11 Eylül 2016 Pazar

Altan Biraderler ve Hazin Son

Bence ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyorlar…
A. Altan...
Bir dönemin muktedirlerinin hazırladığı proje gazeteciliğinin -rakibi saf dışı etme projesinin- genel yayın yönetmeni. Yönetmenliğine AKP destekçiliğiyle başladı. 'Askeri vesayete(!)' karşı mücadelede bugünün saray iktidarına, o zaman şartsız kayıtsız omuz verdi. Gözü öylesine kararmıştı ki ya da öylesine bir gazetecilik(!) şehvetine kapılmıştı ki kendisine bavullarla gelen uydurma bilgi ve belgeleri yayınlayarak devasa bir komplonun tetikçisi oldu. Birçok insanın mağduriyetine yol açan sürecin köşe taşlarının döşenmesine yardımcı oldu.
Ta ki, gazetesinin 'gerçek' sahibi o günkü iktidarla boğaz boğaza gelene kadar. O andan itibaren sert muhalefet yürütmeye başladı. Çok geçti. İnandırıcılığını tamamen yitirmişti. İtibarını sıfırlamıştı.
En büyük hassasiyeti olduğunu iddia ettiği askerî vesayetin temel direği şahsiyetler, kendi gazetesinin destek verdiği davaların bir bir çökmesiyle serbest kaldılar. Uydurma delillerle ve aleni hukuksuzluklarla açılan davalarda birçok masum insanla aynı torbaya doldurulan gerçek darbeci ve kontracılar da 'aklanmış' olarak tahliye oldular. Askerî vesayete karşı mücadele niyetiyle hararetle destek verdiği, görmezden geldiği hukuksuzluklar ve provokatif yayıncılık nedeniyle gerçek suçlular da 'ak'landılar. Tam tersi askerî vesayet şimdi eskisinden daha güçlü. Bu da onun ilahi cezası, kişisel azabı herhalde... İşin acıklı tarafı odur ki; bir zamanlar hararetle desteklediği saray iktidarı askerî vesayetle bütünleşti.
Benim için bu hazin deneyden çıkardığım iki hisse şu: En büyük tehlike, kötülük diye bellediğiniz hedefe karşı mücadelede her türlü aracı mubah, her türlü provokasyonu göz yumulabilir, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu 'ayrıntı' görürseniz, her türlü ortaklığı içinize sindirebilirseniz; sonuç olarak o kötülüğü güçlendirmiş, o tehlikeyi büyütmüş olursunuz. Bugün olan budur. Hedefinizi gerçekleştirmek için başvurduğunuz araçlar, sandığınızın aksine, hiç de önemsiz ve tali değildir. Makbul ve doğru olmayan araçlar sizi hedefinize ulaştırmaz. Ya da araçlarınızın niteliği sizin hedefinize ulaştıktan sonra nasıl bir kimlik kazanacağınızın da işaretlerini verir.
İkincisi, gazetecilik halkın doğru bilgilendirilmesidir ve bu meslekte ne olursa olsun gerçekler esas alınır. Gazeteci için en tehlikeli alan bir yandan kimi iktidar sahiplerinin maddi çıkarlarının genişletilmesi mücadelesi(!) vermekse; diğer yandan muktedirler arasındaki çatışmaların koçbaşı rolü oynamaya soyunmaktır.
M. Altan…
Onun temel hassasiyeti ‘ne olursa olsun AB üyesi olmak’ noktasında düğümleniyordu. Onun için bu ideal, memleketi her türlü ‘dertten’ -askerî vesayet dâhil- kurtaracak(!) bir mahiyet arzediyordu. Bu amaca müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Her konuşması ve hatta paragrafının ana teması, AB üyeliğiydi. İlginçtir, bu tutkusu onun aynı zamanda aşil topuğuydu, tam da oradan yakalandı. Sonradan saray iktidarı haline gelen AKP hükümetinin ilk yıllarında, AB’ye üye olmak için gösterdiği çabalar(!) ve azim(!) M. Altan’ı mest etmişti. O da böylece ‘politik’ kariyerine ‘AKPperverlikle’ başladı, diğer kardeşi gibi… İktidar sahipleri AB üyeliği hedeflerinden uzaklaştıkça o da muhalif olarak konumlandı. Gezi Direnişi’nden sonra kendisine sunulan her türlü olanağı sert bir muhalefet yürüterek kullandı.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, M. Altan saf kötülüğün ‘aleti’ olmadı. Bir tertibin ve provokasyonun içinde yer almadı. Belki onun için günün moda deyimi ‘kandırılma’ ve iyi niyetlerinin kurbanı olma sıfatı kullanılabilir.
Bu son cümle, diğer kardeşin bilinçli bir kişisel seçim ve iradeyle iktidar sahipleri çatışmasının ve provokasyonun aleti olduğu iddiası taşımaz. Bunu naçizane ben bilemem. Olsa olsa ve sadece yayın politikasıyla yüzlerce masum insanın -ve dolayısıyla yakınlarının çektiği acıyla- mesleğinden olmasıyla, yıllarca hapiste kalmasıyla, hapishanede ölmesiyle, intihar etmesiyle oluşan ‘saf kötülüğün’ müsebbiplerinden biri olduğu anlamını taşır.
Sonuç Olarak…
Altan Kardeşler’in birlikte yola çıktıkları arkadaşları Yıldıray Oğur, Melih Altınok, M. Esayan… vb’nin demir attıkları zavallı ve sefih konum dikkate alındığında; onların vardığı yer yine de bir ‘olumluluk’ olarak işaretlenebilir. Bu da benim ‘saflığımın’ yol açtığı bir not düşme kaygısı olsun.
Cengizhan Güngör

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder