emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Kıskaç

Son beş yıldır duyduğumuz çığlıklar esasında bir susma biçimidir. Suskunluk, Suriye ile ilgilidir. Batıdakiler, Ankara’nın üzerine çökmüş kara bulutların dağılacağına; Doğudakiler, Rojava’da bir güneş doğacağına inandıklarından susmuşlardır. AKP’ye karşı muhalefet, bu nedenle “laiklik-gericilik” ikiliğine indirgenmiştir. Suriye sustuğumuz, susturulduğumuz yerdir.
Suriye iç savaşı konusunda ABD’de ya da başka yerlerdeki solcuların onda biri kadar bile bir mücadele sergilenmemiştir. Dolayısıyla oradaki kan, muhalifi-muktediri, herkesin gömleğindedir.
Suriye’de Pentagon ve CIA arasında bir bilek güreşinin yaşandığından bahsedilir. Libya’daki yıkım sonrası oradaki silâhların ve çetelerin Suriye’ye akacağı kanal Türkiye üzerinden kurulmuştur. Bunun bir sebebi de kanal inşaatının ucuza mal olacak olmasıdır.
İslamcı ekiplere yol veren, destekleyen, içinde cirit atan CIA; onları bulundukları yerde ezen, ezmesi için Kürd’ü örgütleyen, Esad’a istihbarat sağlayan, Rusya ile bu konuda anlaşan Pentagon’dur. Hepsi de bataklıkta toplanıp ölecek birer sinek düzeyindedir. Aynı hamlede düşman görünenler dost; dost görünenler düşmandır.
Bu açıdan “İslamcılar yeryüzünden silinince sosyalistlere gün doğacak” diye ellerini ovuşturanlar, fena bir vehim içerisindedir. Emperyalizmin kıskaç harekâtı onları da içermektedir. Yeni Ortadoğu’da eski sosyalizme asla yer olmayacaktır. Herkes Amerikan ölçülerine göre yenilenmek zorundadır.
Bunu söyleyen, emreden, DSİP ve türevleridir. Kıskaç harekâtının bölgesel boyutuna bir de yerel boyut eklemlenmektedir. Türkiye’de sol-sosyalist yapılar, yeni dönemin binası içerisinde bir tuğla olmak adına, DSİP-TKP kıskacına örgütlenmek zorundadır. 1 Eylül ve 30 Ağustos tartışmaları bu minvaldedir.
Bir taraf emperyalizmin ordularını; diğer taraf Türk ordu geleneğini hepimize sevdirmekle görevlidir. Her ikisi de iradesine kul oldukları orduları AKP döneminde ari ve temiz tutmaya mecburdur. Ordulararasındaki bağlar böylelikle gizlenmekte, geçişkenliğe karşı bu sayede susulmaktadır.
ABD, İran’la anlaşma öncesi bir hamle yapmış, Erdoğan’a altın-gaz takası üzerinden İran’la iş yürütülmesine izin verilmiş, bu işin kirli çamaşırları CIA-Fethullah aracılığıyla ortaya dökülmüştür. Paranın önemli bir kısmının orduya gittiği söylenmektedir. Eğer öyleyse aynı ordu bizi Can Dündar’a asker kılmıştır.
Kıskaç harekâtı, balık avı misali işlemektedir: balığın ağzına takılan zoka serbest bırakılmakta, sonra da sertçe çekilmektedir. Bu zoka herkes, hepimiz için geçerlidir. Fethullah zokasını yutanlar, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedir. Kimse hesap vermemektedir. Üç kuruşluk varlıkları için devrimci varoluş ezilmektedir.
Benzer bir hikâye, “MİT krizi”ni de içermektedir. Sobadaki kestaneleri maşayla almaya meraklı Obama emretmiş, silâhlar akmış, olayı ifşa etmek de gene CIA-Fethullah’a düşmüştür. Cümlemiz, iktidardaki bu pazarlığın figüranı, tezahüratçısı kılınmıştır.
DSİP kadar TKP çizgisi de zokadır. Bu iki çizgi semboliktir, bugün tüm sol bu iki çizgi altında toplanmıştır. 30 Ağustos konusunda yaşanan tartışmalarda bu zokanın damağımıza geçtiği anki sancı örtbas edilmektedir. Dolayısıyla ham hayallerle “bu ülkede tek devrimci gelenek var, o da Kemalist ordu geleneği, herkes onuna diz çöksün” diyenlerin bu gelenekten bir “halk kurtuluş cephesi” çıkartabileceklerine dair beklentileri oyalamaya dönük bir siyasettir. “Emperyalist” dedikleri, emperyalizmin piyonu olarak kullanılıp atılmış Yunan ordusudur. Sovyetler sayesinde kurulan devlet masalına inananlar, Sovyetler’e rağmen kurulan devleti allayıp pullamak, bu pratiği de “devrimci” sosuna banmak zorundadır. Her iki kesim de Sovyetler’in devrimi ile değil, devleti ile bir bağ kurmakta, o ilişkinin bağbanı olmaya çabalamaktadır. Bu bağbanlar, eskiden yok hükmünde kabul ettikleri Sovyetler yerine ABD devrimi ile ilişki kuruyormuş gibi görünüp o devletten, üstelik devletin bugünkü çıkar ilişkilerinden yirmilere bakmaktadır. Halklar bunların asla umurunda değildir. Bu çevreler, ABD ve batı metropollerindeki orta sınıfların hasretle andıkları, özlemle yad ettikleri hayatlarını biz fukaraya önermekten başka bir şey yapmamaktadır. Onların “iyi niyet” taşları cehennemimize giden yolu döşemektedir.
Bülent Uluer’in 1920 Türkiye’sinde halk direnişinde milliyetçilik görmesi ile bu tür solcuların anti-emperyalizm görmesi, aynı madalyonun iki yüzüdür. Herkes neye ve kime karşı mücadele edeceğini unuttuğundan, devrime ve sosyalizme olan inancını-bilgisini silip attığından, bu tür masabaşı hesaplar içine girmektedir. Bağban olununca her tür mahsul alınabilir zannedilmektedir. Sadece kendi öznelliğine güvenenlerin, sadece ona bakanların aldandığı nokta budur. Onlar, öznellikleri dışında her şeye karşı suskundur. Öznelcilik, gizli bir susma akdidir.
Çığlık susma biçimidir. Ne konuda yaygara kopartılıyorsa, başka bir yer karartılıyor demektir. Cerablus konusundaki tartışma, 15 Temmuz’la bağlantılıdır. Pentagon-CIA arasındaki bilek güreşi devam etmektedir. Dün “IŞİD ve AKP aynı şey” diyenler, bugün internet kanallarında “Türk askeri ile IŞİD birbirine girdi, 51 Türk askeri telef oldu” diye haber yapmaktadır. Önemli olan, baktığımız değil, bakmadığımız yerdir.
Pentagon-CIA kıskacında hareket etmek zorunda olan AKP, “yerli ve milli”den dem vurmaktadır. Oysa o, bugün Pentagon’un yerliliğine ve milliliğine tabidir. Sıradan bir Amerikalı, Pentagon’un ülkesinin özçıkarlarını koruduğuna inandırılmaya mecburdur. Aynı durum bizim için de geçerlidir. Tüm bu hengâme, 1 Ocak’ta Hillary’nin başa geçmesiyle bir miktar değişecektir. O güne dek herkes, koz ve güç elde etmek derdindedir.
Pentagon çoğu zaman iyi polisi; CIA kötü polisi oynamaktadır. Kirli işler CIA’ye; onları temizlerken atılacak adımlarsa Pentagon’a düşmektedir. AKP Türkiye’si bu oyunda figüran ve piyondan fazlası olabilir mi?
DSİP içinde Fethullahçı çıkmasına neden şaşırılır? “Fethullah Konferansları” isimli çalışmanın logosunun HDP logosuna benzerliği neden garipsenir? Kendi özgürlük kavgaları olmayanların, ABD’nin özgürlük ordularına bağlanmasına neden kızılır? Anti-emperyalizm, hiçbir şey yapmamanın kılıfı değil midir? Kimlik ve etnisite siyasetinin, bu gerçeklerin örtüsü olduğu niye görülmez?
“ABD bizi bu sefer satacak mı satmayacak mı?” diye kırılan lades kemiği, Kürd’ün belkemiği olabilir mi? Medyada şişirilen isimlerin belirli güçlerin ajanı olduğunu görmek bu kadar mı zor? Onların ağzından çıkana göre değerlendirmede bulunanların, siyaset yürütenlerin devrim ve sosyalizm gibi dertlerinin olduğu söylenebilir mi?
Kıskaçtır bazen gevşetilir. Bu rüzgârla isimlerini yaldızlayacağını, Twitterve Facebook takipçi sayılarını artıracağını, bürolarını kalabalık kılacaklarını düşünenler, fena yanılmaktadır. Şeytana satılan ne varsa, geride ödenmesi gereken büyük bir bedel bırakacaktır.
Suriye’ye yönelik her yeni hamlede AKP aleyhine olacak bir haber sızdırılmakta, herkes “laiklik-gericilik” ikiliğiyle oyalanmaya mecbur edilmektedir. Emperyalizm, her türlü ihtimali düşünmektedir. Hiçbir yeri boş bırakmaksızın ilerler. Rakip güçleri tokuşturmayı, kendisini kurtarıcı olarak satmayı, her fırsatta mevcudiyetini yaldızlamayı sever. Bu nedenle Millet Camii’ndeki Kadirî zikrine “şeriat geliyor” yaygarası kopartmak yanlıştır. Asıl sorun, Anadolu irfanının tağut olan devlete kul-köle edilmesidir. Kıskaç harekâtı, bu toprakların İslamî direncine yönelik de işlemektedir. Bu noktada devrimcilere-sosyalistlere devleti aklamak, korumak, ona yandaşlık yapmak, “ama sana yakışmıyor” demek düşmez.
Her gün beş vakit insanlar “hayalel felah” denilerek kurtuluşa çağrılmaktadır. Kurtuluşumuz, gizli ya da açık ordulara bağlanmak değil, kendi özgücümüze örgütlenmekte, onu örgütlemektedir.
Yusuf Karagöz

26 Ağustos 2016 Cuma

Emperyalist Feminizm ve Liberalizm

Emperyalist feminizm, kadın haklarının ABD emperyalizmine hizmet uğruna gasp edilmesi üzerine kuruludur; Ortadoğu’daki saldırganlığı meşrulaştırmak için de sıklıkla kullanılmaktadır. Peki gerçekten özgürlükçü müdür?
Güncel bir CNNröportajında gazeteci Alisyn Camerota, din âlimi Rıza Aslan’a “Müslüman ülkelerde kadınlara ve azınlıklara yönelik ilkel tutum” göz önüne alındığında İslam’ın şiddet içerikli olup olmadığını soruyor. Aslan’ın cevabı ise Müslüman nüfusun hâkim olduğu birçok ülkede, kadınların konumunun farklılık gösterdiği şeklinde oluyor. Örneğin Suudi Arabistan’da kadınlar araba kullanamazken, bir başka Müslüman ülkede 7 kez kadın devlet başkanı seçilebiliyor. Ancak o, ABD’nin henüz bir kadın başkanı olmadığına ilişkin cümlesini tamamlayamadan diğer sunucu Don Lemon tarafından sözü kesiliyor: “Yine de dürüst ol Rıza, genellikle bu tür devletlerin toplumları kadınlar için özgür ve rahat değil.”
Muhtemelen “özgür ve rahat” olan Lübnan veya Bangladeş’i hiç görmemiş ve Fas, İran ya da Mısır’daki kadın hakları mücadelesi hakkında tek satır okumamış Camerota ve Lemon gibi insanlar; nasıl oluyor da kadınlara Müslüman ülkelerde “ilkel” davranıldığından bu kadar emin olabiliyor? Lemon neye dayanarak Aslan’ın bu konuda dürüst olmadığını varsayıyor ve hangi yetkiye dayanarak onu dürüst olmaya çağırıyor? Nasıl oluyor da Müslüman ülkelerdeki kadın hakları konusunda gözleme dayalı kanıtı pek az olan veya hiç olmayan Batılı yorumcular, İslam ve kadın hakkında rahatça fikir beyan edebiliyorlar?
Cevap, gelişimi iki yüzyıldan daha eskiye dayanan, her zaman her yerde rastlanan, kanıksanmış ve sorgulanmayan ideolojik çerçevede yatıyor. Bilim insanları tarafından kolonyal feminizm olarak adlandırılan bu ideolojik çerçeve, kadın haklarının imparatorluğa hizmet uğruna gasp edilmesi üzerine kuruludur. Bu retorik, 19. yüzyılda Avrupa kolonyalizmi bağlamında doğmuş; özgürlükçü, aydınlanmış bir Batı tarafından medenileştirilmesi gereken barbar, kadın düşmanı bir İslam imgesinin inşasına dayanan, cinsiyetçi oryantalizm anlayışıdır.
Bugüne gelindiğinde, kolonyal/emperyalist feminizm ABD’de farklı şekiller almıştır. Amerika’nın 2001 yılındaki Afganistan işgali, emperyalist feminizm anlayışının kendisine bir bağlam oluşturmasına ve uyanışına da vesile olmuştur. Britanya’nın Hindistan ve Mısır’daki, Fransa’nın Cezayir’deki varlığına gönderme yapan ABD bu müdahalenin Afgan kadınlarını özgürleştireceğini iddia ediyordu. ABD’deki feministler ve liberaller Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği (RAWA) gibi ABD müdahalesine karşı çıkan Afgan feminist örgütlerle ters düşerek, Bush yönetimi ile el ele verip Afgan Savaşı’nı desteklediler.
Obama döneminde ise liberalizm Amerikan emperyalizmi ile daha da iç içe geçti. ABD/NATO işgalinin kadın haklarına katkısının pek az olduğuna dair sayısız bulguya rağmen, Uluslararası Af Örgütü ABD temsilciliği, devam etmekte olan işgal lehine kampanya yürütüyordu. 2012’de burka giyen Afgan kadınlarının resimleri “NATO: İlerlemeye devam!” başlıklarıyla halka açık yerlerde sergileniyordu. Daha sonra Af Örgütü tarafından düzenlenen zirvede, savaşın emperyalist feminist meşrulaştırma gerekçeleri, Madeline Albright gibi güçlü kadınların fikirleri vasıtasıyla yeniden gündeme getirildi.
Liberallerin Müslüman ve/veya beyaz olmayan kadınların aleyhinde tavır alma eğilimlerini nasıl açıklayabiliriz? Birçok sebep olmakla beraber kayda değer iki sebebi: ırkçılık ve emperyalizmdir. Farklı akımlara mensup üçüncü dünya feministleri, Batı’daki liberal feminizmin tarihi zayıflığının beyaz olmayan kadınlara karşı olan ırkçı, tepeden bakan tutumu ve onları birer müttefik veya özneden ziyade kurtarılması gereken mağdurlar olarak görmesinden ileri geldiği görüşünde birleşirler. Bu tutum hem Batılı ulus devletler içerisindeki beyaz olmayan kadınlarla ilişkilerde geçerli, hem de küresel bazda Güney’deki kadınlarla olan ilişkilerde. Madeline Albright ve Hillary Clinton gibi simaların dışişleri bakanı oldukları dönemlerde ABD emperyalizmini tırmandırmalarına rağmen feminist kurtarıcılar olarak gösterilmelerine imkân tanıyan da budur. Liberalizmin devleti, kapitalizmi ve emperyalizmi geliştirmek için kullanılan baskıcı ve cebrî bir aygıt olarak değil, tarafsız bir kurum olarak görmesi ise bu tip anlayışların kökünde yatan asıl sebeptir.
Kültür alanında ise Homeland gibi televizyon programları, emperyalist feminizmi sadece hikâye çizgisiyle ve kadın ana karakteriyle (Carrie Mathison) değil, aynı zamanda reklam kampanyalarıyla da yeniden üretirler. Dördüncü sezon yaklaşırken tanıtım kampanyası bize Mathison’ı “evinden uzakta”, haklı savaşta mücadele ederken gösteriyor. Mathison, kırmızı kapüşonu, mavi elbisesi ve beyaz yüzü ile Doğu karanlığına karşı duran Amerikan halkını temsil ediyor. Özgün kıyafetleri ve etkin duruşuyla liberal bireyciliği bünyesinde cisimleştirirken; siyahlar içinde, pasif, birbirinden ayırt edilemeyen Müslüman kadınlarla tezat oluşturuyor. Büyük anlatıda “biz”, kadınlara ve onların öznelliğine saygı duyan bir toplum olarak kurgulanırken, “onlar”ın kurgulanışında ise kadın düşmanı olarak klasik “medeniyetler çatışması” kolonyal tezinin tipik yeniden üretimi mevcuttur.
Bununla birlikte, emperyalist feminizm sadece batıdaki beyaz seçkinlerin alanı değildir. Küresel Güney’in işbirlikçi entelektüelleri bu ideolojinin üretiminde her daim büyük rol oynamıştır. Bugün ırk ötesi [post-racial] dönemde, emperyalist feminizmi cesaretlendiren yalnız beyaz liberaller ve feministler değil, Batı’da ve Küresel Güney’deki orta ve yönetici sınıf koyu tenli kadınlar da emperyalist feminizme yeni formların ve aktörlerin eklemlenmesinde bilfiil rol oynamışlardır.
Emperyalist feminizmin zaman zaman özne olarak Müslüman bir kadın imgesini (nasıl) içerdiğinin güncel bir örneği ise Batı medyasının Birleşik Arap Emirlikleri’nin kadın pilotu Meryem Mansuri’ye olan yoğun ilgisidir. ABD’deki liberaller ve muhafazakârlar tarafından çokça methedilen Mansuri, körfez hükümdarlıklarındaki korkunç insan hakları sicilini örtbas eden bir araca dönüşmüştür. Müslüman bir kadın pilot imgesi standart kurban imajına sekte vuruyor olsa da büyük anlatı, ABD’nin “iyi Müslümanlarla” IŞİD’e karşı ittifak yürüterek haklı bir savaş sürdürdüğü şeklindeydi. T. E. Lawrence’ın yerinde ise Barack Obama vardı.
Liberal feminizm kadınların orduya katılımına genellikle olumlu bakmaktadır. 1991’deki ilk Körfez Savaşı’ndan sonra feminist Naomi Wolf ABD’li kadın askerleri “saygı ve hatta korku” uyandırdıkları, ayrıca kadın hakları mücadelesini ileri götürdükleri için övmüştü. Savaşta ölen 200.000’i aşkın Iraklı erkek, kadın ve çocuktan ise hiç söz etmedi. Arap kadınları nasıl kendi kurtuluşlarını Suriye’ye bomba yağdırarak sağlayamazsa, ABD‘li kadınlar da kendi kurtuluşlarını emperyalizm kurbanlarının cenazeleri üzerinden sağlayamaz. Emperyalizm özgürleştirmez, boyun eğdirir.
Deepa Kumar
5 Aralık 2014
Çeviri: Mahur Özgül

9 Temmuz 2015 Perşembe

Cezayir Kurtuluş Mücadelesinin Özgürlük Savaşçısı: Cemile Buhayrad

20. yüzyılın en önemli kadın özgürlük savaşçılarından ve sembollerinden biri olan Cezayirli Cemile Buhayrad [Djamila Bouhired] hakkında ne yazık ki çok fazla şey bilinmiyor. Kimbilir belki de bilerek ismi bazı çevrelerce unutturulmaya çalışılıyor. O, Cezayir'in Fransız sömürgesi olmaktan kurtulması yolunda verilen mücadelenin en önemli kadın kahramanıdır.
Cemile'nin hikâyesi, 1930'da, Cezayirli bir yöneticinin Fransız temsilcisine hakaret etmesi sonucu Fransa’nın ülkeyi işgal etmesi ile başlar. Cezayirliler cesurca savaşırlar, ancak silâhsız ve sayıca çok azlardır. Takip eden beş yıl içinde ülkenin verimli topraklarına el konulur ve Fransız yerleşimcilere tahsis edilir.
Cemile Buhayrad 1935 yılında Cezayir'de doğdu ve orta-sınıf bir ailenin çocuğu olarak yetişti. Çocukluk ve gençlik yıllarında Cezayir, Fransa işgali altında bulunmaktaydı.
Buhayrad henüz 10 yaşındayken 1945 yılında, Fransa II. Dünya Savaşı'nın sona ermesini fırsat bilerek Setif'te Cezayirlilere karşı büyük bir katliama girişti. Tarihe 'Setif Katliamı' olarak geçen bu kara gün, Cezayir halkının bağımsızlık arzusunu daha da alevlendirdi. Özellikle bu katliamdan sonra çoğunluğu öğrenci kökenli olan Cezayirli gençler Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne (FLN) katılmaya başladılar.
Cemile, nadir rastlanan zekâya sahip, atılgan mizaçlı, her türlü haksızlığa isyan eden bir genç kızdır. 'Ömür boyu hapistense idam daha özgürleştirici bir seçenektir. ' diyen Cemile ilkokulda her sabah okutulan 'Annemiz Fransa' marşını 'Annemiz Cezayir' diye okuduğu için okuldan uzaklaştırma aldı. Yaşamındaki ilk önemli kıvılcım buydu. Daha sonra 1954 yılında FLN'e katıldı ve fedailer grubuna girdi.
Devrim süresince Millî Kurtuluş Cephesi komutanı Sadi Yacef'in irtibat ajanı olarak çalıştı. Ayrıca bir ara Cezayir'in başkenti Cezayir'de silahlı eylemlerden de sorumlu olduğuna dair doğrulanmamış birçok rapor da bulunmaktadır.
1954-65 yılları arasında Cezayir devrimi Asya ve Afrika’yı sarsan, 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgecilik karşıtı mücadelelerin en güçlülerindendir.
Sömürge rejiminin bütün cephelerine yönelik silahlı eylemleri de kapsayan millî kurtuluş mücadelesi köylüler arasında yaygın destek bulur. Şehirlerde FLN kısa zamanda sağlam bir sempatizan kitle kazanır.
Fransa bu mücadeleye karşı modern ordusunun bütün silahlarını, NATO'dan da takviyelerle, seferber eder. Yedi buçuk yıl süren savaşta 400.000'den fazla asker -hava kuvvetlerinin üçte ikisi ve donanmanın yarısı dâhil- savaşta yer alır.
Uçakların, tankların ve deniz ablukasının yanı sıra Tunus ve Fas sınırlarına elektrikli bariyerler yerleştirilir, asileri tecrit için denizde sualtı tarama ağları kullanılır ve halkın yararlanmasını önlemek için ürünü ve tarım araçlarını yok etme politikasıyla 8.000'den fazla köy imha edilir.
İki buçuk milyon insan savaş sonucunda yerlerinden edilmiş ve bu durum bir milyondan fazla kişinin ölümüne neden olmuştur.
300.000'den fazla yetim ve öksüz çocuk şehirleri doldurmuş, 300.000 Cezayirli kurtuluş mücadelesinin takviye güçleri haline geldikleri Fas ve Tunus'a çekilmiştir.
Cemile Buhayrad Fransa'ya karşı verilen bu direniş mücadelesinin hep en ön saflarında yer alır. Bir baskında yakalanır ve başkentteki Fransız lokantalarına birçok kişinin ölümüne yol açan bombalar yerleştirmekle suçlanır. Ağır işkencelerden sonra yargılanır, suçlu bulunur ve 1957'de ölüm cezasına çarptırılır.
Cemile'nin tutukluluğu esnasında Cezayir'deki yargıç ve savcılardan gizli bir öneri gelir. Cemile onların seçeceği bir yetkili uzman tarafından kontrol edilecek ve sonra aklının başında olmadığına ilişkin verilecek bir raporla resmen deli muamelesi görecek ve hemen salıverilecekti. Cemile her onurlu özgürlük savaşçısı gibi bu iğrenç öneriyi reddeder.
Ancak Cemile'nin, Fransız avukatı, bu gülünç mahkemede alınacak yenilgiyi kabul etmeye razı değildir. Cemile'nin davasındaki ve başka davalardaki rolüyle uluslararası bir ün kazanacak olan Avukat Jacque Verges dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaşan bir kampanya başlatır.
Simon De Bouvoir ve Françoise Sagan gibi ünlü Fransız yazarlar da bu kampanyaya destek çıkarlar. Modern feminizmin anası olarak bilinen Fransız filozof ve yazar Simon De Beauvoir 'Kadınlığımın Hikâyesi' adlı otobiyografik eserinde Cemile'nin hikâyesine genişçe yer vermektedir. Hatta Simon De Bouvoir'ın Cemile'nin tutukluluk koşullarıyla ve gördüğü işkencelerle ilgili yazdığı bir yazının Le Monde gazetesinde yayınlanmasının ertesinde, gazete Cezayir'de toplatılır ve 400 bin Frank maddi kaybı olur.
Fakat bir yandan da olumlu tepki mektupları da alır. Bu mektuplarda Cemile'nin bekâretinin işkence uygulayan subaylar tarafından şiş sokularak bozulmuş olması sert bir dille yeriliyor ve onun durumunu kitlelere duyurduğu için Bouvoir'a teşekkür ediliyordu.
Dünya kamuoyunun ezici baskısı altında infaz ertelenir ve 1958'de Cemile Rheims'de bir hapishaneye gönderilir.
Birçok yenilgiden ve her iki taraftan birçok ölümden sonra Evian Anlaşmaları 1962 Mayıs'ında imzalanır ve Cezayir'in bağımsızlığı ilân edilir. Ancak Fransa birkaç ay önceden, henüz anlaşma masasındayken, sayısı binlerle ölçülen Cezayirli tutukluları tedricen serbest bırakmaya başlamıştır.
Cemile serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra, Müslüman olup Mansur ismini alan ve 2013 yılında yaşamını yitiren avukatı Jacque Verges ile evlenir ve iki de çocukları olur.
Bağımsızlık sonrası Cezayir Kadın Birliği'nin başkanı olsa da, o günlerde cumhurbaşkanı olan Bin Bella'nın süreci zorlaştırıcı her kararına karşı mücadele etmek zorunda kalır. Birkaç yıl sonra ise politik arenayı terk etme kararı alır. Ev hanımı olarak Paris'te hayatını sürdürür. Arada sırada kamuoyu önüne çıktığında dünya onu millî kurtuluşun sembolü olarak anar.
Fakat bazı kaynaklar Cemile Buhayrad'ın şu an Cezayir'in başkenti Cezayir'de yaşadığını söylemektedir. En son 8 Mart 2014 Dünya kadınlar günü vesilesiyle Gazze'ye gitmek isteyen fakat Mısır'da durdurulup geçişleri engellenen farklı ülkelerden 80 kişilik heyetin içinde yer aldığı da, basında en son çıkan haberler arasındadır.
Özgürlük mücadelesinin Afrika’daki simgesi olan Cemile Buhayrad'ın hayatı 1958 yılında Mısırlı yönetmen Yusuf Şahin tarafından 'Cezayirli Cemile' adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Yine Gillo Pontecorvo imzalı 'Cezayir'in Mücadelesi' [The Battle of Algiers) adlı filmde Bouhired Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin üç kadın bombacısından biri olarak betimlenmiştir.

7 Temmuz 2015 Salı

Artık Bakan Değilim!

Yunan Maliye Bakanı Yanis Varufakis’in İstifa Açıklaması
5 Temmuz referandumu, küçük bir Avrupa ulusunun borç esareti karşısında ayağa kalktığı özgül bir moment olarak tarihteki yerini alacaktır.
Tıpkı demokratik haklar için verilen tüm mücadeleler gibi, Avro Grubu’nun 25 Haziran tarihli ültimatomuna yönelik bu tarihsel itiraz da büyük bir bedel karşılığı gerçekleşti. Bu nedenle o muhteşem hayır oyunun hükümetimize bahşettiği muazzam sermaye, derhal, uygun bir karar için verilecek evet oyuna tahvil edilmeli. Bu karar, elbette borçların yeniden yapılandırılmasını, daha az tasarruf tedbirini, yoksullar lehine gerçekleştirilecek bir yeniden dağıtımı ve gerçek reformları içermeli.
Referandum sonuçlarının ilân edilmesinden kısa bir süre kimi Avro Grubu katılımcılarının, muhtelif “ortaklar”ın beni belirli bir tercihle yüzleştirdiklerini fark ettim, benim grubun toplantılarında “bulunmama”mı istediklerini gördüm. Başbakan bir anlaşmaya varma noktasında böylesi bir fikrin faydalı olacağına hükmetti. Bu sebeple bugün itibarıyla maliye bakanlığından ayrılıyorum.
Dünkü referandum üzerinden Yunan halkının bahşettiği sermayeyi uygun gördüğü biçimiyle kullanması noktasında Aleksis Çipras’a yardım etmenin görevim olduğu kanaatindeyim.
Alacaklıların nefretini üstüme gururla çekeceğim.
Solcular olarak bizler, makamın sunduğu imtiyazları asla umursamadan, müştereken nasıl hareket edeceğimizi biliriz. Başbakan Çipras’ı, yeni maliye bakanını ve hükümetimizi tümüyle destekleyeceğim.
Yunanistan’ın cesur halkını onurlandırmak için ortaya konulan insanüstü gayret, tüm dünya genelinde demokratlara o halkın bahşettiği meşhur oxi [hayır] sonrası, daha yeni başlıyor.
Yanis Varufakis

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Bir Emsal Olarak Srebrenica

Bu ay, Srebrenica Katliamı’nın yirminci yıldönümü. Bu Bosna şehrinde sekiz bin insan katledildi. Yaşanan söz konusu kitlesel katliam Bosna Savaşı’nın en amansız olayı idi ve Soğuk Savaş sonrası dönemin en çok bilinen mezalimiydi.
Katliamın sahip olduğu önemin küçümsenmesi elbette mümkün değil. Katliam, Bosna Savaşı’nı sona erdirmek suretiyle belirli bir itibar kazanan o NATO bombardımanını tetikledi ve NATO’ya Sovyetler Birliği’nin yıkılışı için ikinci bir şans verdi. O günden beridir bir emsal olarak Srebrenica dünya genelinde askerî müdahalelerin yardıma çağrılması noktasında devreye sokuluyor.
2005’te Christopher Hitchens ABD’nin Irak’ı işgal etme kararını “Srebrenica’dan Bağdat’a” başlıklı makalesi ile destekledi. 2011’de Guardian’da köşe yazarı olan Peter Preston Libya’ya yapılacak askerî müdahaleyi “Srebrenica’yı Hatırlayan Var mı?” başlıklı makalesi ile savundu. 2012’de CNN’de Suriye’ye yönelik batı müdahalesine yönelik yapılan çağrının başlığı “Suriye, Saraybosna ve Srebrenica” idi. 2014 tarihli IŞİD’in Suriye’de ilerleyişi ile ilgili makale de “Yeni Bir Srebrenica” ihtimali konusunda uyarıda bulunuyor ve bu felâkete mani olma noktasında Batı’nın askerî açıdan harekete geçmesi gerektiğinden dem vuruyordu.
Askerî müdahale destekçileri Srebrenica’ya atıfta bulunduklarında sıklıkla diplomasiyi devre dışı kılma ve insanî yardım konusunda oluşan acil durumlara cevap vermek adına kararlı bir biçimde askerî güç kullanma ihtiyacına vurgu yapıyorlar. Yeni Cumhuriyet [New Republic] dergisinin 2006 tarihli sayısında editör şu tespiti yapıyor: “Birçok dış siyaset krizine yönelik tepkide askerî güç kullanımı son çare olarak görülüyor. Soykırıma tepki noktasında ise askerî güç kullanımı ilk çare olarak değerlendiriliyor.” Yazıda soykırım en geniş tanım dâhilinde ele alınıyor, buradan da askerî müdahalelerin hiçbir sınıra tabi olmaksızın gerçekleşmesine dönük bir çağrı yapılmış olunuyor.
Srebrenica ve Bosna Savaşı’na daha yakından baktığımızda ise katliamla ilgili geleneksel kanaatlerin hatalı olduğu görülüyor. Yaygın inancın aksine, NATO’nun Bosna’ya müdahaleleri fiiliyatta çözdüklerini varsaydıkları zulümleri ortadan kaldırmadı. Eldeki mebzul delil, diplomasinin Bosna Savaşı’na mani olabileceğini, dolayısıyla Srebrenica Katliamı’nı önleyebileceğini gösteriyorken, bu seçenek ABD’deki müdahale yanlısı güçlerce bloke ediliyor.
Hâsılı, dış siyasette söz sahibi olan müesses nizamın öğrenmesi gereken öncelikli ders şu: “ABD’nin daha fazla askerî müdahale gerçekleştirmesi iyidir” fikri tümüyle yanlıştır.
David N. Gibbs

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu

Siyahlara Yönelik Baskının Depolitizasyonu
Afrikalı Amerikalılarla dayanışma içinde olunduğunu gösteren uluslararası yürüyüşler neden yapılmadı? Neden dünya liderlerinden terörist saldırıyı lanetleyen açıklamalar duymuyoruz? Neden bu aynı liderler, ABD yetkililerine ülkede gelişen beyaz milliyetçi terörüne müsamaha göstermeyip üstüne gitmesi çağrısı yapmadılar? Beyazların düzenlediği ırkçılık karşıtı ve siyahlara destek niteliğinde yürüyüşler hani? Neden ‘Je Suis Charleston’ [‘Ben Charleston’ım] diyen yok?
Bu soruların çoğunluk tarafından sorulmuyor oluşu, ABD devletinin propagandistlerinin ve onların omuzdaşları olan şirket medyasının Güney Carolina’da, Charleston’da gerçekleşen canice saldırıyı ehlileştirmekte ve depolitize etmekte ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.
Önce devletin baş propagandisti olarak Başkan Obama, beyaz milliyetçi saldırgan Dylann Roof’u silah edinmekte zorlanmayan patolojik ve nefret dolu asosyal bir tip olarak tarif etti. Obama dâhil “terörist” kelimesini sarfeden herhangi bir devlet yetkilisi de görmedik.
Sonra devlet ve şirket medyası bu çerçeveyi ustalıkla tamamladı: ülkedeki şiddet yanlısı aşırı sağcı gruplardan gelen tehdide odaklanmak yerine şu eski silah denetimi meselesi Konfederasyon Bayrağı tartışması ile harmanlanıp revize edilerek yeni odak haline getirildi. Beyazların üstünlüğünün ve kölelik yandaşlığının remzi olan Konfederasyon bayrağının kamu binalarından kaldırılmasının (kimse kalkıp da “Konfederasyon bayrağının kaldırılmasının gerekçesi bu ise ulusal bayrağın da reddedilmesinin gerektiği ile ilgili bir tartışma neden yapılmasın?” sorusunu sorma zahmetine katlanmadı) bir şekilde ülkeyi ırklar arası barışa götüreceği ima ediliyordu; aynı, siyah bir başkan seçilmesinin bunu sağlayacağı iddiası gibi.
Bu propagandanın etkili olması için harcanan çaba saldırıdan birkaç gün sonra semeresini verdi. Hem yerel hem de uluslararası basın üç farklı ülkede gerçekleşen “terörist” saldırıları manşetlerine taşıdılar ama bu manşetlerde Charleston’daki saldırı ile diğer saldırıların ilişkilendirilmesine, hatta Charleston saldırısından bahsedilmesine bile yer yoktu.
Emanuel Afrikan Metodist Episkopal Kilisesi’nin Dylann Roof tarafından öldürülen papazı Pinckney’in cenazesinde hükümetin saldırının acısını saptırma yönündeki çirkin gayretleri tüm dünyanın önünde sahneye kondu. Başkan Obama beyaz üstünlüğü adına hayatının en iyi performanslarından birini sergiledi. Yaptığı konuşma araçsalcı bir “siyahlık”ı -bu siyahlığı beyaz üstünlükçü ABD yerleşimci projesinin hizmetine sunarak- somutlaştırma konusundaki özel yeteneğinin başarılı bir örneğiydi. Konuşmasında “Amerikan istisnacılığı” anlatısını ABD’yi kendi tanrılarının lûtfunu kazanmış bir ülke olarak gören dinci sağın beyanlarından ayırdedilmesi mümkün olmayan Hıristiyan sofuluğunun diliyle ifade etti.
Obama ‘Amazing Grace’ ilahisini söyledi ve Charleston saldırısının, yerel terörizm tanımlamasına uyduğu halde, neden terörist bir saldırı olarak nitelenmediğinin cevabını talep etmesi ya da Obama yönetiminin, şiddet yanlısı beyaz üstünlükçüsü grupları milli güvenliğe yönelik İslamî ‘köktenciler’den daha ölümcül bir tehdit olarak tanımlayan 2009 tarihli Milli Güvenlik Departmanı raporunu neden görmezden geldiğini sorması gereken siyah sesler hayret verici bir suskunluğa gömüldüler.
Sözkonusu tehdit ve ABD hükümetinin siyahların yaşamına karşı ahlaksızca kayıtsızlığı nedeniyle uluslararası dikkat ve dayanışma Afrikalı Amerikalılar için çok önemli. “Obama silahı”nın hemen kullanılmasıyla -hükümet üyelerinin saldırının kurbanlarıyla aynı safa konup bununla beraber saldırının yerel bir suç olayı olarak sunulmasıyla- Afrikalı Amerikalıların içinde bulunduğu kötü durum üzerinden onlarla gerçekleştirilecek uluslararası dayanışmanın politik alanı ciddi biçimde daraltıldı; en azından Charleston saldırısı bakımından böyle oldu.
Bu hikâyenin yönetiminde, bu mesele karşısında bir çıkış yolu bulmaya zorlayan bir unsur daha var. Obama’nın, yönetimin 2009 raporunu eleştiren Kongre’deki “saygıdeğer” sağcı ırkçıların baskıları karşısında teslim olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutması gerekiyordu.
Temsilciler Meclisi başkanı John Boehner raporu “yaralayıcı ve kabul edilemez” olarak niteledi. Boehner’e göre, Obama yönetimi “Washingtonlu Demokratların ulusumuzu götürdüğü yöne itiraz eden Amerikan vatandaşları”nı kınamaya hakkı yoktu.
Milli Güvenlik sekreteri Napolitano’yu ve onun kurumunun yayınladığı raporu savunmak ya da bu raporla oluşan, insanları bu iç tehdit konusunda eğitme imkânını kullanmak yerine Obama, Napolitano’yu kurtların önüne attı ve Milli Güvenlik Departmanı raporunu internet sitesinden kaldırdı. Beyaz üstünlükçü örgütleri ve hareketleri izlemekle görevli olan departman birimi dağıtıldı ve beyaz üstünlükçülerin şiddet eylemlerinden gelen tehdidin kendisi kurban oluverdi.
Siyahların hayatlarının sadece uluslararası halkla ilişkiler çalışmalarında ve iç politikada araçsal bir hesap unsuru olmuştur: ABD’deki politik kültür ve Obama yönetiminin zihniyeti işte budur.
Sonuç?
Niyetler ve amaçlar bir tarafa, Charleston trajedisinin defteri, bir köle gemisi kaptanının 1779’da yazdığı bir şarkının (‘Amazing Grace’ ilahisi) 200 yıldan fazla bir süre sonra bir siyah adam tarafından beyaz üstünlüğüne hizmet eder biçimde söylenmesiyle kapanmış oldu.
Ajamu Baraka

19 Haziran 2015 Cuma

Charleston'da Beyaz Terörizmi

Beyaz bir adam, Güney Karolina’daki bir kilisede dokuz kişiyi vurup öldürdü. Ertesi gün rüzgârda devletin müttefik bayrağı dalgalanıyordu. Beyaz adam gözaltına alındı. Kendisine kurşungeçirmez bir kevlar ceket verildi.
2015 ABD’sine hoş geldiniz.
17 Haziran 2015’te Charleston’da yaşanan zulüm, bugün Amerika’daki siyahların hayatının sahip olduğu değeri örnekliyor. Dylann Roof’un işlediği suç nefretle karşılandı. O, dokuz kişiyi soğukkanlılıkla katletti. Ama Amerika’daki siyahlar ve hayatlarına ait daha geniş bir bağlam dâhilinde düşünüldüğünde, Roof’un saldırısı beyaz terörizminin başka bir örneğidir.
Siyah Amerikalıların günbegün tecrübe ettikleri şiddet ışığında bile bakılsa, Güney Karolina’daki saldırı şok edicidir. Bir kilisede dokuz masum insanı silâhla vurup öldürmek her türlü sınırın ötesinde bir eylemdir. Burada hatırlamakta fayda var. Bu suç her ne kadar suçu işleyenin kayıtsızlığı ve soğukkanlılığı noktasında dikkat çekici olsa da ve hikâyenin paylaşılması için birkaç insanı canlı bırakması onun aşırı kötü bir pislik olduğunu gösterse de, bir siyahın bir beyaz adam eliyle öldürülmesi Amerika’da asla bir anormallik değildir.
Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi, Afrika kökenli yurttaşları ölümle tehdit eden beyaz Amerika’nın mevcut kayıtsızlığına dönük doğrudan bir tepkidir. Hareketin adı fiilî gerçeğe yönelik reaksiyonu ifade etmektedir. Siyah Amerikalılar kullanılıp atılacak bir mal gibi muamele görmektedirler. Amerika’daki siyah halkın hayatının önemli olduğunun kabulüne dönük çağrı yapan bir hareketin ortaya çıkması bir gerekliliktir, zira her momentte onların hayatlarının önemli olmadığına dair deliller ortaya çıkmaktadır.
Haber kanallarında ve gazetelerde siyahlar kriminalize edilmekte, popüler kültürde daha az arzulanılan kişiler olarak muamele görmekte, sinema ve televizyon dünyasında ağırlıklı olarak kriminal unsurlar olarak takdim edilmektedirler. Tüm Amerikalılara siyahları tehditkâr, yabancı ve tehlikeli olarak görmeleri yönünde telkinlerde bulunulmaktadır.
İşte asıl terörizm budur.
Siyah Amerikalılar, uyduruk sebeplere binaen katledilmektedirler. Onlar çocukken oyuncak tabancalarla oynayan kişiler olarak takdim edilmektedirler. Gürültülü müzik dinlemektedirler. Sokaklarda sigara satmaktadırlar. Polislerden kaçmaktadırlar. Havuz partilerinde takılmaktadırlar. Kiliselere gitmektedirler. Bu izlenimler üzerinden beyazlara siyahların bir ölüm ya da şiddet tehdidi olduğu öğretilmektedir.
İşte bu terörizmdir.
Beyaz Amerikalılar, derilerinin renginden ötürü durdurulma korkusu olmadan arabalarını kullanabilmekte, sokakta durdurulup üst aramasına kalma korkusu olmaksızın yürüyebilmektedirler. Oysa bunlar Siyahlar için mümkün değildir. Beyazlar gidip bir polisten yardım isteyebilir, ona yol sorabilir. Siyahlarsa aynı şeyi yapsalar ölüm ihtimaliyle yüzleşebilirler.
İşte bu terörizmdir.
Terörizm, saldırı düzenlediği toplulukların içerisine korku salan ve onu etkileyen, toplumların standart fiilî yaşam prosedürlerini değiştiren politik ve sosyal şiddet ve baskının adıdır. Siyahların Amerika’da statik bir standart fiilî prosedürü mevcut değildir. Onların davranışı tehditler ve gözdağı karşısında sürekli değişmek zorundadır. Siyah toplumu için kilise bile kendisini güvende hissedeceği bir yer değildir. Bu, 1963’te ve doksanlarda olduğu gibi 2015’te de böyledir.
Beyaz terörizminin sebebini basit ve temel bir cümleyle izah etmek mümkündür. Milli beyaz Amerikan bilinçaltında siyahların eşit muamele görmesine izin vermeyi kesinlikle reddeden sosyopatik bir yan mevcuttur. Bu noktada beyazlar, fiilî beyaz üstünlükçülüğünü sürdürmek için eldeki her türden aracı kullanacaklardır. İç Savaş’ın sona ermesi ardından kölelerin özgürleşmesine tepki olarak Ku Klux Klan işte bu yüzden kurulmuştur. Köleliğin sona ermesi ardından başlayan, siyahların terörize edilmesi süreci bugün hâlâ devam etmektedir.
İster kabul edelim ister etmeyelim, gerçek şudur: beyaz Amerikalıların mevcut konumu ancak terörle sürdürülebilir. Dylann Roof’un masum siyahları katleden sosyopatik katil olarak sunulan görüntüsü, üzerindeki kurşungeçirmez ceketle kibarca polis otosunu bekleyen bir kişinin görüntüsüne tam da bu sebeple dönüştürülmüştür. İşlediği suç, ülkeyi esasında fazla tantanalı olduğu için şoke etmiştir. Haber kanalları işledikçe millet gene Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini görmezden gelecek, Amerika’da ırklararası ilişkiler meselesi ve beyaz terörizm gene arka plana atılacaktır.
Ve bu süreç elbette tüm kaçınılmazlığıyla benzer bir olay yaşanana dek devam edecektir.
Eoin Higgins

Charleston Katliamı

Charleston Katliamı ve Beyaz Üstünlükçülüğün Şeytanlığı
Kuzey Karolina-Charleston merkezli olarak yayın yapan Atlantic sitesinin yazarı Matt Ford’a göre, bu kentte bulunan, silâhlı bir beyazın dokuz kişiyi katlettiği kilise
“Güney Baltimore’un en eski siyah kilisesi ve ABD’deki en önemli siyah cemaatlerinden birine sahip. Emanuel Afrikan Metodist Piskopos Kilisesi’nin tarihi, Charleston’daki Afro-Amerikanların hayatı ile derinlemesine bir ilişki içerisinde. Cemaatin kurucularından biri olan Denmark Vesey, Güney Karolina’da iç savaş öncesinde yaşanan kitlesel bir köle isyanını örgütlemeye çalışma suçundan 1822’de idam edilmiş olan eski bir köle. Bir biçimde bastırılan ayaklanmaya tepki olarak beyaz Güney Karolinalılar kiliseyi yakıp kül etmişler. Diğer siyah kiliseleri ile birlikte 1834’te kapatılmış. Kilise, 1865’te yeniden örgütlenmiş ve kısa süre içerisinde Denmark’ın oğlu Robert Vesey’nin tasarladığı yeni binaya yerleşmiş. Şimdiki bina ise 1891’de inşa edilmiş. Bu kilise, insan hakları mücadelesinde bugüne dek öncü bir rol oynamış.”
Denmark Vesey, Amerika’nın ırkçı terörünün o uzun tarihinde en fazla öne çıkan isimlerden birisi. Katil, sadece Vesey’nin kilisesini değil, onun ölüm yıldönümü olan günü de bilinçli olarak seçmiş. Eldeki bölük pörçük deliller üzerinden beyaz Charlestonlılar, 1822’de Vesey’nin isyanının tam olarak “16 Haziran Pazar gece yarısından, 17 Haziran Pazartesi’ye döndüğü an olduğuna inanmaya başlamışlar.” Sonrasında da Vesey’nin kilisesini komplonun merkezi olarak tanımlamışlar.
O hafta sonu beyaz milisler hem azat edilmiş kölelerden hem de hâlihazırda köle olanlardan onunu tutuklamaya başlamış, ertesi gün ise daha fazlasını tutuklamış. Azat edilmiş bir köle olan Vesey 22 Haziran’da yakalanmış. İşkenceyi tarif etmek için kendilerince belirli örtmecelere başvurma konusunda “teröre karşı savaş”ın icracıları yalnız değiller. Charlestonlı bir memur, yakalananların maruz kaldıkları soruşturmaları o günlerde şu şekilde anlatmış: “Bu fesadın kökünü kurutmak için hangi tecrübenin ya da ustalığın devreye sokulduğunun bir önemi yok.”
Ardından hızlı bir yargılama ve suçlu olduğuna dair hüküm ardından Vesey ve beş arkadaşı 2 Temmuz’da asılmış. Bu olayı başka tutuklamalar ve idamlar izlemiş. Büyük kalabalıklar önünde tam 35 kişi idam edilmiş.
Tarihçi Ira Berlin, Vesey’nin hayatı hakkında şu özet bilgiyi veriyor:
“Gerçekten anlatmaya değer bir hikâye bu. Milyonlarca genç Afrikalıdan biri 18. yüzyılda Atlantic köle pazarında satılmış, sonrasında Denmark ismini alan genç, Kaptan Vesey’nin komutasındaki 400 köle taşıyan gemiden, ‘güzelliği, açıkgözlülüğü ve zekâsı’na istinaden sökülüp alınmış. Vesey genci kamarasına almış, ona okuma-yazmayı öğretmiş, onun ticareti ve başka konuları öğrenmesini sağlamış. […] Kaptan ve kölesi, nihayetinde Kuzey Amerika kıtasının en büyük köle limanı olan Charleston kentine yerleşmiş. Burada Kaptan Vesey, saygın bir adam olarak emekli olmuş ve o rahat hayatını sürdürmüş. Kazancının önemli bir bölümünü bu kölesinin desteğiyle elde etmiş. Onu başkalarına kiralamış. […] Denmark, kölelikten özgürlüğe adımını atmış […] ama Charleston’da giderek büyüyen özgür siyahlar cemaatine katılmamış. Melez ırksal kökenlerine ihanet etmiş açık tenli bu zanaatkârların ve tüccarların gözü efendiler sınıfının imtiyazlarındaymış. Bu efendilerin duruşuna, konuşma tarzına ve değerlerine, hatta köle sahibi oluşlarına imrenmişler. İçi geçmiş bir üslup içerisinde özgürmüş gibi yapma konusunda asla tatminkâr olmayan Vesey’nin hoşnutsuzluğu giderek büyümüş. Arka sokaklardaki meyhanelerde ve haftalık İncil sınıflarında kutsal metinlere, Bağımsızlık Bildirgesi’ne, hatta cemaat içi tartışmalara atıfta bulunarak, bir gasp suçu olduğunu söylediği köleliği kınayıp durmuş. Esareti kabul edenlerin ve beyazlara boyun eğenlerin köle olmayı hak ettiklerini söyleyerek onları küçümsemiş. Bu öfkeli yaşlı adam, tehditler savurmadığı insanlar arasında bile korku salar olmuş. Vesey, köleliğin ancak silâhla son bulabileceğine inanmaya başlamış ve başarılı bir ayaklanmanın paramparça olmuş siyah halkın birleştirilmesi üzerinden mümkün olacağına inanmış. Özgür ama asimilasyoncu zencileri bir kenara atarak, siyah toplumun diğer unsurlarının bir araya getirilebileceği fikrine ulaşmış. Hıristiyanlığa bağlı olanlara İncil’den alıntılar yaparak seslenmiş. İktidarın önemli olduğunu bilenlere, beklemede olan Haitili askerlere çağrıda bulunmuş. Ruhani dünyadan korkanlarla temas kurmuş. Herkesçe Gullah Jack olarak bilinen Jack Pritchard harekete katılmış. Bu bıyıklı, kavruk adam Afrikalıların dinî pratiklerine hâkim bir büyücü imiş. Bu özelliği onun Charleston’ı kuşatan plantasyonlarda yaşayan köleler arasında baş üstünde tutulan bir kişi olmasını sağlamış. Bir yandan köle mahallesinden, zanaat atölyelerinden insanları saflarına kazanırken bir yandan da efendilerin malikânelerinde çalışan isimleri örgütlemiş. Öyle ki Güney Karolina valisinin şahsî hizmetçisi bile harekete katılmış. Vesey, programını yürürlüğe sokana dek insanları tatlı dille, güzel sözlerle, gururlarını okşayarak ya da zorla örgütlemiş.”
Berlin’in yazdığına göre, “beyaz köle sahipleri Denmark Vesey’yi darağacına göndermişler ve isimsiz bir mezara gömmüşler ama tarihsel açıdan onun unutulmasını sağlayamamışlar. […] Eski köle sahipleri inkâr etseler bile, eski köleler onun hatırasını diri tutmuşlar. Bugünse şu çok açık: Denmark Vesey’nin daha fazla toprağın altında kalması artık mümkün değil.”
Belki de başkaları da hatırlıyordur onu. Belki de yeni tıraş olmuş, saman sarısı saçları olan, gri bir svetşört, kot pantolon ve Timberland bot giymiş 21 yaşındaki beyaz adam, Vesey’nin kurduğu cemaate saldırıp dokuz kişiyi katletmek için Vesey’nin sonuç alınamayan o isyanının yıldönümünü tesadüfen seçmiştir.
Ya da belki de tarih, o beyaz üstünlükçülük ile birlikte, belirgin bir şeytanlık içerisindedir.
Greg Grandin

7 Haziran 2015 Pazar

Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü

Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü: Phoenix Camii Dışına Silâhlı İslam Karşıtı Yürüyüş
İslamofobinin yükselişe geçtiği bir dönemde, (29 Mayıs 2015) Cuma günü Phoenix Camii dışında İslam karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirildi. Bu, son iki hafta içerisinde aynı caminin dışında yapılan ikinci yürüyüş. 17 Mayıs’ta yapılan ilk yürüyüş çok daha az ilgi görmüş, sosyal medyada daha az karşılık bulmuştu. Bu son yürüyüşse daha fazla ilgi gördü.
Son yürüyüşü örgütleyen, bir Phoenixli olan Jon Ritzheimer. Ateist olmakla gurur duyan Jon, Irak Savaşı’nda yer almış eski bir deniz piyadesi ve İslam’ın şiddete dayalı bir din olduğu iddiasında. Ellerinde tabanca, saldırı tüfeği, Amerikan bayrakları ve Hz. Muhammed çizimleri bulunan 250 kişilik kalabalık Phoenic İslam Cemaati Merkezi’ne yürüdü.
Başka bir grupsa aynı saatlerde dünyaya Arizonalıların insanların dinlerini huzur içerisinde yaşama haklarına saygı duyduklarını göstermek amacıyla, “sevgi yürüyüşü” adı altında bir yürüyüş düzenledi.
Phoenix polisinin tahminine göre, yürüyüşlerde, iki tarafta da 250’şer olmak üzere toplam 500 kişi vardı.
Ritzheimer’i destekleyenler, Cuma öğleden sonra bir parka geldiler ve saat altıda bisikletlerine ve otomobillerine binip camiye gittiler. Bazıları Amerikan bayrakları salladı, bazıları da Hz. Muhammed’e ait olduğu iddia edilen çizimleri medyaya gösterdiler.
Diğer tarafta ise cami cemaatine ait olmayan insanlarsa “Nefret Değil Sevgi” yazılı dövizler taşıdı. Tempe’teki Kefaret Kilisesi’ne mensup bir grup, mavi kıyafetler içerisinde gelip cami önünde sıralandı. İddialarına göre, bu rengi barışçıl olduklarını göstermek için giydiler.
İslam karşıtı yürüyüş öncesi bir barda parti düzenlendi ve burada “Muhammed çizimleri” yarışması yapıldı.
Cuma günü Ritzheimer Facebook sayfasına şu mesajı yazdı: “Başkan Obama ‘gelecek İslam’a hakaret edenlerin olmamalıdır’ diyor. Ondan bu ifadesini şu şekilde değiştirmesini istiyorum: ‘Gelecek, eğer isterlerse, İslam’a hakaret edenlerin olmalıdır.’[…]”
Yürüyüşü örgütleyen bu isim, katılımcıların silâhla gelmelerini istedi. Bunun bir anayasal hak olduğunu söyledi. Birçoğu askerî kıyafet içerisindeki yürüyüşçüler ellerinde saldırı silâhlarıyla geldiler yürüyüşe. İslam karşıtı yürüyüşe dazlaklar ve üzerinde Nazi SS sembolü bulunan bir tişört giymiş bir adam da katıldı.
Bir gazeteye göre yürüyüşte renkli tişört giymiş bir eylemci Kur’an sayfalarını yırtıp ağzına attı. Onun yanındaki bir kolej öğrencisi ise kitabın kalan kısmını yere atarak elindeki megafondan şunları bağırdı: “Bu kitaba ihtiyacınız yok, bu kitap yalan ve nefret dolu! Hey Müslümanlar, kitabınıza bakın, yırtıldı, kirlendi. Siz domuzsunuz, sahtekâr Müslümanlarsınız!”
Kendisini “vatansever” olarak tarif eden Jon Ritzheimer, bu İslam karşıtı yürüyüşü “İfade Özgürlüğü Yürüyüşü” olarak isimlendirdi ve yürüyüşün Teksas-Garland’da 3 Mayıs günü Hz. Muhammed karikatürüne yönelik saldırıya cevap olarak yapıldığını söyledi. Bu saldırıyı Elton Simpson ve Nadir Sufi isminde iki kişi gerçekleştirdi. Hz. Muhammed karikatürleriyle ilgili yapılan bir yarışmaya tüfeklerle ateş açan bu kişiler bir güvenlik görevlisini vurdular. Polisin ateş açması sonucu Simpson ve Sufi öldürüldü. Phoenix İslam Cemaati Merkezi’nin, Simpson ve Sufi’nin bir süredir gittiği cami olduğu söyleniyor.
Müslüman Karşıtı Müfrit
Teksas’taki karikatür etkinliğinin ev sahibi, Amerika Özgürlüğü Savunma Girişimi Başkanı, Müslüman karşıtı aktivist Pamela Geller. Başında olduğu grup, Güney Sefalet Hukuku Merkezi’nce, İslam karşıtı bir nefret grubu olarak sınıflandırılıyor:
“Pamela Geller, İslam karşıtı hareketin en fazla göz önünde bulunan, en parlak siması. Sürekli İslam’a, ayrım gözetmeksizin, kaba ve kulak tırmalayıcı sözlerle saldırıyor. Obama’nın Malcolm X’in ‘gayrimeşru çocuğu’ olduğunu iddia ediyor. İslam çalışmalarıyla asla ilgilenmiyor, Amerika’nın İslamîleştirilmesini Durdurun grubundan Robert Spencer’ın iddialarını paylaşıp duruyor.”
"Geller, Avrupalı ırkçılar ve faşistlerle aynı dilden konuşuyor, Güney Afrikalı ırkçıları övüyor, Sırp savaş suçlusu Radovan Karadzic’i savunuyor, Sırbistan’daki toplama kamplarını inkâr ediyor. Yahudi liberalleri eleştiriyor ama öte yandan İsrail yanlısı bir konum alıyor.”
Yazar Heather Digby Parton’ın ifadesiyle, Geller azılı bir İslam karşıtı müfrit. Hedefi batı dünyasını Müslümanlardan temizlemek. Üstelik bunu Balkanlar’ı Müslümanlardan arındırmak isteten Slobodan Milosevic gibi yapmak istiyor. Web sitesinde bir İngiliz aktivistine ülkeye yönelik Müslüman göçü konusunda şunları söylüyor:
“Eğer bir hükümet İslam’la ilgili giderek artan sorunlarla nasıl başa çıkacağını öğrenmek istiyorsa, Osmanlı ordu subayı Mustafa Kemal Atatürk’ten bazı tavsiyeler almalı. Atatürk, İslam’ı İslamî materyalleri tümden yasaklayıp, camileri yıkarak, ülkesindeki İslam’a ait her türden izi silip bu kötülükten kurtularak ilga etmeyi bildi. İsyan etmeyi deneyenlerse kontrol altına alındılar ya da öldürüldüler.”
“Artık Birleşik Krallık da dışarıda askerini heba etmekten vazgeçmeli, o askerleri ülkeye getirip onların sokaklarda devriye atmalarını sağlamalı, Müslümanları o sokaklardan söküp atmalı. Artık vakit sınır dışı programlarını planlayıp uygulama vakti. Hatta İngiltere’de doğmuş Müslümanlar bile anne-babalarının ülkesine gönderilmeli.”
Kısa süre önce Washington’daki taşımacılık kurumu, kariyerini İslam’ı ve Müslümanları şeytanlaştırmaya borçlu olan Pamela Geller’in İslam karşıtı reklâmının panolara asılmasını istemedi.
Son birkaç aydır Müslüman karşıtı gruplar ABD’de epey aktif. Reklâm panoları satın alıp gösteriler düzenleyerek İslam’ı şiddete dayalı bir din olarak sunmaya çalışıyorlar. Bu noktada hep Irak ve Suriye’deki İslam Devleti militanlarının zorbalığına dair alıntılara başvuruyorlar.
Iowa’daki Luther Koleji’nde din profesörü olan ve İslamofobi çalışan Todd Green’e göre, “Amerikalıların neredeyse üçte ikisi tek bir Müslüman bile tanımıyor. Tek bildikleri IŞİD; El-Kaide ve Charlie Hebdo.” Green, bu noktada Peygamber’e atfedilen karikatürleri dergilerinde yayınlaması üzerine yaşanan öfke sonucu 12 insanın öldürüldüğü mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris bürosuna Ocak ayında yapılan saldırıya atıfta bulunuyor.
Abdus Sattar Ghazali

Soros: İstenmeyen Adam

Komünist Parti grubundan iki meclis üyesi, Rus savcılardan, George Soros’un Açık Toplum örgütüne karşı, “istenmeyen” yabancı gruplarla ilgili olarak kısa süre önce yürürlüğe giren kanunun uygulanmasını istedi.
Başsavcıya çağrıda bulunan milletvekilleri Valeri Raşkin ve Sergey Obuhof, “Ukrayna, Gürcüstan ve diğer ülkelerde gözlediğimiz yıkıcı faaliyetleri karşısında, Soros’un vakfının Rusya’daki faaliyetlerinin istenmeyen faaliyetler olarak kabul edilmesi gerekir” dedi.
Komünist liderlerin iddiasına göre Açık Toplum isimli STK, “onlarca yıldır aralık bir biçimde Rus karşıtı faaliyetler yürütüyor ve bu faaliyetler Rusya ile diğer ülkelerde gerçekleştiriliyor.” Komünist milletvekillerinin ifadesiyle grup, Ukrayna’da Rusya karşıtı nefreti körüklüyor, aynı zamanda Rusya Federasyonu’nda “başka ülkeler adına baskıcı operasyonlar”a imza atıyor.
Bu iki milletvekili, Soros’un STK’sını bilhassa Rus eğitim sistemini mahvetmekle suçluyor ve bu yıkımın okullarla enstitülerin yeterince mali destek almaması ile öğrencilerin girdiği tek aşamalı sınavla ilgili çokça eleştirilen sistemde karşılık bulduğunu söylüyor.
Bu hafta başında yürürlüğe giren İstenmeyen Yabancı Gruplar Kanunu, Başsavcılığı ve Dışişleri Bakanlığı’nı “istenmeyen yabancı örgütler”e ilişkin resmi bir liste hazırlama görevi ve ülke içinde bu örgütlerin faaliyetlerini kanundışı ilân etme yetkisi veriyor. Uluslararası ya da yabancı bir STK’nın listeye girmesinde kullanılan ana ölçüt ise “anayasal nizama ve Rus Devleti’nin güvenliği veya savunma kabiliyetine yönelik tehdit oluşturmak.”
Soldaki: Devlet Meclisi Etnik Meseleler Komitesi başkan yardımcısı Valeri Raşkin; sağdaki Devlet Meclisi Kamusal Dernekler ve Dinî Örgütler Komitesi başkan yardımcısı Sergey Obuhof. Meclis genel kurulunda. (RIA Novosti/Vladimir Fedorenko)
Soros’un vakfının istenmeyen örgüt ilân edilmesi durumunda, Rusya’daki tüm varlıkları donduruluyor, büroları kapatılıyor ve her türden bilgilendirici materyalin dağıtımı yasaklanıyor. Kanun tasarısının ihlal edilmesi, yasaklanan örgütlere mensup personele ve onlarla işbirliği içerisindeki Ruslara ağır para cezalarının verilmesini gerektiriyor. Suçun tekrar işlenmesi durumunda kişiler altı yıla varan cezalara çarptırılıyor.
Taslak hâline getirildiği günden beri yeni kanun, Rusya’daki hukuk çevreleri, yabancı STK’lar ve devlet makamlarınca şiddetli eleştirilere maruz kaldı. Avrupa Birliği ve ABD kanunla ilgili endişelerini ifade etti ve yabancı gruplarla işbirliğine girilmesinin yasaklanmasının Rus halkının dış dünyadan tecrit edilmesine yol açacağına dair uyarılarda bulundu.
Kanun tasarısını hazırlayan iki muhalefet milletvekili, kanunu önleyici bir tedbir olarak tarif ediyor ve herhangi bir özel yabancı örgütü hedef aldığına ilişkin değerlendirmeleri reddediyor.
ABD’li milyarder George Soros’un ismini taşıyan Soros Vakfı olarak da bilinen Açık Toplum Enstitüsü Rusya’da 1995’ten beri faaliyette. İnsanî yardım ve eğitim alanlarında birçok projeyi finanse ediyor. 2003’te örgüt yaptığı doğrudan bağışlara son verdi ve Rusya’daki tüm faaliyetlerini bitirdiğini ilân etti ama bugüne dek vakıf Moskova, Petersburg, Nizhny Novgorod ve Novosibirsk gibi Rusya’nın dört büyük şehrindeki temsilcilik bürolarını kullanmayı sürdürdü.
George Soros, örgütlerinin “renkli devrimler”de önemli bir rol oynadığını açıktan kabul ediyor. Şiddete dayalı politik yürüyüşler üzerinden mevcut rejimlerin zorla değiştirilmesini ifade eden renkli devrimlere Ukrayna ve Gürcüstan gibi Sovyetler sonrası kurulan birçok devlette tanık olundu.
Bu ay başında Ukraynalı bir grup bilgisayar korsanı, bazı metinleri sosyal âleme sızdırdı. Metinlere bakılacak olursa, Soros, Ukrayna siyasetine hâlâ aktif olarak müdahil oluyor. Ukrayna’ya AB kaynaklı finansal yardımın ve askerî desteğin devam etmesini, böylelikle Kiev’in Minsk barış görüşmelerini ihlal etmeksizin Kiev’in savaş kapasitesini yeniden kazanmasını istiyor.

Kaynak: Press TV

4 Haziran 2015 Perşembe

Washington FIFA'nın Peşine Neden Düştü?

Washington dünya futboluna yönelik saldırısında, geçmişte Rusya’nın ev sahipliğini yaptığı Soçi Olimpiyatları’na yönelik saldırısına ait senaryoyu takip ediyor. Aradaki farksa şu: Washington, olimpiyatların Soçi’de yapılmasına mani olmadı ve batılıları yalanlar ve propaganda ile korkutmakla yetinmek zorunda kaldı. Washington’ın yönettiği son skandalda Washington’ın niyeti, bir sonraki dünya kupasını Rusya’ya vermeyi kararlaştırmış olan FIFA’yı bu kararından vazgeçirmek.
Bu girişim, Washington’ın Rusya’yı dünyadan tecrit etme üzerine kurulu ajandasının bir parçası.
Washington’ın yönettiği bu skandal berbat bir koku salıyor ortaya. FIFA yetkililerinin politik sebeplerle tutuklanmış oldukları ve büyük bir çoğunlukla yeniden seçilmiş FIFA başkanı Sepp Blatter’in dava edilme korkusu ile istifaya zorlandığı çok açık. Zira Washington artık hukukî bir nizama tabi değil. Onun elinde hukuk, Washington’dan bağımsız bir konum alan herkese, her örgüte ve her ülkeye karşı kullanılacak bir silâhtan ibaret.
Bu da onun ve İngiliz süs köpeğinin FIFA’yı ele geçirip onu Washington’ın dış siyasetine uyum sağlayan ülkeleri ödüllendirmek ve bağımsız bir dış siyaset güdenleri ise cezalandırmak için kullanacağını gösteriyor.
Galiba tek umut, Güney Amerika, Asya ve Rusya’nın birleşip kendi dünya kupalarını düzenlemeleri ve sırtlarını bu yozlaşmış Batı’ya dönmeleri.
Rusya, Asya ve Güney Amerika’nın bu yozlaşmış ve ahlâksız Batı dünyasının parçası olmayı bu kadar arzuluyor olması da gerçekten şaşırtıcı. Bu ülkeler şeytanla neden ilişki kurmak istiyorlar? Venezüella, Ekvador, Bolivya ve muhtemelen Arjantin ile Brezilya Batı’nın yörüngesinde olmanın ülkelerini Washington’ın kontrolüne sokmak anlamına geldiğini öğrendi.
Putin, Lavrov ve Çinli liderler, Batı ile ilişki kurmanın bela ile ilişki kurmak demek olduğunu söylüyorlar. Ama bu isimler, hâlâ Batı ile ilişki kurmak istiyorlar. Peki, Rusya ve Çin, özsaygılarının Washington’ın onayına tabi olduğunu neden düşünüyorlar?
FIFA İsviçre merkezli bir organizasyon. Oysa FIFA yetkilileri FBI’ın yürüttüğü, Washington eliyle başlatılmış bir “soruşturma” üzerinden tutuklanıyorlar. ABD hukukunun evrenselliğini ortaya koyarak, Washington polisinin ve savcılarının egemen ülkeler üzerinde yetki sahibi olduğunu da söylemiş oluyor.
İsviçre ve diğer ülkeler, ABD’nin hukukunu dayattığı bu sürece neden itaat ediyorlar? Politik liderler para mı yiyorlar, yoksa sahte suçlamalar veya suikast ile tehdit mi ediliyorlar? Yeryüzündeki tüm ülkeler içerisinde sadece Washington’ın hukukunun evrensel, kabul gören ve herkesin önünde diz çöktüğü bir hukuk olduğunu izah eden nedir? Bunun nedeni korku mu yoksa intikam mı?
Muhtemelen bunlardan biri ama asıl cevap şu: yabancı bir ülkede lider olmada asıl mesele, Washington’ın önünde el pençe durmaktır. Bir yıllık görev süresi ardından Tony Blair’in 50 milyon dolarlık bir servete sahip olduğu söyleniyor. Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Oysa kimse dinlemek istemezdi Blair’in başbakanken yaptığı konuşmaları. Amerikalılar o konuşmaları dinlemek için bu adama neden altı sıfırlık tutarlarda paralar ödedi ki?
Putin de zengin olabilir. Tek yapması gereken, Rusya’yı Washington’a dönüştürmek.
Tek merkezden yönetilen, sapına kadar sahte bir futbol skandalının fahişeleşmiş medya ile köpürtüldüğü bir ortamda, tüm o gerçek skandallar halı altına süpürülüyor.
Örneğin Batı’daki bir dizi mega-banka hakkında önemli suçlar işledikleri iddiasıyla davalar açıldı ama ancak bir-ikisi para cezası aldı. Finian Cunningham’ın da belirttiği üzere, FIFA’da işlendiği iddia edilen suç, “hapse atılamayacak kadar iri” olan bankaların gerçekleştirdikleri kara para aklama ve fiyatlandırmada yapılan hilecilik yanında devede kulak kalıyor. ABD Sermaye Piyasası Kurumu bugün suç işleyen bankaların borçlarını siliyor. Bir muhalif SPK yetkilisi, meslektaşlarını süreklileşen borç silme işlemleri üzerinden “bankaları tekrar tekrar suç işleme” konusunda teşvik etmekle suçluyor.
Özellikle hakikiliği şüphe götürür Clinton rejiminden beri, Washington’ın ağzından tek bir önemli cümlenin çıkacağına inanmak mümkün değil. Oysa o, ortalıkta hakikatin efendisiymiş gibi dolanıyor.
Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silâhları yoktu. Esad kimyasal silâh kullanmadı. İran nükleer silâh programı yürütmüyordu. Rusya Ukrayna’yı işgal etmedi. Ama Washington dünyayı söylediği yalanların doğru olduğuna ikna etti.
Bugün FIFA’nın rüşvet aldığına dair ispatlanmamış suçlamalar ileri süren siyasetçilerin kendilerinin rüşvet aldığı kesin. Bu noktada sadece Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı için hızla oy kullanması amacıyla şirketlerce Kongre’ye verilen rüşvetlere bakmak yeterli olacaktır.
Muhtemelen an itibarıyla Yunanistan dışında, AB ülkeleri liderleri içerisinde Washington’dan rüşvet almayan tek bir kişinin ismini vermek mümkün müdür bugün?
Udo Ulfkotte’ye göre, CIA’den rüşvet almayan tek bir İngiliz ya da AB gazetesi bile yoktur.
Birleşmiş Milletler’de verilen oyların kaçı Washington’ın tehditleri ve rüşvetleri ile belirlenmektedir?
FIFA’nın verdiği kararların üzerinde ister rüşvetin lekesi olsun ister olmasın, “soruşturma”nın amacı, dünya kupasının Rusya’da düzenlenmesi kararı üzerine şüphe düşürmektir. Dünya kupası küresel bir gösteridir ve ev sahibi ülkeye prestij kazandırmaktadır. Washington’ın niyeti, Rusya’yı bu prestijden mahrum etmektir. “Soruşturma” tam da bu hususla ilgilidir.
Paul Craig Roberts