19 Eylül 2016 Pazartesi

Mescid-i Aksa, Kâbe ve Kerbela

Mescid-i Aksa Direnişin, Kâbe İbadetin, Kerbela ise Aşkın Kıblesidir
Tarih, toplumların dinî, millî ve manevî bütün değerlerini nesilden nesle aktararak, geçmişin yaşanmışlarıile geleceğe ışık tutan bir meşaledir. Tarihin gelecek toplumların hayatındaki önemini algılayamayanlar, onu bir masal, hikâye, safsata, tefrikaya sebebiyet veren ve tekrar edilen can sıkıcıgeçmişin hatıralarıolarak görür. Dolayısıyla tarihte gelişen ve yaşanan olaylarla yüzleşmekten ve günümüzle ilişkilendirmekten korkarlar.
Bu kısa girişten sonra asıl konumuza dönerek, günümüzle uyarlanacak şekilde kısa bir tarihî analiz yapalım. Tarih tekerrürden ibarettir' realitesini her dönemde, her asırda görmemiz mümkündür. Bu ümmetin içine düştüğü handikap, kaos ve kavgalara sebebiyet veren virüsleri tespit etmeden tedavi etmek hayli zor gibi görünüyor.
Hz. Peygamber (s.a.a.)'in rıhletinden sonra savaşların nispeten bitmesi, savaşlardan yorulan sahabenin dünyevî hayata atılmalarına sebep olmuştu. Savaşlardan elde edilen ganimet ve fidye ile beytülmal artmış, herkes beytülmalden payına düşeni alıyordu. Maddî olanakların artması yaşantılarıdaha da müreffeh kılıyor, maddî olanaklar arttıkça manevi boyut daha bir zayıflıyordu. (Aslında bu her dönemde tüm toplumlar için geçerli bir durumdur) Yavaşyavaş başgösteren dünyevîleşme temayüllerinin 3. Halife döneminde daha ileri boyutlara ulaştığını, Medine'de inşa edilen lüks evler, hesapsız koyun ve develere sahip olanların sayısının artmasını, altın ve gümüşleri biriktirenlerin birbirleriyle yarıştıklarınıtarihî kaynaklar bize aktarmaktadır.
Hâl böyle olunca 4. Halife döneminde çıkar ve menfaatleri kesileceğini anlayanlar kaos ortamı yaratmaya başladılar. İmam Ali (a.s.) hilafet makamına oturduktan hemen sonra minberin sağına ve soluna bakıp, insanları iyice süzdükten sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Şimdiden ilan ediyorum, milletin hakkıolan beytülmalden ceplerini doldurup mülkler edinen ve en güzel atlara binip, en güzel cariye/köleleri alıp, dünya lezzetlerinde boğulmuşolanların yarın engellediğimde ve haksız yere elde ettiklerini geri alıp, sadece hak ettiklerini bıraktığımda, Ali b. Ebu Talip, bizi gafil avladı demesinler. Bugün açıkça söylüyorum. Bütün ayrıcalıklarıortadan kaldıracağım.” Hz. Ali'nin Mescidi Nebi'deki bu can alıcısözlerinden sonra, mescitten mırıldanmalar yükselmeye başlamıştı. Mevkii makamları tehlikeye girenler seslerini daha da yükseltmeye başlamışlardı. Bu itirazlar Mescidi Nebi'nin dışına taşmış, Medine'nin evlerinden, sokaklarından Basra'ya, Şam'a, Kûfe'ye, Mekke'ye kadar ulaşmıştı. Medine'de tutunamayacaklarını anlayanlar hac mevsimi olmadığıhâlde hac bahanesiyle Mekke'ye orada Peygamber (s.a.s.)'in eşi Umul Müminin Aişey'i de yanlarına alarak Basra'ya doğru hareket ederek ilk fitne ateşini tutuşturdular. Cemel Vak’asıİslam tarihinde açılan ilk gedikti. Daha sonra bu ateş Şam'a sıçramış,önü alınmaz bir fitnenin alevleri tüm ümmeti ve İslam âlemini sarmıştı.
Şam Fitnesi
Muaviye b. Ebu Süfyan, Halife Osman zamanında akraba kontenjanından Şam valisi olmuştu. Hz. Ali'nin halifeliği esnasında Şam valiliğinden azledilmesine öfkelenip, Şam'da, Medine'deki hilafet merkezine karşı başkaldırarak hilafetini ilan etmişti. Dolayısıyla Şam, İslam tarihinde yeni bir sürecin dönüm noktasıve başlangıcıydı. Muaviye'nin Şam'da tesis ettiği sahte dikta hilafetine meşruiyet kazandırmak için hak Halifeyi ve hak cephesini karalama kampanyası başlatarak, dezenformasyon, iftira, yalan hadis uydurma, yani kısacasınameşru olan her yola başvurmuştu. Amr bin As gibilerini de yanına çekerek yalan ve iftiralarınıkonfirme ettirmek suretiyle siyahı beyaz beyazıda siyah göstermiş, Şam halkını kendine inandırtmıştı. Buna tarihî kaynaklardan birçok örnek verebiliriz. Ancak analizimizin uzamaması için tarihte vukuu bulan şu meşhur olayla yetiniyoruz:
Olay Muaviye'nin saltanat başkenti Şam'da geçiyor. Hz. Ali'nin hilafet başkenti Kûfe'den gelen biri, devesiyle Şam'a gitmiş. Şam'da dolaşırken, Şamlının biri bunun Kûfeli olduğunu anlamış, yanına gelip: "ver o dişi deveyi bana!" diyerek zorla sahiplenmiş. Kûfeli, "bu deve benim, ayrıca erkektir" diye kendini savunmuşama başarılıolamamış. İş Muaviye'ye kadar ulaşmış. Muaviye, tarafları dinlemiş, sonra da, "bu dişi deve Şamlınındır" diye karar vermiş. Ardından halka dönüp: "ey cemaat, bu dişi deve kimindir?" diye sorunca bütün halk "Şamlınındır!" diye bağırmış. Muaviye Kûfeliyi yanına çağırmışkulağına eğilerek: “Kûfeli, dinle! biliyorum, bu deve erkek ve ayrıca senindir. Ama dönünce Ali'ye şu mesajı ilet: Muaviye'nin, dişi deveyi erkekten ayıramayan, o ne derse ‘evet’ diyen 10 bin adamıvar ve ayağını denk al.
Bu olay, Muaviye'nin toplum üzerinde gerçekleştirdiği dezenformasyonun ulaştığı korkunçboyutların açık bir delilidir.
İslam tarihinde gelişen bu yeni süreç, günün şartlarında bir medya oluşturarak, manipüle haberlerle propagandalarına başlamıştı. Bunun yanı sıra uydurma hadislerin yolunu açılmış, sahte halife ve akrabalarına methiyeler dizilirken, Allah Resulü (s.a.a.)'in pak Ehlibeyti'ne cami minberlerinde ve ezanlarda lanetler ediliyordu. Şam sokaklarında herkes, Hz. Ali ve evlatlarının dinden çıktığına, kâfir olduğuna inanıyordu. Hatta mescitlerin eşiklerine Ehlibeyt'in isimlerini yazarak, Ehlibeyt taraftarlarının mescitlere girmelerini engellemeyi bile amaçlamışlardı. İslam tarihinin bize aktardığına göre, Muaviye ile başlayan yaklaşık 70 yıl süren lanet ve hakaretler, Ömer Bin Abdulaziz döneminde son buluyordu.
Hz. Ali'nin hilafeti öncesi arz ettiğimiz toplumun yavaşyavaş manevî değerlerden soyutlanarak, maddî temayüllere yönelmeleri, ek olarak Şam'ın toplum üzerindeki manipüle propagandalarla korku imparatorluğunu genişleterek, İslam'ın paradigmalarının içi bir bir boşaltılarak, ruhlarıhapsedilmiş, benliklerine zincir vurulmuş, beyinleri kiraya verilmiş bir toplum yaratmıştı. Artık ne dese kendisine inanan, ne emretse yerine getiren bir toplum var etmişti. Şam'ın propagandalarının etkisinde kalan Şam ve civar beldelerin halkları, Ehlibeyt-i Resul’e, haşa, “namazı terk etmiş” diyorlardı, Allah Resulü’nü yolundan ayrılmış, yoldan çıkmış, sapık kimseler olarak öğrenmiş, bilmişlerdi.
Muberred ve İbn-i Aişe şöyle diyorlar:
“Şam halkından olan bir adam, Muaviye'nin kötü propagandasıetkisinde kalarak, ruhunda yerleşen çirkin bir tanıtmanın eseri onu, Hz. Peygamber'in Ehlibeyt'ine düşman etmişti. Bir gün Medine'ye geldiğinde pazarda İmam Hasan (a.s.)'a gözü ilişti. Bu nur yüzlü ve heybetli adam kimdir? diye sordu. Hasan b. Ali İbn Ebu Talib (a.s.)'dır. denildi. İmamın yanına giderek, Allah rızasıiçin Hasan b. Ali'ye edebildiği kadar küfretti, çirkin sözler söylemeye başladı. İmam Hasan (a.s.) ise şefkat ve merhametle adamın yüzüne bakıyordu. Adam çirkin sözlerini sarf ettikten sonra İmam (a.s.), ona selam verdi ve gülümseyerek şöyle buyurdular: Ey şeyh (yaşlıadam)! Galiba sen bu şehirde garipsin, hakkımızda yanılmışsın, gerçeği sana yanlışanlatmışlar. Eğer senden razıolmamızı istersen, razıoluruz. Eğer bizden bir şey talep edersen veririz. Eğer bir yol gösterici istersen, seni hidayete yöneltiriz. Eğer yükünü taşımak için bizden yardım dilersen, yükünü taşırız. Aç isen doyururuz. Çıplak isen giyindiririz. İhtiyacın varsa ihtiyacınıgideririz. Evin yoksa yer veririz. Bir isteğin varsa karşılarız. Eğer bütün yolculuk eşyanla evimize gelirsen, gidene kadar konuğumuz olursun. Biz de şevk ve muhabbetle seni ağırlarız. Çünkü bizim genişbir evimiz ve misafiri ağırlamak için yeterli vesilemiz vardır.
Şamlıadam, İmam (a.s.)'ın sevgi ve şefkatle dolu sözlerini duyunca şiddetle ağladı, söylediklerinden utanç duyarak şöyle dedi: Senin Allah Teala'nın yeryüzündeki halifesi olduğuna şehadet ederim. Allah Teala, risâletini hangi ailede karar kılacağınıdaha iyi biliyor. Ey Hasan! Sen ve senin baban benim yanımda, Allah'ın en düşman kulları idiniz; şimdi ise sizler benim yanımda Allah'ın en sevimli kullarısınız.
Şam'ın Hz. Ali'ye karşı başlattığıbu saldırganlık, sözlü saldırılarla sınırlıkalmayıp Sıffin'de fiilî savaşa dönüşüyor. Cemel Savaşı’ndan sonra ikinci defa Ehlibeyt-i Resul’e kılıç çekiliyor. Manipüle propagandalarla Allah rızası için cihada gelen Şam ve civar beldelerin ahalileri cennet arzusuyla hakka kılıç çekiyorlardı. Şam'ın fitnesi her geçen gün büyüyerek İslam'ın tüm belde ve şehirlerine ulaşmıştı. Hatta Hz. Ali'nin askerleri arasına kadar girmişti. Hz. Ali'nin şahadetinden sonra, Resulullah'ın reyhanelerinden İmam Hasan hedef alınmıştı. Manipülasyon, dezenformasyon, karalama, tüm araç, gereçve söylemler mubah sayılmıştı. İmam Hasan (a.s.), haşa dinden çıkartılmışve yine bu ümmetin evlatları tarafından şehit edilmişti. Muaviye ölmüş, saltanatını, şarap içen, kadın ve eğlence düşkünü oğlu Yezid'e devretmişti.
Şam İmparatorluğu, İslam'ıasıl mecrasından saptırtmış, Allah'ın dinini tahrif etmiş, Peygamber’in sünnetini ayaklar altına almış, kendi saltanatlarınıayakta tutan yeni bir Emevi dini' ihya etmişti.
Yezid ile devam eden Şam fitnesi, İslam'ın ahkâmını aleni bir şekilde tahrife kalkmış, kendisine karşı gelen herkesin malını, canını ve namusunu helâl bilmiş, saltanatını zulüm ve korku üzerine bina etmişti. Bugün olduğu gibi o gün de İslam âlemi, gücün, zerin (altının), cehaletlerinin, bölünmüşlüklerinin ve korkularının esiri olmuşlardı. İmam Hüseyin (a.s.), böyle bir dönem ve ortamda zulme sessiz kalmayıp, o günün zalim diktatörlerine başkaldırıyordu.
İmam Hüseyin (a.s.)'ın askerî gücü yoktu, zira halk sindirilmişti, altınla satın alınmıştı, kılıçla korkutulmuştu. Diğer bir kısım halk ise Şam medyasının yalan ve iftiralarına öylesine inanmıştıki, Hüseyin bin Ali dinden çıkmış, Emirel Müminin Yezid'e biatınıbozmuş isyankâr olmuştu. Dolayısıyla katli vacip ve öldürülmesi gerekiyordu. Kimileri de Hüseyin bin Ali'ye karşı cihat edip sevap kazanma peşindeydi.
Buna benzer daha onlarca olayı tarihî kaynaklardan aktarabiliriz. Amacımız tarihî kavga ve kargaşaları günümüze taşımak değil, bazı müphem noktalarıaydınlatarak günümüze ışık tutabilmektir. İslam tarihinde devrim niteliğindeki bu süreci doğru algılayamazsak, günümüzdeki gelişen olayları doğru okuyamayız.
Günümüze baktığımızda benzer tabloları görmemiz mümkündür. Gücü ellerinde bulunduranlar, tarihte itikatları, jenerasyon geçirmiştoplumları istedikleri gibi dizayn edebilirler. Önce toplumların dünya temayüllerini artır, sonra manevi değerlerden soyutla, jakoben bir kitle oluştur, maddî olanaklar sağla, sonra paradoksal ruh yapısına sahip bir kesimin eline kalemi diğerinin eline silâhıver. Sonra bak, kan gövdeyi götürüyor. Tarihin kahpeliklerini, namertliklerini, ikiyüzlülüklerini, cehaletlerini, paradoksallığını ve kısacasıyansımalarınıgünümüzde birebir yaşıyoruz.
Emin olun emperyalistler, bizim tarihimizi bizden daha iyi biliyorlardır. İtikadımızı, zafiyetlerimizi, kişiliklerimizi en az bizim kadar biliyorlardır. 20 yıl önce bir arkadaşım anlatmıştı. Fransa'da bir müzenin girişinde şöyle bir yazı yazılıymış. Muaviye bin Ebu Süfyan'ı ihya edin. Gerçekten de bugün Muaviye ve Yezid'in yolu, siyaseti yeniden dizayn ediliyor, ihya ediliyor.
Tarihte olduğu gibi bugün de Muaviye ve Yezidlerin saltanatına boyun eğmeyen Ehlibeyt muhipleri, yiğit Hüseynîler vardır. Ehlibeyt dostlarına her türlü saldırıve iftirayı mubah görerek kendi meşruiyetlerini kazanma peşindeler. Onlar tüm maddî olanaklarını, medyalarını, kalemşorlarınıkullanarak, onlara körü körüne inanan, itaat eden kitleleri meydana getirme gayreti içerisindeler. Zahiren başarılıolmuş gibi gözüküyorlar.
Bir farkımız var, sizin bir kısmınız Emevi jenerasyonu' elinden çıkmış tarihi okur ancak o kadar beslenir. Diğer bir kısım da mezhep üstü, tarih üstü düşünen sözde entelektüel geçinenlerdir ki, nereleri kıble edindikleri, kimlerin kucağında oturdukları ortada. Biz tarihi okuruz, ibret alırız, aynı hatalara düşmemeye gayret gösteririz. İhanet edenlere karşıCemel'de, Sıffin'de, Nehrivan'da, Ali'nin yanında yer alırız. Korkaklar gibi kılıçlarımız o kana bulaşmadığı gibi dillerimizi de bulaştırmayalım demeyiz. Muaviye'nin hilelerine karşı Hz. Hasan'ın safında yer alırız. Yezid'e karşıİmam Hüseyin'in cephesindeyiz. Dolayısıyla Velayet ve Velayet-i Fakih çizgisinde yürümeyi ve o çatıaltında toplanmayı kendimize destur ediniriz.
Mescid-i Aksa, direnişin kıblesidir.
Kâbe, ibadetin kıblesidir.
Kerbela ise, aşkın kıblesidir.
Muhammed Bakır

18 Eylül 2016 Pazar

Hurma

Bir solcunun anlattığı hikâyedir:
“Naziler, Fransa'yı işgal ettiklerinde, bir partizan, zengin bir toprak sahibinin malikânesinde saklanır. O zengin kişi, her gün gıda ve iletişim sağlar. Bir gün partizan ona ‘Beni saklamakla risk alıyorsun. Bir de Naziler ile işbirliği yaparsan çok daha zengin olursun. Neden beni saklıyorsun? Ayrıca biz, senin mülklerini de kamulaştıracağız, biliyor musun?’ der.
Cevap, ‘önce faşistleri bir kovalım da sonrasını düşünürüz” diyerek, zengin adam cevabına devam eder, ‘Faşist bir Fransa'da yaşamaktansa, komünist bir Fransa'da yaşamayı tercih ederim.’[…]”
Hikâye bitiminde o solcu şu notu düşmektedir:
“Anti-faşist mücadele böyle bir şey işte.”
Bu solcu, aynı zamanda Tarık Akan’ın “anti-komünist ağabey”iyle ticarî ilişkileri olduğunu söylemekte, tüm “ataistlerin, sosyalistlerin” cephe kurup faşizme karşı birleşmesi gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunmaktadır. İşte ahvalimiz budur. Tarık Akan cenazesinin politik muhtevasını tayin eden de bu söylemdir.
Yalnız aynı solcunun anlattığı hikâyenin devamı şu şekildedir: Fransa’da II. Dünya Savaşı esnasında Nazi işgaline karşı yürütülen Direniş sürecinin ana bileşeni komünistlerdir. Süreç sonunda Paris belediye binasını ve diğer önemli devlet kurumlarını ele geçiren komünistler, de Gaulle liderliğindeki, “Makiler” adı verilen küçük burjuva harekete ve burjuvaziye avuçlarındaki iktidarı bir günde teslim etmişlerdir. O malikânede yenilen hurmalar, teorik ve politik zemini işte bu şekilde tırmalamıştır.
Bu solcuların kafası her daim ilerlemecidir, her zaman burjuva ilerlemesine bakarlar, hiçbir anı, momenti, yeri, devrim ve sosyalizm için uygun görmezler. Teori ve pratik, burjuvazinin izin verdiği ölçülere tabidir. Yeri gelir, onlarca yıl “Sovyetler’deki başarısızlığın sebebi, işçi sınıfının yeterince demokrasi bilinci edinmemesidir” denilir. Bu nedenle o hikâyeyi anlatan solcunun örgütünden kimileri CHP’ye, kimileri de AKP’ye sıçrarlar.
Nâzım, Deniz Gezmiş türünden ideolojik kodlarla kurulan ilişki, CHP tabanına dairdir. Ama bu ilişki, teorinin ve pratiğin lime lime olması ile sonuçlanmıştır. Aynı CHP, belediyeler ve müteahhitler, ordu üzerinden AKP ile iç içedir. Tüm bu ideolojik gevezelikler, bu gerçeğin üzerini örtbas etme amaçlıdır.
Tarık Akan’ı solun safına iten, az çok bir mücadele kültürü ve birikimi vardır. Bugün o isimler tek tek vefat etmekte, bir dönem kapanmakta, sol, o mücadele birikimi ve kültüründen uzak ve kopuk olmanın ceremesini, belirli isimleri yaldızlayarak örtbas etme yoluna başvurmaktadır. Oysa gökte gördüğümüz yıldızlar zaten ölüdür. Yıldız falına iman etmek, ölümün ve çürümenin bir tezahürüdür.
“İşçi sınıfının yakışıklısı” lafı bile geçmiş ile kurulan lakayt, layt ve tepeden bakan yaklaşımın bir ürünüdür. O lafı edenlerin işçi sınıfı ile ilişkisi yoktur, ancak burjuva estetiği ile ilişki kurulabileceğine inanılmaktadır. Çünkü işçi fazla kaba, çirkin, geridir. Bu nedenle Madenci Nurettin’in çocuklarına Soma’da “bisiklet yolları, bilimsel eğitim” götürülmüştür. Böyle olduğu için, devlet içi gerilimlerin yansıması olan kimi güncel olaylara politik-ideolojik anlamlar yüklenmektedir. Devlet, ideolojik örgütlenmesini bu tip medyatik girişimlerle tamama erdirmektedir. Şortlu kadın haberi, böylesi bir operasyonun parçasıdır. Herkes Atatürk’e layık, onu eksen alan, özel bireyler olarak inşa edilip, devlete bağlanmaktadır. Bu devletin dönüşümü, reorganizasyonudur. Sosyalist sol ise gerisin geri 27 Mayıs rahmine döndürülmektedir. Kürd de ancak bu ölçü dâhilinde anlam kazanabilmektedir. Yüksek siyaset yürütenler, devletin ideolojik hamlelerinin kitle zeminini teşkil etmeyi görev bellemişlerdir. Bize lazım gelen, aşağıdakilerin siyasetidir.
Anlatılan hikâyede Naziler AKP’ye işaret etmektedir. Bu kısa devre işlemi yapınca, Direniş sürecindeki komünistler gibi öncü olunulacağı hayaline kapılınmaktadır. Selefiler Kur’an’da “Allah’ın eli” tabirini gerçek el olarak kabul ederler ve kabul etmeyenlere düşman kesilirler. Sosyalistlerde de buna benzer bir literalizm hâkimdir. Kitaplarda görülen “Fransızca konuşmak gerek” lafını birincil manası ile ele alırlar, Fransızca öğrenirler, devrim anlayışının ölçüsünü, ölçütünü Paris Komünü, o da olmazsa Fransız Devrimi’ne doğru çekerler. Fransa’daki felsefî çırpınışları kendilerine öncü bellerler. Böylelikle bir süre “devrimci, komünist” olduklarını düşünerek geçirirler ömürlerini. Çünkü solculuk, devletin “geri gördüğü yere hücum edin” emrini yerine getirmektir.
Türkiye, Fransa olmalıdır. Küçük burjuva eşitlikçilik, kendisini yukarıdan kurar. Aşağıdakini aşağılar, hor görür, oradan gelecek tehditleri bastırmak için bir tür eşitlikçi söylem geliştirir. Eşitlemek düzlemek demektir. Tüm çapaklar temizlenmek, tehlikeler bertaraf edilmek zorundadır. Ülkelerarası eşitlik ile bireylerarası eşitlik talepleri hepten yukarıdan kurulur. Sosyalist kesimler ise yeri geldiğinde birine, yeri geldiğinde diğerine kaptırır aklını, gönlünü. Kitabında “Yılmaz Güney oyunculuğu, aktörlüğü unutmuştu” diye onunla alay eden bir şahsı hemen göğe yükseltir. Yılmaz Güney çapaktır çünkü.
Tarık Akan’ın kitabında klasik bir sol hastalığına da rastlanır. Birçok örgüt kendi tarihini anlatır. 12 Eylül öncesi dönemde hepsi de “az kalmıştı, devrim yapıyorduk ama bu Devyolcular yok mu?” lafını eder. Doksanlarda Devyol’un yerini Devsol almıştır. Her iki örgütün de tartışılacak yönleri vardır ama buradaki alerji, halkla kurulan ilişkinin bir çapak olarak görülmesiyle ilgilidir. Fransızcacılar, Fransızcılar, halkla bu kadar içli dışlı olmayı sevmezler. Bunun bireyliklerine zarar vereceğine inanırlar.
Teori ve pratik zemin, burjuvazinin takdim ettiği hurmalar yüzünden tarumardır. Bu sebeple özel insanları ışığı ile, tavşan gibi avlayan küçük burjuva eşitlikçiliğinin feminizm, ekoloji, Kürd hareketi, sivil toplum siyaseti gibi çeşitli formlar altında süren varlığı, belli bir mücadele alanında oluşan imkânları berhava etmektedir. Esasında yapılması gereken, küçük burjuva eşitlikçiliğin, yani yukarıdan kurulmuş teorik-politik faaliyetin eleştiriyle parçalanması, teori ve pratiğin mücadele alanlarında kurulması, örgütlenmesidir. Küçük burjuva eşitlikçiliğin ekoloji teorileri boştur; Cerrattepe’nin direnişi gerçektir. Mao’nun sözüne atıfla; ilki boktur, gübredir, ikincisi devrimcidir.
Mücadele, AKP’yi “faşizm” olarak kodlamamızı isteyenleri de içermek zorundadır. Gerilik-ilerilik, burjuvazinin ve devletin hareket planı değil, devrimin hareket planı ile alakalıdır. Kendi varlığını burjuvaziye ve devlete armağan etmiş olanların devrimin hareket planı ile ilgili bir derdi yoktur. Onlar, ticari ilişkileriyle siyasî ilişkileri birbirine karıştıranlardır.
Bahri Dikmen