7 Eylül 2016 Çarşamba

15 Temmuz Değerlendirmesi

“Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi” Değerlendirildi
15 Temmuz Darbe Girişimi, bir grup yazar ve düşünür tarafından İstanbul’da değerlendirildi. Nida Dergisi ve İmece Kültür ve Düşünce İnisiyatifi’nin İstanbul Düşünce Evi’nde organize ettiği değerlendirme toplantısına konuşmacı olarak; Alev Erkilet, Ümit Aktaş, M. Kürşad Atalar, Serdar Duman, Levent Çavuş, Fatih Bütün, Arif Arcan, Ramazan Deveci, Yıldız Ramazanoğlu, Mehmet Alkış, Burhan Kavuncu, Yasin Altıntaş ve Selim Demir katıldı.
Toplantının moderatörü olarak söze başlayan Fatih Bütün açış konuşmasında aşağıdaki ifadelere yer verdi:
“Birçok belirsizlik ve hala birçok soru işaretine rağmen 15 Temmuz gecesi Türkiye’de bir darbe girişimi yapılmış ve fakat bu ‘fiili darbe girişimi’ başarılamamıştır.
Bu darbe girişimini hangi tarihten başlatmalıyız? 15 Temmuz’dan mı, 17–25 Aralık’tan mı yoksa Fethullah Gülen’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle entegre bir şekilde örgütlenmeye ve hatta uluslararası siyaset belirleyicilerin bir keşif kolu olarak kurgulayıp çalıştırmaya başladığı daha gerilerden mi konuşmaya başlamalıyız?
Bunu konuşmacıların takdirine bırakmakla birlikte, önümüzde bir hakikat durmaktadır ki o da; Türkiye’de birçok yönüyle acilen konuşulması ve tanımlanması gereken birçok gelişmenin olduğudur.
Konu o kadar çok boyutlu ki, bir oturumda hepsini konuşmamız imkânsız görünüyor. Konunun ilgili birkaç alt başlığını sıralamalıyız:
Türkiye’de, klasik anlamıyla, ‘Darbeler dönemi’ bitmedi mi?
TSK siyaset üzerindeki nüfuzunu yitirdi, ‘demokrasi’ mi kazandı?
Türkiye halkının (muhafazakâr, ‘asker’ ve hatta askeri siyasetin üstünde görebilen) sosyolojik yapısı değişiyor mu?
Darbeyi, desteği siyasilerce de dile getirilen ‘Amerika’ Türkiye üzerindeki gücünü yitirdi mi?
Fethullah Gülen yapılanması tasfiye mi oluyor?
Fethullah Gülen’in İslam anlayışıyla sahici bir sorgulama mı başladı?
‘Ilımlı İslam’ projesinin yüklenici ve yürütücü ‘firmalarından’ Fethullah Gülen yapılanmasının çökmesiyle ‘Ilımlı İslam’ çöpe mi düştü?
Giriş konuşmasının ardından düşüncelerini ifade eden konuşmacıların düşüncelerini özet olarak sizlerle paylaşıyoruz:
Kürşat Atalar: “Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim.”
Bir başlangıç var, bunun bir süreci var, tam olarak nihayetlenmemiş olsa az çok son diyebildiğimiz başarısız bir darbe girişimi var. Peki, bu sorun nereden çıktı? Kabaca açıklarsam, Türkiye Ortadoğu’da yer alıyor ve buraya yönelik olarak büyük güçler dediğimiz dünyayı idare etmeye çalışan güç ve güçler bu bölge ile ilgili bir plan/proje yapma içerisindeler. Değişen şartlara tekabül edecek ve kendi çıkarlarını koruyacak, aynı zamanda da batı tarafından geliştirilen bir proje. Ben AKP’nin bu projede bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ilımlı İslam da denilebilir buna. İran devriminden sonra batı devletleri bu coğrafyalarda “radikal ve istenmeyen İslamî hareketleri” siyasete/iktidara yaklaştırmak istemedi. Bu şekilde ılımlı, yani kendisi ile kolay çalışılabilir bir İslamî gelişim(ler)i -şiddete başvurup vurmamasından çok kendisi ile çalışılabilir, çıkarlarına entegre edebilecekleri oluşumlara ılımlı demek daha doğru olur- kendi çıkarı adına daha yararlı gördü. AKP, bu coğrafyadaki Ilımlı İslam Projesi’nin içerisinde bu şekilde yer almaya başladı. Ama AKP bu projede yalnız başına yer almadı: AKP bu projenin siyasal ayağını, Fethullahçılar ise toplumsal ayağını birlikte yürüttüler. Tabi bu birliktelik ile 2010-2011 yılına kadar -tartışılabilir- devam ettiler ama bu yıllardan sonra bir anlaşmazlık baş göstermeye başladı.
Peki bugün bu sorun neden ortaya çıktı? Ilımlı İslam Projesi’nde ortak çalışmak hedef ise bu hedefin maddeleri olmalıydı. Bazı muğlak bırakılmış maddeler olsa da önceden ana maddeleri üzerinde uzlaşıldığını düşünüyorum. Bu ana maddeler üzerinde yaşanan bir anlaşmazlık sonucu sorun oluşmaya başlamış olabilir. Kanıt olarak sunulabilir mi bilemiyorum ancak Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde sorunların olduğu açıkça görülmektedir. Erdoğan’ın Obama ile görüşme talep etmesi ve bu görüşmede yaşanan sıkıntılar vardı. Obama’nın daha sonraki açıklamasında Erdoğan’a sorumluluklarını ve verdiği sözleri hatırlattığını söylemiş olduğundan bahsettiğini görüyoruz. Erdoğan’ın belirlenmiş sınırları aştığını ve sorunun buradan kaynaklandığı kanaatindeyim. Diğer bir ifade ile burada bir “sınır geçme hadisesi” vardı ve sorun da buradan kaynaklanıyordu.
Peki, neydi bu sınır? Bu sınır Türkiye Cumhuriyeti’nde “eski rejimin” -bunu bilhassa önemle söylüyorum, zira Fransız devriminden mülhem olan bir eski rejimi kastediyorum- geriletilmesi idi. Ancak burada eski rejimin istenilenden daha fazla geriletilmesi ile bir sorun oluşmaya başladı. Peki, bu sınır nasıl geçildi? Bence sınır üç şekilde geçilmiş olabilir:
1) İsteyerek sınır geçildi. Bunun tezi, Ali Bulaç’ın da dediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın gizli bir ajandasının olduğu iddiası idi. Ben bunu çok muhtemel görmüyorum.
2) İstemeyerek sınır geçildi. Bu olası bir şey idi zaten. Süreçler içerisinde ayarın kaçırılması muhtemeldir.
3) Bu planı yapan adamlar, aşama aşama bu sınırın geçileceğini biliyordu ve bunu öngörüyordu. Bu sınırın geçileceğini bildikleri için önceden nasıl müdahale edeceklerini de planlamışlardı -çok spekülatif olsa da bu yabana atılmaması gerekilen bir ihtimal-.
Burada ilk iki ihtimal de söz konusudur: Sınır bilerek de geçilmiş olabilir bilmeyerek de. Ancak sonuç önemli değil ABD için, önemli olan ve müdahale gerektiren durum sınırın geçilmesi durumudur. Bu geriletilme, Kemalistler ve sol aydın kesimlerin bir hissiyatı da olabilir, fiilen gerçekleşen bir şey de olabilir. Peki, neydi bu hissiyat? Türkiye’deki bu kesimler kendilerinin yok olacağını düşünmeye başladılar. Ama ABD’nin onların yok edilmesini değil, geriletilmesini istediğini düşünüyorum. Evet, bu kesimler geriletilebilir ama yok edilmemelidir, bunun sebebi ise demokratik haklar gereği bunu yapılamaz olmasıdır. Amerika’da burada müdahale etti. Çünkü eski rejimi o kadar çok gerilettiler ki bir şeyler yok olma ile yüz yüze geldi.
O noktaya kadar bu proje içinde uyumlu çalışan bu unsurlar -AKP ve Fethullah Gülen İttifakı- bu noktadan sonra kaçınılmaz olarak kendilerine biçilen rolü oynamaya başladılar. Bu minvalde ya tamamen bırakırsınız -kısmen Hüsnü Mübarek gibi- ya da direnme yolunu seçersiniz -Tayyip Erdoğan ve bazı kişiler gibi. Burada direnmeyi siz mi seçmişsinizdir yoksa mecbur mu bırakılmışsınızdır? Bence mecbur bırakılmıştır. Erdoğan’ın, Hakan Fidan olayından beri bu durumdan haberdar olduğunu ve tedbir alınması gerektiğini düşündüğünü tahmin ediyorum.
Ümit Aktaş: “Beklemediğimiz bir darbe oldu ama Fethullahçılığın iktidar eksenli bir hareket olduğu beklenmedik değildi.”
Bu mevzu cumhuriyetin kuruluşunda başlayan ve hatta onun da öncesinde kökleri bulunan bir çatallanmadır: İslam’a bakış, İslam’ı yorumlayış, İslam’ı yaşama gibi tutumların iki ayrı damar olarak işlenmesidir. Cumhuriyet sonrasında daha çok beliren farklı ittifak arayışları, Milli Görüş damarının Cumhuriyetin yanında saf tutması, millici ve yerel olan anlayışının kabullenmesine karşılık bugün Fethullahçılık dediğimiz hareketin o günlerde Said Nursi tarafından millilik ve yerlilikten ziyade ehli kitap ile çalışmayı, onunla ittifak etmeyi bir siyasal strateji olarak anlayan ve öneren farklı bir damar olarak işlenmesi, son olarak da bu damarların 60’lardan sonra yine kendilerine farklı ittifak arayışlarına girmeleri ile yani Milli Görüş’ün parlamenter siyaset içerisinde iktidara yürüme isteğine karşı Nurculuğun Fethullahçılık üzerinden kendisini modernleştirerek ve işbirlikçilerini daha çok somutlaştırarak bu damar üzerinden mücadele etmesinin günümüze taşınması olarak görüyorum ben bu çatışmayı. Burada çok keskin yol ayrımları bence 1979-1980 yıllarında ortaya çıktı. 79 yılındaki İran Devrimi’nin akabinde Amerika İran’ı ve devrimi bloke etme amacıyla bir kuşatma projesi geliştirdi. İran’ın etrafında kendine müttefik yapmak istediği unsurları aradı ve Sünniliği canlandırmaya çalıştı. Afganistan’da farklı, Türkiye’de farklı -Fethullahçıların üstlendiği ılımlı İslam Ortadoğu’da farklı -Selefi damar- Sünnilik anlayışları, bu proje kapsamında desteklendi.
Daha sonra 28 Şubat sürecinde alınan pozisyonlar, Fethullah hocanın Erbakan ve Milli Görüş’ü kabullenmemesi ve bu süreçte Milli Görüş hareketinin evcilleştirilmesi, ıslah edilmeye çalışması bunun neticesinde de tırnağı sökülmüş Milli Görüş hareketinden neşvünema bulan AKP’nin iktidara gelmesi ya da getirilmesi söz konusu oldu. Cizvit modelini benimseyen Fethullahçılar ile Milli Görüş sürecinden çıkan AKP’nin son aşamadaki çatışmasına da bu tarihlerde şahit olduk.
İlk başlarda AKP’nin Avrasyacı kanadı zayıflatmak amacıyla Fethullahçılarla ittifak ettiğini gözlemledik. Bu ittifak gerçekleşince de kendilerine asli görev iktidara sahip olmayı belirleyen bu iki hareketin çıplak bir şekilde savaşım haline girdiğini görüyoruz şimdi de. Buraya kadara ittifak halinde gelip bundan sonra çıkan anlaşmazlıklarda İslamcılığın -önemli yanlarının dışında- “iktidar mekanizmasına” (hırsla) fazlası ile yöneldiğini ve bundan kaynaklanan bir savaşımın olduğunu kabul etmek durumundayız. Öbür taraftan bu iki eksenin İslamî referanslar üzerinden -hak ve adalet anlayışının her iki taraf içinde stratejik olarak esas alınmadığını- bir ilke oluşturamadığını görüyoruz. Ortaya çıkan bu durumda ise şu göze çarpıyor: Kendi içlerinde yıllardır ciddi okumalar yapan bu grupların böylesi zihinsel bir sefalet içerisinde olmaları sadece düşünsel bir şey midir, yoksa genel olarak toplumsal kalitemizin düşüklüğü ile mi alakalıdır veya ahlak ile siyaset arasındaki tercihlerde hangisini öncelediğimizin bu durumla ilişkisi mi vardır, bunlar üzerinde düşünülmelidir.
Arif Arcan: “Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Fethullah Gülen, rejimi değiştirmek için değil iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur.”
Daha öncesine gitmeden söylersek Dinin dört çıktısı vardır: Ritüeller, semboller, hükümler ve otorite. Türkiye toplumunda sivil toplum “muhafazakâr” olarak algılanıyor ve siyaset algımız da bu muhafazakâr algımızdan yükseldiği için toplum -bizler- dinî kavgayı sadece ritüeller ve semboller üzerinden veriyor(uz). Yani din iki alana sıkıştırılınca dolayısıyla toplumda muhafazakâr bir oluşum içerisine giriyor. Toplum muhafazakâr olunca ve din kavgası da sadece bu iki çıktı üzerine verilince Türkiye’de kimin iktidara gelip gelmediğinin bir önemi kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’de bir rejim sorunu yok. Son olan olaylarda Fethullah Gülen rejimi değiştirmek için bir hareket yapmadı ve karşısında bulduğu kişilerin de mevcut yapıyı korumakla birlikte yeni bir rejimi talep eden bir oluşumları yoktu. Burada iktidarın el değiştirme durumunun kavgası olmuştur. Hâkim sınıfın değişmesi ve bu hâkim sınıfın yakınlık değiştirmesi idi.
Mehmet Alkış: “Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum.”
Hep antitezlerle konuşuyoruz ve bu meseleler hakkında hiç tezimiz bulunmamaktadır. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Dünyada genel olarak son yüzyılda darbeler tarihine bakıldığında şimdiye kadar 500 darbe yapıldığını görüyoruz. Bu darbelerin coğrafî keşiflerin oluşturduğu sistemi korumanın kamufle edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Fiili işgal bittikten sonra işgalciler yerli işbirlikçilerini kullanıp darbeyi bir araç olarak kullanarak bu toprakları kendilerine bağlayacak bir sistem ürettiler. Ülkemizdeki darbenin de sistemi korumak için dışarıdan yapıldığını düşünüyorum. Zihinsel olarak şu anda toplumda darbeci potansiyeli çok yüksek. Toplumun kahir ekseriyeti bu potansiyeli barındırmaktadır çünkü zihinsel olarak bağımlı bir toplumuz.
Serdar Duman: “Ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi.”
Mehmet Alkış’ın dediklerini biraz daha somutlaştırırsak, Türkiye’deki darbelerin tamamında NATO ve ABD’nin olduğunu biliyoruz. Ben de bu noktada dış dinamiklerin, iç dinamiklerden daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Orduyu ve kemalistleri değerlendirirken de özellikle 1 Mart tezkeresinin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü ABD tezkerenin geçmemesini orduya bağladı. Ergenekon dosyaları ile ordu Fethullahçılar eliyle tasfiye edildi. Hükümetle kırılma ise 2010 yılında başladı.
Ne oldu da bu ortalık bozuldu? Bu konuda çeşitli kanaatler oluştu. Gerçekten tam olarak bir tespitte bulunamıyorum. Benim kanaatim, 2012’den itibaren iktidarın değişmesi yönünde bir eğilim oluştu. Fakat Erdoğan siyasi olarak güçlü olduğundan başarılamadı. Şunu da söylemek istiyorum. Şu anda şaşırıyoruz nasıl ellerine silâh aldılar, buna nasıl cesaret ettiler diye. Ancak ellerine silâh alan örgütün sivil kanadı değildi. Ben bu örgütün sivil kanadının bunu yapacak bir zihniyette olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar robotik yapıya sahip, dolduruşa gelip bir güç zehirlenmesi yaşadılar diye düşünüyorum.
Burhan Kavuncu: “Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.”
Birkaç konuda değerlendirme yapmak istiyorum. Birincisi halkın duruşunun devrimci bir duruş olduğunu düşünüyorum. Devrim değil ama devrimci bir durum oluştu. İkincisi, halk gerçekten büyük bir güç ortaya koymuştur. Türkiye tarihinde halkı bu denli püskürtücü bir güç olarak görmedik. Ama bundan çok fazla şey de beklememek lazım.
Ben de Ilımlı İslam’ın iki kanadı arasında bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Ayrıca son olaylarla İslam’a bakışı, halka bakışı sıkıntılı olan yapılara karşı -bu örgütle birlikte- önemli kazanımlar elde ettiğimiz kanaatindeyim. Başka bir açıdan bakılırsa, bu darbeyle sermaye yapısının değiştiğini görüyoruz. Anadolu sermayesi denilen grupların çoğuna operasyon yapıldı. Bu olayın sosyo-ekonomik analizinin yapılması gerektiğine inanıyorum.
Yasin Altıntaş: “Modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır.”
Darbe süreci klasik kavramlarla tanımlanmaya çalışılınca bir şeyler eksik kalıyor. Darbeyi yapan kimdi? Dış güçlerin bundaki payı ne kadardı? Halk ne yaptı vs. Ortada ise bir realite var: Birileri iktidarı değiştirmek istedi, birileri de bu yöntemlerle iktidarı vermek istemedi.
Burada mesele iktidarı/devleti ele geçirmeyi istediğini düşündüğümüz yapı/Fethullah Gülen Hareketi, geçmişten itibaren “iktidarı” ele geçirmekten çok her zaman “devleti” ele geçirmek istiyordu. Burada siyasal araçları kullanarak iktidarı ele geçirme isteği yoktu ve hiç de olmadı. Devletin içinde yapılanarak ve devlete sızarak kendi emelleri ile devleti yönlendirmeyi istiyordu. Bu durum bir nevi devrim harekâtına benziyor. Neden devrim hareketine benziyor? Çünkü tabandan gelip iktidarı doğrudan hedeflemekte, fakat kadrolar yetiştirerek bu kadrolarla devleti ele geçirmeyi hedeflemekteydi. Diğer taraftan ise İslamcılar/Milli Görüş Hareketi’nde ise kurulduğundan beri iktidarı ele geçirme çabası vardır. İktidarı ele geçirdikten sonra da toplumu dönüştürmek istedi. Oluşan çatışmayı ise iki tarafın da otoriteyi kayıtsız şartsız ele geçirme çabası olarak görüyorum.
Darbe olduğu esnada halkın nasıl organize olduğu ve nasıl/kimin indiği ise önemli bir konu. Bu konuyu ben üç alt başlığa ayırıyorum:
Darbe günü, darbe olurken hemen sokağa inenler. Toplumun geleceğini, halkı, kendisini önemseyenler, düşünenlerdi. Bence Cumhurbaşkanını da bu kesim cesaretlendirdi. Zira zaten çıkmış bir kesim vardı.
Erdoğan’ın Çağrısından sonra inenler.
Tehlike nispeten savuşturulduktan sonra inenler.
Ortada şöyle bir realite daha var. Bugün el değiştiren sermayenin toplam Türkiye sermayesi içinde çok da önemsenecek kadar büyük bir payı bulunmamaktadır. Adedinin çok fazla olması mesela TUSKOM’un elli bin üyesinin olması TUSKOM’un ekonomik bir güç olduğunu göstermez, sadece sosyolojik bir güç olduğunu gösterir. Bu sermaye AKP döneminde de değişmemiştir.
Burada nerede durmalıyız meselesine gelirsek şayet, modernitenin maalesef bize dayattığı bir durum var: Her meselede sonuç odaklı davranıyoruz. Oysa İslamî bakış yol odaklıdır. Bu durumda da hatta burada tartışırken de sonuç odaklı bakmaktan çok süreç odaklı ve yol odaklı olmamız gerektiğinin düşünüyorum.
Alev Erkilet: “NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum.”
Konuşmadan önce bir noktanın altını çizmek istiyorum. Büyük bir veri eksikliği olduğunu ve bilginin bilinmediğini düşünüyorum. Bütün konuşmalarında ciddi bir veri eksikliğine dayandığı kanaatindeyim. Ne oldu? Niye oldu? Kime oldu? Kim yaptı? Aktif bileşenleri kimdi? Birçok konuda ciddi bir bilgi ve veri eksikliği var. Bir hiperhareketlilik içerisine girdik ve önceki birkaç bilginin üstüne bir yığın şey eklendi. Bu kadar yakıcı sıcaklıktaki bir olayın sosyolojik analizini yapmak için biraz beklemek gerektiğini düşünüyorum. Bu tartışma da bence çok erken bir tartışma.
Darbe teşebbüsüne gelinceye kadar da, bu teşebbüsün başarısız olduktan sonraki aşamasında da biz ne haldeydik konusunu tartışmanın çok daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü NATO konusunda yapabileceğim bir şey yok, benim tespitlerimi de dikkate alacağını düşünmüyorum ama kendimizi özeleştirel bir şekilde eleştirmek konusunda darbe teşebbüsü öncesi de sonrası da eksik olduğumuzu düşünüyorum. 17-25 ya da daha sonraki süreçlere bakıldığında İslamcı düşünceler arasındaki fraksiyon tartışmalarından mı bahsediyoruz, yani bizi bu noktaya Gülen’in mesiyanik anlayışı ve AKP’nin siyasal İslamcılığı arasındaki fark mı getirdi? Ben pek sanmıyorum açıkçası! Yoksa daha somut, gündelik pozisyonlarla ilgili bir anlaşamama hali mi getirdi? İdeolojik olarak farklılaşma olduğunu düşünmüyorum.
Biz şimdi diyoruz ki mesihiyanizmi neden bu kadar kabullendiniz, neden bir kişiyi bu kadar yücelttiniz, bu kadar tapınma pratikleri geliştirdiniz? Peki, ben sormak istiyorum, hangi grup geliştirmedi? Sadece Müslümanlar açısından da söylemiyorum. Çözüm sürecinde Müslümanların ortamına girdiğimizde sadece Erdoğan’a bakılması, Kürtlerin ortamına girdiğimizde ise sadece Öcalan’a bakılması söz konusuydu. Ben o dönemlerde şöyle sormuştum “Peki siz ne diyorsunuz, ne yapıyorsunuz?” “Neden tek bir insandan bütün halkı tanımlıyor, açıklıyorsunuz?” Gülen yıllardır yanlış yapıyor, yeni yanlış yapmıyor ki. Bunu söylediğimiz zaman, hatırlattığımız zaman arkadaşlar dikkat edin ikiyüzlülük, takiye kötü ve tehlikeli bir şeydir dediğimiz zaman, siyasal ilişkileri iyi olduğundan bu eleştirileri kimse dikkate almıyordu. Zemin problemimiz var ve biz bununla yüzleşmediğimiz için bir yerden bir şeyler sürekli patlak veriyor. Ve biz bundan dolayı yine zemini değil o spesifik olan şeyi tartışıyoruz. Tekkede şeyhi, siyasette lideri kutsanıyor. Ben reddedelim demiyorum ama hesaplaşmıyoruz. Peki nerede İslam’da sorgulayan, özne olan birey! Partili olunabilir ama Partici olunamaz. Cemaate bağlı olunabilir ama cemaatçi olunamaz.
Yıldız RAMAZANOĞLU:
İnsan neresini tutacağını şaşırıyor açıkçası. Son zamanı mı konuşalım, öncesine mi gidelim yoksa zemini mi tartışalım. Ben de zeminden bir şeyler konuşmak, ele almak istiyorum. Biz hâlâ Edward Said’in Oryantalizm’inden, Doğunun Doğululaştırılmasından, dolayısıyla Müslümanların da bu meyanda Marco Polo’dan itibaren yüzyıllar boyunca tanımlanması üzerinden devam ediyoruz. Dışarıdan tanımlamak bir şiddet aslında. Bundan dolayı da bizarız ama kendimizi, iddiamızı, perspektifimizi tanımlayamama sorunu yaşıyoruz. Bizim denetleyemeyeceğimiz durumlardan çok belirleyebileceğimiz durumlar üzerinden gitmeliyiz.
Biz dünyaya karşı bir söylem üretemiyoruz. Hepimiz birbirimizden dağınığız. Bir yanda Taliban’a saldırılınca onu koruyoruz, ama “Taliban yönetiminde kalmak ister miyim?” sorusuna “hayır” diyoruz. Bugün gördük ki bir network ağımız bulunmuyor. Bugün Pegida ırkçı bir eylemine karşı Almanlar eylem yapıyor. Ama bizim o eylemcilerle bir bağımız yok. İki tane network ağımız bulunmalıydı. Birincisi Müslüman coğrafyayı içine alan bir ağ, ikincisi batıya karşı onlara derdimizi hemen anlatabileceğimiz bir ağ oluşturmalıyız. Bizim yavaş yavaş toparlanıp, gettolarımızdan çıkıp gençlerimizle önemli network ağları oluşturmamız gerekiyor.
Levent Çavuş: “Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor.”
Anlaşılıyor ki hepimizin kafası karışık. Ben şuna işaret etmek istiyorum. Birincisi Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Müslüman ana gövde ile Devlet arasında bir gerilim oluştu ve bu gerilim çözülemedi. Yeni kurulan devlet, toplumu şekillendirmek için her yolu denedi. Genel itibariyle dünyanın akışı da bu devlet ile paralel ilerliyordu. Din bir veri olarak görülmüyordu. Dünya genelinde de dinî hareketleri yok etme sürüklenişi yaşandı. Memleketimizdeki sürükleniş İslamî hareketleri yok etmedi. Ülkemizdeki İslamî cemaatlerin ajandalarında da hep devleti kendi emelleri çerçevesinde ele geçirme, değiştirme gibi bir amacı vardı. Bu çerçevenin teorik tartışması bile yapıldı: Kadrolaşarak mı, devrim ile mi... Ancak modernite ile hesaplaşma, ulus devleti anlama konusunda Müslümanlar derinlikli okumaya sahip olamadı. Türkiye’de devlet ile Müslümanların hesaplaşması söz konusu yetersizliklerden dolayı süreci iyi kavrayamama, alternatifi geliştirememeden kaynaklı sadece kuru bir itiraz konumunda kaldı. Zihnimiz çok karmaşık, mecbur bırakıldığımız bu kentte zihinlerimiz serbest bırakılsa bile gündelik yaşamı yaşayabilecek yeterliliğe sahip değiliz artık. Ne enerjimiz var ne bunu sağlayabilecek bir vasatımız var. Bu hale getirdiler. Bundan dolayı da Türkiye’de olan biten kendi doğal süreci içerisinde olmuyor. Cemaatlerin gelişimi de doğal süreçleri içerisinde olmuyor. Fethullah Gülen hareketi de kendi kendisine gelişmiş bir hareket değil. Bu hareketin Türk Devleti tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu yüzden olay iki İslamcı grubun çatışması değil diye düşünüyorum. Peki bu neyin göstergesiydi? Bence bu olay Türk Devleti’nin kontrolü altındaki cemaatleri araçsallaştırmışlığının çok belirgin bir özelliğiydi. Türk Devleti’nin, aslında İslam anlayışı birbirine çok zıt olmayan iki grubu ciddi propaganda ile nasıl birbirine karşı hale getirebiliyor, birbirlerinden nefret ettirebiliyor ki burası da manidar. Çok kısa bir süre içerisinde kabul gören Fethullah Gülen Nurculuğu, geniş kitleler tarafından tekfir edilen bir oluşum haline getirildi.
Bize bir şey gösterilmeye çalışılıyor. Birinci olarak gerçekleşen şey: Türkiye’de genel anlamda Ilımlı İslamcı olan bir hareketin “kadrolaşma” taktiği ile devleti ele geçirmeye çalışmasının ne kadar kötü sonuçlar doğuracağını ve bunu yapan insanların ne kadar kötü insan olma potansiyelleri olduğunu bütün topluma belletti. İkinci olarak gerçekleşen şey: Bu darbeyi kimin yaptığından öte bundan kimin ne kazandığını anlamaya çalışmak olanın ne olduğunu görmemize yardım edecektir. Türk Devleti kendi bürokrasisi içerisinde zaman zaman yapmak istediği bir dizi operasyonu çok ciddi bir tepki almadan rahat rahat yapma fırsatı kazandı. Bence bu süreçten Türkiye Devleti kâr etti. Devleti ele geçirmekle ya da yönetim-itaat ilişkisine sözü olan -şöyle yaparsak değişir talebi olan- Müslümanlar için bu konuları konuşmayı zorlaştırdı. Cami ile ev arasındaki bir Müslümanlık bu zamanlarda makbul görecektir.
Türkiye’de temel değişiklikler olmayacak. Türkiye darbe gerçekleşmediği için NATO’dan çıkmayacak. İncirlik kapanmayacak. Çünkü darbe yapanlar da kapatmayacaklardı. Zaten devlet de kapatmadı hiçbir zaman.
Ramazan Deveci: “Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.”
Başta sorduğunuz “Fethullah Gülen’in İslam anlayışı sorgulanıyor mu?” sorusu ile giriş yapmak istedim. Çok sorgulanmıyor, çünkü darbeye karşı çıkanların da temelde İslam’ı algılayışı aynı minval üzerinde gelişiyor. O açıdan Fethullah Gülen’in İslam algısı sorgulanmıyor, hainliği üzerinden bir söylem üretiliyor.
Biz iktidarı elde etmek için her şeyi yaptık. Kadrolaşmak ve devleti ele geçirmek devrimci bir yaklaşımdan çok darbeci bir yaklaşımdı ama bunu mubah gördük. 15 Temmuz gecesi meydanlarda bir tane anti-Amerikancı söylem duymadık. Sonra darbe süreciyle mezhepçi ve milliyetçi söylem tavan yaptı. Ve bunu dünün ümmetçileri yapıyor. İslam’ın adalet kaygısını kaybetmeden iktidara talip olmalıyız. İktidar adalet için var olmalıdır ve bu sebeple iktidarı talep etmelidir.
Haber: Merve Çil

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder