22 Eylül 2016 Perşembe

Bob Avakyan Eleştirisi -V

Din ve Patriarkaya Dair Dolambaçlı Fikirler
Avakyan, Teslis’i patriarkal değerlere bağlıyor. Oysa Teslis, bu kadar basit bir mesele değil. İlk dönem Hristiyan hareketi dâhilinde kimi tarikatlar, Tanrı’yı Baba-Anne-Oğul teslisi olarak anlıyorlar ya da bazen (dişi kabul edilen irfan anlamında) Sophia Anne’nin yerini alıyor. Ama Avakyan, sonrasında galebe çalmış olan Hristiyanlık yorumunu tenkit etmekle ilgilendiğinden, mağlup edilmiş olan İrfanî [gnostik] Hristiyanları doğalında hiç incelemeye tenezzül etmiyor. Bu yüzden de ondaki ilk dönem Hristiyanlığa dair cinsiyet tartışması, basit bir içerikle somutlaşıyor.
Başlarda İsa’nın partiarkayı kabul ve teşvik ettiğini iddia eden Avakyan (s. 20) anneyle (“Bakire Meryem”le) ilgili inancı kadınların kontrolü ve onların cinsiyetinin erkeğin mülkü olarak görülmesi meselesine bağlıyor. Bu noktada (s. 124-5) ana mevzusuna geri dönüyor. Uygun (ama gülüşmelerin eşlik ettiği, küstah) bir dille, İsa’nın bir bakireden doğduğu iddiasının onun nesebinin (Matta 1:16’da yapıldığı üzere) “Meryem’in eşi Yusuf” üzerinden izinin sürülmesi arasında bir uyuşmazlık tespit ediyor (Luka 3:23 “İsa’nın Yusuf’un oğlu olduğunun düşünüldüğünden” bahsediyor.). Avakyan ise Hristiyanlığa göre Meryem’in nesebinin önemsiz olduğunu söylüyor: “Neden? Çünkü o bir kadın” (s. 124).
Bu söylenenlerin hiçbirisinde yanlışlık yok. Esasında Bakire Meryem inancına dair feminist yazını yinelemekle yetiniyor. Oysa bu söylenenlerin tek taraflı olduğunu görmek gerekiyor. Avakyan, Meryem’in rolünün “evladını seven, çile çeken ana” olduğunu söylüyor, onu zulüm gören kadınlığa dair bir model olarak takdim ediyor. Onun “Tanrı’ya yalvarırken insanların başvurduğu bir tür aracı” olarak iş gördüğünü söylüyor (s. 124-5). Ama bir an durup şunu düşünmüyor: Hristiyanlık, Meryem Ana’yı müminler için hürmet duyulacak bir kişilik hâline getiriyor, yüzlerce yıl Hristiyanlar açık ve gizli yollardan ona “Tanrı’nın Anası” ve “Cennet’in Sultanı” olarak ibadet ediyor. Onunla ilgili inanç, muhtemelen Hristiyanlık öncesi “toprak ana tanrıçası” kültlerinden kök alıyor ve bu kültleri içselleştiriyor. Söz konusu inancın Hristiyanlığın zuhur ettiği patriarkal toplumda patriarkayla kurduğu ilişki incelenmeyi hak eden bir mesele.
Aziz Paul’un İsa’da “artık kadın-erkek ayrımı kalmamıştı” demesi de önemli (Galatyalılar 3:28). Diğer önemli bir husus da onun Romalılara yazdığı mektubu bir kadın papaz yardımcısı ile göndermiş olması (Romalılar 16:1) ve ilk Hristiyanların Tekla’nın İşleri’ni yüceltme noktasında Paul Kanunları’nı üretmiş olması. Tekla Aziz Paul’un bir refiki, ilk Hristiyanları vaftiz eden ve onlara vaaz veren bir kadın. Kadınların kilisede nasıl susturulduğunu göstermek için Havva hikâyesini anımsatmak ya da (Paul’a atfedilen, yazarı tartışmalı) 1 Timothy 2:11’den alıntı yapmak pek yeterli değil (s. 123). Kadınların Hristiyanlıktan nasıl etkilendikleri daha olgun analizleri hak eden, karmaşık bir mesele (zira patriarkanın her yerde, tüm sınıflı toplum süresince hâkim olduğu son iki bin yıl boyunca Hristiyan dünyayı kuşatan patriarkal geleneklere veya patriarkanın hüküm sürdüğü bölgedeki Hristiyanlık öncesi döneme ait formlara karşıt bir dinamik söz konusu.).
Aniden konuyu değiştiren Avakyan, devamında Kuzey Afrika’daki patriarkal toplumlardan Fransa’ya göç eden (erkek) Müslüman göçmenlerin geleneksel çerçeveleri açısından kadınların aşırı özgürlükle yüzleşmeleri karşısında daha da dindarlaşmalarından bahsediyor ve dünya genelindeki belirsizlik koşullarının insanları “güçlü bir baba figürüne bağlanmaya ittiğini” söylüyor. Avakyan’a göre, birçok insan için insan formundaki güçlü baba figürü yeterli gelmediğinden, her şeyi bilen, gören, kudretli Tanrı imajı devletin güçlü lideri ile temsil olunuyor.” (s. 128) diyor.
Avakyan’a göre, bu tür bir durum, ABD’de gey evliliği konusunda bir ihtilafa yol açıyor, patriarka birçok gey ilişkisinde ana mesele olduğundan, gey evliliklerinin patriarkanın altını oyacağı, onu yok edeceği düşünülüyor (s. 129). Oysa Hristiyan faşistlerin gey evliliğine itirazlarının amacı, “geleneksel ahlâkı güçlendirmek” (s. 131). Avakyan kitabında bu meseleye birkaç sayfa ayırıyor, faşist eğilimlere sahip bulunmayan birçok Hristiyanın olduğu, sadece Aziz Paul’a bağlılık üzerinden kitabî literalizme eğilimli olduğu gerçeğini zerre dikkate almıyor. Aziz Paul, homoseksüelliğin “doğadışı” ve Tanrı’nın emrine karşıt olduğunu düşünüyor (Romalılar 1:26-7), dolayısıyla bugün Hristiyanlar gey evliliğine bu temelde karşı çıkıyorlar. Programında homoseksüelliği sosyalizmde elimine etmeye dair bir dili içeren 2.000 kişilik parti kongresinin şu veya bu derecede dinî temelli homofobiyi (veya en azından gey evliliğine karşıtlığı) “faşizmle” birleştirebilmesi gerçekten dikkate değer bir konu.
ABD’deki patriarkal, Hristiyan faşist güçler bedensel cezayı teşvik ediyorlar. Ama Avakyan ahkâm keserek şunu söylüyor: “Açık ve net olalım. Kız çocukları, genelde tüm çocuklar ebeveynlerinin malı olarak görülmemeli, bu şekilde yetiştirilmemeli. Bizim hedeflediğimiz dünya bu değil” (s. 133). Ardından da uygun çocuk yetiştirmeyle ilgili yorumlara yer veriliyor ve “özgürlük”le ilgili tartışmanın ardından büyük harflerle şu sonuca ulaşılıyor: “bize devrim gerek” (s. 135).
Avakyan, ardından Kitab-ı Mukaddes’e imanın güçlü olduğu ABD eyaletlerinde linç kültürünün neden yaygın olduğunu ve köktenci dinin tarihsel düzlemde köleliği nasıl meşrulaştırıp kışkırttığını, Jim Crow yasalarına nasıl zemin hazırladığını, (Martin Luther King’i de içeren) Güney’deki Siyahî vaizlerinse sistemden kopamayışlarını ve bir mücadeleye öncülük edememelerini ele alıyor (s. 136-49). “Hristiyan Faşizmi ve Soykırım” ile ilgili düştüğü kısa not ise bize Kitab-ı Mukaddes’in homoseksüellerin öldürülmesi gerektiğini söylediğini anımsatıyor. Aynı Avakyan, 1998’de Pat Robertson’ın suç ve ceza ile ilgili yorumlarını, “ülkenin orta kesimlerindeki kentlerde halk kitlelerine karşı önerilen ‘nihai çözüm’e dair tümüyle yanlışlanamaz bir öneri” olarak niteliyor (s. 150). On yıl sonra başkanlık kampanyasında da görüldüğü üzere, dinî sağın yaşadığı büyük yenilgilerin ve ülke siyasetindeki azalan nüfuzunun ardından, bu türden lafların fazla dramatik ve tesir yaratma amaçlı olduğunu söylemek gerek. Avakyan, hâlâ “Hristiyan faşizmi”ne ilişkin ikna edici bir analiz sunmuyor, bu konuda işlevsel bir tanım bile dile getiremiyor.
Kitabın Üçüncü Bölüm’ü, genelde dine, özelde günaha dönük inancın “köle zihniyeti”ni oluşturduğu iddiası ile son buluyor. İşin garibi, o (tepeden tırnağa dindar bir isim olan) Malcolm X’in sözlerini farklı kelimelerle dile getiriyor: “Buraya duymak istediğiniz şeyleri söylemeye gelmedim” (s. 153). Özünde Avakyan şunu söylüyor:
“Gerçekliğe olduğu biçimiyle karşı koymayı istemeyen ya da karşı koyamayan ezilen insanlar köle ve ezilen kalmaya mahkûmdurlar.”
Pavel Andreyev

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder