12 Haziran 2015 Cuma

Yeter Ya Hu!

Yahuyu kastedip “Ya hu” şeklinde ayrı yazdım ya, tanrısal bir referans diye gerici olmaktan korkuyorum (!) ama inadına öyle yazacağım, ya hu! Yeter.
Gecenin bir saatinde kaynağı ve içeriği çok önemli değil, çok bilmiş ve her şeyin farkında olan yüzlerce arkadaşımdan birinin yazdığı bol ünlemli, Yılmaz Özdil’in sosyalizme çevrilmiş “anlayana” temalı mesajlarına / iletisine benzer bir ileti görünce, bardağın son damlası taştı artık. Gerek gazetelerinde, gerek açıklamalarında, gerek yetiştirdikleri prototipleriyle sosyal medyaya salınmış o çok bilmişleriyle yaydıkları küstahlık ve egosal hezeyanlarına cevap vermek farz oldu.
Bunun HDP mevzusu çerçevesinde zuhur etmiş olması ufak bir detay. Bu, artık bir hastalık mertebesine ulaşmış cemaatçi ve egosal siyasetin tezahür ettiği alanlardan birini karşımıza çıkardı, dedim ya detay. HDP meselesi zaten öfkeli bir şekilde ateşini içinde biriktiren kendi kendisinin imgesine âşık ejderhayı uyandırdı sadece. Hor hor horluyor, ve ateşiyle yaktığını sanıyor her yeri ve kendini “Ejdarhayım beeeen! Yakarım her yeri. En çok bana soracaksınız, en çok bana!” şeklindeki Erol Büyükburç patolojisiyle ifade ediyor. Nasıl ki Türk popunu Erol Büyükburç’a soracaksak, siyaseti de onlara soracağız. Öyle düşünüyorlar.
Birileri, öyle çok detaylarına girmenin bir lüzumu yok, sol/sosyalistleri Said-i Nursici olmaktan, liberal olmaya, kimlik siyaseti yapmaktan, sınıf siyasetini geriletmeye kadar birçok noktada suçlayarak/eleştirerek, “ezdiğini, yok ettiğini, çelişkisini yakaladığını” falan sanarak, kendi kendisini, “yahu ne kadar da her şeyin farkındayız” hissiyle sarıp sarmaladı. Bunu da sanki bir şekilde mücadelenin içinde yer alan bu insanların o mevcut “çelişkilerin” farkında değilmiş gibi itham ederek yaptı. Ben bakıyorum ve karşımda şöyle bir sahne var. Saygı duyduğum, lafını sözünü dinlediğim, bir şeyler öğrendiğim, bilgi birikimine güvendiğim, bir “güzellik” gördüğü şeyin altında bile “ya güzel değilse” diye defalarca sorgulayacak kadar şüpheci insanlara birileri bir şeyler öğretmeye çalışan o “üstten”, o “küstah” bakışlarıyla, iğneleyici “aha bak çelişkini yakaladım”cı bir tavır takınıyorlar. Artık buna yeter! Kusura bakmayın, ama kendinize gelin, ben işte bu insanlara bakıyorum, mevcut durum karşısında ne gibi derinlikli yorumlar getirdiklerini duyuyorum, sonra birileri onlara bir şeyler diyor. Pardon ama yani, biraz haddinizi aşıyorsunuz.
Hadi bir örnek üzerinden gideyim. Neymiş, “Aaaa! Altan Tan ne demişmiş” bu muymuş özgürlük, hani neredeymiş inançlara eşit yaklaşım. Ya bak gördün mü? Gericilerle iş yaparsan böyle olurmuş. Aman da ne güzel tespit. Risale-i Nur’uma bakayım, Altan Tan’ın söylediği şey doğru mu yanlış mı bir okuyayım, ona göre cevap vereyim ben. Çünkü aşacak bu beni. Nasıl olsa yolumuz Said-i Nursi’nin yolu artık, öyleymiş ya. Akıl, fikir, vicdan… Nasip eyle yarabbi! Pardon yine çok gericiyim. Hemen ilerici ve seküler saflara katılıyorum bir sonraki paragrafta.
Aynı örnek üzerinden devam edeyim. Birçok insan bunun eleştirisini yapıyor. Şaşırmıyor ama. Çünkü biliyor böyle şeyleri o sol/sosyalist ilkeleri hatırlattığınız insanlar da. Böyle kendi değerleriyle “tutarlı-eşdeğer” olmayan “çelişen” meselelerle karşılaşacağını zaten biliyor ve emin olun, bunları en az sizler kadar idrak edebilme kabiliyetine sahip bu insanlar. Demeyecekler ki aslında Altan Tan öyle demek istemedi, uğraşmayacak onu meşrulaştırmaya. Birçok insan tepkisel, tartışıyor, görüyor. Ama olur mu öyle! Parti tutarlıdır! Parti yeknesak tek vücuttur, kaynaşmış bir kitledir, ona zeval gelmez, olur mu öyle şey. Kimlerin peşinden gidiliyor! Amanın! Dur, yüzlerine vuralım şu cahillerin İlber Ortaylı tavrıyla.
Siyaset çelişkidir. Çelişkiler içinde var olarak, temas ederek, dokunarak ortak değerleri yaratma çabasına siyaset diyoruz. Ama bunun tam zıttı, bir hayali cemaat olarak parti ve onun bir arzu nesnesi haline dönüşmesidir. İdealler belirlenir. Burada “idealleri” Weberyan “ideal tip” kategorisi gibi düşünebiliriz. Gerçeklikten bağımsız, zihni düzlemde belirlenmiş “ideal tip”. Birkaç şef bunları çok güzel teorize eder, etkileyici bir şekilde formüle eder ve aktarır. Bu aktarımın gerçekleştiği “cemaat”, bu “meselelere” ilgi duyan ama pek bir şey “bilmeyen”, ama tam da pek bir şey bilmediği için de kendisine bir şeyler öğretecek “şeflerine” tav olmaya hazır bir gençlik kitlesiyle oluşur. İşte o gençlik, cemaat içinde kendi egosunu da besleyen, kendi varlık ve bilincine anlam katan bir şekilde “kişinin bedeniyle bütünleşir” bir arzu nesnesine dönüşür. İşte o dakikadan sonra arzu nesnesi olarak parti tutarlı, bozulmaktan uzak, yakışıklı-güzel bir beden gibidir. Parti tutarlılığına gelecek zarar, egoya, “ben”e verilen bir zarardır artık. O dakikadan sonra fikirleri savunmak, beni, anlamı, kendi bedenini savunmaktır.
Bu beden bir sirkülasyon haliyle bir “kazık çakmanın” tuhaf, diyalektik birlikteliğidir. Sirkülasyondur, çünkü kendini bedenin daha “seksi” bölgelerine transfer edemeyen kişiler, kendisinden daha “seksi” olanların etkisi altında ezilir, ve uzaklaşır, mühim olan o değildir, çünkü bir seksüel beden olarak parti, yeni ilgilileri hep tahrik eder. Bu açıdan bir sirkülasyondur. Ve bir kazık çakmadır, çünkü şefler, tahrik eden cümleleri formüle edenler ve bilenler, cemaat ile kendi bedenini bütünleştirmiştir, ve her zaman çok bilir ve çok tutarlıdırlar.
Şu ana kadar parti koyduğum yere başka şeyler de koyabilirsiniz. Akademi de koyabilirsiniz mesela. Belli bir akademik, yol gösterici tutarlı zümre.
Ve işte bu tutarlı beden, siyaset arenasını, hani şu yarışmalardaki jüri gibi, üstad koltuğunda görmeye başlar. Cemaat önce kendi kendini över, çünkü cemaati övmek kendini övmektir, kendini övmek cemaati övmektir. Beden ile o cemaatin içindeki diğer bedenler birleşir. Dışarıda kalana yöneltilen “eleştiri” siyasal alana dair değildir, jürinin kendini övmesidir aslında. “Siz bilmiyorsunuz, aslında ben biliyorum” demektir, ve o yüzden bu kadar hararetli savunulur. Siyaset bir ego övgüsüdür artık. İşte gördüğümüz şey bu bugünlerde. Kendine anlam katma çabası olarak “karşındakine” küstahlık yapıp, kendi cemaati içinde “nasıl yakışıklı mıyım, nasıl güzel miyim?” diye sorma.
Oysa dediğim gibi, siyaset tutarsızlıklara rağmen hiçbir zaman tam olarak tutarlı olacağını bilemeden tutarlı olmaya çalışma çabasıdır. Sevgili olmak istemeyeceğin biriyle el ele dolaşmanın yollarını ararken, kendini dönüştürme ve başkasının da kendisini dönüştürmesine vesile olma çabasıdır. Bunun için tabii ki kendi “egonu” parçalaman gerekir ki, yukarıdaki cemaatin üyesi için “egonun” parçalanması “anlam yitimidir” ve çok tehlikelidir. O yüzden kolay olanı seçer, kendi egosunu okşar. Buna Erich Fromm “Özgürlükten Kaçış” diyor işte. Cemaat psikolojik bir sorundur. Cemaat yerine, kendini sürekli yeniden kuran tutarsızlıkların farkında, sürekli eleştirel, kendinden emin olmayan, kendini anlamaya çalışan, hata yapan, yenilen, bir daha dirilen, dönüşen bir toplam daha hayırlıdır, ve aslında kendi egosunun körlüğünü aşmıştır. Son paragraflarım çok varoluşçu oldu, biraz liberalizm koktu, ama ne yapalım, siyasetimiz sizin “o yüce bizim hiç bilmediğimiz ve hep ihanet ettiğimiz”(!) değerlerinize layık değil sanırım, mazur gör beni yüce Zeus. Ya hu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder