15 Temmuz Darbe Girişimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Temmuz Darbe Girişimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2016 Çarşamba

15 Temmuz Değerlendirmesi

“Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi” Değerlendirildi
15 Temmuz Darbe Girişimi, bir grup yazar ve düşünür tarafından İstanbul’da değerlendirildi. Nida Dergisi ve İmece Kültür ve Düşünce İnisiyatifi’nin İstanbul Düşünce Evi’nde organize ettiği değerlendirme toplantısına konuşmacı olarak; Alev Erkilet, Ümit Aktaş, M. Kürşad Atalar, Serdar Duman, Levent Çavuş, Fatih Bütün, Arif Arcan, Ramazan Deveci, Yıldız Ramazanoğlu, Mehmet Alkış, Burhan Kavuncu, Yasin Altıntaş ve Selim Demir katıldı.
Toplantının moderatörü olarak söze başlayan Fatih Bütün açış konuşmasında aşağıdaki ifadelere yer verdi:
“Birçok belirsizlik ve hala birçok soru işaretine rağmen 15 Temmuz gecesi Türkiye’de bir darbe girişimi yapılmış ve fakat bu ‘fiili darbe girişimi’ başarılamamıştır.
Bu darbe girişimini hangi tarihten başlatmalıyız? 15 Temmuz’dan mı, 17–25 Aralık’tan mı yoksa Fethullah Gülen’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle entegre bir şekilde örgütlenmeye ve hatta uluslararası siyaset belirleyicilerin bir keşif kolu olarak kurgulayıp çalıştırmaya başladığı daha gerilerden mi konuşmaya başlamalıyız?
Bunu konuşmacıların takdirine bırakmakla birlikte, önümüzde bir hakikat durmaktadır ki o da; Türkiye’de birçok yönüyle acilen konuşulması ve tanımlanması gereken birçok gelişmenin olduğudur.
Konu o kadar çok boyutlu ki, bir oturumda hepsini konuşmamız imkânsız görünüyor. Konunun ilgili birkaç alt başlığını sıralamalıyız:
Türkiye’de, klasik anlamıyla, ‘Darbeler dönemi’ bitmedi mi?
TSK siyaset üzerindeki nüfuzunu yitirdi, ‘demokrasi’ mi kazandı?
Türkiye halkının (muhafazakâr, ‘asker’ ve hatta askeri siyasetin üstünde görebilen) sosyolojik yapısı değişiyor mu?
Darbeyi, desteği siyasilerce de dile getirilen ‘Amerika’ Türkiye üzerindeki gücünü yitirdi mi?
Fethullah Gülen yapılanması tasfiye mi oluyor?
Fethullah Gülen’in İslam anlayışıyla sahici bir sorgulama mı başladı?
‘Ilımlı İslam’ projesinin yüklenici ve yürütücü ‘firmalarından’ Fethullah Gülen yapılanmasının çökmesiyle ‘Ilımlı İslam’ çöpe mi düştü?
Giriş konuşmasının ardından düşüncelerini ifade eden konuşmacıların düşüncelerini özet olarak sizlerle paylaşıyoruz:
Kürşat Atalar: “Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim.”
Bir başlangıç var, bunun bir süreci var, tam olarak nihayetlenmemiş olsa az çok son diyebildiğimiz başarısız bir darbe girişimi var. Peki, bu sorun nereden çıktı? Kabaca açıklarsam, Türkiye Ortadoğu’da yer alıyor ve buraya yönelik olarak büyük güçler dediğimiz dünyayı idare etmeye çalışan güç ve güçler bu bölge ile ilgili bir plan/proje yapma içerisindeler. Değişen şartlara tekabül edecek ve kendi çıkarlarını koruyacak, aynı zamanda da batı tarafından geliştirilen bir proje. Ben AKP’nin bu projede bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ilımlı İslam da denilebilir buna. İran devriminden sonra batı devletleri bu coğrafyalarda “radikal ve istenmeyen İslamî hareketleri” siyasete/iktidara yaklaştırmak istemedi. Bu şekilde ılımlı, yani kendisi ile kolay çalışılabilir bir İslamî gelişim(ler)i -şiddete başvurup vurmamasından çok kendisi ile çalışılabilir, çıkarlarına entegre edebilecekleri oluşumlara ılımlı demek daha doğru olur- kendi çıkarı adına daha yararlı gördü. AKP, bu coğrafyadaki Ilımlı İslam Projesi’nin içerisinde bu şekilde yer almaya başladı. Ama AKP bu projede yalnız başına yer almadı: AKP bu projenin siyasal ayağını, Fethullahçılar ise toplumsal ayağını birlikte yürüttüler. Tabi bu birliktelik ile 2010-2011 yılına kadar -tartışılabilir- devam ettiler ama bu yıllardan sonra bir anlaşmazlık baş göstermeye başladı.
Peki bugün bu sorun neden ortaya çıktı? Ilımlı İslam Projesi’nde ortak çalışmak hedef ise bu hedefin maddeleri olmalıydı. Bazı muğlak bırakılmış maddeler olsa da önceden ana maddeleri üzerinde uzlaşıldığını düşünüyorum. Bu ana maddeler üzerinde yaşanan bir anlaşmazlık sonucu sorun oluşmaya başlamış olabilir. Kanıt olarak sunulabilir mi bilemiyorum ancak Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde sorunların olduğu açıkça görülmektedir. Erdoğan’ın Obama ile görüşme talep etmesi ve bu görüşmede yaşanan sıkıntılar vardı. Obama’nın daha sonraki açıklamasında Erdoğan’a sorumluluklarını ve verdiği sözleri hatırlattığını söylemiş olduğundan bahsettiğini görüyoruz. Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim. Diğer bir ifade ile burada bir “sınır geçme hadisesi” vardı ve sorun da buradan kaynaklanıyordu.
Peki, neydi bu sınır? Bu sınır Türkiye Cumhuriyeti’nde “eski rejimin” -bunu bilhassa önemle söylüyorum, zira Fransız devriminden mülhem olan bir eski rejimi kastediyorum- geriletilmesi idi. Ancak burada eski rejimin istenilenden daha fazla geriletilmesi ile bir sorun oluşmaya başladı. Peki, bu sınır nasıl geçildi? Bence sınır üç şekilde geçilmiş olabilir:
1) İsteyerek sınır geçildi. Bunun tezi, Ali Bulaç’ın da dediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın gizli bir ajandasının olduğu iddiası idi. Ben bunu çok muhtemel görmüyorum.
2) İstemeyerek sınır geçildi. Bu olası bir şey idi zaten. Süreçler içerisinde ayarın kaçırılması muhtemeldir.
3) Bu planı yapan adamlar, aşama aşama bu sınırın geçileceğini biliyordu ve bunu öngörüyordu. Bu sınırın geçileceğini bildikleri için önceden nasıl müdahale edeceklerini de planlamışlardı -çok spekülatif olsa da bu yabana atılmaması gerekilen bir ihtimal-.
Burada ilk iki ihtimal de söz konusudur: Sınır bilerek de geçilmiş olabilir bilmeyerek de. Ancak sonuç önemli değil ABD için, önemli olan ve müdahale gerektiren durum sınırın geçilmesi durumudur. Bu geriletilme, Kemalistler ve sol aydın kesimlerin bir hissiyatı da olabilir, fiilen gerçekleşen bir şey de olabilir. Peki, neydi bu hissiyat? Türkiye’deki bu kesimler kendilerinin yok olacağını düşünmeye başladılar. Ama ABD’nin onların yok edilmesini değil, geriletilmesini istediğini düşünüyorum. Evet, bu kesimler geriletilebilir ama yok edilmemelidir, bunun sebebi ise demokratik haklar gereği bunu yapılamaz olmasıdır. Amerika’da burada müdahale etti. Çünkü eski rejimi o kadar çok gerilettiler ki bir şeyler yok olma ile yüz yüze geldi.
O noktaya kadar bu proje içinde uyumlu çalışan bu unsurlar -AKP ve Fethullah Gülen İttifakı- bu noktadan sonra kaçınılmaz olarak kendilerine biçilen rolü oynamaya başladılar. Bu minvalde ya tamamen bırakırsınız -kısmen Hüsnü Mübarek gibi- ya da direnme yolunu seçersiniz -Tayyip Erdoğan ve bazı kişiler gibi. Burada direnmeyi siz mi seçmişsinizdir yoksa mecbur mu bırakılmışsınızdır? Bence mecbur bırakılmıştır. Erdoğan’ın, Hakan Fidan olayından beri bu durumdan haberdar olduğunu ve tedbir alınması gerektiğini düşündüğünü tahmin ediyorum.
Ümit Aktaş: “Beklemediğimiz bir darbe oldu ama Fethullahçılığın iktidar eksenli bir hareket olduğu beklenmedik değildi.”
Bu mevzu cumhuriyetin kuruluşunda başlayan ve hatta onun da öncesinde kökleri bulunan bir çatallanmadır: İslam’a bakış, İslam’ı yorumlayış, İslam’ı yaşama gibi tutumların iki ayrı damar olarak işlenmesidir. Cumhuriyet sonrasında daha çok beliren farklı ittifak arayışları, Milli Görüş damarının Cumhuriyetin yanında saf tutması, millici ve yerel olan anlayışının kabullenmesine karşılık bugün Fethullahçılık dediğimiz hareketin o günlerde Said Nursi tarafından millilik ve yerlilikten ziyade ehli kitap ile çalışmayı, onunla ittifak etmeyi bir siyasal strateji olarak anlayan ve öneren farklı bir damar olarak işlenmesi, son olarak da bu damarların 60’lardan sonra yine kendilerine farklı ittifak arayışlarına girmeleri ile yani Milli Görüş’ün parlamenter siyaset içerisinde iktidara yürüme isteğine karşı Nurculuğun Fethullahçılık üzerinden kendisini modernleştirerek ve işbirlikçilerini daha çok somutlaştırarak bu damar üzerinden mücadele etmesinin günümüze taşınması olarak görüyorum ben bu çatışmayı. Burada çok keskin yol ayrımları bence 1979-1980 yıllarında ortaya çıktı. 79 yılındaki İran Devrimi’nin akabinde Amerika İran’ı ve devrimi bloke etme amacıyla bir kuşatma projesi geliştirdi. İran’ın etrafında kendine müttefik yapmak istediği unsurları aradı ve Sünniliği canlandırmaya çalıştı. Afganistan’da farklı, Türkiye’de farklı -Fethullahçıların üstlendiği ılımlı İslam Ortadoğu’da farklı -Selefi damar- Sünnilik anlayışları, bu proje kapsamında desteklendi.
Daha sonra 28 Şubat sürecinde alınan pozisyonlar, Fethullah hocanın Erbakan ve Milli Görüş’ü kabullenmemesi ve bu süreçte Milli Görüş hareketinin evcilleştirilmesi, ıslah edilmeye çalışması bunun neticesinde de tırnağı sökülmüş Milli Görüş hareketinden neşvünema bulan AKP’nin iktidara gelmesi ya da getirilmesi söz konusu oldu. Cizvit modelini benimseyen Fethullahçılar ile Milli Görüş sürecinden çıkan AKP’nin son aşamadaki çatışmasına da bu tarihlerde şahit olduk.
İlk başlarda AKP’nin Avrasyacı kanadı zayıflatmak amacıyla Fethullahçılarla ittifak ettiğini gözlemledik. Bu ittifak gerçekleşince de kendilerine asli görev iktidara sahip olmayı belirleyen bu iki hareketin çıplak bir şekilde savaşım haline girdiğini görüyoruz şimdi de. Buraya kadara ittifak halinde gelip bundan sonra çıkan anlaşmazlıklarda İslamcılığın -önemli yanlarının dışında- “iktidar mekanizmasına” (hırsla) fazlası ile yöneldiğini ve bundan kaynaklanan bir savaşımın olduğunu kabul etmek durumundayız. Öbür taraftan bu iki eksenin İslamî referanslar üzerinden -hak ve adalet anlayışının her iki taraf içinde stratejik olarak esas alınmadığını- bir ilke oluşturamadığını görüyoruz. Ortaya çıkan bu durumda ise şu göze çarpıyor: Kendi içlerinde yıllardır ciddi okumalar yapan bu grupların böylesi zihinsel bir sefalet içerisinde olmaları sadece düşünsel bir şey midir, yoksa genel olarak toplumsal kalitemizin düşüklüğü ile mi alakalıdır veya ahlak ile siyaset arasındaki tercihlerde hangisini öncelediğimizin bu durumla ilişkisi mi vardır, bunlar üzerinde düşünülmelidir.
Arif Arcan: “Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Fethullah Gülen, rejimi değiştirmek için değil iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur.”
Daha öncesine gitmeden söylersek Dinin dört çıktısı vardır: Ritüeller, semboller, hükümler ve otorite. Türkiye toplumunda sivil toplum “muhafazakâr” olarak algılanıyor ve siyaset algımız da bu muhafazakâr algımızdan yükseldiği için toplum -bizler- dinî kavgayı sadece ritüeller ve semboller üzerinden veriyor(uz). Yani din iki alana sıkıştırılınca dolayısıyla toplumda muhafazakâr bir oluşum içerisine giriyor. Toplum muhafazakâr olunca ve din kavgası da sadece bu iki çıktı üzerine verilince Türkiye’de kimin iktidara gelip gelmediğinin bir önemi kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Son olan olaylarda Fethullah Gülen rejimi değiştirmek için bir hareket yapmadı ve karşısında bulduğu kişilerin de mevcut yapıyı korumakla birlikte yeni bir rejimi talep eden bir oluşumları yoktu. Burada iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur. Hâkim sınıfın değişmesi ve bu hâkim sınıfın yakınlık değiştirmesi idi.
Mehmet Alkış: “Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum.”
Hep antitezlerle konuşuyoruz ve bu meseleler hakkında hiç tezimiz bulunmamaktadır. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Dünyada genel olarak son yüzyılda darbeler tarihine bakıldığında şimdiye kadar 500 darbe yapıldığını görüyoruz. Bu darbelerin coğrafî keşiflerin oluşturduğu sistemi korumanın kamufle edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Fiili işgal bittikten sonra işgalciler yerli işbirlikçilerini kullanıp darbeyi bir araç olarak kullanarak bu toprakları kendilerine bağlayacak bir sistem ürettiler. Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum. Zihinsel olarak şu anda toplumda darbeci potansiyeli çok yüksek. Toplumun kahir ekseriyeti bu potansiyeli barındırmaktadır çünkü zihinsel olarak bağımlı bir toplumuz.
Serdar Duman: “Ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi.”
Mehmet Alkış’ın dediklerini biraz daha somutlaştırırsak, Türkiye’deki darbelerin tamamında NATO ve ABD’nin olduğunu biliyoruz. Ben de bu noktada dış dinamiklerin, iç dinamiklerden daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Orduyu ve kemalistleri değerlendirirken de özellikle 1 Mart tezkeresinin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü ABD tezkerenin geçmemesini orduya bağladı. Ergenekon dosyaları ile ordu Fethullahçılar eliyle tasfiye edildi. Hükümetle kırılma ise 2010 yılında başladı.
Ne oldu da bu ortalık bozuldu? Bu konuda çeşitli kanaatler oluştu. Gerçekten tam olarak bir tespitte bulunamıyorum. Benim kanaatim, 2012’den itibaren iktidarın değişmesi yönünde bir eğilim oluştu. Fakat Erdoğan siyasi olarak güçlü olduğundan başarılamadı. Şunu da söylemek istiyorum. Şu anda şaşırıyoruz nasıl ellerine silâh aldılar, buna nasıl cesaret ettiler diye. Ancak ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi. Ben bu örgütün sivil kanadının bunu yapacak bir zihniyette olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar robotik yapıya sahip, dolduruşa gelip bir güç zehirlenmesi yaşadılar diye düşünüyorum.
Burhan Kavuncu: “Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.”
Birkaç konuda değerlendirme yapmak istiyorum. Birincisi halkın duruşunun devrimci bir duruş olduğunu düşünüyorum. Devrim değil ama devrimci bir durum oluştu. İkincisi, halk gerçekten büyük bir güç ortaya koymuştur. Türkiye tarihinde halkı bu denli püskürtücü bir güç olarak görmedik. Ama bundan çok fazla şey de beklememek lazım.
Ben de Ilımlı İslam’ın iki kanadı arasında bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Ayrıca son olaylarla İslam’a bakışı, halka bakışı sıkıntılı olan yapılara karşı -bu örgütle birlikte- önemli kazanımlar elde ettiğimiz kanaatindeyim. Başka bir açıdan bakılırsa, bu darbeyle sermaye yapısının değiştiğini görüyoruz. Anadolu sermayesi denilen grupların çoğuna operasyon yapıldı. Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.
Yasin Altıntaş: “Modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır.”
Darbe süreci klasik kavramlarla tanımlanmaya çalışılınca bir şeyler eksik kalıyor. Darbeyi yapan kimdi? Dış güçlerin bundaki payı ne kadardı? Halk ne yaptı vs. Ortada ise bir realite var: Birileri iktidarı değiştirmek istedi, birileri de bu yöntemlerle iktidarı vermek istemedi.
Burada mesele iktidarı/devleti ele geçirmeyi istediğini düşündüğümüz yapı/Fethullah Gülen Hareketi, geçmişten itibaren “iktidarı” ele geçirmekten çok her zaman “devleti” ele geçirmek istiyordu. Burada siyasal araçları kullanarak iktidarı ele geçirme isteği yoktu ve hiç de olmadı. Devletin içinde yapılanarak ve devlete sızarak kendi emelleri ile devleti yönlendirmeyi istiyordu. Bu durum bir nevi devrim harekâtına benziyor. Neden devrim hareketine benziyor? Çünkü tabandan gelip iktidarı doğrudan hedeflemekte, fakat kadrolar yetiştirerek bu kadrolarla devleti ele geçirmeyi hedeflemekteydi. Diğer taraftan ise İslamcılar/Milli Görüş Hareketi’nde ise kurulduğundan beri iktidarı ele geçirme çabası vardır. İktidarı ele geçirdikten sonra da toplumu dönüştürmek istedi. Oluşan çatışmayı ise iki tarafın da otoriteyi kayıtsız şartsız ele geçirme çabası olarak görüyorum.
Darbe olduğu esnada halkın nasıl organize olduğu ve nasıl/kimin indiği ise önemli bir konu. Bu konuyu ben üç alt başlığa ayırıyorum:
Darbe günü, darbe olurken hemen sokağa inenler. Toplumun geleceğini, halkı, kendisini önemseyenler, düşünenlerdi. Bence Cumhurbaşkanını da bu kesim cesaretlendirdi. Zira zaten çıkmış bir kesim vardı.
Erdoğan’ın Çağrısından sonra inenler.
Tehlike nispeten savuşturulduktan sonra inenler.
Ortada şöyle bir realite daha var. Bugün el değiştiren sermayenin toplam Türkiye sermayesi içinde çok da önemsenecek kadar büyük bir payı bulunmamaktadır. Adedinin çok fazla olması mesela TUSKOM’un elli bin üyesinin olması TUSKOM’un ekonomik bir güç olduğunu göstermez, sadece sosyolojik bir güç olduğunu gösterir. Bu sermaye AKP döneminde de değişmemiştir.
Burada nerede durmalıyız meselesine gelirsek şayet, modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: Her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır. Bu durumda da hatta burada tartışırken de sonuç odaklı bakmaktan çok süreç odaklı ve yol odaklı olmamız gerektiğinin düşünüyorum.
Alev Erkilet: “NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum.”
Konuşmadan önce bir noktanın altını çizmek istiyorum. Büyük bir veri eksikliği olduğunu ve bilginin bilinmediğini düşünüyorum. Bütün konuşmalarında ciddi bir veri eksikliğine dayandığı kanaatindeyim. Ne oldu? Niye oldu? Kime oldu? Kim yaptı? Aktif bileşenleri kimdi? Birçok konuda ciddi bir bilgi ve veri eksikliği var. Bir hiperhareketlilik içerisine girdik ve önceki birkaç bilginin üstüne bir yığın şey eklendi. Bu kadar yakıcı sıcaklıktaki bir olayın sosyolojik analizini yapmak için biraz beklemek gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışma da bence çok erken bir tartışma.
Darbe teşebbüsüne gelinceye kadar da, bu teşebbüsün başarısız olduktan sonraki aşamasında da biz ne haldeydik konusunu tartışmanın çok daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum. 17-25 ya da daha sonraki süreçlere bakıldığında İslamcı düşünceler arasındaki fraksiyon tartışmalarından mı bahsediyoruz, yani bizi bu noktaya Gülen’in mesiyanik anlayışı ve AKP’nin siyasal İslamcılığı arasındaki fark mı getirdi? Ben pek sanmıyorum açıkçası! Yoksa daha somut, gündelik pozisyonlarla ilgili bir anlaşamama hali mi getirdi? İdeolojik olarak farklılaşma olduğunu düşünmüyorum.
Biz şimdi diyoruz ki mesihiyanizmi neden bu kadar kabullendiniz, neden bir kişiyi bu kadar yücelttiniz, bu kadar tapınma pratikleri geliştirdiniz? Peki, ben sormak istiyorum, hangi grup geliştirmedi? Sadece Müslümanlar açısından da söylemiyorum. Çözüm sürecinde Müslümanların ortamına girdiğimizde sadece Erdoğan’a bakılması, Kürtlerin ortamına girdiğimizde ise sadece Öcalan’a bakılması söz konusuydu. Ben o dönemlerde şöyle sormuştum “Peki siz ne diyorsunuz, ne yapıyorsunuz?” “Neden tek bir insandan bütün halkı tanımlıyor, açıklıyorsunuz?” Gülen yıllardır yanlış yapıyor, yeni yanlış yapmıyor ki. Bunu söylediğimiz zaman, hatırlattığımız zaman arkadaşlar dikkat edin ikiyüzlülük, takiye kötü ve tehlikeli bir şeydir dediğimiz zaman, siyasal ilişkileri iyi olduğundan bu eleştirileri kimse dikkate almıyordu. Zemin problemimiz var ve biz bununla yüzleşmediğimiz için bir yerden bir şeyler sürekli patlak veriyor. Ve biz bundan dolayı yine zemini değil o spesifik olan şeyi tartışıyoruz. Tekkede şeyhi, siyasette lideri kutsanıyor. Ben reddedelim demiyorum ama hesaplaşmıyoruz. Peki nerede İslam’da sorgulayan, özne olan birey! Partili olunabilir ama Partici olunamaz. Cemaate bağlı olunabilir ama cemaatçi olunamaz.
Yıldız RAMAZANOĞLU:
İnsan neresini tutacağını şaşırıyor açıkçası. Son zamanı mı konuşalım, öncesine mi gidelim yoksa zemini mi tartışalım. Ben de zeminden bir şeyler konuşmak, ele almak istiyorum. Biz hâlâ Edward Said’in Oryantalizm’inden, Doğunun Doğululaştırılmasından, dolayısıyla Müslümanların da bu meyanda Marco Polo’dan itibaren yüzyıllar boyunca tanımlanması üzerinden devam ediyoruz. Dışarıdan tanımlamak bir şiddet aslında. Bundan dolayı da bizarız ama kendimizi, iddiamızı, perspektifimizi tanımlayamama sorunu yaşıyoruz. Bizim denetleyemeyeceğimiz durumlardan çok belirleyebileceğimiz durumlar üzerinden gitmeliyiz.
Biz dünyaya karşı bir söylem üretemiyoruz. Hepimiz birbirimizden dağınığız. Bir yanda Taliban’a saldırılınca onu koruyoruz, ama “Taliban yönetiminde kalmak ister miyim?” sorusuna “hayır” diyoruz. Bugün gördük ki bir network ağımız bulunmuyor. Bugün Pegida ırkçı bir eylemine karşı Almanlar eylem yapıyor. Ama bizim o eylemcilerle bir bağımız yok. İki tane network ağımız bulunmalıydı. Birincisi Müslüman coğrafyayı içine alan bir ağ, ikincisi batıya karşı onlara derdimizi hemen anlatabileceğimiz bir ağ oluşturmalıyız. Bizim yavaş yavaş toparlanıp, gettolarımızdan çıkıp gençlerimizle önemli network ağları oluşturmamız gerekiyor.
Levent Çavuş: “Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor.”
Anlaşılıyor ki hepimizin kafası karışık. Ben şuna işaret etmek istiyorum. Birincisi Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Müslüman ana gövde ile Devlet arasında bir gerilim oluştu ve bu gerilim çözülemedi. Yeni kurulan devlet, toplumu şekillendirmek için her yolu denedi. Genel itibariyle dünyanın akışı da bu devlet ile paralel ilerliyordu. Din bir veri olarak görülmüyordu. Dünya genelinde de dinî hareketleri yok etme sürüklenişi yaşandı. Memleketimizdeki sürükleniş İslamî hareketleri yok etmedi. Ülkemizdeki İslamî cemaatlerin ajandalarında da hep devleti kendi emelleri çerçevesinde ele geçirme, değiştirme gibi bir amacı vardı. Bu çerçevenin teorik tartışması bile yapıldı: Kadrolaşarak mı, devrim ile mi... Ancak modernite ile hesaplaşma, ulus devleti anlama konusunda Müslümanlar derinlikli okumaya sahip olamadı. Türkiye’de devlet ile Müslümanların hesaplaşması söz konusu yetersizliklerden dolayı süreci iyi kavrayamama, alternatifi geliştirememeden kaynaklı sadece kuru bir itiraz konumunda kaldı. Zihnimiz çok karmaşık, mecbur bırakıldığımız bu kentte zihinlerimiz serbest bırakılsa bile gündelik yaşamı yaşayabilecek yeterliliğe sahip değiliz artık. Ne enerjimiz var ne bunu sağlayabilecek bir vasatımız var. Bu hale getirdiler. Bundan dolayı da Türkiye’de olan biten kendi doğal süreci içerisinde olmuyor. Cemaatlerin gelişimi de doğal süreçleri içerisinde olmuyor. Fethullah Gülen hareketi de kendi kendisine gelişmiş bir hareket değil. Bu hareketin Türk Devleti tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu yüzden olay iki İslamcı grubun çatışması değil diye düşünüyorum. Peki bu neyin göstergesiydi? Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor, birbirlerinden nefret ettirebiliyor ki burası da manidar. Çok kısa bir süre içerisinde kabul gören Fethullah Gülen Nurculuğu, geniş kitleler tarafından tekfir edilen bir oluşum haline getirildi.
Bize bir şey gösterilmeye çalışılıyor. Birinci olarak gerçekleşen şey: Türkiye’de genel anlamda Ilımlı İslamcı olan bir hareketin “kadrolaşma” taktiği ile devleti ele geçirmeye çalışmasının ne kadar kötü sonuçlar doğuracağını ve bunu yapan insanların ne kadar kötü insan olma potansiyelleri olduğunu bütün topluma belletti. İkinci olarak gerçekleşen şey: Bu darbeyi kimin yaptığından öte bundan kimin ne kazandığını anlamaya çalışmak olanın ne olduğunu görmemize yardım edecektir. Türk Devleti kendi bürokrasisi içerisinde zaman zaman yapmak istediği bir dizi operasyonu çok ciddi bir tepki almadan rahat rahat yapma fırsatı kazandı. Bence bu süreçten Türkiye Devleti kâr etti. Devleti ele geçirmekle ya da yönetim-itaat ilişkisine sözü olan -şöyle yaparsak değişir talebi olan- Müslümanlar için bu konuları konuşmayı zorlaştırdı. Cami ile ev arasındaki bir Müslümanlık bu zamanlarda makbul görecektir.
Türkiye’de temel değişiklikler olmayacak. Türkiye darbe gerçekleşmediği için NATO’dan çıkmayacak. İncirlik kapanmayacak. Çünkü darbe yapanlar da kapatmayacaklardı. Zaten devlet de kapatmadı hiçbir zaman.
Ramazan Deveci: “Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.”
Başta sorduğunuz “Fethullah Gülen’in İslam anlayışı sorgulanıyor mu?” sorusu ile giriş yapmak istedim. Çok sorgulanmıyor, çünkü darbeye karşı çıkanların da temelde İslam’ı algılayışı aynı minval üzerinde gelişiyor. O açıdan Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.
Biz iktidarı elde etmek için her şeyi yaptık. Kadrolaşmak ve devleti ele geçirmek devrimci bir yaklaşımdan çok darbeci bir yaklaşımdı ama bunu mubah gördük. 15 Temmuz gecesi meydanlarda bir tane anti-Amerikancı söylem duymadık. Sonra darbe süreciyle mezhepçi ve milliyetçi söylem tavan yaptı. Ve bunu dünün ümmetçileri yapıyor. İslam’ın adalet kaygısını kaybetmeden iktidara talip olmalıyız. İktidar adalet için var olmalıdır ve bu sebeple iktidarı talep etmelidir.
Haber: Merve Çil

4 Eylül 2016 Pazar

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme-II

Derin sessizlik ve anlamlı kayıtsızlığın nedeni ne olabilir?
Üç partinin ortak tavrını irdelemeliyiz ve bu sorunun nedenlerini bulmaya çalışmalıyız. Benim kanaatim, çakaldan kuzu, kuzudan da çakal doğmaz, eşyanın tabiatına aykırı olduğu için.
Darbeleşmenin olduğu iki “İslamcı” kuvvetten demokratik açılım beklemek de eşyanın tabiatına aykırıdır. “Hâlbuki mesele çok açık. Bir dönem iktidarın ortağı olan karanlık Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı kanlı ve korkunç darbe girişimine uğrayan AKP hükümeti ve kamuoyu, paralize olan ordunun bu yapısıyla artık gidemeyeceğini en açık haliyle gördü. Değişim ihtiyacı tavan yapmıştı. Sonuçta, çoğumuzun aklen ve kalben istemediği, ama hükümetin zorunlu olduğunu ileri sürdüğü OHAL şartlarında ve KHK’yla da olsa, askerin mevcut yapılanmasını değiştiren bazı hayırlı adımlar atıldı”[1]
Birincisi Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı “kanlı ve korkunç darbe girişimi” tespitine katılmadığımı yazının başında vurgulamıştım. Hatta bakış açılarımızı belirleyen de darbeye bakış açısı olduğudur. Bu nedenle esas ayrılık buradan başlamaktadır ve zaten Erdoğan iktidarının en güzel yaptığı da bu kafa karışıklığını yaratabilme becerisi ve yeteneğidir.
Bir insan bir şeyi hem aklen hem de kalben istemiyorsa ama buna rağmen olumlu şeyler bekliyorsa, bu “yetmez ama evet” anlayışının bir devamıdır. Zaten bu politikanın mimarı da AKP ve lideri Erdoğan’dır. Mevcut iktidarın bugüne ulaşmasında bu bakışın çok önemli katkı sunduğunu da bir kez daha vurgulayalım. Bu rejimin kendi krizidir. Parlamenter sistemin fiilen yok edildiği, ihtiyaç duyulduğunda bir süs gibi kullanıldığı yerde hangi demokratik olumlu şeyler bekleniyor, bende bunu anlamıyorum!
Darbe anında koşarak dört partiye ortak bildiri imzalatanların samimiyeti ortada. İşi bitti mi kâğıt mendil gibi kullanıp burnunu silip atmaktadır. Bunlar samimi iseler sözde “düşmanına” karşı en geniş cepheyi kurması gerekirdi. Bu cephenin platformu da meclis olmalıydı ve tüm dünyaya parlamenter sistemi çalıştırarak darbecilere karşı mücadele yürüttüğünü göstermeliydi. Bu soruların hiç birinin cevaplanma şansı yok, çünkü bunların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek, kendi tezgâhını güçlendirmek, koymuş oldukları hedefe ne olursa olsun tüm araçları kullanarak ulaşmaktır.
“Genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olanın iktidara da yaramasından daha tabii ne olabilir, onu da bilmiyorum.[2] Gerçekten bir toplumun demokratik olması, o ülkede var olan sorunların toplumsal uzlaşmayla çözülmesinin yapısal temellerinin olması demektir. Ancak böyle bir toplumda genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olan iktidara da yarar. Demokratik olmayan bir toplum, eşitsizliklerin çelişkilerin yoğun ve uzlaşmaz olduğu bir toplumdur. Burada hak ve adalet kavgası çok çetin ve kanlı olur. Bu nedenle topluma ve demokratik siyasete yararlı olan, genel olarak iktidara yaramaz, bunun nedeni farklı koşulların ve çelişkilerin çok keskin olmasıdır.
Aynı bizim ülkemizde olduğu gibi. Orduda reform süreçleri ve ittihatçılığın genel siyasi kültürümüze etkileri, artı ve eksileri ile derinliğine yüzleşilmesi gereken bir vakadır. Bu devlet hâlâ “komitacı” zihniyetle yönetilmeye çalışılmakta ve toplum zapturapt altına alınmaya devam etmektedir. Osmanlı dönemiyle kurulacak tarihsel analoji -iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunun ileri sürülmesi- için iki ayrı dönemin toplumsal yapı bakımından birbirinden temelden farklı olduğunu unutmamak gerektiği kanısındayım.
Tarihsel işlevini yitirmek üzere olan emperyal feodal Osmanlı İmparatorluğu’yla günümüz Türkiye toplum yapısının temelden farklı oluşunu mutlaka dikkate almak gerek. Osmanlı’nın gerileme dönemlerine denk gelen reformların iki temel kaygıyla yapıldığı kanısındayım. Birincisi feodal bir imparatorluğun son zamanlarında yapısal arayışlara girilmesi, ikincisi ise bizatihi sarayın kendi güvenliğini garantiye alma isteğidir. III. Selim zamanında başlayan askerî reformların başlangıcı Nizam-ı Cedid ve II. Mahmut zamanında kurulan Sekban-ı Cedid'dir .Nizam-ı Cedid’in kurulması ve geliştirilmesi yeniçerilerin isyanıyla ve III. Selim’in ölümüne yol açmıştır. Sekban-ı Cedid’e karşı çıkan yeniçeriler bunu da kaldırmışlardır. Olgunlaşan koşulların etkisiyle II. Mahmut planlı bir şekilde yeniçerileri ezerek ortadan kaldırmıştır. Bu önemli olay “Vakayı Hayriye” olarak anılır, tarihe bu şekilde geçmiştir.
“Mustafa Kemal, ‘asker kalmak isteyen siyaseti, siyasetçi olmak isteyen orduyu bırakacak!’ şeklinde kestirip atmasıyla bu ikiliğe son verdi.”[3] Aynı Mustafa Kemal, “Sivas’ta yapılan bir toplantıda başta Mustafa Kemal olmak üzere Ali Fuat, Karabekir gibi asker üyelerin ısrarı, Hakkı Behiç ve Alfred/Ahmet Rüstem gibi sivillerin de gönülden desteklenmesiyle Milli Mücadele'de ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yönetilmesinde ordunun yetkilerinin belirleyici olması kararlaştırılmıştır.”[4] Bu karar, seçimle gelmiş cemiyetlerin yetkisini ve inisiyatifini tamamen yok etmekte ve kırmaktadır. Bu örneği vermemim nedeni, aynı kişilerin farklı koşullarda farklı karar aldıkları ve bunlara bir anlam yüklerken ve/ya tarihsel analojiler yaparken hangi konjonktürde yapıldığının dikkate alınması içindi.
Bu nedenle AKP'nin orduyla ilgili yaptırımlarını tarihsel olarak verilen olaylarla bağ kurarak aktarmak olsa olsa zorlama bir destek arayışıdır. “27 Mayıs bir darbeyse, o dönemin olumlu adımlarına nasıl yaklaşalım?”[5] Aynen; 27 Mayıs bir askerî darbedir ve karşı çıkılmalıdır. 27 Mayıs’ı darbe görmeyenler olabilir. Üniversite özerkliği, planlama, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi çok önemli adımlar da o dönemde atılmıştı. Bunlar da doğrudur. O döneme baktığınızda iktidarda kim olursa olsun zaten toplumsal uyanışın ve kapitalist üretim ilişkilerinin hızla gelişmeye başladığı, köyden kentlere hızla yaşanan göç dalgası zaten yöneticileri yapısal çareler aramaya ve bu doğrultuda kararlar almaya zorlamıştır. Bu olguları mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yine çarpıcı olması açısından yakın tarihimizden bir örnekle konunun daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. 24 Ocak Kararları, yapısal dönüşümleri içeren bir programdı. Bu sistemin içinde -devrimciler hariç- hiç kimse 24 Ocak Kararları’na itiraz etmedi. Yapılması zorunlu olan yapısal reformların sistem için gerekli olduğu ve mutlaka bu kararların acilen alınması gerektiği söylendi. 24 Ocak Kararları'nın ana hatları şu şekildedir: %32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT'lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış. Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış. Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış. Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir. İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. İşte 12 Eylül askerî darbesi bu kararların uygulanabilmesi için yapıldı.
Şimdi “bu reformlar yapılması zorunlu ve gereklidir” diyerek 12 Eylül askerî darbesini sevimli gösterebilir miyiz? Ya da “bakın, ne güzel yapısal reformlar uygulanıyor, bunu niye görmüyorsunuz?” diyebilir miyiz?
Dinamiklerin zorlamasıyla yapılan değişimleri darbenin ilerici ve/ya gerici olması gibi yanlış sonuçlara götürülmesi de bu nedenledir. Toplumsal dinamiklerin gelişmesi karşısında ister sivil ister askerî idare bu kararları almak zorundaydı. 27 Mayıs askerî darbesinin de böyle kavranması ve analiz edilmesinin daha doğru olacağı kanısındayım.
“Eğer bunlar reform sayılamayacaksa, o zaman orduda reform anlamına gelecek şeyler ne? Yoksa biz, AKP eliyle orduda bir restorasyona mı şahit oluyoruz?[6] Evet aynen; bizler mevcut koşullarda AKP eliyle orduda bir restorasyona şahit oluyoruz. Reformların mutlaka önemi vardır. Yeni toplum projeleri olanların eski devlet aygıtını ele geçirme bakışı olamaz. Geçmiş tecrübelerde gösteriyor: eski devlet aygıtını parçalamadan onun restore edilmesi tekrar eskiyi üretir. Bu anlamda devrimciler “musluk tamircisi” değildir.
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal/İttihat Terakki ve Bolşevizm, s. 267.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme

“Ey dünya, sen bize neyi soruyorsunuz. Şahsımı almaya ya da vurmaya gelenler günlerce Marmaris’in ormanlarında gizlendiler. Bizim jandarmamız onları vurmadı. Vurabilirdi. Yakaladı.” Günlerce ormanda gizlendiler! Bu, Erdoğan’ın adli yıl açılışındaki konuşmasında bu 'sözde darbeyi' nasıl önceden bildiğinin ve kışkırttığının kendi ağzıyla itirafıdır.
Darbecilerin almaya ve vurmaya geldiğini, günlerce ormanda gizlendiklerini bilen Erdoğan, demek her şeyi bilmekte. Bu konuşmasıyla “sözde Darbe' şüpheleri iyice pekişmektedir. Neyse konumuz darbeyi tartışmak değil. Fakat her her vesileyle darbeyi değerlendirme durumunda kalıyoruz, bu da kaçınılmaz.
Bu 'sözde darbe' devrimcilerin farklı değerlendirmeler yapmasına farklı pencereden bakarak soru ve sorgulamalar yaparak yaşanan süreci kavramaya ve/ya analiz yapmasına vesile olmuştur. Burada fikirlerine değer verdiğim mücadele arkadaşım sevgili Atilla'nın hem darbe günü hem de orduyla ilgili değerlendirme ve sorularına farklı açılardan cevap vermeye çalışacağım. Her iki yazıyı dikkatle okumaya çalıştım eğer algılama eksikliği olursa Aytemur'un hoşgörüsüne sığınıyorum.
“Lafı uzatmayayım, kimsenin ölmediği direniş caddesinde selamlaşabileceğim, iki çift laflayacağım kimseye rastlamadan, sabah beş civarında, yine uzaklardan gelen uçak, helikopter, ambülans sirenleri ve silah sesleri arasında eve doğru yola koyuldum. İnsanlar meydana akmaya devam ediyordu. Müthiş bir organizasyonla harekete geçmiş filan değillerdi. AKP ilçe örgütü yöneticisi ve üyeleri ile belediye mensupları yavaş yavaş duruma nüfuz etmeye ve yönlendirmeye çalışıyorlardı.”[1]
Darbe gecesi ev halkının da karşı çıkmasına rağmen gece yarısı 00.30'da evden çıkarak o geceyi tanıklık etmesi ve bir fiil yaşamaya çalışmasını saygıyla karşılıyorum. Tam da burada aklıma gelen, neden bu saate kadar beklediğini maalesef yazmamış olduğu için subjektif bir yorumda bulunmak istemiyorum. Kendi adıma söyleyeyim: darbenin gerçek bir darbe olduğuna inansaydım, kime karşı yapıldığına bakmadan, anında dışarı çıkar ve tank paletlerinin altında ezilsem ve tek başıma olsam da karşı çıkardım!
Atilla'nın söylediği gibi, saatlerce bir tane tanıdık yüz görememesi ne karanlıktan ne de geç saatlerden dolayı kaçırmış olmasından değil, benim gibi düşünen genel sol tandanslı insanların darbenin gerçek bir darbe olduğuna inanmamasındandır. Evet bu darbeyle AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyenler de olabilir ama bir tek tanıdık yüz görmemesini AKP karşıtlığıyla izah etmenin doğru olmadığı kanısındayım. Atilla'nın algılaması ve bakışı kendisinin hangi gözle baktığı ve yorumlayışıyla ilgili olduğu için yanlışlığına ve/ya doğruluğuna bakmadan saygı duyarım. Zira tam da aynı olayı farklı açılardan algıladığım ve yorumladığım için ikimizin de göremediğini farklı açılardan görmeyi ve kavramayı sağlar kanısındayım.
İkinci yazıda orduyla bağlantılı olması aynı bakışın bir devamı olarak karşımıza çıkmakta haklı olarak bu temelde sorular sorup sorgulamalar yapmakta ve farklı değerlendirmeler tartışmaya değer katmakta.
“Değişimi, Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı ‘bulunmaz bir siyasal iklim ve fırsatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin kendi siyasal gündemleri yönünde, gerçekleştirdikleri hakiki sivil darbenin somut tezahürü’ olarak değerlendirenlerin varlığı, olayları kavrama kapasitem hakkında beni şüpheye düşürüyor.”[2]
Neden şüpheye düşüyor, çünkü karşılıklı iki eski ortağın darbeleşme kavgasını izlediğimiz için nasıl bir sivil darbe olur, akla pek uygun gelmiyor! Atilla'nın kavrama kapasitesine göre şüpheye düşüyor olması, darbe gecesi ve darbenin Erdoğan’a ve AKP'ye yapıldığı kanaatinden dolayı farklı algılayan ve yorumlayanı şüpheye düşürmesi, bir açıdan pozitif diğer açıdan da negatif olduğu için anlamlı ve irdelenmesi gerekir. Zira aynı geceyi binlerce insan bu ikilemi bir şekilde yaşamıştır. O geceyi yaşayan ve evlerinde izleyen çok sayıda devrimci, demokrat insanın kafasında bu ve buna benzer soru işaretlerinin uçuştuğu ve fırtınalar koptuğu, çelişkiye düştüğü söylenebilir. Bu nedenle bu tartışmanın sadece Atilla’yla sınırlı olmadığının altını çizmek isterim.
Atilla'nın da kafasında böyle darbe olur mu sorusu var, hatta bu soru nedeniyle evde beklediğini, beklediğimizi düşünüyorum. Ne de olsa darbeler görmüş geçirmiş bir kuşağın insanlarıyız, hani bir söz vardır: “ben insanın gözünden anlarım.” Evet bizler de bir darbe nasıl olur, başarısız darbe girişimi nasıl olur, anlarız. Darbeyle ilgili değerlendirmem anı anına kendi Facebook sayfamda var.
“Darbeden sonra OHAL ilan eden hükümet, ilk iş olarak bir ‘kanun hükmünde kararname’ (KHK) ile TSK’nın komuta ve kuvvet yapılanmasında değişiklik yaptı. Ağırlığını okulların teşkil ettiği askeri kurumların çoğu siyasi iradenin kontrolü altında alındı.
Askeriye alanında yapılan Cumhuriyet döneminin bu en kapsamlı değişimi karşısında, yıllardır orduda reform isteyen soldan, özellikle de sosyalist soldan kayda değer bir ses çıkmadı. Bu sessizlik, görmezden gelme ve/ya geçiştirme halinin bir nedeni ve anlamı olmalı diye düşünüyorum.”[3]
Bu sözde darbe girişimini teşvik eden ve planlayıp uygulayanların bizzat Erdoğan olduğunu görememek, darbenin kimin işine yaradığına bakmayı da imkânsızlaştırıyor. Örneğin; “Çünkü askerî darbe girişimleri, askerî darbe döneminin zihniyeti ve kanunları ile ortadan kaldırılamaz, aksine askerî darbe dönemlerinin zihniyeti daha da pekiştirilir.” diyen 2.346 akademisyenin görevine son verildi.
Yüzbinleri bulan soruşturma ve işten atmalar, 12 Eylül döneminde bile yapılmamıştı. 12 yıl birlikte olduğu atanan her devlet memurundan bizzat haberdar olan Erdoğan, değerli ortağı Fethullah Gülen hocanın ne yaptığını başbakanlık döneminde bilmiyor muydu?
Demokratikleşmenin olmadığı ortamda hangi reformlar olmuştur? Ve/ya demokratik hakların tamamen bitirildiği bu koşullarda Erdoğan mı orduda reform yapacak?
“Aldatıldık” demek, neyi ve hangi gerçeği çözer ve hangi olayın açıklanmasına yarar? Bu soruların cevabı yok. Ama darbeden sonra “OHAL ve KHK'lerin Osmanlı ve devamı olan Cumhuriyet ordusunu reforma tabii tutmasına neden sessiz kalınıyor?”[4] diyerek, sosyalist ve devrimcilere yüklenmeyi de doğru bulmuyorum.
“Bilindiği gibi sol, özellikle de sosyalistler, hemen her zaman, demokratik bir siyasal rejimde ordunun rolünün tamamen yurt savunmasıyla sınırlanmasını ve iç güvenlikten elini çekmesini istemiştir.”[5] Değerli arkadaşım ülkemizde, senin de belirttiğin gibi, demokratik bir siyasal rejim mi var? Varsa biz neden göremiyoruz? Evet dediğin gibi, demokratik bir rejim olsaydı, senin görüşlerinin altına imzamı koyardım, ama maalesef yok. Bu ülkenin korkak burjuvaları, kendi demokratik rejimini savunmaktan bile acizken bu görevi de yine sosyalistlerin ve Kürt devrimcilerinin yapıyor olması bir tesadüf müdür?
“Ayrıca, TBMM genel kurul ve komisyon çalışmalarında bu partinin temsilcilerinin sözü edilen konulardaki eleştirileriyle epey etkili oldukları da biliniyor. Ancak, TSK’nın Cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı en geniş çaplı değişikliğin son darbe girişiminin hemen ardından yapılmasına rağmen, HDP’nin eşbaşkanlarının, Meclis grup başkan vekillerinin ve parti basın sözcülerinin kayda değer bir yorum yapmaması ister istemez dikkat çekti.”[6]
Atilla, “HDP, ÖDP ve Yeşiller Partisi’nin darbe sonrası bu kadar kapsamlı reformların olduğu anda neden suskunlar?” diyor. Basit bir yaklaşıma sırtını yaslayan Atilla, liberal değerlendirmelerle beyinleri âdeta mevcut Erdoğan diktasına mahkûm etmeye çalışıyor. Tüm medya alanları, tek bir adamın düşüncesini savunmakla ve/ya karşı çıkanları etkisiz ve bozmaya çalışmakta. Sözde demokrasi görünümlü bu kadar etki ve güce sahip hangi devlet ve devlet adamı vardı? Atilla bu gerçeğe gözlerini kapatıyor.
-Devam Edecek-
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] A.g.m.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Darbe Senaryo mu?

Felsefede sorular cevaplardan önemlidir. Çünkü sorular tartışmanın yönünü belirleyen asıl etmenlerdir. Cevaplar ikincil, tali bir yol izlemektedir.
15 Temmuz gecesi orduya alkış tutanlar, darbe başarısızlığa uğrayınca, “bu Tayyib’in senaryosudur” demeye başlamışlardır. Nitekim kendini Marksist görenler de bu tartışmanın içinde boğulmuşlardır.
Halktan insanlar olarak darbenin gerçek bir darbe mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu tartışacak bilgilere sahip olmadığımızı ifade etmek lazım. Açıkçası bir Marksist, bununla ilgilenmez. Marks, bizden yüz elli sene önce toplumun işleyiş yasalarını ortaya koymuştur. Bizlerin bu Marksist mantık çerçevesinde söyleyeceklerimiz nettir ve gerçeğin kendisidir.
Marks, kapitalizmin çelişkilerinden bahsederken, temel olarak artı-değerin paylaşımına dikkat çekmiştir. Yani işçinin ürettiği üründen üretilen artı-değer (genel olarak kâr olarak bilinir, ancak Marksist iktisatta artı-değer bütün giderler çıktıktan, yani maliyet çıktıktan sonra geriye kalan değere “artı-değer” denir) işçi ile patron arasında paylaşılır. Tarihin temel çelişkisi, patron ile işçi arasındaki çelişki, işte bu çelişkidir. Bu artı-değerden işçi mi yoksa patron mu daha fazla alacaktır? Toplumun ezen-ezilen kavgası bu temelde yürür.
Bir diğer çelişki ise işçiler ile işsizler arasında olan çelişkidir. Bu çelişki ise asgari ücret denen açlık sınırının belirlenmesinde rol oynar. Yani işçiler, daha doğrusu örgütsüz işçiler, daha fazla ücret istediklerinde, patronlar işçileri bu işsizler ordusu ile tehdit eder. Der ki; “eğer beğenmiyorsanız bu ücretleri, çıkın gidin!” Marks’ın deyimi ile “işsizler ordusu yedek işçi ordusudur.” Çalışan işçiler eğer ücretlerinden memnun olmazlarsa, hemen kapı dışarı edilirler. Çünkü toplumda işsizler ordusu vardır.
Nihayet kapitalizmin son çelişkisi ve konumuzu ilgilendiren çelişkisi ise kapitalistlerin kendi arasındaki çelişkisidir. Bunlar ise yaratılan artı-değeri sadece kendiler almak için müthiş bir rekabet içindedirler. İşte Gülen cemaati ile ‘’Erdoğan devleti’’ arasındaki çelişki buraya tekabül etmektedir. İşçilerin alın terini paylaşamayan iki burjuva sınıfının çatışmasıdır bu. Bu noktada emekten yana olanların “darbeye hayır” demesi, onları Erdoğan’ın kucağına itmemelidir. Haftalardır darbe karşıtı gösteri yapanlar durup düşünmelidir. Erdoğan neden kutsal değerlerin, dini-milli değerlerin yüceltilmesinden bahsediyor da işsizlikten, yoksulluktan, asgari ücretten bahsetmiyor? Neden işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesinden, iş güvenliği kurallarının iyileştirilmesinden söz etmiyor?
Çünkü Erdoğan yoksul halkı değil, işçileri sömüren kapitalist düzeni temsil ediyor. Burada kalkıp “darbe gerçek mi senaryo mu?” diye tartışmak bizim sınıfın işi değildir ve “aklımız ermez ona”.
Biz sofradaki ekmek kadar somut düşünmeliyiz. Bir atasözünde ifade edildiği gibi: “Filler tepişir, altta çimenler ezilir”. Maalesef üstteki fillerin kavgasından dolayı bizim sınıfın insanları, bizim sınıfın insanlarını ezdi. Kısacası bizim başımızda hep bir darbe vardı. Yoksulluk darbesi.
Önüne geçip canımızı feda ettiğimiz tanklar, üzerimize kurşun sıkan askerî jetler bir senaryo mu değil mi, bilemeyiz ama sabahın köründe işe gitmek, ay sonunu getirememek, kirayı ödeyememek, her bir yana borçlu olmak, günde 12 saat çalışmak, hastaneye gidememek bizim hayatımızın kendisidir ve biz bu oyunu bozmak zorundayız. Asıl oyun hayatımız üzerindedir asıl senaryoda...
İlhan Çıtak

Kofluk

Bir zamanlar Fethullah Gülen cemaati siyasetini İsrailci, Amerikancı, devletçi, seçkinci ve gizlici olması nedeniyle Peygamber sünnetine aykırı bir yerde gördüğümüzü söylerdik (epey eski zamanlar -hatta tarihöncesi sayılır bu hıza göre. Bu temel eleştirilere hikâyât-ı muhkemin üzerine çıkarmalarını da ısrarla ekleyen arkadaşlarım vardı, unutmayalım.)
Ama bize denirdi ki: “Filistin’in derdi size mi kalmış; “Amerika’ya karşısınız da ne yapacaksınız ki”; “devlete kafa tutulmaz”; “halk ne ya, güçlü olanları ikna etmelisin”; “darülharpte değil miyiz ki...”
Bu itirazları dile getirenler, yine aynı yolda ve devletin kendi cemaatini kurma yoluna, bir şeyler karşılığı, katkı veriyorlar.
Arkadaşlar lütfen uyanık olun.
Kimsesizlerle cemaat olun, cem olun.
Peygamberler sünneti ücretsizlik ilkesiyle hakkı söylemek üzerinedir. Yine de herkes kendi yolunu bilir, ne diyelim.
Bu arada artık başkaları da, hatta eleştiri sahipleri de, yeni devlet cemaatine katkı veriyorlar. O da uzun mesele.
Acayip bileşimler var ortada. Bu şartlarda acil olan, artık Gülen cemaatine değil, müslümanların şu anki siyasi pratiğinin kofluğuna dönük eleştiridir.
Sinan Kızılkaya

Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz’un Sosyo-politik Analizi

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan yeni durum siyasi tarihimizin en önemli kırılma noktalarından birine işaret ediyor.
Ancak etrafında dönen onca tartışmaya rağmen, mesele polisiye bir vak’a, cihanşümul bir komplo, bir dini sapkınlık, ya da bir meczubun akıllara durgunluk veren maceraları düzeyinde yaklaşılması bir açmaz.
Aslında devlet dâhil herkesin ve özellikle İslami cemaatlerin çok iyi bildiği bu yapı ve amacı karşısında ortaya konan “şaşkınlık” haline ise gerçekten şaşırmamak mümkün değil.
Zira Gülen’in İslam anlayışı ve projesi aslında ilk günden itibaren hem devlet hem de İslami cemaatler tarafından meşru görüldü. Hatta 28 Şubat sürecinde İslami camianın tamamı -en radikalleri dahi- “Gülen projesi”ni, Erbakan’ın düştüğü “hezimet” karşısında ayakta kalmış tek ve en ideal “İslami” proje olarak alkışladılar.
Cumhuriyet dönemi İslami yapılarının devletle kurdukları/kurmaya çalıştıkları, ama her halükarda devlete bitişik bir “varolma” çabası içinde oluşlarını, kurdukları simbiyos’un mahiyetini yıllardır yazıp çizdiğimiz için burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.
Cumhuriyetin yarattığı toplumsal travmanın ardından, (Durkheim’in kavramlarıyla) toplumsal alanda rasyonel ve ahlaki bütünlüğü yeniden yakalama çabası etrafında dönen, kültürel ve siyasal alandaki ideolojik melezlenmeler; devlet ile farklı toplumsal sınıflar arasında belli kabullerin ortaya çıkışı ve bu kabulleri izhar eden “rıza”nın örgütlenmesi şeklinde devam etti.
Gülen cemaati üzerine tartışmaların göz önünde bulundurulması gereken bir boyutu budur ve bu tartışma salt Gülen üzerinden değil Türkiye’deki genel cemaat algısı üzerinden yürütülmelidir.
Soğuk Savaş ve Sonrası Dönemin Bir NATO Aparatı Olarak Gülen
Bu tartışmayı ıskalamamak şartıyla Gülen hareketinin Gülen’in şahsının ötesinde bir alana taşmasını, Türkiye Cumhuriyeti devletinin stratejik ittifaklarından bağımsız anlamak mümkün değildir.
Gülen’in biyografisinde çok net olarak ortaya çıkan şey, daha 60’lardan itibaren, NATO’nun soğuk savaş konsepti uyarınca yapılandırılan “gladyo” teşkilatının Türkiye ayağı tarafından kullanılmış olmasıdır. Şimdilerde orduya sızmakla suçlanan Gülen, hatıralarında; er olarak yaptığı askerliği sırasında(!) nasıl Erzurum’a gidip “komünizmle mücadele derneği” kurduğunu, polis tarafından gözaltına alındığında nasıl bir “rütbeli” tarafından telefon edilerek serbest bıraktırıldığını bizzat anlatmaktadır.
Gülen’in devlet ile kurduğu ilişkinin, bidayetinde bu NATO’cu ordunun subayları üzerinden başlamış olması muhtemeldir.
Soğuk Savaş yılları boyunca İslami ülkelerde dindar halkların, “komünizmle mücadele” için NATO tarafından nasıl örgütlendiğini, bu projenin Türkiye ayağında tüm cemaatlerin nasıl “komünizma tehlikesi” karşısında devletin muhafızları haline dönüştüklerinin hikâyesi önemlidir.
Sovyetler’in yıkılması ile birlikte ortaya çıkan “yeni dünya düzeni”nde ise, Soğuk Savaş’ın bu gladyo/kontrgerilla yapıları, tasfiye edilir ya da yeniden yapılandırılırken, başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerde aynen muhafaza edildi.
Bu süreçte, Soğuk Savaş’ın NATO mücahidi Gülen, Türkiye’nin sınırlarında-Türki cumhuriyetlerde ortaya çıkan jeopolitik boşluğun doldurulması için, NATO müttefiki T.C. devleti hükümetleri tarafından bizzat görevlendirildi.
NATO’nun yeni konsepti, bu cumhuriyetlerde İran’ın, daha doğrusu, ABD karşıtı bir İslam devrimi/Şii tehlikesinin engellenmesi ve Sovyetler’den kurtarılmış bu bölgenin Türkiye’nin temsil ettiği “demokratik ve ılımlı İslam/Türk İslamı” ile yeni baştan şekillendirilmesi idi.
Ve 90’larda Gülen cemaati bu işi başarabilecek en önemli cemaat yapısı idi. Sonraki yıllarda cemaati ekonomik ve siyasal olarak güçlendirecek koşullar da işte bu yıllarda, zikrettiğimiz sistem tarafından oluşturuldu.
Dolayısıyla Gülen’in hasta beyninin ürettiği fantazyaları; realiteyi değiştiren, yön veren bir sistematik olarak değil, bizzat dünya konjonktürü tarafından belirlenen vazifelerin icrası olarak görmek lazım.
Tartışmayı sürdürürken, salt bu çerçevenin içinde kalan; yerel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin ve cemaatin kendi bünyesindeki gelişmelerin seyrine odaklanılırsa bu genel tabloyu görmek mümkün olmaz.
Devlet Soğuk Savaş şartlarında, Sovyet tehdidine karşı örgütlediği sağcı/İslami yapılarla ilişkisini, 90’lardan itibaren revize ederek devam ettirmiştir. Cemaatler açısından inişli çıkışlı olan bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli netice ise, sağcı/dindar kesimlerin ideolojik olarak devletle bütünleşmiş olmalarıdır.
Önceleri sağ partiler etrafında örgütlenen bu sağcı/dindar toplumsal yapı, sonrasında Milli Görüş partileri ile -İslam devrimi sonrası ortaya çıkan yeni “İslami uyanış” dalgasıyla birlikte- kendi içinde parçalanmış, bir kısmı merkezden uzaklaşmış/yabancılaşmıştır.
Dolayısıyla bütünlüğünü, kitle üzerindeki hegemonyasını yitiren Soğuk Savaş koşullarının sağcı/İslami yapısı, 28 Şubat’ta, Refah Partisi yönetiminin tüm çabalarına rağmen, devletle yeni bir uzlaşı kurmayı başaramayarak sistem dışına çıkarılmıştır.
Gülen cemaati, 28 Şubat koşullarına intibakı ilk sağlayan yapı olarak kendini 2000’li yıllara taşımış, onu, hemen arkasından, “yenilikçiler” grubunun Refah’tan ayrılması ile birlikte AKP süreci izlemiştir.
28 Şubat, bu yönüyle aslında, NATO’nun bağlaşık devletlerden talep ettiği “Soğuk Savaş sonrası” revizyonu/dönüşümü gerçekleştirme çabasının bir ürünüdür. Soğuk Savaş koşullarında, NATO’nun planlamasıyla “kominizma tehlikesi”ne karşı örgütlenen, güçlendirilen cemaat yapılarının, özellikle “İran devrimi “ sonrasında bu konseptin dışına “savrularak” potansiyel bir tehlike haline dönüşmelerinin dolayısıyla Soğuk Savaş’ın hâkim ideolojisi olan sağcı/“Türk-İslam sentez”cisi ideolojisinin aşınması tehlikesinin engellenmesi çabasıdır.
Bu, sadece cemaat yapıları için değil, Soğuk Savaş koşullarında “rutin dışı”na çıkan, mafyalaşan diğer gladyo uzantısı yapılarla da mücadeleyi içeren bir dönüşüm projesidir.
Liberal ekonominin kutsallaştırıldığı yeni süreçte, küresel sistem, her türlü “kayıt dışı”lığı ortadan kaldırma azmindedir.
28 Şubat sürecinin aynı tarihsel anda, “Susurluk” süreciyle paralel seyretmesi bu açıdan anlamlıdır.
Devletin “Arındırılması” ve Yönetimin “Gayr-ı şahsiliği” Talebi
İki binlerle birlikte, AKP’nin kurulmasıyla, dindar kesimlerin devlet ile yeni bir sentez üzerinden uzlaşma çabasına şahit oluruz.
Gülen ile AKP arasında başlayan ilişki, işte tam da bu “yeni dünya düzeni”ne uyum için kotarılmaya çalışılan bu sentez çabası içinde şekillenir.
Türkiye’deki İslami yapıların temel çelişkisi ki bu aynı zamanda AKP’nin temel açmazıdır, kendilerini güçlendiren sürecin, aslında nihai tahlilde, neşet ettikleri, üzerinde yükseldikleri toplumsal zemini de zamanla dönüştüreceği gerçeğidir.
Haftalardır devam eden kitlesel teyakkuz durumu, hükümete ve Erdoğan’a tam bir destek hali varken, Gülen cemaati ile birlikte AKP’ye de böyle bir “açmaz” izafe etmenin garip geleceğinin farkındayım.
İşte tam bu noktada, Gülen cemaati ve AKP’nin, içinde var oldukları toplumun geçirdiği dönüşüme odaklanmanın, burada ortaya çıkan değişimi anlamaya çalışmanın zamanıdır.
90’larla birlikte, dünyaya entegre olma hedefiyle başlayan toplumsal dönüşümün ortaya çıkardığı “orta sınıf” olgusu, beraberinde dindar/sağcı profili de dönüştürdü. Cemaatlerin kendi içlerinde sıkı kontrol altında tutmaya çalıştıkları standartlar, paralel dünyalar, özellikle 28 Şubat sonrasında, cemaat dışı dünya ile etkileşime girerek dönüştüler.
Yine, Hamid sonrası -Cumhuriyet öncesi dönemde, kahir ekseriyeti ittihatçı kadroları oluşturan Anadolu’nun dindar eşraf/tüccar kesimlerinin, Cumhuriyet’le birlikte sistemden dışlanmaları ve bu andan itibaren, Kemalist rejime karşı sürdürdükleri mücadeleyi de, dönüşümün ekonomik ayağında göz önünde bulundurmak gerekli.
Cumhuriyetin modernleşme projesinin eksik ayağı, temel ekonomik açmazı olan “sermaye birikimi” sorunu devam ederken, Özal’la birlikte başlayan “yeni” ekonomik fırsatların, bu dindar eşraf/tüccar sınıfı, “Anadolu aslan”ına dönüştürmesi, “yerli burjuva” noktasına taşıması, “sermaye birikiminin” lokomotif gücü haline getirmesi süreci, “üstyapı”da cereyan eden toplumsal dönüşümü anlamak için anahtar işlevi görebilir.
Toplumsal ve ekonomik dönüşümün lokomotif gücü haline gelen dindar kesimin, iki binlerin başından itibaren hem Gülen hem de AKP’yi desteklemesinin arka planında, Özal sonrası süreçte elde edilen ortak kazanımların korunması ve arttırılması talebini görmek lazım.
Kazanımlarının tehlikeye girdiği noktada, mesela 28 Şubat’ta, Erbakan’a destek çıkabilecek özgüven ve güce sahip olmayan bu sınıfın, şartların olgunlaşmasıyla birlikte, AKP etrafında kilitlenmesinin gerisinde bu sınıfsal karakteri görmek lazım.
Kazanımlarını kaybetmek istemeyen ve dahası kamusal alan içinde yeni kimliğiyle var olmak isteyen, bunun için de mücadele etmesine yetecek bir özgüven geliştirmiş bu “yeni orta sınıf” karakteri, aslında 90’lar sonrası Türkiye’sinde kamusal alanda yaşanan gelişme ve dönüşümün sonucudur.
İşte tam da bu noktada ; “darbe karşıtı” olarak özetlenen toplumsal yapının ve daha önemlisi bu yapının temsilcisi konumundaki siyaset mekanizmasının, üzerinde mutabık kaldıkları referans çerçevesine bakmak lazım.
Bu çerçeve; Gülen üzerinden işaret ve mahkûm edilen; lidere irrasyonel, mistik-akıl dışı bir bağlanmayı telkin eden, dolayısıyla sistemin geneli açısından öngörülemeyen bir tehdit haline dönüşmüş bir zihniyetin mahkûm edilmesi ve bunun karşısında ise, devletin tam da bir “burjuva demokrasi”sinde olacağı gibi, tarafsız bir alana çıkartılması/yükseltilmesi, dolayısıyla, “yönetimin gayr-ı şahsiliği”nin sağlanması zaruretinin talep edildiği bir retorik söz konusu.
AKP kurmaylarının, darbeye ve onun arkasındaki “gizli örgüt”ün, “statükoyu tehdit etmesi karşısında ortaya çıkan, bu “orta sınıf” tepkisi karşısında verdikleri “toplumsal uzlaşı, muhalefetin sürece dâhil edilmesi ve ortak değerlerin korunması” vurguları, karşı karşıya oldukları durumu doğru algıladıklarını ve “sınıf”ın içinde bulunduğu duruma uygun bir tepki verdiklerini gösteriyor.
Bu esnada “devlet”in tüm “virüs”lerden temizlemesi gerektiğine, devlet içinde bir başka “paralel devlet” olamayacağına yapılan yoğun vurgu, paradoksal olarak; AKP’nin de ortaya çıkacak yeni statüko lehine, Erdoğan’ın “şahsi” ajandasından vazgeçmek zorunda olduğunun bir itirafı olarak da okunabilir.
İşte Gülen hareketi ile AKP’ye destek veren diğer cemaat yapılarının içine düştükleri paradoks bu.
Şu an için söylenebilecekler özetle;
AKP’nin 15 Temmuz öncesine kadar sürdürdüğü; mevcut statükoyu değiştirme, en azından sembolik düzeyde bir karşı/paralel hegemonya inşası projesinin, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan yeni koşullarda nereye evrileceğini izleyeceğiz.
“Devlet”in; “Gülen’le birlikte tüm diğer cemaatlerden de temizlenmesi”, yeniden rasyonel bir akla ve kuruluş ideolojisine dönmesinin gerekliliği şeklindeki ortak kanaati, hem iktidar hem de muhalefetin desteklemesi; bürokraside “liyakat”ın esas alınması noktasındaki ortak vurgu, AKP tabanının içinde önemli bir yeri olan “diğer” cemaat yapıları açısından bir açmaz olarak ortada duruyor.
15 yıldır destekledikleri partinin; Gülen’den boşalan kadroları kendilerinin doldurmasına çanak tutacağı zehabındaki “diğer” cemaatlerin; Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle donatılmış “demokrasi meydanları”nda haykırılan talepler tam aksi istikamette iken, sistemle ve iktidarla kurdukları ilişkinin de dönüşeceğini öngörmek sanırım kehanet olmaz.