10 Haziran 2015 Çarşamba

Osmanlı ve Sol

İslam toplumları sınıfsallığa uğramakta mıdır? Bu soru önemlidir. Çünkü Batı toplumlarında din, sınıfsal karakterdedir. Hıristiyanlık başlangıçta dünya işlerinin kolektif edimi ile dini meşguliyeti birleştirmişti: çiftçilik, çobanlık, imalat, inşaat, ev hizmetleri, vb. dünyevi işler kolektif dindarlık eylemi içinde yapılmak zorundaydılar. Fakat bu işler çok kısa bir süreç sonunda zamanın ve dua saatlerinin yönetimi gereği “laik biraderlere” (conversus) devredilmişti. Bu ayrım, Ortaçağ dünyasında toplumu oluşturan tabakaların işbölümü esasına göre farklılaşmasını ifade etmekte ve orates(dua edenler), laborates (çalışanlar) ve bellatores (savaşanlar) diye anılmaktadır. Kilise, kendi içinde sınıfsal bir karaktere dönüştü ve bunu toplumsallaştırdı. Manastır Hıristiyanlığı kolektivist ruhbanlık iken Kilise bu ruhbanlığı patronajlaştırdı ve Hıristiyanlığı üç sınıfın tanzimine, iç hiyerarşisine uğrattı. Kilise toprak sahipliğine kavuştukça köle sahibi de olmuş, dini emek sömürüsünün meşruiyet aracı kılmış, mülkiyet düzeninde “efendi” konumunu kazanmıştı. Kilise’nin patronajının feodal halklar üzerinde siyasî-malî hiyerarşisinin tabii neticesi mülkiyetin emek sömürüsünü gerçekleştirmesi, topluma kira-haraç salmasıdır. Feodal toplumda kira, üründen alınan paydır ki bu da bir emek sömürüsüdür. Hz. İsa “Yoksul bir adamın cennete girmesi zengin bir adamın iğne deliğinden geçmesinden daha kolaydır” derken ticaretle elde edilen serveti “temizleme”yi vaat ediyor ve büyük bağışlar topluyordu. Bu söylem gönüllü çalışan inanç sahiplerinin emeklerinin artı değerini Kilise’nin ele geçirmesi ile de kendini katlayan bir servete dönüşmekteydi. Servetin bu şekilde dinin elinde (Kilise) birikmesi nedeniyle Hıristiyanlık tarımsal işleri olumladı. Bu olumlama Batı Roma’nın yıkılışı ile Kilise’nin Avrupa’da mutlak iktidar olmasını sağlayacaktı. Mülk ruhban bir sınıfa ait oldu.
Sınıflı toplum sisteminin varlığı ya da yokluğu “mülkiyet kimindir?” ve “çalışanlar kendi için emek sahibi midir?” sorularının cevabında belirlenebilir.
Müslüman toplumda sınıfların olmayacağından, zira “özel mülkiyet yokluğu”ndan söz edilmektedir. Ancak bu yaklaşımı söylemleştirenler reddettikleri Osmanlı toplum düzeninin kapitalizme niçin uğramadığı sorusuna kaçınılmaz olarak çarpmaktadırlar. Osmanlı’yı “Doğu Despotizmi” nedeniyle reddetmek ve yine Osmanlı’nın “feodalizme uymayan” bir mülkiyet-üretim düzeni getirdiğini kabul etmek günümüz İslâm-Sol tartışmalarının yakalandığı başat çelişkidir. Osmanlı mülkiyet sistemi servetin bir sınıfın tekelinde birikmesine yol açmadı. Diğer taraftan din Batı’daki gibi de işlev görmedi. Sencer Divitçioğlu Osmanlı toplumundaki sınıfsızlığı şöyle anlatmıştır: “Osmanlı toplumunda, devletten topluma bağlılık kuralı, birlik zihniyeti içinde topraklar üzerinde ne servajın oluşmasına müsaade etmiş, ne de soylu ve asil bir sınıfın yaratılmasına önayak olmuştur. Bir iktisadî işlev üzerine kurulan reayanın ve devletin anonim varlığı, toplum içinde birey-insanın yetişmesini engellemiştir” (Divitçioğlu, 1981: 139). Mülkiyetin imtiyaz sahiplerinde toplaşması halinde “İslam’da sınıf olmaz” diyemeyeceğiz. Bu nedenle mülkiyetçi bireyci bir zihniyetle dindarlık yaşandığında İslâm ile sınıflı bir topluma uğramak kaçınılmaz olabilir. İslam’ın modern toplumdaki dindarlığı kriz içindedir; Müslümanlar cemaatçi bir dine mensup olduklarını ortaya koyamamaktadırlar. Bu nedenle modern dönemde dindarlık-İslamcılık kendi referans kaynağına uygun toplumsallıkları hayata geçiremeyeceğine inanmak zorunda kalmıştır. Bu haliyle modern zamanlar dindarlığı-İslamcılığı bir tür ateizmdir. İnsan dindarlaşır ama ahlâkdışı kalırsa Tanrı’sını kaybeder. Ahlâkı yitirmek, dinsel olanla bağları bir an bile kaybetmeden dinsiz kalmak anlamına gelebilir. Modern toplumda dindarlık ülkenin mülkiyet düzenini değiştirmek istemiyor. Mülkiyet düzeninin mal sahipliğini ele geçirmek istiyor. Tok komşularla birlikte oturmak için mekânı düzenleyen birey Müslümanlığının sol ile çatışmasının bir sebebi budur. Ancak modern siyasal söylemde İslâmî vurguların “bin yıllık nizam” perspektifinde mülkün fakirlere tahsis edildiği de ortadadır.
Osmanlı toplumunda soylu-asil bir sınıfın olmamasına ilişkin bu tespit nedeniyle İslam-Sol tartışmalarının teolojik zeminde yürütülmesinin bir sonuca bağlanmayacağını söyleyebiliriz. Osmanlı toplumunda sınıfsızlığın temel nedeni toprağın (mülkün) kimseye ait kılınmaması, pazar yerlerinin (bedesten-bazar) ise vakıflara tahsis edilmesi ile ilgilidir. Dolayısıyla dinin Osmanlı’daki asıl fonksiyonu onun Sünnilik-heteredoksilik ile yakın ve/veya uzaklığı olmamıştır. Diğer yandan Anadolu’daki gayrı Müslim öbekler de gerek tımar sisteminde ve gerek ise pazar sisteminde yer almışlar ve tımar-pazara ilişkin sorunlarda kadıya başvurmuşlardı.
İslam-Sol ilişkilerinde tekkenin de önemli bir işlev kazandığı burada ifade edilmelidir. Dervişlerin zahirde dilencilik olarak görülen yardım talepleri çift işlevlidir. Dilenme dervişin nefsinin kırılması ikinci olarak da zenginlerin mallarının fukaralara yönlendirilmesi işlevi görmekteydi. “Çevrelerdeki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamayı vazife edinen kimi dervişlerin, bu maksatla halktan yardım talep ettiklerine veya zengin kimselerin fakirlere yardım yapmalarına aracılık ettiklerine rastlanır. Hacı Bayram-ı Veli’nin bir yardım sandığı kurduğu, davul ve kudümlerle çarşı pazarda dolaşarak yardım dilendiği nakledilir. Ayrıca sonraki dönemlerde tekkelerin imarete dönüştüğü, kimsesiz yetim çocuklara da bakım verildiği anlaşılıyor” (Ay, 2014: 137). Resul Ay, dervişlerin doğrudan savaşçı olarak gazalara katıldığını (2014: 138), zaviyeler kurarak yolculara hizmet ettiklerini (2014: 135), Hıristiyan halka dinî-tasavvufî ideolojilerini yaydıklarını (2014: 130), kolektif bir hayat anlayışı ve modeli geliştirdiklerini (2014: 105) vurgulamıştır. Tekkelerin bu işlevi Osmanlı toplumundaki artık değerin alt sınıf halk katmanlarına ulaşmasını sağlamakta ve bilgi-değer-inançların harmanlanmasına hizmet etmekteydi. Resul Ay’ın bir başka makalesinde dilenci-gezgin dervişlerin kırsal halka tekkelerde verdikleri hizmetlerin bir benzerini vermekte olduğu yönünde yorumu dikkate değerdir. Resul Ay, bu makalesinde dervişlerin kırsal kesimle iletişim kurarak bilgiyi onlara taşıdığı da ifade eder: “Onlar kimi zaman söz konusu halkın sorunlarının idare nezdinde takipçisi, kimi zaman da bu sorunları içselleştiren ve davaya dönüştürülmesine aracılık eden figürler olarak karşımıza çıkmışlardır” (Ay, 2015: 314).
Dolayısıyla İslam-Sol bağlantılarını araştırırken din-iktisat bağdaştırmasını gerçekleştiren tekkelerin örgütlediği toplumsal alanın tımar-ahi-pazar yapısını nasıl kurguladığı gözetilmelidir. Mülkiyetin burjuva oluşturmayacak şekilde toplumsallaşması (vakıflaşması-fukaralara döndürülmesi-sebil kılınması) konusunda Türkiye solu ve dindarları günümüzde ne kadar samimi durmaktadır? Dinin kolektif yaşamı kuşatan iktisadîliği kurumlaştırması Anadolu’da “kendiliğinden halk sosyalizmi” denilebilecek başka bir zihniyetin nizam kurucu doğasından beslenmektedir.
-Ay Resul, Anadolu’da Derviş ve Toplum: 13-15. Yüzyıllar, Kitap Yayınevi, 2014.
-Ay Resul, Anadolu ve Rumeli’de Derviş Seyahatleri, Ötekilerin Peşinde-Ahmet Yaşar Ocak’a Armağan, Hazırlayan: Mehmet Öz-Fatih Yeşil, Timaş Yayınları, 2015.
-Divitçioğlu Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Sermet Matbaası, 1981.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder