7 Eylül 2016 Çarşamba

Ortadoğu Ateş Çemberinde

Türkiye Nato'nun Koçbaşı mı?
Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş ve doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Asya, Orta Asya ve Orta Doğu gibi kavramlar bu bakışa göre belirlenmiştir. Orta Doğu ülkeleri Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Irak, Suudi Arabistan, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Afganistan, Pakistan, Tunus, Libya, Cezayir, Sudan, Fas'tır.
Ortadoğu aynı zamanda devletsiz halkların da varolduğu bir coğrafyadır. Örneğin Kürtler ve Filistinlilerin devleti yoktur. Bölge, sayısız etnik, dinî ve mezhepsel azınlığın yer aldığı, karmaşık bir nüfusa sahiptir. Azınlıkların çoğu ülkelerin yönetiminde temsil edilmezken, aynı zamanda nüfusu az halkların iktidarda olduğu bir bölgedir.
Bu farklılıklar ve coğrafyada biriken tarihsel sorunların iç içe geçtiğine ve bu karmaşık birlikteliğin günümüz dünyasına bu koşullarda ayak uydurmaya çalıştığını önemle dikkate almak gerek. Son iki yıla baktığımızda günümüze kadar neler değişti ve muhtemel gelişmeler ne yönde gelişecek? Amerika, BOP projesini ısıtıp farklı nedenlerle yeniden mi gündeme getiriyor?
Bu iki soruyu anlamak için biraz geçmiş aylara tekrar bakmak gerek. İslam’ı radikal ve/ya ılımlı diye diye ayırmak maksatlı, aynı ılımlı Kürt-“terörist” Kürt ayrımı gibi. Bir şeyin orta boylu, kısa boylu ve/ya uzun boylu olması onun özünü değiştirmediğine göre bu da eşyanın tabiatına aykırıdır. “Ilımlı İslam’ın temsilcileri Ortadoğu’dan Basra’ya kadar uzanan Sünni bir ittifak cephesi kuruyor” haberleri iki yıl önce daha fazla telaffuz ediliyordu. Bu saflaşmanın neden olduğu sorular süreç içerisinde arttı.
Yeni Şafak editörü İbrahim Karagül; “Sadece Suriye'de değil, Doğu Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan bir savaş haritası şekilleniyor! Sadece Kuzey Suriye Koridoru'nda değil, Basra Körfezi ülkelerinin tamamını içine alan ve sonu Mekke Savaşı'na kadar uzanacak bir cephe oluşuyor.”[1] diye yazıyor.
Yazar, çok büyük bir heyecanla, bu cephede görev almanın tarihsel bir görev olduğunun altını çiziyor ve heyecanını gizlemiyor! Kâbe kim ve kime karşı savunulacak? Karagül'ün cevabı hazır: “Türkiye'nin bugün, bütün riskleri göğüsleyerek, durduğu nokta, Kâbe'yi savunma noktasıdır. Kâbe'nin koruyucusu Allah'tır. Kimbilir, belki bu Türkiye'nin eliyle olacaktır!”
Yazar burada “Kâbe’yi kimin savunacağını” söylüyor ama kime karşı savunulacağını söylemiyor. Kâbe’ye saldıranlar “Haçlı kâfirler” mi yoksa “dinden çıkan sapkın mezhepler” mi, net değil.
Ayrıca bu kâfirler kimdir, açıklansa herkes dostunu-düşmanını daha iyi tanımış olmaz mı? Bu coğrafyada adı geçen ülkeler -İran hariç- ABD ve Nato'ya bağlı güçler olduklarına göre, sorun "Haçlı" değil. Geriye sözde "dinden çıkan sapkın mezhepler” kalıyor. Yani cepheleşme Sünnilerin kendi arasındaki çelişkileri bir kenara bırakırsak, temel saflaşma Sünni-Şia mezhepleri arasında belirleniyor, bu saflaşma ulusal çıkarları gizliyor.
Mezhepsel saflaşmanın İslamiyet açısından tarihsel bir anlamı var. Var olan bu çelişkinin günümüze kadar gelmesi ve çözülememesi kimin sorunudur? Eğer İslam gerçek manada sahipleniliyorsa bu soruların da muhatabı ve doyurucu cevapları olmalıdır.
Bu konuda farklı yorum ve değerlendirmeler mevcuttur. Küresel neoliberal kapitalist uygulamalar ve emperyalist politikaların hâkim olduğu günümüzde mezhep temelli cephelerin aldatıcı ve kendi özüne uygun çözümleri erteleyen bir işlev görmesi mutlaka dikkate alınması ve unutulmaması, altı çizilmesi gereken öneme sahiptir.
O zaman Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül bu gerçekleri bildiği halde, emperyalizme karşı bolca içi boş yazılar yazarak var olan emperyal sömürüyü gizlemekte ve meşrulaştırmaktadır.
Rus uçağının düşürülmesiyle ortalık toz duman olmuştu. Hamasî nutuklar ve şovenizm dalga dalga yayılmıştı. O şartlarda Karagül, hızını alamayıp kutsal Kâbe'ye kadar savaşın rotasını belirlerken, büyük bir huşu içinde tekbir getirerek cihada çağırdı. Ve bu kutsal davada her türlü risk alan cesaret abidesi 'büyüklerimize' “gazanız mübarek ola” gazını vermeye ve kışkırtmaya çalıştı.
Ortadoğu'da Bağdat ve Basra İslam coğrafyasının kalbi. Bölge yıllardır emperyalist hegemonyanın taarruzu altında. Egemenlik ve iktidar kanla, savaşla sağlanırken, halklara büyük yıkım ve acılar düşmekte.
İslam dini kendi iç problemlerini yüzlerce yıl çözemeden birikmiş bir yığın sorunla günümüze kadar geldi. Yaşamın hızla devam ettiği koşullarda, inançların bu gelişmelerin gerisinde ve bölgenin 'petrole' bağlı kalması sorgulanmalı.
Bu sorgulama olmadığı için bölge uluslararası sermayenin çok sıkı kontrol ve denetimine girdi. Böylece hegemonya mücadelesi, zaten var olan sorunların daha da karmaşık hâle gelmesine zemin hazırladı.[*]
Bölgemizde son 1,5 yılda kırmızı çizgiler ne durumda, neler değişti, varsa yeni kırmızı çizgiler nelerdir türünden soruları kavrayıp irdelemek gerek. Kardeş Suriye'nin “kalleş” Suriye olmasından bu yana her şey yapmak mubah hâl geldi. Bu politika değişikliği, karşı cephede en kısa zamanda etkisini gösterdi. İran lideri Hamaney'in başdanışmanı Ali Ekber Velayeti, “İran ne askerî alanda ne de siyasî alanda Beşşar Esad'ı desteksiz bırakmayacak. Beşşar Esad, İran İslam Cumhuriyeti'nin kırmızı çizgisidir.”[2] Evet Esad’ın İran'ın kırmızı çizgisi olması önemli.
Türkiye’nin kırmızı çizgisi, tamamen Kürtlerin durumuna göre değişkenlik arz etmektedir. Suriye'nin kırmızı çizgisi, “içsavaş”tan çıkarak eski sınırlarını yeniden kalın çizgilerle çizmek. Irak'ın kırmızı çizgisi, parçalanmış eski yapısını, mezhepsel çatışmalardan arındırarak yeniden kurmak, Rusya'nın kırmızı çizgisi Akdeniz’e açılan stratejik üst ve sahaların korunması ve çoğaltılması. ABD, AB ve Nato'nun kırmızı çizgisi de boydan boya çizdikleri kırmızı çizgilerinin renginin değişmeden devam etmesi. Gelişmeleri Uzak Asya’dan izleyen Çin'se kendi ulusal çıkarlarını koruma kaygısında.
Bu coğrafyanın kadim halkları ve farklı inançları olan Kürtler, Araplar, Türkmenler, Çerkesler, Ezidiler, Keldaniler, Dürziler, Süryaniler, Asuriler de bu kırmızı çizgilere hapsolmuş ve etrafı mayınlanmış durumda. Şu ana kadar bölgedeki ahval ve şeraiti ortaya koymaya çalıştık. Devamında şunlar söylenebilir: Hatırlarsanız, 1,5 yıl önce Türkiye Musul’a yakın bir bölgeye askerî çıkarma yapmıştı. Çıkarmanın gerekçesi, Irak'ın IŞID'a karşı mücadelesinde yanında olmaya karar verilmesiydi. Bağdat yönetimi ise bu askerlerin derhal çıkması için gerekli uyarıları diplomatik yollardan bildirdi ve BM'nin hemen devreye girmesini talep etti. İran kırmızı çizgilerini açıkladı. Üç Müslüman kardeş ülke arasında birbirine yönelik düşmanca duygular arttı ve bölgede savaş rüzgârları esti.
Bağdat nota vererek ticari ambargo uygulayacağını açıklıyor. Açıklamalarına devam eden Ali Ekber Velayeti, “Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimden yalnızca ABD ve İsrail’in memnun olacağını” söyledi. İran’ın bölgede “uluslararası emperyalizme karşı direnişin asli ekseni" olduğunu belirterek; “Bizim müttefiklerimiz Irak, Suriye ve Lübnan’dır; buna son olarak Rusya da katılmıştır. İran ve Suriyeli yetkililer arasında tekrarlanan ziyaretler ve görüş alışverişleri son derece doğaldır.”[3]
Rusya, İran, Suriye, Lübnan ve Bağdat'ın mevcut yönetimi ile Şiiler birinci cephede yer alırken, ikinci cephe ise Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Nato güçleri ve Iraklı Sünnileri içeriyor.
Tevfik Özkorkmaz
07. 09. 2016
Dipnotlar
[*] İslam coğrafyasının 1400 küsur yıllık döneminin tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi başlı başına çok önemli bir konu.
[1] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[2] Yeni Şafak gazetesi. 06. 12. 2015
[3] Hürriyet. 06. 12. 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder