5 Eylül 2016 Pazartesi

Nehir Yatağı

Emek örgütleri denince hemen DSİK ve KESK anlaşılıyor, Türk-İş’in adı dahi geçmiyor.
Bunun nedeni muhtemelen Türk-İş’in iktidar yanlısı tutumları. Bu görüşe göre de iktidara karşı olmak, yandaş olmak emek örgütü olmayı belirler. Çok mekanik bir yaklaşım bu.
Sonuçta emek örgütü denince ilk akla sendika gelir. Sendikaların işlevi ise işçi sınıfının ekonomik, demokratik, siyasal, sosyal haklarının mücadelesini vermektir. Kiminle, elbet işçilerle birlikte.
Lafı uzatmadan KESK, DİSK gibi konfederasyonlar Türk-İş ve diğer sendikalar emek örgütleridir, işçi sınıfının sendikal örgütleridir.
Başlarında sendika bürokratlarının olması, işçi sınıfının temel sorunlarını atlasalar da bu gerçek. Yoksa şimdi yapılmak istendiği gibi, sendikaların varlığı anlamsızlaştırılır.
Sendikal örgütlerin altı boştur, örgütlenme ve sendikal bilinçli işçi sayısı azdır. Sendikalı işçi sayısı abartılıdır. Diyelim belirtilen rakamlar doğrudur, üye olan işçi sendikadan beklenti içindedir, hak alma, ekonomik durumunu düzeltme amacını güder.
Örgütlü değil, sadece üyedir ve sendikasına güvenmemektedir. Bugün sendikaların bürokrat yöneticileri farklı biçimlerde de olsa işçi sınıfının mücadelesinin önüne set çekmişlerdir.
Var olanı saptamak yetmiyor, işyerlerinde sendikal bilincin yükseltilmesi, sınıf bilincinin yükseltilmesi zorunlu.
“Biz sosyalizm istiyoruz” lafı Tuzla’daki işçiyi güldürmüyorsa da onun bu lafı ciddiye alması pek mümkün değil. O işçinin sorunu geçinememektir, iş güvencesidir, iş guvenliğidir.
Sendikası arkasında durmayan metal işçisi, bugün umutsuzluğa düşse de, verdiği mücadele işçi sınıfının hanesine deneyim olarak geçer.
Umutsuzluk egemen olsa da işçilerin arasında asıl olan, onların yürümeye, mücadeleye başladıklarında hangi nehir yatağına sürüklenecekleridir.
Hayrettin Çönge

“Feto"cuysa Vurun Kahpeye

Yeter Artık Cadı Avı Bitsin!
Özgürlük sana yapıldığı zaman değil, başkasına yapılan haksızlığa karşı çıktığında özgürlüktür.
Kendi arkadaşına, akrabana haksızlık yapıldığı zaman sesin gür çıkıyorsa, aynı şartları yaşayan ve sesi duyulmayan sessizlerin çığlığı olabiliyorsan, varsın ve özgürsün.
Bu, mazlum ve insan olmanın vazgeçilmez gereğidir. Devlet ve sivil toplum hem de tek tek bireyler, bu çifte standartçı, düşmanca anlayıştan kurtulmalı. Sürekli başka düşmanlar yaratarak kendimizi yaşatmaya çalışmakla böyle bir anlayışın sonu olmadığı gibi topyekûn bu illetten kurtulma şansını da elimizden kaçırmış oluruz.
15 Temmuz'dan beri artarak devam eden Fethullah Gülen şahsındaki linç harekâtı durmalı. Yüzbinleri bulan mağduriyetler "feto"cu diyerek yapılamaz, yargılanamaz. Bu harekât siyasi ve keyfidir, insan haklarına aykırıdır. Ayrıca suçun şahsiliği ilkesinin uygulanması gerekir. Çünkü bu ilke herkes için gereklidir. CB. Erdoğan'ın bu ilkeye çok ihtiyacı olacaktır. İster cumhurbaşkanı ol istersen başbakan, ister 657'lik bir devlet memuru, istersen fabrikada bir işçi, çarşıda esnaf, okulda öğrenci, tarlada köylü, akademide hoca, tiyatroda sanatçı, gazetede gazeteci, fikrinden dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.
Bir partiye, derneğe, herhangi bir sivil toplum kuruluşuna ve cemaate üye oldukları ve fikirlerini propaganda yoluyla yaymaktan dolayı hiç kimse suçlu sayılamaz ve yargılanamaz. Herhangi bir parti ve örgüte yataklık yapmaktan dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.[*] Herhangi bir parti ve/ya örgüte para yardımı veya servetini bağışlaması suç değildir ve yargılanamaz. Sadece devletin uygun gördüğü kurumlara bağış yapmak zorunluluğu olmadığı gibi, diğer kurum ve bireylere de yapılan ayni ve nakdi yardımlar suç sayılamaz ve aynı zamanda yargılanamaz.
Bu yukarda saydıklarımız demokratik bir toplumun vazgeçilemez yaşamsal insan haklarıdır. Bu nedenle de kimsenin lütfuna bağlı değildir. Bizler bu toplumun bireyleri olarak kendi haklarımıza sahip çıkmazsak, gelecek nesiller karşısında suçlu duruma düşeriz.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi basına açıklama yapıyor ve “kişisel olarak tanıdığımız meslektaşlarımızın FETÖ ya da herhangi bir terör örgütüyle hiçbir ilişkisinin olmadığını biliyoruz.” diyor.[**]
Bu açıklamayı okuduğumda gerçekten ürperdim. Böyle bir özgürlük anlayışını saygı değer hocalarımız nasıl savundular? Bu açıklama, “feto’cu diğer terör örgütleriyle bağlantılı olanlara ne isterseniz yapın” anlamına gelir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım “düşman”lık temelindeki çifte standart tam da buydu. Sözde “düşman” da olsa onun da hakları olduğunun ve bu hakların yok sayılmasının bir insan hakları ihlali olduğunun altı çizilmelidir. Gücün şatafatın ve keyfi siyasetin körlüğüyle bu ihlalleri yapmak suçtur. Bu konuda ısrar suça daha fazla ortak olmak demektir. Yaptığınız insan hakkı ihlalidir, hatadır ve acilen bu hatadan dönülmesi gerekir.
Özgürlük gerçek manasıyla ne siyasal ne de sınıfsaldır tüm canlılar için geçerlidir. “Sağcılar asılsın solcular asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz ve/ya “solcular asılsın sağcılar asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz. Sonuçta “kimse asılmasın” diyerek idam cezası kaldırıldı.
Ne kadar da canımız yansa da demokratik hukuk devletinde bu kültürü içselleştirip yaşam tarzına dönüştürmeliyiz. Nasıl vatandaşlık doğal bir haksa "feto’cu terörist" diyerek tamamen konjonktüre bağlı siyasi, keyfi, kin ve nefrete dayanarak, düşmanlık temelinde “bu ‘hainler’ vatandaşlıktan çıkarılsın” demek yanlışsa, yarın da aynı yanlışı bir başkası diğerine yapacaktır. Bu kısır döngüyü kırmak için yaşanan acı tecrübelerden dersler çıkararak, toplumsal uzlaşmayı sağlamak ve kamuoyunu rahatlatmak gerekir.
Bu sahte özgürlük anlayışı ve tuzağından kurtulmak, toplum ve bireylerinin korkmadan, ürkmeden duygu ve düşüncelerini söylediği ortamları yaratmak gerek. Gelecek kuşağımızı daha sağlıklı eğitme ve yetiştirme şansını yitirmemek adına bunu istemek de hakkımızdır!
Kesin bir ifadeyle; 15 Temmuz’dan dolayı “feto”cu diyerek hiç kimseyi yargılayamazsınız ve onların haklarını gasp edemezsiniz. On binleri bulan insanların haklarını savunmak, gerçek özgürlük burada başlar. Egemen ideolojinin “feto’cu terörist” söylemiyle sürdürdüğü tuzağı aşamayanlar, cadı avına da güçlü bir şekilde karşı çıkamaz!
Bu tarz bir özgürlük anlayışı en çok da iktidarın işine yaramakta ve ona milyonlara varan toplumun farklı dinamiklerini sindirme, ezme ve yok etme noktasında “haklı” bir zemin sunmaktadır.
Suç varsa mutlaka ceza da vardır. Burada temel sorun “suç” ortamını yaratan sorunların çözümüdür. Eğer bu sorunlar çözülmüyor, tam tersine artarak devam ediyorsa, cezalarla bir yere varılamaz.
Tevfik Özkorkmaz
05.09.2016
Dipnotlar
[*] Bir zamanlar mahkemede yargılanan bir Kürt vatandaşımız, savcının 'terörist'lere yataklık yapma suçuna istinaden hazırladığı fezlekesini okurken vatandaşımız savcının sorduğu soruya “yatak verdim, bunun da suçu mu olurmuş” diyerek tavrını ortaya koyar.
[**] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 03.09.2016 tarihli Basın açıklaması.

4 Eylül 2016 Pazar

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme-II

Derin sessizlik ve anlamlı kayıtsızlığın nedeni ne olabilir?
Üç partinin ortak tavrını irdelemeliyiz ve bu sorunun nedenlerini bulmaya çalışmalıyız. Benim kanaatim, çakaldan kuzu, kuzudan da çakal doğmaz, eşyanın tabiatına aykırı olduğu için.
Darbeleşmenin olduğu iki “İslamcı” kuvvetten demokratik açılım beklemek de eşyanın tabiatına aykırıdır. “Hâlbuki mesele çok açık. Bir dönem iktidarın ortağı olan karanlık Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı kanlı ve korkunç darbe girişimine uğrayan AKP hükümeti ve kamuoyu, paralize olan ordunun bu yapısıyla artık gidemeyeceğini en açık haliyle gördü. Değişim ihtiyacı tavan yapmıştı. Sonuçta, çoğumuzun aklen ve kalben istemediği, ama hükümetin zorunlu olduğunu ileri sürdüğü OHAL şartlarında ve KHK’yla da olsa, askerin mevcut yapılanmasını değiştiren bazı hayırlı adımlar atıldı”[1]
Birincisi Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı “kanlı ve korkunç darbe girişimi” tespitine katılmadığımı yazının başında vurgulamıştım. Hatta bakış açılarımızı belirleyen de darbeye bakış açısı olduğudur. Bu nedenle esas ayrılık buradan başlamaktadır ve zaten Erdoğan iktidarının en güzel yaptığı da bu kafa karışıklığını yaratabilme becerisi ve yeteneğidir.
Bir insan bir şeyi hem aklen hem de kalben istemiyorsa ama buna rağmen olumlu şeyler bekliyorsa, bu “yetmez ama evet” anlayışının bir devamıdır. Zaten bu politikanın mimarı da AKP ve lideri Erdoğan’dır. Mevcut iktidarın bugüne ulaşmasında bu bakışın çok önemli katkı sunduğunu da bir kez daha vurgulayalım. Bu rejimin kendi krizidir. Parlamenter sistemin fiilen yok edildiği, ihtiyaç duyulduğunda bir süs gibi kullanıldığı yerde hangi demokratik olumlu şeyler bekleniyor, bende bunu anlamıyorum!
Darbe anında koşarak dört partiye ortak bildiri imzalatanların samimiyeti ortada. İşi bitti mi kâğıt mendil gibi kullanıp burnunu silip atmaktadır. Bunlar samimi iseler sözde “düşmanına” karşı en geniş cepheyi kurması gerekirdi. Bu cephenin platformu da meclis olmalıydı ve tüm dünyaya parlamenter sistemi çalıştırarak darbecilere karşı mücadele yürüttüğünü göstermeliydi. Bu soruların hiç birinin cevaplanma şansı yok, çünkü bunların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek, kendi tezgâhını güçlendirmek, koymuş oldukları hedefe ne olursa olsun tüm araçları kullanarak ulaşmaktır.
“Genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olanın iktidara da yaramasından daha tabii ne olabilir, onu da bilmiyorum.[2] Gerçekten bir toplumun demokratik olması, o ülkede var olan sorunların toplumsal uzlaşmayla çözülmesinin yapısal temellerinin olması demektir. Ancak böyle bir toplumda genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olan iktidara da yarar. Demokratik olmayan bir toplum, eşitsizliklerin çelişkilerin yoğun ve uzlaşmaz olduğu bir toplumdur. Burada hak ve adalet kavgası çok çetin ve kanlı olur. Bu nedenle topluma ve demokratik siyasete yararlı olan, genel olarak iktidara yaramaz, bunun nedeni farklı koşulların ve çelişkilerin çok keskin olmasıdır.
Aynı bizim ülkemizde olduğu gibi. Orduda reform süreçleri ve ittihatçılığın genel siyasi kültürümüze etkileri, artı ve eksileri ile derinliğine yüzleşilmesi gereken bir vakadır. Bu devlet hâlâ “komitacı” zihniyetle yönetilmeye çalışılmakta ve toplum zapturapt altına alınmaya devam etmektedir. Osmanlı dönemiyle kurulacak tarihsel analoji -iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunun ileri sürülmesi- için iki ayrı dönemin toplumsal yapı bakımından birbirinden temelden farklı olduğunu unutmamak gerektiği kanısındayım.
Tarihsel işlevini yitirmek üzere olan emperyal feodal Osmanlı İmparatorluğu’yla günümüz Türkiye toplum yapısının temelden farklı oluşunu mutlaka dikkate almak gerek. Osmanlı’nın gerileme dönemlerine denk gelen reformların iki temel kaygıyla yapıldığı kanısındayım. Birincisi feodal bir imparatorluğun son zamanlarında yapısal arayışlara girilmesi, ikincisi ise bizatihi sarayın kendi güvenliğini garantiye alma isteğidir. III. Selim zamanında başlayan askerî reformların başlangıcı Nizam-ı Cedid ve II. Mahmut zamanında kurulan Sekban-ı Cedid'dir .Nizam-ı Cedid’in kurulması ve geliştirilmesi yeniçerilerin isyanıyla ve III. Selim’in ölümüne yol açmıştır. Sekban-ı Cedid’e karşı çıkan yeniçeriler bunu da kaldırmışlardır. Olgunlaşan koşulların etkisiyle II. Mahmut planlı bir şekilde yeniçerileri ezerek ortadan kaldırmıştır. Bu önemli olay “Vakayı Hayriye” olarak anılır, tarihe bu şekilde geçmiştir.
“Mustafa Kemal, ‘asker kalmak isteyen siyaseti, siyasetçi olmak isteyen orduyu bırakacak!’ şeklinde kestirip atmasıyla bu ikiliğe son verdi.”[3] Aynı Mustafa Kemal, “Sivas’ta yapılan bir toplantıda başta Mustafa Kemal olmak üzere Ali Fuat, Karabekir gibi asker üyelerin ısrarı, Hakkı Behiç ve Alfred/Ahmet Rüstem gibi sivillerin de gönülden desteklenmesiyle Milli Mücadele'de ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yönetilmesinde ordunun yetkilerinin belirleyici olması kararlaştırılmıştır.”[4] Bu karar, seçimle gelmiş cemiyetlerin yetkisini ve inisiyatifini tamamen yok etmekte ve kırmaktadır. Bu örneği vermemim nedeni, aynı kişilerin farklı koşullarda farklı karar aldıkları ve bunlara bir anlam yüklerken ve/ya tarihsel analojiler yaparken hangi konjonktürde yapıldığının dikkate alınması içindi.
Bu nedenle AKP'nin orduyla ilgili yaptırımlarını tarihsel olarak verilen olaylarla bağ kurarak aktarmak olsa olsa zorlama bir destek arayışıdır. “27 Mayıs bir darbeyse, o dönemin olumlu adımlarına nasıl yaklaşalım?”[5] Aynen; 27 Mayıs bir askerî darbedir ve karşı çıkılmalıdır. 27 Mayıs’ı darbe görmeyenler olabilir. Üniversite özerkliği, planlama, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi çok önemli adımlar da o dönemde atılmıştı. Bunlar da doğrudur. O döneme baktığınızda iktidarda kim olursa olsun zaten toplumsal uyanışın ve kapitalist üretim ilişkilerinin hızla gelişmeye başladığı, köyden kentlere hızla yaşanan göç dalgası zaten yöneticileri yapısal çareler aramaya ve bu doğrultuda kararlar almaya zorlamıştır. Bu olguları mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yine çarpıcı olması açısından yakın tarihimizden bir örnekle konunun daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. 24 Ocak Kararları, yapısal dönüşümleri içeren bir programdı. Bu sistemin içinde -devrimciler hariç- hiç kimse 24 Ocak Kararları’na itiraz etmedi. Yapılması zorunlu olan yapısal reformların sistem için gerekli olduğu ve mutlaka bu kararların acilen alınması gerektiği söylendi. 24 Ocak Kararları'nın ana hatları şu şekildedir: %32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT'lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış. Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış. Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış. Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir. İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. İşte 12 Eylül askerî darbesi bu kararların uygulanabilmesi için yapıldı.
Şimdi “bu reformlar yapılması zorunlu ve gereklidir” diyerek 12 Eylül askerî darbesini sevimli gösterebilir miyiz? Ya da “bakın, ne güzel yapısal reformlar uygulanıyor, bunu niye görmüyorsunuz?” diyebilir miyiz?
Dinamiklerin zorlamasıyla yapılan değişimleri darbenin ilerici ve/ya gerici olması gibi yanlış sonuçlara götürülmesi de bu nedenledir. Toplumsal dinamiklerin gelişmesi karşısında ister sivil ister askerî idare bu kararları almak zorundaydı. 27 Mayıs askerî darbesinin de böyle kavranması ve analiz edilmesinin daha doğru olacağı kanısındayım.
“Eğer bunlar reform sayılamayacaksa, o zaman orduda reform anlamına gelecek şeyler ne? Yoksa biz, AKP eliyle orduda bir restorasyona mı şahit oluyoruz?[6] Evet aynen; bizler mevcut koşullarda AKP eliyle orduda bir restorasyona şahit oluyoruz. Reformların mutlaka önemi vardır. Yeni toplum projeleri olanların eski devlet aygıtını ele geçirme bakışı olamaz. Geçmiş tecrübelerde gösteriyor: eski devlet aygıtını parçalamadan onun restore edilmesi tekrar eskiyi üretir. Bu anlamda devrimciler “musluk tamircisi” değildir.
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal/İttihat Terakki ve Bolşevizm, s. 267.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Mecburi İstikamet

Gün gelir, hayat yol ayrımlarını çıkartır karşına. Çoklu seçenekler sunar ve en az iki yol vardır. İster iki olsun ister on iki, ancak birisini seçebilirsin. Ya yıllardır bildiğin, öğretilen, ezberletilen, şartlı refleksler ile örülü hayatı yaşamayı seçer ve binlercesi ile aynı zorunlu gidiş yolunu yürümeye devam edersin. Ya da sürüden ayrılan kuzuyu kurtların kaptığı bir devirde, sürüde kalıp koyun olmayı içine sindiremezsin. Anayol'dan ayrılır, ara yollarda ilerler ve bir patikaya (keçi yolu) ulaşırsın. O vakit bir tepede bir taşın üzerinde oturur şehre bakarsın ve dersin ki “gitmeli buralardan.” Basıp gitmeli bu şehirden, şehir üstüne basıp geçmeden. Huzur nerede ise orayı bulmalı ve koşarak gitmeli. Kimsenin ismini, cismini bilmediği, görenin ismin ile seslenmediği bir yer mutlaka olmalı. Yüzün yok, adın yok, plakan, telefonun, sosyal güvenlik numaran yok.
Ara ara yağmurun düştüğü, çoğu zaman günlük güneşlik bir kasaba veya bir köy bulacaksın. Toprağın insanlığa sunduğu hediyelerine hormon karışmamış, güneş ve yağmur ile beslenerek büyümüş başakların doldurduğu, göz alabildiğince uzanan tarlalar olacak. Bir an önce oraya gideceksin ve bu gitmek kimsenin yüreğini acıtmayacak. Öncelikle geniş hacimli bir sırt çantası edineceksin. İçine uyku tulumu, bir miktar giyecek, başucu kitapları, bol miktarda sigara ve çay bir de termos koyacaksın. Sıcak su ihtiyacı bir yerlerden karşılanır elbet. Belki yol üzerinde ecdadın yadigârı bir çeşmeye rastlanır, yakınına bir ateş yakılıp su ısıtılır ve çay demlenir. Bir omuza çantayı diğer omuza gitarı asmalı yollara düşeceksin. Ey sen serseri mayın ilk hedef Akdeniz, ileri!
Evet güneye doğru yola koyulacaksın. Anadolu'nun bağrında gün be gün ilerleyeceksin. Yolda karşılaşılan köylerde mola vereceksin. Bir kahveden içeri girip, “Selamünaleyküm” dediğin zaman kahve sakinlerinin selamına topluca “aleykümselam” diyerek karşılık vermelerinin verdiği keyfi yaşayacaksın. İnsanlar ile konuşacak, dertleşecek, hikâyelerini dinleyeceksin. Onlarla birlikte tarlada pamuklar toplayacaksın. Toprağın üzerine serilen örtünün etrafında toplanıp çayı, ekmeği, domatesi, peyniri, kısaca Allah ne verdiyse bölüşeceksin. İkrama ikram ile karşılık verip üç beş nota tıngırdatacaksın. Herkes gidip gece çökünce uyku tulumuna girip, şehirde lüks içinde olduğun yanılgısından kurtulup, gerçek konforu bulmanın verdiği huzur ile uykuya dalacaksın.
Sabah ezanı ile uyanıp köy meydanında bir ağaç gölgesinde kahvehanenin açılmasını beklerken, her sabah yaptığın gibi randevu defterini açmak yerine bir şiir kitabı ile günü karşılayacaksın. Birkaç şiir sonra kahvehaneye gidip köy ekmeği ile kahvaltını yapacaksın. Kahvaltıdan sonra istikamet üzere yola koyulacaksın. Belki yol yeni bir köye götürür, belki dağlara, kimbilir. Kimbilir belki de gül bahçelerine. Dağlar, tepeler, vadiler, nehirler geçilir bir dere kıyısında mola verilir. Suyun kenarında oturur iken aklına büyük şehirde sular kesilince yaşadığın sıkıntılar gelir. Duş alamaz, yemek yapamaz, ellerini bile yıkayamazsın. Standartların getirdiği alışkanlıklardan dolayı su kesintisi dünyanın sonudur sanki. Dere kenarında çimenlere uzanacaksın, bulutların resmi geçidini izleyeceksin. Gözlerini kapatınca şehirde iken yaptığın gibi kariyer planlarını değil, seni mutluluğa ulaştıracak yolun hayalini kuracaksın. En doğal ve en yeşil yatağı bulmuş iken biraz da kestireceksin. Susuzluklarını gidermek için dereye gelen kuzuların sesleri uyanacaksın ve tekrar yollara düşeceksin.
Sen oturduğun taşın üzerinde bunları düşlerken yanında geçen bir toplu taşıma aracının korna sesi ile kendine gelirsin. Bakarsın ki kente akşam çökmek üzere. Şehir ışıklarını yavaş yavaş yakmaya başlamış. Çıkarsın düş bahçelerinden, kalkarsın oturduğun yerden. Kente öfkeli bir bakış atarsın. Dönersin gerisin geriye devam edersin kapitalizm ile yüzleşmeye.
Hakan Cörtoğlu

Olmayanların Şehri

çıkardım defterimi,
bir iki sözcük aradım,
yollar bozuk sallanıyoruz ikide bir,
bir sokak lambasına dalıyorum,
uzun uzun bir kadını düşünüyorum,
olmayan saçlarını,
dudaklarını,
ve tabi ki boynunu.
alçaklık mı oldu bu?
olmayanların şehrinde,
yalnız bir yakışıklıydım.
düşlenmemse henüz suç sayılmamıştı.
aslında olmayanların şehrinde,
henüz hiçbir şey suç sayılmamıştı.
kimseler yokken olmayanların şehrinde,
ben en güzeldim.
ve adıma daha hiçbir kanunda yasak konulmamıştı.
bende bunu fırsat bildim,
boynunu düşündüm.
kulaklara fısıldamalık şiirler biriktirmiştim.
komik oldu sanki bu!
bir şiirde olmamalı bunlar diye düşündüm.
ama kim dedi ki bu yazdıklarım bir şiirdir?
yüreğe dokunmayan ve
bir kulağa fısıldanmayacak kadar kötü sözcükler!
ama hani o sevmelerin vardı ya
rengârenk çiçekler ekiyorum,
olmayanların şehrine,
birkaç yere.
mavi bulutlar çiziyorum
bembeyaz gökyüzüne.
ama daha yasaklanmamıştı hiçbir şey
hem de hiçbir şey
ben de senli hayaller kuruyordum.
sokak ortasında vurulması yasaklanıyor sonra çocukların.
vurulacak tek çocuk kalmamışken.
yasaklar başladı böylece.
mesela gülmek yasaklandı.
kimseler kalmamışken şehirde.
ben yasakları görür görmez sana koşmaya başladım
koşmamla yıldızlar kaymaya başladı gökyüzünde.
şairler artık söz söylememeye yemin etti
bağırdım.
sussam da zaten haykırdı diyorlar!
sonra bir kirpi görüyorum
bir deliğin içinde dikenlerini bırakıp
bir tavşana sarılıyor.
ben sana koşuyorum.
olmayanların şehrinin en yakışıklısı
en sakallısı, ben
sana koşuyorum.

köstebek görüyorum birkaç tane,
dedikodusunu yapıyorlar kirpi ile tavşanın.
bir köstebek neden kötü konuşun ki?
soracak kimse bulamıyorum olmayanların şehrinde.
gittikçe alıştığım yalnızlığımı,
                                        unutuyorum.
*
kanın damardan çıkması yasaklanıyor.
bu yasak beni daha da korkutuyor.
sana daha hızlı koşuyorum.
senle aramızdaki mesafeyi ise
ölçecek ne bir tanım,
                   ne de kimse vardı,
olmayanların şehrinde.
seni de düşünmem yasaklanır diye korkuyorum,
tanımlanmamış bir mesafeyi
ölçülmemiş bir zaman aralığında bitirmek için daha hızlı koşuyorum.
boynunu düşünmem de yasaklanırsa,
özgürlüğüm alınmış gibi kalırsam,
annemin sevda kelimeleri yabancı bir dilmiş gibi gelirse bana
o zaman nasıl severim
nasıl severim saçlarını.
yasaklar artıyor olamayanların şehrinde.
kimseler yokken ben sana koşuyorum.
Ali Eren Demir

Karaburun Bilim Kongresi Katılımcılarının Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA
3 Eylül 2016,
Karaburun
1 Eylül Barış Günü gece yarısı Türkiye’de akademiye darbe yapıldı. Darbecileri tasfiye amacıyla yürürlüğe konulduğu iddia edilen OHAL, açıkça akademide barışı, demokrasiyi, özgür düşünceyi savunanlara da yöneldi. Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) 2.346 akademisyen kamu görevinden ihraç edildi ve binlerce ÖYP’li araştırma görevlisinin iş güvencesi ortadan kaldırıldı. İhraç edilen akademisyenlerden 41’i, Ocak 2016’da ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ başlıklı barış bildirisinin imzacılarıdır. Kocaeli Üniversitesi’nden 19, Ankara Üniversitesi’nden 7, Niğde ve Adıyaman Üniversiteleri’nden 4’er, Gazi Üniversitesi’nden 2; Tunceli, Muş Alparslan, İTÜ, Manisa Celal Bayar ve Eskişehir Anadolu Üniversiteleri’nden 1’er Barışın Akademisyeni kamu görevinden men edildi. Ayrıca çok sayıda KESK üyesi akademisyen de aynı hukuksuz ihraç kararına maruz kaldı.
Akademide OHAL, ne bu KHK ile ne de 15 Temmuz’da başladı. İnsan, toplum ve doğa yararına bilimi savunan, eleştirel ve özgür düşünceden yana olan bilim emekçilerinin tasfiyesi Ocak ayından bu yana sürüyordu. Devlete vatandaşlarının yaşam hakkını koruma görevini hatırlatan ve çatışma sürecinin çözümü için barış masasına geri dönülmesini talep eden akademisyenlerin 130’u akademik çalışma alanlarından tamamen veya geçici olarak uzaklaştırılmıştır.
Adil bir soruşturma ve yargılama süreci olmadan gerçekleştirilen ve insanların hayatlarını geri dönülmez bir şekilde etkileyen bu uygulamalar, hiç kimse için ve hiç bir koşulda kabul edilemez.
Bilimsel ve özgür düşünceye vurulan bu son darbe, sadece güvencesizleştirilen ve işten atılan akademisyenlerin özlük haklarına, araştırmalarına ve öğrencilerine değil, toplumun geleceğine yapılmış bir saldırıdır. Akademi, iktidar odaklarından bağımsız olmalıdır; bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar. Tam da bu yüzden akademiden uzaklaştırılan arkadaşlarımızın bilimsel faaliyetlerinden alıkonmaları mümkün olmayacaktır! Büyütülen savaşa ve yaygınlaşan hukuksuzluğa karşı yaşayan, yeşerten, yaşatan bilimi ve bilim insanlarını savunmaya ve onlarla dayanışmayı büyütmeye devam edeceğiz!
- OHAL’e, ve bu kapsamda derinleşen hukuksuzluğa ve keyfi uygulamalara derhal son verilmelidir.
- İşten atılanlar görevlerine geri alınmalı ve darbe girişimine dâhil olduğu iddia edilen akademisyenler adil bir soruşturma ve yargılama süreci ile tespit edilmelidir.
- ÖYP’li araştırma görevlilerinin 50/d kadrosuna geçirilmesi kararı geri alınmalı ve eğitim haklarının gaspı durdurulmalıdır.
- Barış bildirisi imzacılarına ve KESK üyesi akademisyenlere yönelik baskı ve saldırılara derhal son verilmeli, gasp edilen hakları koşulsuz iade edilmelidir.
Özgür ve bilimsel düşünceyi hedef alarak yok etmeye çalışanlar tarihe hesap vereceklerdir.
11. Karaburun Bilim Kongresi Katılımcıları

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme

“Ey dünya, sen bize neyi soruyorsunuz. Şahsımı almaya ya da vurmaya gelenler günlerce Marmaris’in ormanlarında gizlendiler. Bizim jandarmamız onları vurmadı. Vurabilirdi. Yakaladı.” Günlerce ormanda gizlendiler! Bu, Erdoğan’ın adli yıl açılışındaki konuşmasında bu 'sözde darbeyi' nasıl önceden bildiğinin ve kışkırttığının kendi ağzıyla itirafıdır.
Darbecilerin almaya ve vurmaya geldiğini, günlerce ormanda gizlendiklerini bilen Erdoğan, demek her şeyi bilmekte. Bu konuşmasıyla “sözde Darbe' şüpheleri iyice pekişmektedir. Neyse konumuz darbeyi tartışmak değil. Fakat her her vesileyle darbeyi değerlendirme durumunda kalıyoruz, bu da kaçınılmaz.
Bu 'sözde darbe' devrimcilerin farklı değerlendirmeler yapmasına farklı pencereden bakarak soru ve sorgulamalar yaparak yaşanan süreci kavramaya ve/ya analiz yapmasına vesile olmuştur. Burada fikirlerine değer verdiğim mücadele arkadaşım sevgili Atilla'nın hem darbe günü hem de orduyla ilgili değerlendirme ve sorularına farklı açılardan cevap vermeye çalışacağım. Her iki yazıyı dikkatle okumaya çalıştım eğer algılama eksikliği olursa Aytemur'un hoşgörüsüne sığınıyorum.
“Lafı uzatmayayım, kimsenin ölmediği direniş caddesinde selamlaşabileceğim, iki çift laflayacağım kimseye rastlamadan, sabah beş civarında, yine uzaklardan gelen uçak, helikopter, ambülans sirenleri ve silah sesleri arasında eve doğru yola koyuldum. İnsanlar meydana akmaya devam ediyordu. Müthiş bir organizasyonla harekete geçmiş filan değillerdi. AKP ilçe örgütü yöneticisi ve üyeleri ile belediye mensupları yavaş yavaş duruma nüfuz etmeye ve yönlendirmeye çalışıyorlardı.”[1]
Darbe gecesi ev halkının da karşı çıkmasına rağmen gece yarısı 00.30'da evden çıkarak o geceyi tanıklık etmesi ve bir fiil yaşamaya çalışmasını saygıyla karşılıyorum. Tam da burada aklıma gelen, neden bu saate kadar beklediğini maalesef yazmamış olduğu için subjektif bir yorumda bulunmak istemiyorum. Kendi adıma söyleyeyim: darbenin gerçek bir darbe olduğuna inansaydım, kime karşı yapıldığına bakmadan, anında dışarı çıkar ve tank paletlerinin altında ezilsem ve tek başıma olsam da karşı çıkardım!
Atilla'nın söylediği gibi, saatlerce bir tane tanıdık yüz görememesi ne karanlıktan ne de geç saatlerden dolayı kaçırmış olmasından değil, benim gibi düşünen genel sol tandanslı insanların darbenin gerçek bir darbe olduğuna inanmamasındandır. Evet bu darbeyle AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyenler de olabilir ama bir tek tanıdık yüz görmemesini AKP karşıtlığıyla izah etmenin doğru olmadığı kanısındayım. Atilla'nın algılaması ve bakışı kendisinin hangi gözle baktığı ve yorumlayışıyla ilgili olduğu için yanlışlığına ve/ya doğruluğuna bakmadan saygı duyarım. Zira tam da aynı olayı farklı açılardan algıladığım ve yorumladığım için ikimizin de göremediğini farklı açılardan görmeyi ve kavramayı sağlar kanısındayım.
İkinci yazıda orduyla bağlantılı olması aynı bakışın bir devamı olarak karşımıza çıkmakta haklı olarak bu temelde sorular sorup sorgulamalar yapmakta ve farklı değerlendirmeler tartışmaya değer katmakta.
“Değişimi, Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı ‘bulunmaz bir siyasal iklim ve fırsatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin kendi siyasal gündemleri yönünde, gerçekleştirdikleri hakiki sivil darbenin somut tezahürü’ olarak değerlendirenlerin varlığı, olayları kavrama kapasitem hakkında beni şüpheye düşürüyor.”[2]
Neden şüpheye düşüyor, çünkü karşılıklı iki eski ortağın darbeleşme kavgasını izlediğimiz için nasıl bir sivil darbe olur, akla pek uygun gelmiyor! Atilla'nın kavrama kapasitesine göre şüpheye düşüyor olması, darbe gecesi ve darbenin Erdoğan’a ve AKP'ye yapıldığı kanaatinden dolayı farklı algılayan ve yorumlayanı şüpheye düşürmesi, bir açıdan pozitif diğer açıdan da negatif olduğu için anlamlı ve irdelenmesi gerekir. Zira aynı geceyi binlerce insan bu ikilemi bir şekilde yaşamıştır. O geceyi yaşayan ve evlerinde izleyen çok sayıda devrimci, demokrat insanın kafasında bu ve buna benzer soru işaretlerinin uçuştuğu ve fırtınalar koptuğu, çelişkiye düştüğü söylenebilir. Bu nedenle bu tartışmanın sadece Atilla’yla sınırlı olmadığının altını çizmek isterim.
Atilla'nın da kafasında böyle darbe olur mu sorusu var, hatta bu soru nedeniyle evde beklediğini, beklediğimizi düşünüyorum. Ne de olsa darbeler görmüş geçirmiş bir kuşağın insanlarıyız, hani bir söz vardır: “ben insanın gözünden anlarım.” Evet bizler de bir darbe nasıl olur, başarısız darbe girişimi nasıl olur, anlarız. Darbeyle ilgili değerlendirmem anı anına kendi Facebook sayfamda var.
“Darbeden sonra OHAL ilan eden hükümet, ilk iş olarak bir ‘kanun hükmünde kararname’ (KHK) ile TSK’nın komuta ve kuvvet yapılanmasında değişiklik yaptı. Ağırlığını okulların teşkil ettiği askeri kurumların çoğu siyasi iradenin kontrolü altında alındı.
Askeriye alanında yapılan Cumhuriyet döneminin bu en kapsamlı değişimi karşısında, yıllardır orduda reform isteyen soldan, özellikle de sosyalist soldan kayda değer bir ses çıkmadı. Bu sessizlik, görmezden gelme ve/ya geçiştirme halinin bir nedeni ve anlamı olmalı diye düşünüyorum.”[3]
Bu sözde darbe girişimini teşvik eden ve planlayıp uygulayanların bizzat Erdoğan olduğunu görememek, darbenin kimin işine yaradığına bakmayı da imkânsızlaştırıyor. Örneğin; “Çünkü askerî darbe girişimleri, askerî darbe döneminin zihniyeti ve kanunları ile ortadan kaldırılamaz, aksine askerî darbe dönemlerinin zihniyeti daha da pekiştirilir.” diyen 2.346 akademisyenin görevine son verildi.
Yüzbinleri bulan soruşturma ve işten atmalar, 12 Eylül döneminde bile yapılmamıştı. 12 yıl birlikte olduğu atanan her devlet memurundan bizzat haberdar olan Erdoğan, değerli ortağı Fethullah Gülen hocanın ne yaptığını başbakanlık döneminde bilmiyor muydu?
Demokratikleşmenin olmadığı ortamda hangi reformlar olmuştur? Ve/ya demokratik hakların tamamen bitirildiği bu koşullarda Erdoğan mı orduda reform yapacak?
“Aldatıldık” demek, neyi ve hangi gerçeği çözer ve hangi olayın açıklanmasına yarar? Bu soruların cevabı yok. Ama darbeden sonra “OHAL ve KHK'lerin Osmanlı ve devamı olan Cumhuriyet ordusunu reforma tabii tutmasına neden sessiz kalınıyor?”[4] diyerek, sosyalist ve devrimcilere yüklenmeyi de doğru bulmuyorum.
“Bilindiği gibi sol, özellikle de sosyalistler, hemen her zaman, demokratik bir siyasal rejimde ordunun rolünün tamamen yurt savunmasıyla sınırlanmasını ve iç güvenlikten elini çekmesini istemiştir.”[5] Değerli arkadaşım ülkemizde, senin de belirttiğin gibi, demokratik bir siyasal rejim mi var? Varsa biz neden göremiyoruz? Evet dediğin gibi, demokratik bir rejim olsaydı, senin görüşlerinin altına imzamı koyardım, ama maalesef yok. Bu ülkenin korkak burjuvaları, kendi demokratik rejimini savunmaktan bile acizken bu görevi de yine sosyalistlerin ve Kürt devrimcilerinin yapıyor olması bir tesadüf müdür?
“Ayrıca, TBMM genel kurul ve komisyon çalışmalarında bu partinin temsilcilerinin sözü edilen konulardaki eleştirileriyle epey etkili oldukları da biliniyor. Ancak, TSK’nın Cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı en geniş çaplı değişikliğin son darbe girişiminin hemen ardından yapılmasına rağmen, HDP’nin eşbaşkanlarının, Meclis grup başkan vekillerinin ve parti basın sözcülerinin kayda değer bir yorum yapmaması ister istemez dikkat çekti.”[6]
Atilla, “HDP, ÖDP ve Yeşiller Partisi’nin darbe sonrası bu kadar kapsamlı reformların olduğu anda neden suskunlar?” diyor. Basit bir yaklaşıma sırtını yaslayan Atilla, liberal değerlendirmelerle beyinleri âdeta mevcut Erdoğan diktasına mahkûm etmeye çalışıyor. Tüm medya alanları, tek bir adamın düşüncesini savunmakla ve/ya karşı çıkanları etkisiz ve bozmaya çalışmakta. Sözde demokrasi görünümlü bu kadar etki ve güce sahip hangi devlet ve devlet adamı vardı? Atilla bu gerçeğe gözlerini kapatıyor.
-Devam Edecek-
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] A.g.m.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.