının kuşatmasını parçalayan ve işçi sınıfının (sınıftan kaçışın yaygın olduğu, kimlik politikalarının sükse yaptığı, mikro politikaların göklere çıkarıldığı, öznenin yok sayıldığı koşullarda) toplumsal maddi bir güç olduğunu gösteren Metal işçileri, sınıfsal öfke ve kinin gücünü dosta düşmana hissettirdi.
Sınıfın yıkıcı gücünü ortaya koydu. Toplumsal kasırganın merkezini işaretledi.
Metal direnişi, sınıfın taşıdığı muazzam yıkıcı potansiyeli açığa çıkardı.
İzlenmesi gereken yolu gösterdi. Sınıfın otonomisinin ve yıkıcı enerjisinin ne derece sarsıcı olabileceğini pratik olarak ortaya koydu.
Ve devrimci komünistleri ana rahmine çağırdı. Bu çağrı aynı zamanda "imkânsızı istemenin ve yaratmanın" yoludur. Ve bir özgürlük çığlığıdır.
Volkan Yaraşır
[*] Bazı makaleler: Volkan Yaraşır, Sınıfsal öfke ve kinin birikimi (19 Kasım 2012), Lokal direnişlerden, Havza grevlerine (16 Nisan 2013), Sınıfsal öfke birikiyor (Haziran 2013), İşgal, direniş, grev ve sabotaj (23Ocak 2009), Sınıfın yıkıcı silahı: fabrika işgal eylemleri (14 Ağustos 2010).

24 Mayıs 2015 Pazar

TOFAŞ: Kolay Zafer Beklentisi, Moral Bozukluğu, Tatlısu Solculuğu

Direnişteki kitlelere yalnızca duymak istediği şeyleri söyleyip sırtlarını sıvazlayarak yapılanın adı devrimci politika değil popülizmdir. Metal işçilerinin direnişinde“Tofaş’ta büyük zafer kazandık, Türk Metal’i gömdük, MESS’i sarstık” tarzında yaratılan hava da, metal işçilerinin baştaki 3 temel talep kesin karşılanıncaya kadar direniş kararlılığını gevşetip, geriye çekmekten başka bir işe yaramıyor.
MESS ve devletinin zayıf halka olarak görüp yüklendiği Tofaş üzerinden yaratmak istediği “uzlaşma” havası tam da buydu: Talepler karşılandı, sorun çözüldü, direnmenin bir anlamı kalmadı, vb! Tofaş’ta CEO’nun temsilcilerle yaptığı görüşmenin sonuçları daha bekleyen Tofaş işçilerinin onayına sunulmadan, bizzat Tofaş yönetiminin tezgâhladığı havai fişek gösterisi, davul zurna ile daha işçiler ne olduğunu anlamadan direniş bir oldubittiye getirilerek, bitirildi. Direnişi içteki hassas dengeler üzerinden yürüyen Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi, bu oldubittiye tepki gösterseler, ıslık ve yuhalamalarla protesto edip Renault’yu beklemek gerektiğini söyledilerse de, ne yazık ki daha fazla direnemediler. Bunda daha görüşme sürerken yaratılan “kazandık, bitti bu iş” havası ve buna soldan alet olan çevreler de etkili oldu. Oysa patronun vaat eder göründüğü ücret zam ve verilme biçimi, işçilerin direniş isteminin çok gerisinde olduğu gibi, ne kadar ve nasıl verileceği bile belirsizliğini koruyor. Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi “oyuna getirildiklerini” söylüyor. Üstelik cepte sayılan ikinci maddede de belirsizlikler var. Patron işçilerin sendika seçim ve tutumlarına müdahale etmeyeceğini söylemiş, yani Türk Metal’in gitmesini kabullenmiş görse de, işçilerin kendi temsilcilerini patron müdahalesinden bağımsız nasıl belirleyeceği, patronun işçi temsilcilerini ne kadar tanıyacağı, 3 yıllık sözleşmenin yürürlülüğünün de baştan kabul edilmiş olmasıyla, 2017’ye kadar bu yeni dengelerin hangi yönde nasıl gideceği, belirsizliğini koruyor.
Tofaş işçilerinin büyük çoğunluğu, daha anlaşma maddelerinin ne olduğunu ve hangi sonuçlara yol açacağını görmemiş, anlamamış, birlikte tartışıp değerlendirmemişken, önemli bir bölümü de bu oldubittiye “oyuna getirildik” diye tepki gösterirken, sol kamuoyunda yaratılan “kazandık” havası büyük bir sorumsuzluk. MİB’in Tofaş’taki sonucu, “Tofaş işçilerinin kolektif kararı” olarak tanımlaması da doğru görünmüyor. Patronun iş akidlerin fesh, polis kuşatması ve fabrikanın zorla boşaltılması şantajlarıyla masaya oturduğu, görüşmeden sonra anlaşma maddelerinin Tofaş’taki 50-60 kişilik işçi meclisi tarafından bile doğru dürüst tartışılıp değerlendirilmediği, dahası Tofaş’taki durumun tüm metal işçilerinin direnişini etkileyeceğinden, başta Renault olmak üzere diğer işçi komiteleri ve olduğu kadarıyla, fabrikalar arası koordinasyona danışılmadan oldubittiye getirilen bir sözde “anlaşma” ne kadar “kolektif kararı” yansıtabilir ki? Buna olsa olsa (bir örneğini de Kürt müzakere sürecinde izlediğimiz) burjuvazinin koşulları ağırlıklı olarak belirlemeye devam ettiği, biçimsel anlamda bile bir eşitliğin olmadığı, burjuva neoliberal müzakere demokrasisi denebilir… Ama kesinlikle gerçek anlamda taban iradesine dayalı bir demokrasi değil!
“Tofaş yönetimi, MESS’ten bağımsız, kendi başına, ayrı sözleşme yapmak zorunda kaldı, MESS’i dağıttık” türünden yaklaşımlar da doğru görünmüyor. MESS, Türk Metal, devlet şeytan üçgeni, yalnız Türkiye’deki değil, dünya çapında Ford, Fiat, Renault gibi küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisinin yönetim ve savaş tecrübesi ile, tam bir eşgüdüm içinde hareket ediyor. Baştan beri izledikleri taktik, metal işçilerinin görece daha ileri kesimleri ile geri kesimleri arasında, direnişin daha güçlü taban örgütlülüğü ve kararlılığa dayandığı fabrikalarla daha kırılgan ve hassas dengeler üzerinden yürüdüğü fabrikalar arasında bir bölünme yaratmaktı. Direnişte öne çıkan gönüllü işçi temsilcileri üzerindeki devlet baskısı (savcılığa çağırmalar, vb), direnişlerin fabrikalara hapsedilip fabrikalar arası dayanışma eylem ve kaynaşmasının engellenmesi, MİB operasyonu da, fabrikalar arası işçi kurulunu dağıtmak için bu eşgüdümlü sermaye-devlet operasyonunun bir parçasıydı.
Coşkunöz’den çıkartılamayan ders Tofaş’a patladı
Bunun karşısında ne yazık ki Coşkunöz’deki oldubittiden gerekli dersleri çıkaramadık ve bunun eşgüdümlü bir direniş kırıcılık operasyonunun ilk halkası olduğunu göremedik. Coşkunöz’deki sorun, işçilerin kendi direniş temsilcileri varken, patronla görüşmede inisiyatifi, zaten direniş karşıtı olan 8-10 bin lira maaşlı takım liderlerine bırakmasıydı. Sonuç, durumu işçilerin öncü kesiminin ve öz örgütlerinin değil, direnişe metazori katılmış ve aslında karşı olan en geri ve isteksiz kesimin belirlemesi oldu. MİB de, zayıf halkada yaşanan kırılmayı bir cümleyle geçiştirirken, doğru yapmış olmadı. Direniş boyunca yaşanan sorunlardan, yapılan hatalardan gerekli dersleri çıkarıp sınıfımızın öz eğitimine mal etmeden, motivasyon adına bunları geçiştirmek doğru bir tutum değildir. Coşkunöz’den gerekli dersi çıkartamadığımız için, benzer bir hatayı bu kez büyüterek Tofaş’ta tekrarlamış olduk. İkinci hatamız, öncü konum ve otoriteye sahip, taban örgütlülüğü ve iradesi daha sağlam Renault dururken, direniş Ford Otosan, Türk Traktör gibi devlere yayılmış, Mercedes ve Arçelik gibi devler de kıpırdamaya başlamışken, iç dengelerin daha hassas (bir Tofaş işçisinin deyişiyle “yüzde 50/yüzde 50” olduğu) Tofaş’ta alelacele görüşmeye girmek oldu. Bunda Cuma günü, idare tarafından üretime zorlanan -beyaz yakalılar ve taşeron işçilerle birlikte- birkaç yüz işçinin yoğun polis baskısı ve koruması altında işbaşı yapmasının etkisi oldu. İşbaşı yapanlar küçük bir azınlıkla sınırlı kalıp işçilerin büyük çoğunluğunun basıncı altında kaldığı, Tofaş’ta üretim başladı türünden dezenformasyona karşı psikolojik savaş kazanılmış olduğu halde, bu koşullarda yapılması gereken alelacele kendi başına sözleşmeye girişmek değil, diğer bir dizi fabrikada yapılmış olduğu gibi işbaşı yapan azınlığın iş bırakmasını sağlamak ve Renault’yu beklemekti.
Tofaş’taki oldubittinin sorumlusu tabii ki Tofaş işçisi değil. Direnişi kolay zafer beklentisiyle, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan alkışlayıp, birkaç destek mesajı atmakla görevini yaptığını sananların görmediği ve görülmesini engellediği, direnişin ne kadar ağır ve çetin koşullarda sürdürüldüğü… İşçiler, küresel tekelci kapitalizmin “direnişi bitirin yoksa yatırımları durdurur, fabrikaları kapatırız” diye (Türkiye burjuvazisi ve devletine) verdiği gözdağları, MESS, Türk Metal, devlet, medyanın kuşatması ve ağır baskısı altında, günde onlarca kez iş akitlerin fesh edilmesi, polisin “derhal fabrikayı boşaltın yoksa…” tehditleri altında, fabrikaların içinde ve dışında daracık alanlara hapsedilmiş, bir dizi fabrikada tuvaletleri, elektrikleri, suları, yemekleri kesilmiş olarak, adeta fizik olarak tecrit edilmiş biçimde, gece gündüz kartonların üstünde direniyorlar. Sermaye ve devletin direnişe karşı çevirdiği bin bir türlü entrika ve aldatmacaya karşın, metal işçilerinin gerçekten güvenebilecekleri bir avukatları bile yok. (Bursa Barosu’ndan intikal eden AKP’li ve CHP’li avukatların da sermaye ve Valilik güdümlü olduğunu işçiler hemen anlamakta gecikmediler!) Tofaş Türk Metal’in Bursa’daki kalesi ve ana üssüyken, örneğin bir Renault’da işçiler en az meslek lisesi veya üstü iken Tofaş’a daha vasıfsız, İmam Hatipliler dâhil daha “geri” işçi kesimleri alınırken, Tofaş’ta kendini “sol” olarak tanımlayan işçiler bir elin parmağını geçmezken, Tofaş işçilerinin blok olarak iş bırakması ve direnişte yerini alması, böylesine ağır ve fiili direniş koşullarını göğüslemesi ve Türk Metal’i fabrikadan defetmesi direnişin en önemli adımlarından biriydi.
Tofaş’taki son durum, bu çapta bir direnişte, birincisi, fabrikalar arası tabandan koordinasyon ve eşgüdümün, ikincisi yukarıdan merkezi taktik önderliğin yaşamsal önemini gösterir. Ancak kimse, bu durumu, metal işçilerinin cart diye çizdiği bürokratik, taban inisiyatifine dayanmayan ve bastıran, yasalcı sendikacılığın işçi sınıfı içinde zerre kadar kalmamış “itibarını” restore etme bahanesi yapmaya kalkışmasın. Sorun işçilerin taban inisiyatif ve örgütlülüğünü ikame edecek değil, geliştirecek, ilerletecek bir “merkez” sorunudur. O en “geri”, “milliyetçi/dinci muhafazakâr”, “Türk Metal’in kalesi” denilen Tofaş’taki işçiler, Türk Metal’i defetmekle kalmamış, taban basıncıyla almak zorunda kaldığı grev kararı “yasak” denilince zınk diye duran ve tabandaki fiili grev inisiyatifini de boğan Birleşik Metal gibi liberal reformist bürokratik yasalcı sendikacılığın sınırlarını fersah fersah aşmıştır. Daha sonra bu direnişin genel bir değerlendirmesi yapılırken hesap sorulacak birileri varsa o, elinden geleni kendi iç sınırlarını da aşarak yapmaya çalışmış Coşkunöz veya Tofaş işçileri değildir.
Türk Metal ve Türk-İş sarsılmaya başlamışken, genel işçi direnişi ve dayanışmasına doğru bir zemin oluştuğu halde bir günlük dayanışma grevinden bile kaçan DİSK ve KESK’i en başa yazmak gerekir. Onların bir dayanışma grevinden bile yan çizmelerinin asıl nedeni, sendika bürokrasisinin muhalif görünümlü bir bileşeni olmaları, çıkarlarının -onca atıp tuttukları- Türk İş bürokrasisi ile ortak olmasıdır. Onların dayanışma grevinden yan çizerken asıl korumaya çabaladıkları -metal işçisinin yıktığı- “en kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir”, “en kötü ücret ve çalışma koşulu bile işsizlikten iyidir” ezberleridir. Taban inisiyatifi ve örgütlenmesine dayalı yeni bir sendikacılığın önü açılırsa, sıranın kendilerine geleceğini bilmeleridir. Metal işçilerinin büyük bir sınıf direşkenliği ve onuruyla göze aldıkları zorlukların, baskıların, bedellerin yüzde birine bile katlanmadan oturduğu yerden “kazandık, MESS’i ezdik” diye gaz vermekle görevini yaptığını sanan tatlı su solculuğunu da ikinci sıraya yazmak gerekir. Barışçıl, düz ilerlemeci, kavgasız tatlısu solculuğu: Bir şeyleri etinde, canında hissettiği için değil, “iyi bir şey olsun” diye yapmaca… Daha arkasında ise “seçimlere giderken, nerden çıktı bu” şaşkınlığı var. Seçimlerden sonra ülkeye ileri demokrasi gelecek hayalleri dâhil toplam bir paket bu.
Kolay zafer yoktur, dişle tırnakla kazanılacaktır!
Metal direnişi açısından bunlar şunun için de önemli: Fiili direnişi sürdüren metal işçileri, Tofaş işçilerine başlangıçtaki direniş taleplerinden geri adım attığı için tepki gösteriyor. İşçilerin çoğunluğunun Türk Metal’den istifa ettiği Ford Otosan, Türk Traktör gibi fabrikalarda patronlar, Türk Metal’in henüz kanırtılamadığı Mercedes, Arçelik gibi fabrikalarda ise Türk Metal şefleri, eylem yapan işçilere “direnişi bırakırsanız, size de Tofaş’takinin aynısını vereceğiz” diye baskıları artırıyor. Coşkunöz ve Tofaş’taki tekelci sermaye ve devlet oldubittilerine kızılacaksa, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan Coşkunöz ve Tofaş işçilerine değil, çürüyen çakal sermaye ve devletine, onun uzantısı olan veya çizdiği sınırlardan çıkamayan sendika bürokrasisine yöneltilmelidir asıl öfke. Bu da, direnişteki çoğu metal işçisi, hatta Tofaş işçilerinin önemli bir kesimi dahi Tofaş’taki ne idüğü belirsiz “anlaşma”ya tepki gösterirken, direnişteki zayıf yanlarımızı ört bas edip “büyük kazanım, MESS’i eziyoruz” diye sunarak değil, apaçık ortaya koyup aşılmasını sağlayarak yapılabilir.
Sıcak kitle direnişi süreçlerinde, hata ve zayıflıklarımızdan öğrenmek, işçilerin, kitlelerin kendi öz mücadele deneyimlerinden öğrenmesini ve üstüne çıkmasını sağlamak yerine, şu küflü “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetiyle hata ve zayıflıkları ört bas etmek, zayıf halkalardan yaşadığımız sendelemeleri “büyük kazanım” diye sunarak kendini ve işçileri aldatarak, gazla sonuç alınacağını sanmak, soldaki en geri ve kötü ezberlerden biridir. Oysa Tofaş’ın “büyük kazanım, MESS’i eziyoruz” diye sunulması, başlangıçtaki istemlerine kilitlenmiş direnişteki işçilerin “istemlerimiz kesin kazanılıncaya kadar, sonuna kadar direniş” kararlılığını da geriye çekiyor… MESS, devlet ve medyasının kamuoyu yönetişimi ile yarattığı“büyük kazanım” kamuflajlı uzlaşma ve direnişi geriye çekme havasına, her zamanki gibi işçilerden önce, tatlı su solculuğu tabi ve alet oluyor… Sınıfsal-toplumsal isyan ve direnişlerde, ileri doğru atılan adımlar ve kazanılan mevzilerle hemen büyük heyecanlara, kolay zafer beklentisi ve rehavetine kapılmak, sonra da kendi kendine yarattığı durumdan büyük umutsuzluk ve çöküntülere geçivermek, küçük burjuvazinin karakteristiğidir.
Tüm büyük kitle direnişlerinde yaşanan kritik sorunlardan biri, sınıf düşmanının beklemediği yer ve anda patlayan, hızla yayılıp yaygınlaşan fiili isyan ve direnişlerin ilk elde kazandığı mevzilerle kolay zafer beklentisine kapılmasıdır. Oysa fiili kitle direnişinin asıl zorlu eşiği, saflar karşılıklı dizildiği, yani kitleler kazandıkları ilk mevzileri pekiştirip yaygınlaştırmaya çalışırken, sınıf düşmanının da hızla toparlanıp merkezi “kriz masası”nı kurup yüzyıllık ve küresel yönetim tecrübesiyle eşgüdümlü karşı atak, manevra ve operasyon pozisyonuna geçtiğinde başlar. Paris Komünü üzerine yazı dizimizde bu durumu şöyle değerlendirmiştik:
“İlk büyük bir iki zaferin kitlelerde yarattığı büyük devrimci coşku, yenilmezlik hissi, gayet anlaşılır bir şeydir. Fakat ortaya çıkan ikili iktidar durumda, bu girilen çok daha çetin ve keskin sürecin sadece ilk adımıdır. Zaafa düşmüş, gafil avlanmış sınıf düşmanına göz açtırmadan kazanımları gidebileceği son noktaya kadar genişletmek, iç ve dış örgütlenmeye hız vermek, her alan ve düzeyde kitlelerin aktif katılım ve yer almasını sağlayacak adımları güçlendirmek…. varken, bu aşırı iyimserlik ve iyilikseverliğin sürmesi, bir gevşeklik ve rehavete, büyük bir zaafa dönüşebilir. Üstelik kitlelerin tarihsel devrimci inisiyatifi ile ortaya çıkan bir Milis Merkez Konseyi, asıl olarak da uğruna dövüştükleri bir Komün Konseyi kurulduktan sonra, bu rehavet ve eski alışkanlıklarla, bu kez her şeyi onlardan beklemelerine, onları ortaya çıkartan, onların da temel dayanakları olan taban komite ve konseylerini bile gevşetmelerine yol açabilir. (Komün ve Konseyle karşılaştırılamayacak olsa da Gezi/Taksim işgal süreci düşünülsün. Çoğu kişi polisin Gezi Parkına girmeyeceğini düşünüyordu. Polis Taksim’de son saldırının anonsunu yaparken Taksim’in tüm çevresine ve ara sokaklarına yığınak yapmış olduğundan bile kimsenin haberi yoktu) Kitleler ne yazık ki aslen özdeneyimleriyle, çoğunlukla da ölerek, bu işin pasifizmle, uzlaşma arayışı ve beklentisiyle olmayacağını öğreniyorlar. Esas sorun, sınıfın ileri kesimleriyle kaynaşmış, teorisi, pratiği, programı, strateji, taktikleri, savaşım içinde sınanmış ve sağlamlanmış; kitlelerin nabzını elinde tutan, sınıfsal-siyasal sezgi, bilinç ve özsavaşım yeteneklerini geliştirecekleri, aktif olarak yer alıp ortak sorumluluk ve çabalarını geliştirecekleri organları en büyük titizlikle ve kitlelerin içinden geliştiren öncü, önder bir gücün, sosyal devrim örgütünün gerekliliğidir.”
Metal işçilerinin direnişi devrimci bir hareket, bir Komün olmanın kuşkusuz çok uzağında. Ancak Gezi’de olduğu gibi, sınıf düşmanının “çalışmadığı yerden” gelen ilk büyük fiili iş bırakma ve fabrikaları terk etmeme atılımından sonra, karşılıklı pozisyonlar alındıktan ve deklere edildikten sonra, asıl zorlu süreç başlıyor. Bu savaşım en çetin sınıf savaşımlarından biridir; karşımızdaki güç yalnızca Türkiye’deki en güçlü işçi düşmanlığı kurumları, MESS, Türk Metal, tekelci mali oligarşik sermaye devleti ve medya değil, kimbilir dünya çapında bunun gibi kaç büyük işçi direnişi yaşamış ve direniş kırma çakallığı repertuarı çok zengin küresel tekelci sermaye var. Yalnız son küresel kriz devresinde, yani son 6-7 yılda, Ford, Fiat, Renault, Toyota, Hyundai gibi küresel otomotiv tekellerinin, Çin, Rusya, Güney Kore, Brezilya, Güney Afrika ve Avrupa’daki fabrikalarında sayısız kitle grev ve direnişi yaşandı. Bu çetin savaşımda, şimdiden önemli fiili kazanımlarımız var. Ama bu kazanımlar üç kuruş fazla beş kuruş eksik ücret artışından önce, işçi sınıfının ilk kez, çürümüş, bürokratik, sermayeleşmiş patron sendikacılığı tutsaklığına bu çapta bir başkaldırısı olması, ikincisi de neoliberal çözücülüğe ve mekanizmalara karşın son 20 yılda ilk kez bu çapta bir kolektif savaşım ve direniş hareketi sergilemesi, ortaya koyduğu taban inisiyatifi ve iradesidir.
Son 20 yılda ilk kez neoliberal kapitalizm prangalarına ve çifte tutsaklık mekanizmalarına karşı bu çapta bir sıcak sınıf direnişinde, küresel temelden organize sınıf düşmanı ve direniş kırıcılık operasyonlarına karşı, bir dizi sendelememiz, hatamız, zayıflığımız, eksiğimiz gediğimiz ister istemez olacak. Ancak kolay zafer beklentisi ne kadar yanlışsa, ilk bir iki zayıflıkta hemen demoralize olmak ya da “aman işçilerin morali bozulmasın” diye bunları ört bas edip “büyük kazanım” diye sunmak da o kadar yanlıştır. İşçiler en iyi sıcak mücadele süreçlerinde kendi öz deneyimleriyle öğrenir, dostunu düşmanını, sınıf düşmanının çakallıklarını tanır… İşçiler çocuk değil, aptal değil; Tofaş’taki sözde uzlaşmanın, fiili direniş istemlerinin gerisinde olduğunu da, MESS ve patronlara, en geniş hareket serbestisi veren belirsizliklerle yüklü olduğunu da gayet güzel görüyorlar.
Tofaş telafi edilir, direniş kararlılıkla sürerse
Tofaş’ta ilk eldeki “uzlaşma”ya, ki bunun bir “anlaşma” değil dayatma olduğu çok geçmeden açığa çıkacaktır, en fazla “kısmi kazanım” denilebilir. Kuşkusuz MESS ve devletinin şu kadar “yasa dışılık”, bu kadar “tazminatsız işten atma”, bilmem ne kadar “polis zoruyla fabrikaları boşaltma” tehditlerinden sonra, işçilerin taban inisiyatifi ve temsilcilerini muhatap almak zorunda kalması bir “kısmi kazanım”dır. Ancak sınıf savaşımı, fiili kitle isyan ve direnişleri tarihi, sokakta, fabrikalarda fiilen kazanılanın masada kaybedilmesinin, ya da en azından başlangıçtaki isyan ve direniş istemlerinden çok geri ve bulanık “uzlaşmalar”a imza atılmasının örnekleri ile doludur. Gezi’de Taksim Dayanışması’nın (CHP, HDP, KESK, DİSK, TMMOB, TTB bürokratları) Erdoğan’la yaptığı görüşmede yaşadığı baskı, hakaret ve tehditleri bile Gezi kitlesinden saklaması, sonra da Gezi forumlarının kararlarını bile yok sayarak, Gezi/Taksim’deki işgal, çadır ve barikatları tasfiye etmeye kalkışmasını unutmadık. Biz Taksim Dayanışması’nın sabaha kadar süren o meşhur toplantısında, en azından işgalin bir oldubittiye getirilerek kırılmasına geçit vermedik! Tofaş’ta da görüşmeden çıkan işçi temsilcileri, daha işçiler ne olduğunu anlamadan “kazandık, direnişi bitiriyoruz” dediler, işçilerden büyük tepki ve yuhalamalar gelince “tamam o zaman siz direnmeye devam edin, biz bitiriyoruz” moduna girdiler. Sorun doğal işçi temsilcilerinde değil, bu arkadaşlarımızın nasıl ağır bir baskı ve yıpranma içinde, nasıl büyük bir sorumluluğu omuzladığını biliyoruz. Fakat sorun, “işbaşı pazartesi” denmesine karşın, direnişteki işçiler bir yana, Tofaş işçilerine bile patronların teklifini bir gün bile tartışıp değerlendirme süresi tanınmayıp, oldubittiyle direnişin bitirilmiş olmasıdır. Bu yapılabilseydi, direnişteki ve Tofaş işçilerinin çoğunluğu, bir gün değerlendirip hatta “yetmez ama evet, ama kırmızı çizgilerimiz şunlardır, hep birlikte yeniden iş bırakma hakkımızı da elde tutuyoruz” diyecek olsalardı bile, anlaşmanın geri içeriği ne olursa olsun, bu işçilerin sınıf birliği, disiplini ve gerçek anlamda kolektif kararı olarak daha anlamlı bir kazanım olurdu…
Bugün yapılması gereken ise, başta Renault ve direnişteki diğer büyük fabrikalar olmak üzere, 3 istemin net olarak arkasında durmaya devam etmek. Büyük patronlar da zaman açısından sıkışmış durumdalar ve direniş sürdükçe her gün Mercedes, Arçelik gibi yeni kilit fabrikalara yayılma eğilimi gösteriyor. Anlaşmayı, hareketlenmenin başladığı ama toplu istifaların olmadığı, TM’nin tam sökülemediği fabrikalarda da Tofaş’ın gerisine değil ilerisine çekmenin tek yolu budur. Metal işçilerin “burası Renault, Tofaş değil!”, “burası Tofaş değil, Ford Otosan” gibi sloganları bunun bilincinde olduklarını, Tofaş’taki sendelemenin ilk eldeki moral bozukluğunun üstüne çıkmaya başladıklarını gösteriyor. Direnişlere herhangi bir polis veya işten atma saldırısı olursa da, o zaman işin rengi değişir, Tofaş vd’de “uzlaşmanın” anlaşma olmadığı, hangi koşullarda oldubittiye getirildiği daha bir açığa çıkar ve hükmü kalmaz, direniş yeni boyutlar kazanır. Ancak bunun da tek yolu, metal işçileriyle eylemli sınıf dayanışmasını yükseltmek, direnişi ileri taşımak ve yaygınlaştırmaktır.
Tofaş ve “uzlaşma” sağlanmış görünen fabrikalarda ise, bunun işçilerin kolektif iradesine dayalı “anlaşma” değil ama bir oldubitti olduğu çok geçmeden ortaya çıkacak. Bu yüzden, buralarda da mücadele bitmedi, asıl bundan sonra başlıyor. Çünkü bu işçileri uzaktan yakından tatmin etmediği gibi, büyük patronlar ve devleti de rahatsız eden sadece geçici bir “ateşkes”tir o kadar. Büyük patronları asıl rahatsız eden, işçilerin kararlı direnişi karşısında vermek zorunda kaldıkları bir iki taviz ve üç beş kuruş prim değildir. Onları asıl rahatsız eden, on yıllardır ağır bir neoliberal boyunduruğa vurdukları sanayi proletaryasının silkinmesidir. İşçi sınıfı üzerindeki 12 Eylül boyunduruğunun neoliberal mekanizmalarla kaynaştırılıp pekiştirilmiş kalıntılarının, bizzat işçi sınıfının öz savaşımıyla sarsılıp parçalanmaya başlamış olmasıdır. İşçi sınıfının giderek yaygınlaşan aşağıdan mücadele ve örgütlenme inisiyatifi ve kararlılığıdır. Büyük patronların kurdukları ve öncelikli “kölelik programları”nın da ön açıcısı olarak dayattıkları 3 yıllık sözde sözleşme kapanının ellerinde patlamış olmasıdır. Ve son 20 yıldır işçi sınıfının süregiden gerileme eğiliminin (hatta bir 89-92 dönemini saymazsak, 12 Eylül’den itibaren süregelen gerileme ve dağınıklık eğiliminin) sona ermesi, sınıfsal güç dengelerinde bir sarsıntının ortaya çıkması, gerisinin de kaçınılmaz biçimde gelecek olmasıdır.
Burjuvazi ve devletinin seçimler nedeniyle yaklaşık 2 yıldır beklettiği ya da ağırdan aldığı, en başta da işçi sınıfına saldırı vitesini büyütecek “öncelikli kölelik programları” (kıdem hakkının fona devredilerek gaspı, özel kölelik büroları, taşeronluğun asıl işlere sokulması, vd) için, işçi sınıfının giderek büyüyen direnç ve savaşım iradesine saldırmak zorundadır. Burjuvazi ve devletinin her zamanki taktiği, tek başına baskı, yasak, sendika bürokrasisi vb gibi geleneksel yöntemlerle kıramadığı direniş ve taban iradesini, bir iki kısmi taviz vererek yatıştırmak, sonra da yine bin bir türlü yöntemle altını oymaktır. Ne kadar tekrarlarsak azdır, Marx’ın da hep vurgulamış olduğu gibi: Bu tür sınıf mevzi sınıf muharebelerinin asıl kazanımı, 3-5 kuruş fazla ücret değil, işçilerin kolektif sınıf bilinç, örgütlenme ve mücadele yeteneğini geliştirmek, işçi sınıfını daha büyük, daha sarsıcı savaşımlar için eğitmek ve hazırlamaktır.
Bu yüzden direnişin şimdilik, yani geçici “uzlaşma”yla sonuçlandığı fabrikalarda, en önemli olan, patronların bin bir ayak oyununa karşı, işçilerin taban birliği, öz inisiyatif ve örgütlülüğünü, işçilerin doğal temsilcileri üzerindeki denetimini, ne yapılacaksa geniş ve doğrudan katılımlı taban meclis ve platformlarında birlikte tartışılıp karara bağlanıp hep birlikte gerçekleştirilmesini, korumak, geliştirmek ve güçlendirmektir. Bir bütün olarak direnişin şimdiki raundundan sonra ise, metal işçilerinin hiçbir biçimde rehavete, içe çekilmeye kapılmadan, ne yapacağına; sendika mı değiştirecek, yeni bir sendika mı kurmaya yönelecek, bunu birlikte kararlaştırmak ve birlikte gerçekleştirmek için, taban örgütlülüklerine, iradesine, fabrikalar arası koordinasyon organlarına, bir değil 10 kez daha fazla ihtiyaç olacaktır.
Fakat şimdiki sorun, ne moral bozukluğuna ne de “MESS’i eziyoruz” gibi kolay zafer beklentilerine kapılmadan, “surlarda açılan gediği” azami büyütmek, temel direniş istemleri karşılanıncaya kadar direnişi sürdürmek, ileriye taşımak ve yaygınlaştırmak, etkin sınıf dayanışmasını geliştirmektir. Asıl mesele de şudur: Cin bir kez şişeden çıktı, sınıf güçleri arasındaki en az 20 yıldır süregiden en geri durum ve “denge”, ki işçi sınıfının sırtının duvara yaslanmasından başka bir şey değildi, bizzat işçi sınıfının öz inisiyatifiyle bozulmaya başladı. Metal direnişi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, yalnız metalde artçı sarsıntıları yaşanmakla kalmayacak, işçi sınıfının farklı kesimlerinden yeni hareketlenmeler de gelecek… Bu daha başlangıç! Görevimiz, işçi sınıfına gerçekleri söylemek, bu başlangıcı gidebileceği en ileri noktasına kadar götürmek için seferber olmak, sonrasında da, hiçbir pembe hayal veya karamsarlığa kapılmadan, sınıfın bu öz örgütlenme ve öz savaşım deneyimini, yüzü geleceğe dönük olarak, ileri ve geri yanlarıyla hızla özümsemesini ve yaygınlaşmasını sağlamak, sınıf savaşımında açılan yeni kanalı güçlendirmek, daha örgütlü ve bilinçli hale getirmektir.

2015 “Bahar Eylemleri”

Metalde Öfke Patlaması, Fiili Grevlerden Kent Grevine Doğru
Renault'da başlayan metal işçilerinin öfke patlaması, başta Bursa'daki stratejik fabrikaları sardı ve hızla Havza'ya yayılan bir direnişe ve fiili grevlere dönüştü.
Yeni ve sarsıcı bir deneyim yaşıyoruz. Proletarya açısından stratejik bir şehir ve stratejik işyerleri harekete geçmiş durumda. Sınıfın öfke patlaması kenti harekete geçirdiği gibi havzayı da mobilize etti.
Muazzam bir pratik, anafor etkisi yarattı. Büyük ve yıkıcı sonuçları doğuracak, kendi özgünlüğünde/dar bir kent greviyle karşı karşıyayız. “Dar” vurgusunu negatif bir tanımlama için kullanmıyorum. Sadece eylemlerin ve fiili grev senkronlarının taşıdığı yıkıcı potansiyeli/enerjiyi vurgulamak için bir alt çizme. Bugün işyeri esaslı gelişen fiili grev dalgası bir ihtimalin ne kadar gerçek olabileceğini gösterdi. Fiili grevlerin hızla sokağa yayılması, özellikle yan sanayiyi şiddetle etkilemesi ve diğer sektörleri harekete geçirmesiyle olağanüstü şeyler yaşanabilirdi.
İşte bu gerçekleştiğinde yıkıcı bir kent grevi pratiği doğacak.
Sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesinde müthiş bir ivme katacak bu deneyim, yaşananlarla gerçekten olanaklı hale geldi.
Varolan bu potansiyellerin harekete geçmesi, metaldeki doğrudan eylem şeklinde biçimlenen fiili grevlerin yayılmasına, uzun solukluluğuna ve yaratacağı sarsıcı ve yıkıcı etkilere bağlı olduğu yaşanarak görüldü.
Yeni Grev Stratejileri
Fiili grevin uzun solukluğu Renault ve Tofaş'ın bulunduğu alandaki yan sanayinin harekete geçmesi demektir. Bugün bazı yan sanayideki işyerlerinin fiili grev dalgası içinde yer alması ve bir dizi destek eylemi yapması, yan sanayideki açığa çıkmamış potansiyeli gösteriyor.
Ana fabrikalarla birlikte, yan sanayinin farklı eylem ve direniş biçimleriyle mobilize olması tüm kenti, İstanbul ve İzmir yolundan tutuşturabilir, bir şehir işçi tulumlarına bürünebilirdi.
Renault, Tofaş ve Bosch gibi fabrikalar ana fabrikalardır. Bursa'daki yan sanayi bu fabrikalara yüksek oranda entegredir. Yan sanayi, ana fabrikada yaşanacak üretimden şiddetle etkilenmekte ve doğacak herhangi bir aksaklıkta bloke olmaktadır. Merkez fabrikalardaki işçilerin ruh halinin yan sanayide çalışan işçilerde de olduğu bilinen bir gerçektir. Ana fabrikaların (niteliğini bir tarafa bırakarak) sendikalı olması mobilizasyonu ve ortak hareket etme olanağı doğurabildiği gibi, uzun yıllardan beri sınıfı etkisiz ve edilgen bir yığına çevirebiliyor. Yan sanayinin çok büyük bir oranda örgütsüz olması en büyük handikaptır. Ama organize sanayi merkezlerinin birer işçi cehennemi olduğu unutulmamalıdır. Aynı zamanda, ağır çalışma koşulları, düşük ücret ve her an işten atılma riskinden dolayı, organize sanayi bölgeleri bir sınıfsal öfke denizidir. Özellikle 2008'den beri altını çizdiğim bu potansiyel, bugün Bursa'da ilk sarsıcı provasını gerçekleştirdi. Hatta havza grevlerinin ne kadar yakın bir olasılık olduğunu ortaya koydu.
Metal işçileri, gerçekleştirdikleri bu muazzam eylemler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, artık işçi sınıfının gündeminde kent grevleri var.
Metal işçisi tarihsel anlamı olacak eylemler zincirini yarattı.
Büyük Bir İnfilak Gibi
Uzun yıllardan beri, Türk-Metal'de somutlanan korporatist, bürokratik, işbirlikçi sendikal yapının ve finans kapitalin en militan örgütü MESS'in kuşatılmışlığı içindeki metal işçisi bir nevi infilak etti.
İnfilak, kentte metal sektöründeki birikmiş sınıfsal öfke ve kini açığa çıkardığı gibi, sektörü sarstı ve etkilerini havzadaki 6-7 stratejik işyerlerinde gösterdi.
İşçi sınıfının en stratejik illerinden biri olan Bursa'da sınıfsal öfke patlamasının gerçekleşmesi tesadüfî değildir. Kentin proletarya açısından stratejik bir kent olması, işçi sınıfının tarihsel deneyim ve birikimlerinin zenginliği ve özellikle 2008 sonrası krizin yarattığı yıkıcı sonuçlar Bursa'yı fırtınanın merkezine dönüştürdü.
Metal eylemleriyle on binler hareketi geçti. Finans kapitalin ve siyasi iktidarın işçi sınıfına stratejik saldırısını yoğunlaştırdığı, grevleri yasakladığı bir konjonktürde, fiili grev pratiği sınıfın yaratıcı gücünü ortaya koydu. Ve izlenmesi gereken yolu gösterdi. Fiili, militan ve kitlesel mücadele.
İşyerinden işyerine sıçrayan fiili grevler, yarattığı aurayla sınıfı kuşattı. Ona muktedir olma duygusu verdi. Ve özgüven kazandırdı. İşçiler sınıf kimliğinin onurunu yaşadılar.
“Uludağ’ın Eteğinde Bir Cehennem Kenti Var”: Bursa
Bursa, işçi sınıfı mücadele tarihinde önemli bir yere sahip. Türkiye kapitalizminin karakteri ve gelişim momentleri Bursa'dan okunabilir. Kentte metal ve özellikle otomotiv sektörü ciddi bir gelişim gösterdi. Renault şirketinin küresel düzeyde en önemli fabrikalarından biri Bursa'da kuruldu. Ayrıca Tofaş'ta kentin en stratejik fabrikalarından biri olarak öne çıktı. Bursa, bunun yanında Metal sektöründeki bir dizi uluslararası markanın merkezidir. En dikkat çekenlerden biri Bosch'tur.
Kent, 70'li yıllarda özellikle metal işkolunda grev, direnişleriyle göz doldurdu. Bugün fiili grevlerin ve doğrudan eylemlerin merkezi olan işyerleri Renault, Tofaş ve Coşkunöz gibi fabrikalar geçmişte, DİSK'in taşıyıcı sendikal yapısı olan Maden-İş'e üyeydi ve 1977'deki meşhur Mess grevine de aktif katılan işyerleriydi.
Ve Mess gibi bir karşı devrimci örgütü çok iyi tanıyorlardı. Yani bu işyerlerinin kolektif hafızalarında grevler, direnişler var. Aradan yıllar ve nesiller geçse de sınıf kolektif hafızasından beslenir, sınıfa kolektif hafızası yol gösterir. Deneyim ve tecrübelerin nesilden nesle geçen etkileri vardır.
Koşullar bazen tarihi geri çağırır. Tarih bazen bugün olur. Bugün tarihi kapsar ve kendini üretir.
Böylesi bir tarihsel arka planın yanında, bu işyerleri ve Bosch, yakın tarihteki metal eylemlerinde de önderlik yapan, alternatif örgütlenme arayışlarına giren, daha sonra sönümlense de farklı taban örgütlenmeleri yaratan işyerleri olarak dikkat çekti.
1998'deki yine Türk Metal'a büyük reaksiyonla başlayan, sendika değiştirmeyi de hedefleyen metal dalgası bu işyerlerinden başladı.
Bursa, 2012'de Bosch direnişine de merkezlik yaptı. Bosch direnişi, sonuçlarıyla ve grup sözleşmesinin dışında imzaladığı sözleşmeyle bugünkü direnişlere örnek oluşturdu.
2015 başında, Birleşik Metal Sendikası'na bağlı işyerlerinde grev kararı alınması ve grevin ertelenmesine rağmen, daha sonra bu işyerlerinin imzaladığı sözleşmenin Türk Metal'in imzaladığı grup sözleşmesinden olumlu olması bu işyerlerinin arayışlarını hızlandırdı. Tepkilerini körükledi.
Uludağ’ın eteğindeki işçiler için cehennem olan bu kent sonunda infilak etti.
Eylemleri kendiliğindenci bir karakterde gelişmesi, öfkenin şiddetini düşürmez. Ayrıca muazzam gücünü ve yarattığı tarihsel önemdeki gelişmeleri hafifletmez. Eylemlerin doğrudan eylem biçiminde ve fiili grev şeklinde gelişmesi ve senkronize bir karakter göstermesi yeni/Çin çalışma rejimini bloke edici içerikte olması son derece önemlidir. Müthiş olanaklar sunmaktadır. (Ayrıca Bursa'da benim de yıllardır aktif olarak katıldığım metal işçilerinin çalışmaları, arayışları, taban örgütlenme deneyimleri var.)
Hareketin kendi içinden çıkan, taban örgütlenmelerine dayanan, doğrudan eylem tarzında gelişen metal dalgası yol gösteriyor.
Sınıfın Yıkıcı Enerjisini Taban Örgütlenmeleri Açığa Çıkarır
Bu dalga klasik sendikal yapıların işlevsizliğini çıplak bir biçimde gösterdi. Anti-bürokratik, anti-korporatif bir taban hareketi olarak gelişen metal dalgası, yeni ufuklar açıyor.
Taban örgütlenmelerin ve inisiyatifinin önemi, metal işçilerinin hareketiyle bir kez daha ortaya çıktı. Yeni bir emek odağının yaratılması artık işçi sınıfı için yaşamsal önem kazandı. Bu emek odağının önemli parçası fiili, meşru, militan örgütlenmelere ve doğrudan eylemlere dayanan ve doğrudan demokrasiyle hareket taban sendikacılığı hareketidir.[*]
Metal işçileri işçi sınıfına öğretiyor.
Bir kent grevi pratiği olan metal direnişi, aynı zamanda havza grevlerinin olanaklarını ortaya koydu.
Türkiye'de Bursa gibi proletarya açısından 6-7 stratejik il önümüzdeki dönemde dikkatle izlenmelidir. Buraları yeni infilak alanlarıdır. Dün Gaziantep tekstil işçileri ve Bursa Bosch işçileri direnişleri ve fiili grevleri dipten gelen dalganın ilk belirtileriydi. Şimdi Bursa deneyimi dipten gelen dalganın yıkıcı gücünü gösterdi.
İşçi sınıfının taşıyıcı, lokomatif gücü olan metal işçileri tarihsel bir pratiğe imzalarını attı.
Dipten gelen dalga, sarsıcı birikimler ve deneyimler ortaya koydu.
"Ve Çelik Sertleşti."
Volkan Yaraşır
[*] Bu yazı metal işçilerinin direnişiyle ilgili hazırlanan ilk makaledir. Ardından “taban örgütlenmeleri ve metal direnişi, sendikalar ve metal direnişi, kent grevleri, metal direnişi neyi gösterdi?” başlıklı spesifik konuları işleyen makaleler yayınlanacaktır.