19 Ağustos 2016 Cuma

Kâinat İmamı Reis’e Karşı

Türkiye Solunun Tükenmeden Önce Seyrettiği Son Film: Kâinat İmamı Reis’e Karşı
15 Temmuz sonrası çok pespaye analizler okudum bizim cenahta. Ama açık ara en beterleri “Erdoğan darbeden çok güçlenerek çıktı, şimdi siyasi hedeflerini rahatça gerçekleştirecek” kümesine girenlerdi. Neyse ki milli mutabakat arayışı ihtiyacı bu yenilgici analizleri şimdilik susturdu. Bu türden analizlerin kanımca en kötü yanı bunların bütünüyle yanlış olmasına rağmen hakikaten reisin nihai olarak siyasi hedeflerine ulaşma ihtimalinin göz ardı edilemeyecek olması. Ama bu ihtimal eğer gerçekleşirse (başka pek çok faktörün yanı sıra) pespaye analizlerimiz üzerine kurulu yakın gelecekteki siyasi tercih ve hamlelerimizin sonucu olarak da gerçekleşecek. Bu tür analizler yarattıkları siyasi ataletle kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline geliyorlar. Dolayısıyla doğru analizlere ihtiyacımız var; örgütsel konforlarımızı tehdit ediyorlar diye olguları görmezden gelmediğimiz Türkiye’deki devrimci ve sosyalist geleneğin temel değerlerine yabancılaşmayan analizlere.
15 Temmuz’da ne oldu? Soyutlarsak “iki İslamcı blok birbirine girdi, biri kırıldı” deniyor. Ben ortada sadece bir tane toplumsal blok görüyorum. İlki bir kişi kültü etrafında toplanan milliyetçi mukaddesatçı Anadolu sağcılığına dayalı; içinde Suriye savaşında eğitilmiş mezhepçi ve/veya MHP’den tevarüs edilmiş yerel mafyöz operasyonel unsurların da olduğu dolayısıyla sokağa hamle edebilecek bir toplumsal blok. Karşısındaki ise kesinlikle toplumsal karşılığı olan bir ekip ya da dava değil, komünizmle mücadele günlerinden beri Atlantikçi güvenlik mekanizmaları ve onun Türkiye’deki uzantıları tarafından kollanan, toplumu değil devleti kontrolü hedefleyen mehdici bir kabal. Bu kabal 12 Eylül’den sonra semiriyor. AKP iktidarında ise ideal ortamı bulan bakteriler gibi geometrik bir biçimde büyüyor, bu defa AKP tarafından iyice semirtiliyor. Ekonomik ve politik gücü sayesinde toplumsal etkisi var ama hatırı sayılır toplumsal desteği yok. AKP ile aynı mahalleden insan devşiriyor. Tam da bu yüzden hapishanelerin önündeki insanlar 15 Temmuz’da sokakta olduklarını söylüyorlar ve hiçbiri içerideki yakınının bir “dava”sından bahsedemiyor. Ortada “haklıyız ya da çocuğum haklıydı” diyen kimse yok.
Dolayısıyla ortada bizlerin dışarıdan keyifle seyredebileceğimiz ikisi de birbirinin aynısı iki taraf arası bir it dalaşı yoktur. Bu Atlantik beslemesi mehdici kabalın hedefine ulaşamaması iyi olmuştur. “Hedeflerine ulaşsalardı üç aşağı beş yukarı şimdikine benzer bir otoriterizm olurdu” denemez. Bunu da her darbe demokratik idareden kötüdür” gibi bir klişeden dolayı söylemiyorum. Çünkü belli bazı toplumsal konjonktürlerde askerler tarafından özellikle emir komuta zinciri dışında gerçekleştirilen kalkışmalar pekâlâ desteklenebilir. Nitekim 25 Nisan 1974’ü (Portekiz Karanfil Devrimini başlatan askeri kalkışmanın olduğu gün) hayırla yâd ediyorum ve başka tarihsel örnekler de verilebilir. 15 Temmuz’da atlatılan varta büyüktür, arkasında ise sıvılaşmış bir devlet mimarisi bırakmıştır. Sermaye devletinin kurumları zayıftır. Tam da bu yüzden bir kişi kültüne dayanarak kitleler haftalarca sokağa çağırılmışlar ve siyasal yelpazenin kimi kesimleri ile milli mutabakat pazarlığı yapılmış ve yapılmaktadır. Bu ortamda Saray rejimine karşı mücadele ise (ki bu mücadele söz konusu sağcı toplumsal bloğu dağıtma görevini de içerir) hâlâ ortada duran, önceliğini koruyan ve siyasetle ahlakçılığı birbirine karıştırdığımız için bir türlü hakkıyla yerine getiremediğimiz bir görevdir. 15 Temmuz sonrasında ise 15 Temmuz olmamış gibi davranarak yerine getirilebilecek bir görev zinhar değildir ve bu yazının konusu da budur.
Milli mutabakat atmosferinin uzun erimli olamayacağı öngörülebilir. Fakat bu, milli mutabakat çabasının şu an için sahici olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’de sermaye sınıfının bir toplumsal muhalefet ihtimaline karşı buna ihtiyacı vardır. Sıvılaşmış devlet mimarisinin yeniden işler hale gelmesini sağlayacak yüksek bürokratlar ağaçta yetişmediğinden kısa vadede sermaye devletinin de buna ihtiyacı vardır. Öyle ki cezaevlerinde yıllarca haksız yere yatırdıkları ulusalcı ya da Avrasyacı subaylara şimdi filotillalar teslim edilmektedir. Solcu teorisyenlerin onca uyarısına rağmen Yenikapı’ya giden Kılıçdaroğlu’na parti içinden ve tabanından teessüfün ötesinde bir eleştirinin olmadığının farkında olmak gerekir ve bu sebepsiz değildir. CHPliler de atama beklemekte ve hatta almaktadır, bayrak mitinglerine aşina CHP tabanını milli mutabakat havası şu an için bozmamaktadır. CHP fantezisiyle yaşayanlar, gerçek CHP yerine muhayyel bir CHP üzerinden analizlerini yapıyorlar.
Küresel olarak yalıtılmış Saray rejiminin ise dışarıyla yeniden pazarlık için milli mutabakata ihtiyacı vardır. Milli mutabakat için pazarlık sürmektedir. Lâkin işler bu hafta yürüyebilir ama gelecek hafta için kimse garanti veremez. Zira her yönden sıkıştığı için Saray’ın pazarlık marjı yoktur. Sembolik jestlerle ve küçük ödünlerle özellikle CHP’yi ne kadar oyalayabileceği meçhuldür. Mehdici kabalın AKP içinden temizlenmesine dair daha hiçbir adım atılmadığı da unutulmamalıdır. Bu konuda başbakan bir genel af önerir gözükmektedir ancak reisin buna fit olup olmayacağı şimdilik belirsizdir. AKP içinde tasfiyenin şok dalgalarının bu kırılgan ortama fazla geleceğinden korkulduğu ortadadır.
Saray devlet idaresi ve kendi kadroları açısından bu kadar zayıfsa sadece (kimilerinin ima ettiği gibi) CHP genel merkezinin (ve ulusalcıların) öngörüsüzlüğü, cüret eksikliği ya da “sağcılığı” mı solun şu durumda siyaseten bu kadar etkisiz olmasının nedenidir? CHP tabanını CHP genel merkezinden bile daha iyi tanıyan, üç ülkede askeri ve siyasi faaliyet yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin düştüğü yanlışlara asla düşmeyen bizim cenahın teorisyenlerine halkımız niye kulak vermemektedir?
Ne kadar zayıf olursa olsun reisin bir alandaki kuvveti emsalsizdir: Demokratik meşruiyet. Burada demokrasiyi liberal temsili demokrasi anlamında değil, kadim Elen kent devletlerinde kullanıldığı anlamıyla kullanıyorum. Zira reisin liberal temsili demokrasinin ilke, kural ve kurumlarıyla bir işinin olmadığı ortada. Demos, sıradan halk, Aristo’nun dönemin tüm seçkinleri gibi pek güvenmediği o toplumsal kesim, kimi zaman çeşitli siyasi önderleri büyük bir coşkuyla takip eder. Demagog sözü zaten bu liderleri ifade eder, hatta bunlar için Tiran ifadesi de kullanılır. Gene de St. Croix ya da E. M. Wood gibi çok farklı geleneklerden Marksistler dönemin seçkin zümresinin sözcülerinin bu insanlara dair tespitlerine dikkatli yaklaşmamızı salık verir. Ne olursa olsun yüzde 60 mahallesinde Erdoğan’ın gücü geçmiş hiçbir sağcı siyasetçiyle kıyas kabul etmez. Onun gücü burada yatmaktadır, o zaman mücadele de bunu dikkate alarak verilmelidir. Tam da bu noktada kanaatim odur ki televizyonları itirafçı ve muhbirlerin ifrazatı kaplamadan önce seslerini duyabildiğimiz çeşitli kumpas mağdurlarının kendi meselelerini anlatarak AKP iktidarına çaktığı söylem, Batılı kurum ve kanaat merkezlerinin temsili liberal demokrasinin buradaki işleyişi konusundaki sert eleştirilerinin tercümesine dayalı söylemden çok daha etkili olmuştur.
Öyleyse konuyu biraz daha açalım. 15 Temmuz olmamış gibi yapmayan, en öne halkın güncel ve pratik sorununu koyan, kuvvetler ayrılığı, yasama dokunulmazlığı, laiklik gibi soyut siyasal ilkeleri de halka değen somut mevzular olarak gündemleştiren ve tabii ki memleketin devrimci ve sosyalist geleneğinin yarım asırda yarattığı değerleri unutmayan bir siyasi hat nasıl mümkün olacak? Buna bütünlüklü bir yanıt verecek olsam böyle yazılar yazmakla uğraşmam. Bununla birlikte bir iki noktayı belirtmeden geçemeyeceğim.
15 Temmuz’dan sonra, “NATO’dan çıkalım, İncirlik kapatılsın” gibi doksanların başında devrimcilerle ilk defa tanıştığımda kafama kazınan söylemlerin kimilerince bu dönemde öne çıkarılmamasını aklım almıyor. Anlıyorum tabii, “ikisi de Amerikancı iki İslamcı eşdeğer blok birbiriyle çatışıyor” deyince darbeye Atlantikçi güvenlik kurumlarının hiç değilse neocon kanadının tam destek verdiğini, şu an iktidarda olan ekibin ise en iyi ihtimalle tarafsız kaldığını Gülen cemaatinin bizzat bir Soğuk Savaş projesi dolayısıyla doğrudan Atlantik imalatı olduğunu görmek mümkün olmuyor. Ilımlı İslam’a Gülen üzerinden tutunan tövbekâr Milli Görüşçülerin Gülen’den farklı olarak şimdi Rusya’ya yönelik yaptıkları gibi bir manevra alanına sahip olduklarını unutuveriyoruz. Öngörü tespitin yerini alıyor: “o manevradan bir şey çıkmaz”. Evet çıkmaz. Ama bu manevranın şu an yapıldığı ve kamuoyunda karşılığı olduğu gerçeğini değiştirmez. O durumda da kamuoyu tam da bu konuları konuşurken iyi ezberlerimizi de unutuyoruz, solla özdeşleşen sloganları ulusalcılara daha da beteri sağcılara terk ediyoruz. Hatırlayalım Johnson mektubu bir “milli” meseleyle alakalıydı ve halkımızı antiemperyalist yapmamıştı. Amerikan düşmanı yapmıştı. Devrimcilerin ve sosyalistlerin siyasi müdahalesi ve mücadelesi o tepkiyi (ne kadarsa o kadar) antiemperyalist bir yönelime soktu. “NATO karşıtlığını fazla kaçırırsak reisçi mi oluruz” diye kendi abdestinden şüphelenen bir sol bu ülkenin devrimci geleneğinin mirasçısı olamaz. Bu noktada darbeciliğe karşı vicdani ret hakkının da gündemleştirilip talep haline getirilmesi gerektiğini belirtmek isterim.
Bir başka nokta eğitim konusunda. Açık ki cemaat yapılanmasının güçlenmesinin motorunu eğitim alanındaki yaygınlığı sağlıyor. Seksenlerin ortasından itibaren bunların önce dershaneleri sonra da Yamanlar Koleji gibi özel okulları itibar kazandı. İyi bir üniversiteye girebilecek başarılı yoksul çocukların neredeyse hepsi bunlara o zamanlar bir temas etmiştir. Dershanelerde isteyenin namaz kılmadığı ama onlarla daha az ilgilenildiği söylenirdi. Kurdukları okullar ise pekâlâ modern eğitim kurumlarıydı. O çocukların Türkiye’de sınıf atlamanın en kesin yolu olan iyi bir eğitim alma fırsatı için bu cemaate duyduğu minnettarlığının nasıl canavarca kötüye kullanıldığı ortada. Solcu falan olmayan Ersan Şen hoca bile devlet parasız yatılı okullarının Özal döneminden itibaren önce zayıflatılıp sonra da neredeyse ortadan kaldırılmasının bu yapılanmanın önünü açtığını dolayısıyla böyle devlet okullarının yeniden kurulması gerektiğini belirtmişken bizlerin parasız eğitim talebini en başa yazmamamız hem de laik eğitimden bahsediyorken anlaşılır değildir. Parasız eğitim mücadelesi üniversitedeyken beni ve kuşağımdan pek çoklarını hareketin içine çeken faktördü. Seksenlerde orta öğretimde hâlâ devletin Fen ve Anadolu liseleri özel okulların hepsiyle kapışırdı, neo-liberal politikalar bunları bitirdi. Bugün insanlarımız çocuklarını kendi cebinden okula gönderemediğinden bu cemaatlerin himmetine muhtaç. İmam hatip ya da değil onların derdi çocuklarını okutmak. Örneğin Yamanlar Koleji imam hatip değildi; solla özdeşleşmiş parasız eğitim talebi laik eğitim talebinden daha mı değersizdir?
Son bir nokta kamu idaresinden bu yapının temizlenmesine dair. Tabii ki ortada sızma yok. Hiç değilse AKP iktidara geldiğinden beri basbayağı yerleştirildiklerini biliyoruz. Biz de üniversitelerde paraşütle gelenleri, seçilmeden atananları gördük. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden TSK’ya kumpaslarla önlerini açtıkları da ortada. Bu kumpaslar için kendilerine siyasi otorite tarafından yol verildiği de. Dolayısıyla temizlik elzemdir ve hemen ekleyelim temizliği bu pisliği buraya getirenler yapamaz. Dolayısıyla bunların (düz üyeleri kastetmiyorum) kamudan tasfiyesi bizim meselemizdir. Bunların kamu idaresinde amir olarak geçmişte esas kimlerle uğraştığı bu yargının en önemli kanıtıdır. Kuşkusuz hukukun üstünlüğü ve masumiyet karinesi gibi ilkelere dikkat edilmelidir. Ama biz sadece bu ilkelere dikkat edilmesinden bahsettiğimizde kendimizi memleket meselesinde gene Alman ya da Amerikan gözlemci statüsüne koymuş oluyoruz. Arkadaşları anlıyorum, “sıra bize gelecek, şimdiden kendi celladımızın şakşakçısı olmayalım” diyorlar. Fakat kendi sorununa bu kadar gömülmüş bir kesim sosyalist siyaset değil ancak sosyalist kimlik siyaseti yapar. Kamuda liyakat sisteminin hayata geçirilmesini ve yakın geçmişte bu ilke çiğnenerek yapılan atamaların hukuk kuralları çerçevesinde geri alınmasını savunmak ve bu atamaları yapan siyasi sorumluların yargılanmasını talep etmek mümkün ve gereklidir.
2013’ten beri bizzat tanıdığım ve sosyalizm idealini paylaştığımız insanları katliamlarda kaybettim. Katillerini, ölümlerinden sorumlu olanları biliyorum. Unutmayacağım, affetmeyeceğim. Ama siyasi mücadeleyi kişisel duygularımla yürütemem. Ablalarım ve ağabeylerim bana “devrimciler halkın sorunlarıyla uğraşır, kendi sorunlarıyla halkı meşgul etmez” diye öğretmişti. Bizim sosyalizm idealimizi paylaşmasa da üniversite hastanesine malzeme alımında yolsuzluk yaptığı iddiasını onuruna yediremeyen Enver Arpalı’ya karşı sorumluluğumuz yok mu, yokluk içinde yetişip subay olan oğullarını bir kumpasla kaybeden Tatar ailesi sadece ulusalcıların ilgi alanına mı girmelidir? Mahallesindeki okulun da, yeşil alanın da sorununa kayıtsız kalmayan muhtar Mete Sertbaş, çok affedersiniz de 15 Temmuz gecesi b.k yoluna mı gitmiştir? Bunların katili olan yapılanmanın 17-25 Aralık öncesi suç ortağı olan rejimden hesap sormak için genel kamuoyunun ilgisini çekmeyeceğini bile bile illa 15 Temmuz’dan önce nereye yatırım yaptıysak oradan mı kavgaya devam edeceğiz? Burjuva demokrasisinin kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi en temel kavramlarının yanına biraz yetmişlerden kalma İskandinav sosyal devlet sosu sürünce ortaya sosyalist, onu geçtim halkçı program mı çıkmış oluyor? Biz ne zaman Guardian, NYT, Foreign Policy ağzıyla konuşmaya başladık?
Hadi, Kemal Kılıçdaroğlu ağzıyla konuşayım: “AKP’nin önüne yatan liberaldir” halleri ortada. Ama özür dilerim, liberal sayılmanın başka yolları da var. Yüzde 60 mahallesinden zaten kopuğuz, bu gidişle CHP seçmeninden de kendimizi soyutlarız. Kendi sorunlarımızla değil halkın sorunlarıyla ilgilenmenin vakti geldi de geçiyor. Dolayısıyla umarım bu son olur ve bir daha bu konuda bize dair yazı yazmam.

Türkiye-İsrail Anlaşmasına Dair

Türkiye Cumhuriyeti ve İsrail Arasındaki Anlaşmaya Dair Basın Metni
Mavi Marmara olayına ilişkin olarak İsrail ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan anlaşmanın; “Gazze Özgürlük Filosu”nun yerli ve yabancı mağdurları, şehit aileleri ve Türkiye açısından ortaya çıkaracağı neticeler hakkında ilgililerin dikkatini çekmek adına, anlaşma maddeleri aşağıda sırasıyla ele alınmış, hukuksal ve diplomatik açıdan değerlendirilmiştir:
1. İsrail, 20.000.000USD (Yirmi Milyon ABD doları) bağış yaparak, hukuki ve cezai her türlü sorumluluktan kurtulmaktadır.
2. İsrail, adı geçen bağış konusunda hiçbir sorumluluk almamakta, paranın mağdurlara dağıtımı, teslimi gibi konularda Türkiye Hükümeti, vatandaşlarıyla ve yabancı katılımcılarla karşı karşıya getirilmektedir.
3. Ödenecek tutar sadece “şehit yakınlarına” verilecektir. Şehit yakınlarının bu bedeli almayı kabul etmemesi ve hiçbir şekilde zararları tazmin edilmeyen diğer mağdurlardan 56 yaralı ve 700’e yakın filo katılımcısının açtığı/açacağı ulusal/uluslararası alandaki davalarda, Türkiye Hükümeti şehit yakınlarıyla ve diğer mağdurlarla karşı karşıya getirilmektedir.
4a. Bu anlaşmayla, Türkiye Hükümeti veya herhangi bir mağdur, İsrail’i, İsrail vatandaşlarını ya da temsilcilerini suçlayıcı hiçbir iddiada bulunamayacaktır. Anlaşmada bilinçli olarak “Özgürlük Filosu” ibaresi kullanılarak filodaki tüm gemilerdeki, yani yabancı ülke bayrağı taşıyan gemilerdeki yabancı ülke vatandaşlarının sorumluluğu da Türkiye’nin üzerine bırakılmıştır. Böylece İsrail açısından tam bir sorumsuzluk hali oluşturulmuştur. Eğer bu anlaşma bu şekliyle TBMM’den geçerek onaylanırsa, birçok devlet ve o devletlerin vatandaşları ile tüzel kişiler, Türkiye Devleti’ne karşı davalar açacaktır. İsrail’in ödemesi gereken milyonlarca dolarlık tazminatı Türkiye Cumhuriyeti ödemek zorunda kalacaktır.
4b. Anlaşma ile İsrail’e ve İsraillilere tam bir hukuki ve cezai muafiyet sağlanmış ve İsrail, saldırıdaki suçlarından dolayı ibra edilmiştir. Türkiye ise, sanki saldırıyı gerçekleştiren taraf gibi yerli/yabancı tüm katılımcıların sorumluluğunu üzerine almıştır. Bu kapsamda Türkiye Hükümetinin muhatap olacağı tazminatlar, İsrail’in ödemeyi taahhüt ettiği bedelin katbekat üzerinde olacaktır.
4c. Açılmış olan ceza davasından da İsrail, vatandaşları ve yetkililerinin sorumluluktan muaf oldukları ve ibra edildikleri kararlaştırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye Hükümeti, mağdurlar, yani kan sahipleri adına failleri resmi olarak affedeceklerini taahhüt etmektedir. Kuşkusuz bu taahhüdün gerçekleşebilmesi için İstanbul 7. Ağır Ceza Mah.deki ceza davasının sonlandırılması (AY’ya aykırı olarak) gerekmektedir. (Anayasamız ve hukukun temel ilkeleri gereğince kişiye veya olaya özgü af çıkartılması mümkün değildir.)
5. İsrail ve Türkiye, Gazze Özgürlük Filosu’ndaki Türkiye vatandaşı ve yabancıların yurtdışında açtıkları ve/veya açacakları davalar üzerinde tasarruf etme yetkisini de kendilerinde görmüşlerdir. Ve bu maddeyle, yabancıların yurtdışındaki davalarındaki tazminat taleplerini dahi Türkiye hükümeti üzerine yüklemişlerdir.
Ancak, 5. maddedeki asıl vahameti ‘... yukarıdaki hükümlere bakılmaksızın ...’ denilerek, İsrail, İsrail vatandaşları ve kurumları lehine, Mavi Marmara olayından bağımsız olarak bir yargı bağışıklığı getirilmektedir. İsrailliler işledikleri suçlar nedeniyle bundan böyle hiçbir Türkiyeli tarafından suçlanamayacak, suçlanmaları halinde, İsrailliler adına bu sorumluluğu Türkiye devleti üstlenecektir. Yani, Türkiye devletiyle İsrail tarafından mağdur edilen Türkiye vatandaşı karşı karşıya kalacaktır.
Hollanda’nın Lahey şehrindeki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM), Amerika Birleşik Devletleri’nde, İngiltere’de, İspanya’da, Güney Afrika’da, Endonezya’da ve dünyanın çeşitli ülkelerinde devam eden cezai ve hukuki davaların sonuçları da Türkiye’nin sorumluluğuna bırakılmıştır.
Buna karşı mağdurlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidebilecek ve Türkiye mahkum olabilecektir. Ayrıca bu anlaşmadan sonra olası bir dava veya mahkumiyet durumunda İsrail, bir kuruş dahi tazminat ödemeyecek şekilde mağdurların tüm kayıplarını, avukatlık ve dava masraflarını ve saldırıdan doğan her türlü zararlarının tazmini sorumluluğunu Türkiye Hükümetine yüklemiştir. Bu kapsamda Türkiye Hükümetinin muhatap olacağı tazminatlar İsrail’in ödemeyi taahhüt ettiği bedelin katbekat üzerinde olacaktır.
Ayrıca daha önce ‘anlaşma, her iki tarafın BAŞKENTLERİNDE imzalanacaktır’ şeklinde anlaşıldığı halde, sözleşmede ‘Ankara’ ve ‘Kudüs’ olarak yazılmıştır. Oysa, İsrail’in başkenti KUDÜS değil TELAVİV’dir. BM kararlarına rağmen İsrail işbu anlaşmaya KUDÜS yazarak, başkent konusunu bir oldu-bittiye getirmektedir. Metnin bu haliyle TBMM’den geçmesi, KUDÜS’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması anlamına gelecektir.
Gazze Özgürlük Filosu mağdurlarının ve şehid ailelerinin avukatları olarak defalarca, “iki ülke arasındaki normalleşme ve siyasi görüşmelere karışamayacağımız, ancak iki ülkenin de davalarımıza karışmaması gerektiği” Türkiye’deki yetkililere iletilmesine rağmen, müvekkillerimizin mevcut ve bundan sonra açmayı planladıkları davalar üzerinde tasarrufta bulunulması, kabul edilebilir olmadığı gibi, yukarıda izah edilen gerekçelerle hukuken de mümkün değildir.
Sonuç olarak; müvekkillerimiz adına, bu içerikte bir anlaşmanın müvekkillerimizin haklarını Anayasa’ya aykırı şekilde ihlal edeceğini, müvekkillerimizi gerçek suçlularla değil, kendi devletleriyle karşı karşıya getireceğini, hepsinden öte, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de bu anlaşma ile maddi ve manevi bağlamda ağır zararlara maruz kalacağını düşünmekte ve böyle bir anlaşmanın TBMM’de onaylanmaması hususundaki taleplerimizi TBMM’deki tüm siyasi parti milletvekillerine ilettiğimiz gibi kamuoyuna da iletiyoruz.

Bir Tanrı Olarak Devlet

Spinoza'dan feyzle, bir tanrı olarak devlet yaratıcıdır; keder yaratıcısı, güvenlik kaygısı yaratıcısı, yoksulluk yaratıcısı, ölüler yaratıcısı, savaş yaratıcısı, yalan yaratıcısı, itaatkârlar topluluğu yaratıcısı...
Keder yaratmak için kitleleri çaresizleştirir, kendine mecbur kılar.
Güvenlik kaygısı yaratmak için "terör"ü sürekli gündemde tutar. Sürekli iç ve dış tehlikelerden bahseder.
Yoksulluğu yaratmak için zenginin sırtını sıvazlar, yasalar, vergiler hep zenginin lehinedir. Verili sistemde hiçbir zengin yoksulsuz yapamaz.
Ölüler yaratmak için katliamlara girişir, çünkü bazı insanlar, devlet için çok tehlikelidirler ve katliamlar, devletin halka karşı yaptığı bir gövde gösterisi olmakla birlikte, öldürme hakkının yalnızca kendisinde olduğunu göstermesidir.
Savaşlar yaratmak devletin krizlerden çıkış reçetesidir, milliyetçilik, dincilik tavan yapar. Türkiye'de savaş sürekli bir hal taşıdığından, milliyetçilik ve din her zaman günceldir.
Yalan yaratmak, aldatmak devletin olmazsa olmazıdır. Bu yüzden gazete basar, televizyonda programlar yapar. Devletin başı konuşma yapıyorsa, tüm kanallar o konuşmayı canlı yayınlar. Kitle iletişim araçlarını ideolojik aygıt olarak o kadar yoğun kullanır ki günün 24 saatini kapsar.
İtaatkârlar yaratmak zorundadır, yoksa bu ağır zulüm makinesini başka kim taşıyacak?

Baran Sarkisyan

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ne Güzel İnsanlar

“Ey insan! Sen gülümsemeyle ağlama arasında bir varlıksın.”
[Byron]
“Hayatta her şey olabilirsin; Fakat mühim olan hayatın içinde insan olabilmektir.”
[Şems-i Tebrizi]
Yolcunun konforu mühim değil, “gideceği yere kadar bırakmak kâfi” denilen, tıka basa dolan, can güvenliğim pek sağlam olmayan bir şehir içi minibüsün içinde mağazaya doğru ilerlemekteyim. Sol yanımda oturan yaşlı bir amca kafasında siyah beyaz renginde ince bir puşi, şalvar arası bir kıyafeti ile üzerinden akan o unutulmaz acı sigara kokusu burnumun direğini sızlatıp sigaranın ne kadar kötü olduğunu tekrar hatırlatıyor!.. Hemen ön koltukta oturan çiçekli entarisi ile beyaz tülbentli iki teyzenin cırtlak sesi ile dağılıyor bu sefer dikkatim. Muhabbetlerine şahitlik ediyorum. “Ya bizim şu gelin nede puç çıktı. Ne torun verebiliyor ne de yemek yapabiliyor adam akıllı. Bir kuma getirsem de kurtulsam şu gelinden!” Yanındaki de bu fikri onaylayıp destekliyor: “Ya abla, bir şey diyeceğim lakin kırılma, benim de pek kanım ısınmadı şu geline... filân kesin kızı var, bir ara oğlunu karşına alıp münakaşa yap.”
Teyze ciddi bir ah çekip cevaplıyor: “Sevdalılar komşu, meftunlar birbirlerine…” Neyse ki ineceği durağa geliyorlar, aracın içini derin bir sessizlik kaplıyor, derken radyonun uğultusu dolduruyor yerini.
Dört yol ışıklarındayız, henüz yeşil ışığa 10 saniye var, hemen sağ tarafta bastonlu yaşlı bir teyze karşıdan karşıya geçmek için ufak adımlarla ilerliyor, o esnada yeşil ışık yanıyor, minibüs şoförü ile birlikte, ışıklarda duran tüm araçlar klakson sesleri ile bir cihat havası oluşturuyor... Ya sabır diyerek ilerliyoruz…
Şoför gaza bastıkça, motor sesi gürültüsü tavan yapıp yolcunun “müsait bir yerde” deyişini duyamıyor. Yolcu, ikinci “müsait bir yerde” deyişinde gür bir sesle sesleniyor, lakin şoför bu gür sese sert bir cevap ile karşılık veriyor: “Sağır mıyım arkadaş!”
Duraklarda işaret veren yolculara durdukları vakit bilmediklerinde, ne öfkeleniyorlar.
Minibüsü Ferrari hızında kullanıyorlar, 150 metrelik bir mesafede iki yahut üç kez şerit değiştirebiliyorlar. Aracın içindeki yolculara ıstıraplı dakikalar yaşatabiliyorlar ve de yolcuların talebini yerine getirmiyorlar.
Neyse ki, ineceğim durağa geldim. Mağazanın kapısını besmele çekip açtım, o esnada gelen ilk müşteri mülteci, Suriyeli oluyor. Ardından da tesettürlü tam bir hanfendi iki bayan, biri ile göz göze geliyorum. Nasıl da ince ve kibar gülümsüyor etrafına çiçekli böcekli. Yanı başındaki genç bir hanfendi ile tane tane telaşsız bir şekilde konuşuyor: “Ya şu mülteciler huzur bırakmadı inan, her yerdeler her yerde!..” O esnada Rus yazarın o büyüleyici bir sözü dank diye geliyor aklıma: “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?”
Ardından minarelerde yankılanan o gerçek zamanın verdiği öğle ezanı okunuyor, caminin yolunu tutmak için yola koyuluyorum. Batman’ın en işlek ve kadîm caddesi olan Gülistan Caddesi’nin ara sokağındaki sağ trafonun olduğu yerde iki genç yiğidin konuşmalarına şahitlik ediyorum.
—Mal nerde, getirdin değil mi?
—Sen paradan söz et, mal hazır.
Yine soluyor içimde bütün çiçekler… Derin hüzünlenip, Huda ila muhabbet etmek için caminin avlusunda uzun bir dua yolculuğuna çıkıyorum… Sevgi, saygı ve sabırlı günler diliyorum.
Sevgilerimle…
Özgür Şenses

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Özgür Basın Susmayacak

Özgür Basın Susmayacak, Direnmeye, Mücadeleye Devam Edecek!
Milliyetçi Cephe İttifakı, ülkede muhalif olan sosyalist, demokrat, Kürd özgürlük hareketlerine karşı oluşturdukları cadı avı ve soykırım operasyonuna Özgür Gündem Gazetesi’ni kapatarak ve gazetede çalışanları faşist bir biçimde darp ederek gözaltına almıştır.
Türk militer devletinin kuruluşu ile başlayan militer diktatörlük çeşitli dönemlerde faşist askerî diktatörlükle yer değiştirerek devam etmiştir. Kürd ve Alevi halkına karşı soykırım operasyonları 1930’larda, 1938 Dersim katliamında ve günümüze kadar devam ederek gelmiştir.
27 Mayıs askerî faşist darbesi, ülkede gelişen ekonomik ve siyasi kriz karşısında her türlü siyasi derneği ve Demokrat Parti’yi kapatmış, Başbakan Adnan Menderes’i ve bakanlarını idam etmiştir.
Muhaliflerin kesimlerin gazeteleri kapatılmış, bu kişiler cezaevine doldurulmuş, askerî sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp cezalandırılmışlardır. Böylece “demokrasi” adı altında askerler meydanlarda demokrasi nutukları atarak zafer kutlamıştır.
Askerî faşist darbe generali Cemal Gürsel’in resimlerini toplum korkudan çerçeveleterek işyerlerinde gözükecek şekilde duvarlarına asmıştır. Askerler demokrasi adına anayasa hazırlatarak ülke o askerî darbe anayasaları ile yönetilmiştir.
1971’de 12 Mart askerî faşist diktatörlük geldiğinde Demirel şapkasını alarak istifa etmiştir. Askerî faşist sıkıyönetim mahkemeleri ne kadar devrimci muhalif kesim varsa vatanı kurtarmak adına cezaevlerine atmıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan askerî sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak 6 Mayıs 1972’de idam edilmiştir.
Devrimciler, sosyalistler, demokratlar, Kürdler yine askerî cezaevlerine doldurulmuş, sendikalar, partiler, dernekler kapatılırken hukuk askıya alınmış, askerî sıkıyönetim mahkemelerde yargılanmışlardır.
Her nedense askerî darbe sonrası CHP parlatılmış, iktidar olması için askerî darbelerin desteğini almıştır. Ecevit de 12 Mart askerî faşist darbe sonrası sahneye çıkarak “Karaoğlan” sloganlarıyla meydanlarda CHP’yi birinci parti yapmış ama tek başına bir türlü iktidar olamamıştır. CHP-MSP koalisyonu kısa süreli olmuştur. İlkin Kıbrıs’a savaş ilan edilmiştir. Yüz binlerce askerin kanını dökerek Kıbrıs adasını işgal etmişlerdir Bu işgal ne Kıbrıs halkını memnun etmiş, ne de savaşı yapanlar zafer elde etmişlerdir.
12 Eylül askerî faşist darbesi ile birlikte yine sendikalar, dernekler, partiler kapatıldı. Anayasa, parlamento iptal edildi. Askerî sıkıyönetim ilan edilerek ne kadar devrimci, sosyalist, demokrat, Kürdler hedef tahtasına konularak onlarcası askerî faşist sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak idam edildi.
Milyonlarca insan işkence tezgâhlarından geçerek cezaevlerine dolduruldu. Diyarbakır Cezaevi direnişin adı ve tarihidir. Kemal Pirler, Mazlum Doğanlar ve arkadaşları direnişleri ile destan yazdılar.
Her askerî darbe sonrası olduğu gibi alanlarda faşist Kenan Evren az demokrasi nutukları atmadı. 12 Eylül askerî faşist anayasası hazırlandı, ülke 36 yıl askerî faşist anayasası ile yönetildi.
12 Eylül askerî faşist diktatörün devrimci ve sosyalist hareketi ezerken yerine İslamcıları, tarikatları destekledi, İmam-Hatip okulları, Kuran kursları açıldı, miting meydanlarında elde Kuran dolaştılar.
Böylece ülkenin dokusunu değiştirdiler. Bugünkü AKP kurmayları ve Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve diğer İslamcı hareketler Şeriatçı tarikatlar 12 Eylül askerî faşist diktatörlüğünün çocuklarıdır. Onların ellerinde büyütülmüş, geliştirilmiştir.
Bunları niye anlattım; Geçmişimize bakmadan günümüze bakamayız. 15 Temmuz askerî darbe sonrası Erdoğan “Başkomutan benim” diye çıktı ortaya.
Böylece Yenikapı ile başkomutanlığını pekiştirmek ve elini güçlendirmek için FETÖ’yü hedef tahtasına koyarken, asıl amaç, geçmişteki askerî faşist darbeler gibi, önce sağ gösterip sola, sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara, Kürdlere yöneldi. Bugün de aynı sahne yine tekrarlanmaktadır, cadı avı altında hedef FETÖ değil, sosyalistler, devrimciler, demokratlar ve Kürdlerdir.
Yenikapı Başkomutanı ve Milliyetçi Cephe İttifakı ile on binlerce kamu emekçisi işten atıldı, cadı avı ile FETÖ operasyonu adı altında 15 bin insan tutuklandı ve halen gözaltılar, tutuklamalar devam etmektedir.
Askerî darbenin ertesi günü Milliyetçi Cephe ortaklığını daha da geliştirerek ülkede OHAL ilan edildi. Ülkede ve özelikle de Kürdistan’da darbe öncesi zaten aylardır, devam eden sokağa çıkma yasakları halen devam etmekteydi. OHAL’e Kürdistan halkı 90 yıldır alışkındır. Anayasa, hukuk, parlamento rafa kaldırılarak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra kurulan Milliyetçi Cephe İttifakı ülkedeki ve Kürdistan’daki savaşı yürüttüler.
HDP’li seçilmiş vekillerin dokunulmazlığı kaldırılırken, Kürdistan’da katliam yapan askerlere dokunulmaması için yasa çıkarmışlardır. Kürdistan’ı bombalayan, tanklarla top atışına tutan, yakan, yıkan, Kürd şehirlerini, ilçelerini harabeye çeviren askerler FETÖ üyesi olma suçuyla tutuklanmışlardır.
Ülke artık OHAL kararnameleriyle yönetilmekte, Yenikapı Başkomutanı ne emrederse o kanun olarak yürürlüğe geçmektedir. OHAL bünyesinde Kürdistan’da, seçilmiş belediye eşbaşkanları tutuklanırken, kararname ile kayyum atayacaklarını söylüyorlar, yani Kürdistan halkının iradesini elinden alamaya çalışmaktalar.
İşçi hakları geri alınmış, grev ve direniş yasaklanmış, yirmi birinci yüzyılda köle-işçi düzeni iyice kökleşmiştir.
Sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, gazeteler susturularak, ötekileştirilerek kendi Milliyetçi Cephe medyasının sesi ile topluma tek yönlü yalan haberle halkları kandırmak, uyutmak istemektedirler.
Tabii ki, duyarlı kamuoyu hariç kendi tabanlarını bir ay boyunca alanlara çıkartıp her türlü şovu yaptırırken demokrasi oluyor. Muhalif kesimin her türlü gösteri ve yürüyüşü ise yasadışı ilân ediliyor.
Halkı doğru ve gerçekçi haberleri ile aydınlatmaya devam eden Özgür Gündem, gazetesi dün hiçbir uyarı ve tebligat yapılmadan, faşist polisler tarafından basıldı. Çalışanları darp ve işkenceye maruz kaldı ve gözaltına alındı. Devamında gazete kapatıldı.
Özgür Gündem Gazetesi’nin başına ilk defa böyle bir şey gelmiyor 1990’lardan günümüze kadar sürekli baskı altında olan gazete 1993’te bombalanmıştı. Özgür yayıncılık adına hiçbir dönem militer devlete ve faşist yönetimlere boyun eğmeyerek, diz çökmeyerek doğruları söylemeye, yazmaya devam etmiştir. Bundan sonra da devam edecektir.
Milliyetçi Cephe faşist ittifakına dün bir yenisi daha eklenmiştir. “SADAT”ın sahibi baş danışman oldu. Böylece Kürdistan’da yapılan katliamlar bizzat Yenikapı Başkomutanı tarafından üstlenilmiş oldu.
Özgür Gündem Gazetesi’ne ve çalışanlarına geçmiş olsun. Susmak yok, direnmeye, mücadeleye devam! Özgür Gündemyalnız değildir.
Mehmet Özcan
17.8.2016

16 Ağustos 2016 Salı

Behzat F.

Behzat Ç. solun biraz Ankara’dan, biraz da kendi içindeki “polis”ten bakmasıdır. Muhtemelen Serdar Akar ve taifesinin akarı azalmış, bu işe yeniden soyunmuştur. Reaksiyondiye “Made in AKP” işlere imza attıktan sonra sol TV izleyicisini yeniden avlama peşindedir. İkinci Behzat Ç.’ye bu dönemde egemenlerce ihtiyaç duyulması önemli bir alamettir.
Anlaşılan o ki huylu huyundan vazgeçmemektedir. Gezi’den sonra Fethullah’ın türküsünü söyleyenlerin “Darbecilere işkence ediyorlar” nağmesi de gene Fethullah menşeilidir. Bu nağme, aynı zamanda “15 Temmuz’da sokaklara Suriye’den getirilen IŞİD çeteleri döküldü” bestesine dairdir. Bu beste de Fethullah’a aittir. Sol, Fethullah sayesinde, onun icazetiyle muhalefet yürütmeye artık alışmıştır. O açıdan “kitle tabanım eriyor, emek ve demokrasi diyerek tabanı yeniden toparlayayım” lafının hiçbir temeli yoktur. Emek de demokrasi de Fethullahçı küçük burjuvalığın sınırlarına tabidir. Bu Fethullahçı küçük burjuvalık devlet içredir, onun dönüşümüne tabidir.
Behzat Ç., polise kötü davranma imkânını, onun karanlık sokaklarda, bilinçaltının dehlizlerinde kaybolmaya dair macerasını sola uygun soslarla yedirme projesidir. Arkasındaki aklın adı muhtemelen Dev-Yolculardır. Geçmişte Pol-Der örgütlemeyi bilmiş bu örgüt, oradan ancak polisçilik öğrenebilmiştir. Eskinin Devrimci İstihbarat Teşkilâtı Fethullah menşeli haberler yapan yayın organlarına dönüşmüştür. Polisteki sol damarı kabartma girişimi, soldaki polisliği şahlandırmıştır. Bir katarsis işlemi olarak, solcuların devletten dışlanmışlığına dair maraza merhem olarak takdim edilmiştir. Sol, “bizim olan devleti-memleketi şu cahil yobazlar yönetiyor la!” küçük burjuvalığına inceden örgütlenmiştir. Artık “bu devlet-memleket ne vakit bizim oldu ki?” sorusunu sorana rastlanmamaktadır. Devlet solda işte bu şekilde örgütlenmektedir.
Bahsi geçen dizide, kuytu köşelerde esrar içme, polise tokat atma, serseri hal sevilmiş, Flash TV dizilerinden daha beter kurgusu ve senaryosu takdir görmüştür. Avamlaşamayan sol, Behzat Ç.’de ufak bir kaçamak yapabilmiş, yalan da olsa avamlaşabilme ihtimalini, İncesu’ya, İsmet Paşa’ya, Solfasol’a gidebilme ihtimalini sevmiştir. O dizideki Ankaragücü ise süsten ibarettir, zira gerçekte Gezi günlerinde o Ankaragüçlüler sokaklara döküldüğünde, o sol o Ankaragüçlüleri tekme tokat kovalamıştır. Onların kara öfkesinden korkulmuştur.
Fethullah sevgisi ile Behzat Ç. sevgisi birdir. Fethullah sayesinde devletin içindeymiş gibi hissetme, devlet içre gelişmeler dâhilinde iradeymiş gibi hareket edebilme ihtimali sevilmiştir. Sanat ve edebiyat, solun hiç oluşunu varlıklandırma, cisimlendirme aracıdır. Fethullahçı sol, sanatın ve edebiyatın içinden konuşmaktadır. Kaldırım diplerinden akan çamurlu sudan, makine yağı kokan ellerden, toprağa belenmiş tırnaklardan kaçışın adıdır o.
Kendisine sanat ve edebiyat dâhilinde irade ve özne olma imkânı verilen sol, bu varlığını mutlaklaştırmak zorundadır. Çektiği bu diziden de görüleceği üzre, herkese büyük şeyler vaat edip, bir komediyle nihayete ermiştir. Polis, asker, savcı dünyasında gezen solcu bir hayalet olarak Behzat Ç. bugün Fethullahçılıkta arz-ı endam etmiştir. Ancak dizi çekebilen bu sol, kitleleri devlet içi dönüşüme itiraz etmeyecek bir kıvama getirmiştir. Elde bira, katıldıkları Gezi eylemlerindeki “cüret”, AKP yanlısı MİT dizileri çekerek sona ermiştir. Olacağı budur: çünkü Serdar Akar, çektiği Barda filminde o tamirciyi tüm solcu yönetmen arkadaşlarıyla birlikte katletmeye yemin etmiştir. O yemin, tamirci çıraklarının sınıfına değil, o barların, o TV kanallarının sahiplerine, orada reklâmları yayınlanan sınıfa yöneliktir.
Behzat Ç.’nin Ankara’nın kültürel hayatına tek katkısı, yozlaşmaya müsait pavyon kültürünü canlandırmak olmuştur. Pavyonları da içeren turistik geziler için birer rehbere dönüşen dizi oyuncuları, ceplerini yeterince doldurmuş olmalıdır.
Dizinin soldurduğu bir diğer renk de Neşet Ertaş’tır. Esasında bu dizinin arkasındaki akıl için Ertaş “gerici ve yobaz”dır. Çünkü Neşet Baba, “evvelim sen oldun ahirim sensin” diyendir. Diziyi yapanlar ise bu dünyanın rengine kananlar, herkesi kandırmaya çalışanlardır. Onların kitabında evvel ve ahir gibi kelimelere, bu kelimelerin işaret ettiği hakikate asla yer yoktur. Onlar bugünlerine âşıktır, ancak ona dokunulunca radikalleşirler. Bu radikalleşmenin barutu ıslaktır.
O barutun ıslandığı yer ise Fethullahçılıktır. O bunun için vardır. Burjuvazinin, emperyalizmin ve devletin olduğu gerçeklikte hepimize masallar anlatılmak zorundadır. “Daha çok toplum daha az devlet” diyenlerin tüm atardamarları devlete bağlıdır. Fethullah, solun kendisini AKP ve onu kurup kullanan iradeye karşı örgütlemesine izin verilmemesinin adıdır. Küçük burjuva şefler aptal, cahil, geri halk kitlelerine güvenmediklerinden, yüksekten esen rüzgârlarda yelkenlerini şişirme derdindedirler. Hepsi iddialarından vazgeçmiş, masabaşında birbiriyle atışıp didişen birer müzmin muhalife ve basit birer stratejiste dönüşmüştür. Behzat Ç. onların zihinlerinin bir ürünü, avamın ağzına çalınan bir parmak baldır.
Bugün “halk kutsal bir varlık değildir.” diyenlerin “27 Mayıs” hevesleri kursaklarında kalmıştır, çünkü Fethullah’ı öncü bellemiş, tüm akıl ve iradelerini ona bağlamışlardır. Halk, ezilen… hiçbir kutsal kabul etmeyenler için tek kutsal şey bireydir, o kendi varlıklarıdır. Behzat Ç. esas olarak bireyin kulağına uykudan önce fısıldanan bir masaldır. O bireyler ne evvel ne de ahir tanımaktadır. Tek bildikleri, ucuz bir materyalizm edebiyatı ile, bugün’dür. Birgün dedikleri de aslında bugündür. Çünkü önemli olan, burjuvanın kudreti ve o kudretten sanat ve edebiyatla nemalanmaktır. Bunlar için devrim de devrimcilik de, mavzer de bu sanatın-edebiyatın parçası olduğu ölçüde önemlidir. Halkın içindeki evvelin ve ahirin bir değeri yoktur. Bize lâzım gelense o tamircilerin intikamıdır. O intikamın evveli ve ahiridir.
Yusuf Karagöz

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Bakkal

56 yaşındaki bir kadın akademisyen, solcu bir refleksle, İstanbul’da bir adamın belediye otobüsünü namaz için durdurmasını eleştiriyor ve “ben de pedimi değiştirmek için otobüsü WC önünde durduracağım” diyor. Bu tür haberlere lapin gibi atlayanların anlamadığı şu: Toplumda dinin yeri ve konumunu bireye, bireyin tercihlerine doğru daraltmaya dönük bir girişim, solculuğu ve sosyalistliği de vuruyor. Farkında olunmayan gerçek bu.
Belki de farkındalar. Solculuklarını her türlü sorumluluktan kurtarmaya, laikleştirmeye, yeni döneme layık hâle getirmeye çalışıyorlar. Tek dertleri, arkadaşlarıyla serin bir ağacın altında sohbet edebilmek zira. Ezilenlerin kurtuluşu, işçilerin iktidarı, halkın davası gibi ulvi hedeflerden bir bir uzaklaşıyorlar, hatta bu hedeflerle dalga geçiyorlar. Yenikapı’da bu sebeple “faşizm” görüyorlar, korkuyu köpürtüp büyüyebileceklerini zannediyorlar. Birileri korkup bunların yanına sığınsa, “biz size hiçbir şey vaat etmedik ki!” diyecek, bu sorumluluktan da sıyrılmanın yollarını bulacaklar.
Namazla ped değiştirmeyi bir tutan zihnin bugüne ve geleceğe söyleyeceği bir söz yok. Ne kadınlığın toprağına, ne de solculuğun vatanına ait olabiliyorlar. Herkes kendi bakkalını işletmekten memnun. AVM eleştirileri ise sinik mızırdanmalardan ibaret.
Erdoğan, bir ara, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyordu. Bu söz, kendisi dışında kurulmuş bir devletin yönetilmesi sürecinde her emri yerine getireceğine dair bir akdi ifade ediyordu. Söz konusu yaklaşıma bakkalcılık yaparak, esnaf olarak karşı çıkmak mümkün değil. Bu bakkal muhalefeti devlete körleşecek, onun hareketine örgütlenecek, devlete karşı kudret imkânlarını toprağa gömecektir.
2001’de esnaf direnişi gerçekleştiğinde solun ana bölüğünden biri olan ÖDP, AB’den gelen fonlara, kooperatifçiliğe, KOBİ’lere göz dikmişti. “Proleterleşen” esnaf direnince ÖDP boşa düştü, o proleterleşmeye ses edemedi. O direnç olduğu gibi AKP’ye örgütlendi. AKP denilen çıkar şebekesi dâhilinde ihaleler peşine düşüldü. ÖDP’nin önceden öngördüğü şeyi AKP yaptı. Yıllar sonra Yunanistan’da ÖDP benzeri parti, SYRIZA başarılı olunca ÖDP başkanı, “Türkiye’nin SYRIZA’sı biziz, ama biz onların yaptıklarını yapamadık” dedi.
Yapmadıkları işlerin yer aldığı listenin başında 12 Eylül faşizmine direnmemek var. Kendisini devrimci bir örgüt olarak lağv edip dergiciliğe indirgemek var. Dağa çıkmış kadrolarını yüzüstü bırakmak var. Darbeden önce kurduğu işletmeleri üyelerine dağıtmak var vs…
Bu işletmeler büyüdü, büyük kısmı köşeyi döndü, ciddi bir servet birikti. Söz konusu rantı bölüşmek istemeyenler, ÖDP’yi dağıttılar. Kendi bakkallarını kurdular. Bugün, küfrettikleri o AKP’li kitlenin onda biri kadarlık direnişi sergileyememiş şefler, tekrar ortaya çıkıyorlar ve devlete, AKP’ye ayar vermeye çalışıyorlar. Bunu nasıl yapabiliyorlar, asıl soru bu.
Çok akıllılar, çok zekiler… AKP’liler zaten “kandırılmaya müsait.” Kendileri özgürlükçü ama aptal değiller. Örneğin Melih Pekdemir her yazısında “Bizi kimse kandıramaz!” diyor, ama linki verilen yazıda, “Kılıçdaroğlu, Yenikapı’yı Taksim ve Gündoğdu’nun suratına kapattı, ana muhalefet lideri olarak önemli bir figür olmaktan vazgeçip figüran olmayı tercih etti.” diyor. Hâlâ, inatla Kılıçdaroğlu’nun kendilerini kandıramadığını söylüyor, “acımadı ki!” diye çocukça bir tepki geliştiriyor. Her seferinde zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkabiliyor. Kırk yıldır akıl hocası olarak zulada tuttukları Birikimçevresinin Fethullah’tan aldığı zarflara tek laf edemiyor. Gerçek şu ki Tayfun Atay gibilerin üzeri kazındığında altta Fethullah sırıtıyor. Hepsi Abantçı, cümlesi Birikim’ci…
Bunlar hep bakkalcılığın, esnaf olma muradının tezahürleri. Proleter olmak bunlar için zûl. Bakkal da esnaf da hiçbir şey üretmiyor, üretileni aktarma işi üzerinden rant elde ediyor. Herkesi tüketiciye indirgemek, o tüketiciyi kendisine tabi kılmak bu iş için zorunlu. Pedini değiştiren akademisyenin akademisyenliği de bir tür bakkalcılık, esnaf pratiği. Hiçbir şey üretmiyor, üretilenin aktarılması konusunda herkesi kendisine tabi kılmayı iş ediniyor, hepsi bu. Dolayısıyla yüce, kutsal, ne denirse densin, insanların aidiyet ilişkisi kurdukları ve oradan gerçekleşen üretime ter döktükleri pratiklerin boşa düşürülmesi, değersizleştirilmesi zorunlu. İnsanların Batı’nın mallarının tüketicisi olmaya indirgendiği dönemin teologları, Cizvit papazları bunlar.
Böylesi bir sınıfsallığın tayin ettiği ideoloji ve politikanın ezilenlere, yoksullara, işçilere verebileceği bir şey yok. Bakkal-esnaf, bu kesimleri tüketiciye indirgemek zorunda.
Dolayısıyla, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyen Erdoğan’a karşı muhalefeti, o sözden bağımsız bir birey olarak Erdoğan’a ve onun kişisel tercihi olduğu düşünülen ideolojik yaklaşımlarına kapatmak, bakkalların bir refleksi. Bu refleksin bırakalım devrimi, herhangi bir politika üretmesi bile mümkün değil. Zira aslolan, o devlete karşı devrimci politik hat oluşturmak. Bu nedenle, kendi militanlarını esnafın-bakkalın tanıtım, promosyon ve reklâm amaçlı el ilânlarını dağıtmaya indirgemiş solun, böylesi bir devrimci politik hat açması mümkün değil. Bu militanları, içi geçmiş, işçisiz, emeksiz, üretimsiz birer esnaf loncasına dönüşmüş sendikaların ve odaların etrafında birleştirmek, kesinlikle çıkışsız. Devrimci hattın meslekî ideolojilerle açılması imkânsız, zira en başta o ideolojiler düşman devrime.
İki kez tankın altına yatmayı bilmiş genç, 12 Eylül mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun tabutuna son çiviyi çakmıştır. Yanıbaşında kardeşi vurularak düşen, ama gene de kurşunların üzerine yürüyen genç, Gezi mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun mezarına taşı dikmiştir. Mevcut yangının, sızlanmanın, tedirginliğin sebebi budur.
Benlisoy’un “bizim mahalle panik atak geçirdi” demesinin sebebi de burada. O, solun temellerinden yeniden kurulması gerektiğini vazediyor, ama bu yeniden kuruluşun aynı bakkalcılık-esnaf pratiği ile gerçekleşebileceğini zannediyor. Yıllarca “halkın despotizmi”ne dair ne varsa eleştirdikten sonra, bugün o despotizmi yardıma çağırıyor. Onu biraz sınıfsallık sosuna daldırıyor ve yeni dönemin esnaf olma arzusundaki işçilerle kurulabileceğine inanıyor.
Kendi bedenini “emanet” gören, ucu açık bir bütünün parçası kabul eden, bu sorumlulukla hareket eden Müslüman’dan öğrenilecek bir şeyler olmalı. Burjuvazinin yaydığı korkular, bizim bu bilgiyi tehlikeli görmemize sebep oluyor. O korkuyla hepimizi kendi yanına hizalıyor. Kendi varlığını, bedenini, aklını yüce kabul eden burjuvaya öykündüğümüzde, Müslümanları da kesecek biçimde, özellikle bu coğrafyadaki tüm ezilen hareketlerinin bu bilgiyle ve pratikle hareket ettiği görülüyor. O hâlde dini bireyin vicdanla Tanrı arasındaki bir pratiğe kapatmak isteyen burjuvazinin oyununa gelinmemeli. Burjuvazi, bu lafla birey dışına taşan, vicdanı aşan, kolektif akılla yoğrulan her türden pratiği yasakladığını ilân etmiş oluyor. Bu yasak, sosyalizmi ve komünizmi de kapsıyor. Dolayısıyla dine küfredenler, kendi temellerini de dinamitliyorlar. Ezilenlerin kolektif mücadele tarihine ait olamayan, o tarihin birikimlerini akademi kürsülerinde, dergi bürolarında, örgüt yayınlarında satmayı, bir tür bakkalcılığı-esnaflığı tek hakikat kabul eden kesimlerin bir huruc gerçekleştirmeleri mümkün görünmüyor.
Kerem Kamoğlu