3 Temmuz 2015 Cuma

Rojava ve Doğu Türkistan İçin İnsanlık Yürüyüşü

“Andolsun Zikir'den (Tevrat’tan) sonra Zebur'da da: ‘yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” [Enbiya/105]
“Ez nabime bendeye esiran” [Ehmede Xani, Mem u Zin]
1. Makro ve mikro emperyalistlerin yüzünden… küresel ve bölgesel emperyalistlerin yüzünden bugün dünyanın pek çok bölgesinde çatışma, katliam ve haksızlıklar var.
Makro emperyalistler ne yapmak istiyor?
2. Çatışmaların olduğu bölgeler bu emperyalistlerin yakın zamanda çekildikleri bölgelerdir: Pakistan, Irak, Suriye, Orta Afrika… Emperyalistler geri çekilirken arkalarında yerlerini dolduramayacak toplum tabakaları bıraktılar, yani kendilerine müdahale kapısını açık bıraktılar. Kirli ve çok taraflı siyasetleri, bölge halklarının hilafına çizilen sınırlar… Kendilerinin güdümünde ve zihniyetinde otoriteler… Böylelikle bölge halklarının kendilerini bekleyen asıl meselelerle ilgilenmelerini engelleyerek onları yıprattılar, yıpratmaktadırlar.
3. Bölge halkının kendi kendisini yönetmesine, kendisi hakkında kendisinin karar almasına engel oluyorlar. Ayrıldıkları yerde yeni kutuplaşmalar oluşuyor ve halklar birbirlerinin katili oluyorlar, Ruanda’da olduğu gibi… Bu sırada bölgelere sadece Kızılhaç gitmiyor, emperyal ülkelerde merkezleşmiş silah şirketleri, petrol şirketleri, maden şirketleri de gidiyor ve hükümetlerinin korumasıyla bölgeye ait değerleri, hatta insan kaynaklarını ucuz yollarla (ateş altında bile olsa) kendilerine mal ediyorlar. Sistem işlemediği zaman yöntem değişiyor, yani her yerde aynı yöntem uygulanmıyor. Piyasa ekonomisini benimseyenleri, sermayeyi koruyanları kendilerinden kabul ederek onları korurken, diş geçiremedikleriyle ya çirkin bir rekabete giriyorlar veya ambargo uyguluyorlar. Kimi bölgelerde (mesela Bangladeş) ise zayıf bir halk tabakası olduğu için bunların hiçbirine gerek kalmadan rahatlıkla o bölgeleri sömürebiliyorlar.
Mikro Emperyalistler ne yapıyorlar?
4. Emperyalist denilince ilk akla gelen ABD, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere gibi devletler olsa da aslında bölgesel, daha başka emperyalist ülkeler de vardır. Bunlar da bulundukları bölgede makro emperyalistlerden işlerine gelenlerle ittifak yaparak amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Tüm bunlar yapılırken halkın/halkların menfaati değil devletlerin/güç merkezlerinin otoritesi önceleniyor, yani belirli grupların çıkarları.
5. Bölgemizde yaşanan acıları sadece makro emperyalistlere mal ederek açıklayamayız.
6. Öncelikle onları gerçek anlamda geri çekilmeye zorlayacak, yönetici, iş adamı, akademisyen ve bilinçli halk kitlelerinden yoksunuz. Halkın bilinçlenmesi önünde en büyük engel ise sansürdür.
7. Sansür, baskıcı güçlerin doğruyu engellemesi değildir sadece. Eğlence kültürünün yaygınlaşması ve doğrunun üstünün örtülmesi, unutturulmaya çalışılmasıdır sansür… Kişilerin bilgiye ulaşmasını engelleme, bilgiyi değersizleştirme, ifade ve bildiğini yaşama özgürlüğünü engellemek, insanları çalışmaya ve kazanmaya yoğunlaştırarak daha önemli olan faaliyetlerden uzaklaştırmak da sansürdür, gizli sansür ve tüm demokrasilerde bu sansür vardır.
Ne yapılmalı?
Bakınız,
8. Nebi (sav) Medine'ye, Müslüman olduklarını bildirmeye ve kendisi ile görüşmeye gelen bir kabileyi onların kendi lehçeleriyle karşılamıştır. Lehçe farklılıklarını zenginlik olarak gören Peygamber’in dilleri tanımayan, reddeden ümmeti... Nebi (sav) çevre ülkelere yazdığı davet mektuplarında “eğer İslam'ı kabul ederseniz, ülkenizi yine kendiniz yöneteceksiniz” demiştir... Muaz b. Cebel (ra) ve de Ali’yi (ra) Yemen'e yönetici olarak değil, danışman olarak göndermiştir. Tüm bunlar İslam'ın emperyal amaçlar taşımadığının açık kanıtıdır. Muaz'a zekâtı onlara anlatmasını söylerken de, “onların (Yemenlilerin) zenginlerinden alınan fakirlerine verilen” demiştir... Görüldüğü gibi, asla sömürü mantığı yok. Uygulamaları tamamen bu şekilde olmuştur. Sallalahu aleyhi ve sellem...
9. Müslümanlar İslam'ın çocuklarıdır (Selman-ı Farisi'nin (ra) bu anlamdaki sözüne atf ile) evleri, devletleri, toplulukları farklı da olsa ümmet bütünlüğüne, yani yeryüzünün huzuruna bağlı ve sadık olmalılar.
10. “Şuuben ve kabaile” diyor Cenab-ı Allah, yani “sizi şubelere ayırdık, yani kimlikler, renkler, diller, halk grupları ve bunlara benzer farklılıklar Allah vergisidir onun tekvinî ayetleridir.” “Li taarafü” diyor, yani “tanış olmanız”, yani Gasset’in ifadesiyle, “beraberce bir şey yapma iradesi” gösterebilmeniz için ayırdık. Ayrılıklar tanışmaya, beraber çalışmaya engel olduklarında kınanıyorlar.
11. Eğer ümmetin birliği isteniyorsa, eğer yeryüzünde barış isteniyorsa (ki Allah’ın istediği budur) farklılıklara, kişilerin ve halkların özlük haklarına saygı gösterilmelidir. Kimse Kürtleri ümmet söylemi ile emperyal istila ve merkezîleştirme politikalarına kandıramaz.
12. (Olumlu anlamda) ulusal ayrılıklar, ulusal ve ulusüstü düşünülerek (ikisi bir arada düşünülerek), halkın doğru bilgi kaynaklarına ulaşmasına ve bildiklerini yaşamasına, ifade etmesine, projelerini uygulamalarına izin verilerek ‘sağlanabilir’ sadece bir ulusun veya tekdüze bir merkezin sultası ile ve bilgi sansürü ile değil.
13. Bağımsız Kürdistan’ı bir hak meselesi olarak görüyoruz, aynı şekilde bağımsız Doğu Türkistan’ı, bağımsız Arakan’ı, bağımsız Filistin’i, bağımsız Kafkasya’yı…
Kobani’de neler oluyor? IŞİD sahura kalkan insanlardan ne istiyor? IŞİD neden Kürtlere saldırıyor? IŞİD, tam olarak nedir?
14. Öncelikle, Kobani halkının direnişini kutluyoruz. Direnişe devam etmelerini destekliyoruz. Kobani halkına direnişçi, silah, sağlık ve nakdi yardımların yapılmasını istiyoruz.
15. IŞİD’e Avrupa’dan katılanlar basit, akıllı, bilgisiz tiplerdir ve yaşadıkları ülkelerde yaşadıkları dışlanmaya, yani çağdaş dünyaya fundamentalizmle karşılık veriyorlar.
16. IŞİD zaten vardı, dinî metinleri “yamyam” okumasıyla okuyan bu kişiler bölgenin istikrarsızlaştırılmasının ardından çekilen ABD’nin çekilmeden az önce silahlandırdığı BAAS artıklarından oluşuyorlar. Bölgedeki bazı devlet ve yerel gruplardan silah ve nakdi yardım alarak mikro emperyalistlerle işbirliği yaptılar, dolaylı olarak makro emperyalistlerle. Çığırından çıktıkça da yer yer müdahaleler oldu ancak ABD’nin IŞİD’e karşı gerçek anlamda savaştığını zannetmek kolaycılıktır. Makro emperyalistler bekleyerek, bölge halklarını, daha doğrusu bölge siyasetini kendilerinin istediği çizgiye çekmek istiyorlar. Yani onlar kolayca sömürebilecekleri neoliberal politikaları benimsemiş, gümrük birliği anlaşmaları yapmış yapıları arzu ve tercih ederler, asker çıkarmak onların da pek istediği şey değildir. Çıkmaza girdiklerinde savaşı seçerler, Libya’da olduğu gibi.
17. Geçen yüzyılda oryantalistlerin yazdıklarının çoğuna bakarsanız, İslam’ı IŞİD’in yaptıkları olarak tasvir ettiklerini görürsünüz. Yani IŞİD’in senaryosu hazırdı. Onlara karşı Müslümanların yazdığı deliller onları yetersiz bıraktığı için artık dünyaya makale değil, pratik göstermek gerekiyordu ve bölgede zaten kümelenmiş tekfirciler bu iş için biçilmiş kaftanlardı. Dolayısıyla onların palazlanmalarına göz yumuldu. Ve IŞİD’in yaptıkları sanki İslam’mış gibi yansıtıldı. Çünkü emperyalistlerin sistemleri düşman üretmek zorunda ve eğer İslam’ı düşman seçtiyseniz onu kendi tanımladığınız pratiklerle göstermelisiniz: işte IŞİD de budur!
18. Bize düşen, artık üç cephede savaşmaktır: Makro emperyalizmle, mikro emperyalizmle ve onların oyuncularıyla… Biz düşmana ihtiyacımız olduğu için düşman üretmiyoruz. Reel olarak düşmanlarımız var. Amacımız Amerika’yı ortadan kaldırmak değil, kurulu düzeni, kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Biliyorsunuz ki kapitalizmin önceki lideri İngiltere’ydi ondan önce Flemenk… Birinin gidip diğerinin gelmesi devrim değildir.
La Fontaine bir masal anlatır, çerçinin biri köy köy dolaşıp yorulmuş ve hem kendini hem de eşeğini dinlendirmek için bir ağacın gölgesine gitmiş. Eşeğin yükünü indirip tam palanını çözerken eşek kaçmaya başlamış. Eşek kaçmış, çerçi kovalamış. Bir ara çerçi, eşeğin arkasından bağırmış: ‘Kaçma! Gel! Yoksa seni eşkıyalar ele geçirir’ demiş. Eşek de dönüp: ‘onlar bana yük yüklemezler mi?’ demiş. Adam: ‘elbette yüklerler’ demiş. Eşek, ‘o halde ha sen yüklemişsin ha onlar benim için ne fark eder’ demiş. Yani biz sistemi ortadan kaldırıp Allah’ın istediği, O’nun seveceği bir sistem için mücadele etmeliyiz. Yöntemimiz zor değildir. Tepkisiz kalmak değil, karşılık vermek tarafındayız.
Bölge Elitlerine:
19. Kürt Elitlerinin,
A. Tüm Kürdistan’ın siyasi topografisini içerecek çatı bir kuruluş ile halkın politik mücadeleye etkin katılımını sağlamaları, kararları halkla beraber almaları, halkın doğru bilgi kaynaklarına özgürce ulaşabilmelerini sağlamaları;
B. Ulusal bağımsızlık bilincinden asla taviz vermemeleri;
C. Ulusal bilinçle birlikte ulusüstü düşünmeleri;
D. Savunma ırkçılığına ve kin politikasına düşmemeleri;
E. Batı tarzı kozmopolitanlığı değil, İslam’ın öngördüğü kozmopolitanlığı benimsemeleri gerekir.
Çünkü aydınlamanın yanlış yorumladığı haliyle, milliyetçilik ve günümüz batı kozmopolitanlığı Kürdistan’daki çelişkileri ve açmazları arttıracaktır, tüm dünyadaki çelişkileri arttırdığı gibi.
F. Kürt elitlerinin ayrıntılı ve doktrinel bir program belirlemesi gerekiyor. Amaçlar ve yöntemler net ve belli olmalı.
G. Emperyalist devletlerin ‘bölünmez bütünlüğü’ bir hikâyedir. Gerçek olan, her halkın kendini İslam’ın üst normlarına göre yönetme iradesi göstermesidir. Ümmetin birleşmesi için önce ayrılıklara/farklı uluslara ve ulusların haklarına saygı duyulmalıdır.
20. “Er veya geç halklar gerçekten layık olduğu hükümete sahip olacaktır.” [F. Fanon]
21. Suriye’de ve Irak’taki unsurların aralarındaki meselelerde çatışma yerine diplomasiyi kullanmalılar. Aksi durumda hem Kürt halkı hem de Arap halkı kan kaybedecek ve bu da makro ve mikro emperyalistlerin işine gelecektir. Her emperyal baskının halklar nezdinde reddedileceği bilinmelidir.
22. Emperyalistler, halkın önüne seçenekler koyup seçim yapmalarını istemektedirler oysa özgürlük başkalarını sunduklarından seçim yapmak değil, varoluşumuzdan yükselen sesi dinlemektir.
Allahu Ekber
Müslüman Devrimciler

Ey Kurdên Destûrmend û Bijare
Pêwîste ku,
a. Li Kurdistanê sazgeheka yekbanî ku tevekê topografîya siyasî îhtîwa kirî û beşdarîya gel di têkoşîna polîtîk bifaal temîn bikin, biryarên xwe bi gel re bistînin, gihiştina gel birehetî li çavkanîyên agahîyên rast temîn bikin.
b. Tu carî ji hişmendîya serbixwebûna neteweyî tawîz nedin.
c. Tevlî hişmendîya neteweyî pêwîste fikrekî li jorî neteweyîyê jî ramînin.
d. Ne kevin di parezîya nîjadperest û polîtîkaya li ser kînê.
e. Pêwîste ku ne kozmopolîtanîya bi şiklê ewrûpayî, belkî ya ku îslam diecibîne ji xwere qebûl bikin. Lewre bi şiklê şîrove kirina ronîbûna ewrûpaya xeletî, Miletperestî û kozmopolîtanîya ewrupayîya îro çewa ku li der dorê dinyayê çê dibe li Kurdistanê hevnegirtî û tengasîyê wê zêde bike.
f. Elîtên Kurdan pêwîste ku bernameyeke doktrînî û bitefsîlat çêkin. Armanc û rêbazên wê net û aşkere bin.
g. “Dabeşnebûya bitûnî” ya dewletên emperyalist çîrok
e. Ya rast eve ku her xelk daxwazîya bi rê ve birina li gor normên bilind ên islamê nîşan bide. Ji bo biyekbûna ummetê serê ewil giramî li cudahiyan, li miletin cuda û li mafên gelan wer kirin.
- “Îro sibe birastî wê gel, xweyî hikûmeteka ji xwere babet bibên.” Frantz Fanon.
- Unsûrên ku li Surî û Iraqê, pirsgirêkên di nav xwede ne bi şer, bidîplomasîyê bi kar bînin. Di rewşa eksîde hem gelê Kurd hem jî gelê Ereb wê zeîf bibin û ev jî ewê kêfa emperyalistên makro û mikro bîne. Bila were zanîn ku temamê despotên emperyal li cem gel tê red kirin.
- Emperyalîst, alternatîfa tînin pêşîya gel û ji wa hilbijartinê di xwazin, hal bi hal azadî, ne hilbijartineke hatîye pêşkêş kirin ji alîyê kesêndin, azadî guhdarkirina dengê bilindê ku tê ji hebûnameye.
ALLAHU EKBER

2 Temmuz 2015 Perşembe

Nurettin Topçu Hikâyelerinde Sermayenin Transferi

Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.
Müslüman toplumda düzen bozulmuş, halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi, hikâyelerin geçtiği dönemde, bırakın malı, canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkıyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere, Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkes, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu, hikâyesinde “sermaye”, eşkıyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü, had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu, erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkıyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkes, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dinî kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu, kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üç yüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze, Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212). Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkıyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkıyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
1. “Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkânda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
2. “Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermenilerden kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
3. “Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
-Topçu Nurettin, Taşralı, Dergâh Yayınları, 2006

Yanar Hasret Yanar Metin Yanar Behçet

kuşların telaşından belli
toprağın en güzel günüydü
gecemizin büyülendiği
saçacak buğdayımız kalmadı
yeryüzüne kendimizden başka
yeni sözcüğü yanan ağaçların
yeniden öğreneceğimiz yeni dillerde
unutulmuş dalgınlığın uğrağı
karanlık içinde karanlıklara karşı
iğde kokarak dökülmesi yıldızların
taşlar topladık ama çekülümüz yoktu
çatıyı kurmaya,
yıkılmış bir duvarı onarma
acı çekmenin bilinmedik uğuru
bildik bir totem gibi göğsünde sabahın
çünkü doğada suç yoktur
ve ufuk yalnızca ulu insan için
sevdamı avucuna bastırıyorum
kan kokusu sarıyor her yanı
peşin verilmiş cezanın acısıyla
geceye uzaklıkların sınanmış bıçağı
lale sümbüller içinde hüma kuşları ötüyor
avcılar yolu tutmuşlar kan kokuyor her yan
dağlara erken erken bir söğüt bi söğüt daha
bir de baktım benimle kuşların arasında
dal karanlık toprağı karıştırıyor
bir elma bir ayva bir nar bir kiraz
cerenlerin yolundan ediyor
kar gibi paylaşırlar çiçeklerin sessizliğinde
filiz veren söğütlerin yanında türkü söylerler
semah dönerler
ah elin ve gökyüzünün çaresizliği
uzaklıkların kırağı düşmüş canı
nasıl unuturuz ulu kuşlar semah kurar
yukarıda kuş sürüleriyle türkü çağırır
çekik kaşlı, yaldız ve gök boncuklu,
buğday benizli insanlar
yanar hasret yanar metin yanar Behçet
yanar yanar ağlarım
dokunulmamış toprak yığınlarını avuçlayıp
az sonra toprağın altında kalacaklar
ceylanlarla semah dönenler ateşler içinde
Mehmet Özgür Ersan

Siyasal ve Toplumsal Hareket Olarak “Gezi”

Girizgâh
“Gezi”in ardından iki yıl geçti. Geçen iki yıllık süre içinde “Gezi” üzerine yüzü aşkın kitap yazıldı, konferanslar düzenlendi, makaleler kaleme alındı, araştırmalar yayınlandı. Sadece yazılı sembolik piyasa değil, görsel ve işitsel onca ürün kültür-sanat piyasasında tedavüle sokuldu. “Gezi” hakkında üretilen şarkıların ve marşların çetelesini tutmak bile çok güç. Bu abartıyı nasıl anlamak lazım? Akılda tutmakta fayda var; romantizm abartıları sever. Önceleri “somut durumun somut tahlili” ilkesine dayalı rasyonalist siyasal anlayış (isyan durumunda aklı iptal etmeyen klasik Leninist kavrayış) yerini pathosa dayalı bir duygulanım siyasetine bırakmıştır. “Gezi” hakkında üretilen ürünlerde kendi pratiğine âşık olmak gibi narsistçe bir şişkinlik göze çarpmaktadır. Pek çoğumuz için sıradan olan dayanışma duygusuna bir anlık da olsa kendisini kaptırınca bu deneyimini eşsiz bir an olarak gökyüzüne yıldız misali çakmak istemektedir. Bu hâliyle liseli yıllara dair tek anısının okulu asıp sinemaya kaçmak olan orta sınıf burjuva çocuklarını andırıyor oysa ki! Ne kadar da pörsümüş bir ruha, hastalıklı bir bedene sahip olduğu belli; elinden gelen tek şey, bencilce çıkar ilişkileriyle örülü gündelik hayatının dışına çıkabildiği bu deneyimi (ki aslında ömründe yaşadığı tek deneyimi) parlatmaktır, cilalamaktır; temizlemeye çalıştığı şey kirli elleri, sıhhatini aradığı şey ise hastalıklı/yabancılaşmış bedenidir. Fakat bedeninin buruşukluklarını göremeyecek kadar da kendinden geçmiştir. Bu nedenle Narkisos “Gezi”nin aynasında kendi “güzelliğinin” seyrine dalmaktadır. “Gezi” fâilinin kibri (“hubris”) kendi abartısında gizlidir. Bu kibir, olanca değişimlere rağmen, hiçbir şekilde kırılmış değil üstelik. Kültürel sermaye hacmi “Gezi”nin farklılık kazancıdır; seyrine daldığı “güzelliği” (hayranlıkla kapılıp gittiği “yüceliği” mi demeli!) ise kendinden menkul elitizmidir; çalınan piyanolar, okunan kitaplar, edilen danslar, “zekâ” parıltısı mizahlar, bestelenen müzikler, konserler, grafitiler, oynanan tiyatrolar vs. “Geziye destek veren ünlüler” retoriğini geçerken anmak gerekiyor. Adlı adınca bu kibirli, yavan söylemci, sabit fikirli, konformist karakter Kemalizmin makbul/batılı/modern/kentli/kültürlü vatandaşıdır. “Gezi”nin hegemonik tipidir, onu harekete geçiren ruhudur. “Gezi”yi haysiyet ayaklanması şeklinde okuyan fâillerin kendiliğinden ideolojisi ise elitizmin ifadesi olan “kültürel seçkincilik” ve “liyakat”tir. Eşitlikten bahsederken bahşeden özneye dönüşen bu tipin imajlar dünyasını, onu oluşturan tarihsel-toplumsal evreni betimlemeye ve Marshall Berman’ın modernizmi tanımlarken kullandığı “tinsel [manevi] eşitlik” fikrinde dahi uzlaşmayan bu tahammülsüzlüğün oluşum süreçlerine değinmeye çalışalım.
Şimdiden ciddi düzeyde bir “Gezi Metafiziği” oluşmuş durumdadır. Daha ilk günlerden itibaren başlayan fetişleştirme eğilimi romantizmle malul biçimde devam etmektedir. Yazılanların kahir ekseriyeti “Gezi”yi açıklamak ve anlamaktan ziyade irade ve istemlerin teorikleştirilmesinden başka bir şey değildir. Yazılanlar açıklamadan (“Gezi budur” diyen değil) çok siyasi duruş (“Ben buyum” diyen “kibirli haysiyet”) sergileyen metinlerdir. Yazılanlarda kibirli öznenin kendini güzellemesinin dışında herhangi bir nesne inşaatı yoktur. Biz bu yazıda irade beyanı şeklindeki bu ifadelerin ne ifade ettiğini veya tersten söylersek, neyi ifade etmediklerini göstermeye çalışacağız. “Gezi”nin açığa çıkardığı direniş enerjisinin siyasal ve toplumsal anlamlarını, hangi kesimlere seslendiğini, ne tipte eylemci profillerine dayandığını soruşturmak gerekmektedir. Bu nedenle “Gezi”nin bütünlüklü bir analizinden ziyade, bu süreçte önemli bir rol oynayan “kültürel burjuvazi” üzerine bir değerlendirme yapılacaktır. Kemalizme gösterilen sadakatin bir semptomu olan “Gezi”nin savunusunda öne çıkan toplumsal kesim “kültürel burjuvazi”dir. Abartıların sosyolojik zemini de bu toplumsal sınıftır. Onun sınıfsal habitusları (zihinsel ve bedensel yatkınlıkları, davranış tarzları, arzuları) eylem repertuarlarını biçimlendirmiştir. Ancak analizi tarihsel ve toplumsal bir eksene oturtmak gerekmektedir. Bu tür bir analiz sayesindedir ki “Gezi” olgusundaki tarihsel süreklilik motifi gösterilebilir. Başka bir deyişle, “Gezi”nin ilk günlerinden itibaren çok sık dillendirilen “yeni gençler” argümanının çürüklüğü serimlenebilir. Çünkü o gençler hiç de yeni (“kopuş momentinin figürleri”) değillerdi. “Gezi”ye neredeyse üç kuşak aileleriyle katılan gençler “yeni” değil, olsa olsa öteden beri açılmış siyasal ve toplumsal patikaların sıkı takipçisidirler. “Gezi”nin fâili yeni değil “takipçi”dir, “varis”tir. Tarihsel sosyolojinin dilini bir yana bırakarak, Alain Badiou’nün tabiriyle söylersek, sıkı takipçiler “sadık”tırlar. Onlar bir olaya sadakat göstermektedirler. Analizimizin tarihsel ekseninde neye sadakatler gösterdikleri ve varislerin kültürel, siyasal ve toplumsal terekelerinin neler olduğu irdelenecektir. Temeldeki sorumuz şudur; “Gezi”nin çağırdığı ruh ve çıkardığı gürültü neyi ifade etmektedir?
1960’lardan Günümüze Türkiye’de “Sol” Hareket
Türkiye siyasal alanındaki en temel sorunlardan bir tanesi siyasal alanı düşünürken kullandığımız sağ-sol kategorilerine dayalı tasnif sistemidir. Siyasallığı sağ-sol kategorileri üzerinden düşünmemiz şüphesiz Osmanlı-Türk modernleşmesi üzerindeki frankafon etkiden kaynaklanmaktadır. Kant’ın apriori kategorileri olarak işlemselleşen mezkûr tasnif rejimi Türkiye’deki siyasal fenomenlerin açıklamasında ciddi sorunlara yol açmaktadır. Sağ ve sol siyasetlerin evrensel tanımlarından türetilen açıklama biçimleri körleştirici (“perde” gibi olguların üzerine çekilmiş) bir işlev üstlenmektedir. Tam da burada “ideolojik” bir işlevden söz etmek gerekiyor. Marx’tan mülhem geliştirilen ideoloji konsepti tekil çıkarların evrensel bir söylem içine nakşedilmesinden başka bir anlama sahip değildir. Burjuva sınıfının kendi çıkarlarını “insan”, “birey” gibi evrenselleştiriciler kullanarak yaptığı şey de tam teşekküllü ideolojik bir işlemdir. Marx’ın tanımından kalkarak şunu söyleyebiliriz: İdeoloji gizler. “Gezi”, ağacın arkasın(d)a saklanmaktadır. Kendi öncülüğünde kurulacak bir karşı-hegemonya arayışında “Gezi”, genelliklere “vicdan”, “özgürlük”, “eşitlik” gibi ilkelere sarılıyor. Biliyoruz ki derdi, kendi meselesi adına başkalarının sorunlarını vesile kılmaktan, ideolojik bir aparat olarak kullanmaktan ibarettir. Ancak Heidegger’in de belirttiği gibi (“karanlık ormanın ortasında bir yerlerde kendini açan parıldayış”) olayların çok net belirdiği/parladığı anlar vardır. (Okumakta olduğunuz metnin yazarının tanık olduğu ve deneyimlediği tam olarak böyle bir şeydir.) Başkasına değil de varlığın kendisine kulak vermeyi salık veren anlardır. Bu tip anlarda perdeler kalkmakta, sahnenin arkasındaki hakikat parlamaktadır. Yırtılan perdenin ardında hakikatin kendini açtığı bu anlardan biri “Gezi” sürecidir. “Gezi”yle birlikte Türkiye’deki hâlihazırdaki sol siyasetlerin sınıfsal, tarihsel, kültürel bağlamları kendisini berrak biçimde göstermiştir. Genel kategorilerin tikel belirlenimleri kendilerini dolaysızca açığa vurmuştur. Genel olarak “faşizm”, “kapitalizm” karşıtlığının veyahut “demokrasi”, “özgürlük”, “eşitlik” taleplerinin toplumsal içerimleri berraklaşmıştır. Bu nedenle Wittgenstein’dan hareketle denilebilir ki sağ ve sol siyasetlerin apriori, evrensel anlamları yoktur, kavramlar anlamlarını toplumsal, siyasal pratikler içinde, başka bir ifadeyle “kullanımlarında” bulmaktadır. Vaktiyle İdris Küçükömer’in işaret ettiği ama çözemediği soruna/bulmacaya işaret ediyoruz. Bu sebeple ilk olarak “sol”un Türkiye bağlamında ne anlam ifade ettiğine ilişkin bir berraklaştırma işlemiyle başlamak gerekiyor. Böylece siyasal hareket olarak “Gezi”nin analizini Türkiye’deki sol siyasetlerin hikâyesi içine oturtabiliriz. Birikimsel bir tarihsel-sosyolojik perspektifle Türkiye’deki sol siyasal hareketi i) aktörler, ii) örgütler, iii) talepler ve iv) repertuarlar üzerinden analiz edeceğiz.
Türkiye’de sol hareketin ikinci doğumu (ilk doğumu 1920’li yıllardır) 1960 sonrasında yaşanmıştır. Günümüzde hâlâ varlıklarını sürdüren sol eğilimler 27 Mayıs Askerî Darbesi sonrasında sahne almışlardır. Askeri darbeyle “feodal sınıfları” tasfiye etmekte başarısız olan CHP kitlesi darbe sonrasında hızla bir solculaşma süreci içine girmiştir. Demokrat Parti ile CHP arasındaki kavganın sınıfsal, kültürel temelleri mevcuttur. Demokrat Parti’de örgütlenen sınıfsal kitleler genel olarak kasaba eşrafıdır (ağalar da buradadır) ve halkın gücü onun yanındadır. Bu toplumsal sınıflar parlamento yoluyla devlet mekanizması üzerinde etkili olmaya başlayınca burjuva sınıfının ve sivil-asker bürokratik elitlerinin sert müdahalesiyle karşılaştılar. Askeri darbe eşrafın ve ağaların siyasal gücünü geriletti ancak ortadan kaldıramadı. Darbe bu bakımdan eksik kalmıştı. Her şey bu kurucu/temel eksiklik duygusuyla başladı. Bu eksiklik Milli Demokratik Devrim programının gelişiminde merkezi motifi oluşturmuştur. Karadeniz’den Ege’ye uzanan CHP kitlesi (ki içinde Alevilerin önemli bir yer tuttuğu) solun Türkiye’deki doğal tabanı olmuştur. Tabanın çok partili yaşamda hareketlenmesi siyasal-toplumsal mücadelenin bir sonucudur. 1960’lı yılların ruhu Kemalizmin iktidar gücünü yitirmesiyle paralel olarak meydana gelen solculaşma sürecini ifade eder. 68 Kuşağı CHP’li ebeveynlerin çocuklarından müteşekkildir. Zihinlerin yapılanması açısından Köy Enstitüleri’nin rolünden de geçerken söz edelim. Sol bu memlekette bugüne değin Kemalizmin çirdik ördek yavrusu olarak gündeme gelmiştir. Ki bu yapısal etken hâlâ devam etmektedir. Bugün de sol, AK Parti karşısında iyice sıkışan CHP tabanının hareketlenmesinden nefes almaktadır. Türkiye’de “sol” diye adlandırdığımız şey, CHP tabanının hareketlenmesinin bir fonksiyonudur. Bu sosyal zemin solun siyasal yapısını biçimlendirmiştir. O dönemde sol idea-politik anlamda modernist ve modernist olmayan sol olarak iki gruba ayrışmıştır. Hiçbir zaman kitleselleşemeyen modernist olmayan solun temsilcileri Kemal Tahir, İdris Küçükömer ve gençlik içinde önemli bir isim olmuş Harun Karadeniz’dir. Anlaşılacağı üzere ana akım Türkiye solu idea-politik ayrışmalar bakımından modernisttir. Kemalizmin ilerletilmesi tezinden hareket eden modernist sol teorik-politik açıdan Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim kamplarına ayrışmış, pratik-politik bakımdan ise silahlı mücadele ve parlamenter mücadele temelinde ayrışmıştır. O günlerde oluşmuş bu siyasal çizgilerin sıkı takipçileri bugünde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu siyasal hareketler Gezi’de “bayraklılar” olarak Taksim Meydanı’nda yerlerini almışlardır.
Dönemin toplumsal yapısının sınıfsal konfigürasyonun karakteri solun sınıfsal haritasının çıkarılması bakımından da elzemdir. Bu kısa yazı kapsamında ayrıntılandıramayacağım sınıfsal kategorileri derdimi anlatabilmek açısından biraz dört köşeli (kaba Marksist bir biçimde) kullanacağım. Marx’ın sınıf teorisi üzerinden ilerlersek, klasik Marxist literatür temel olarak üç sınıfsal katmandan söz etmektedir; burjuvazi, işçi sınıfı ve küçük burjuvazi. Küçük burjuvaziyi ise Marx kendi içinde ikiye ayırmaktadır; klasik küçük burjuvazi ve yeni küçük burjuvazi. Eski küçük burjuvazi köylüler, esnaf ve zanaatkârlardan oluşmakta iken yeni küçük burjuvazi doktorlar, avukatlar, mimarlar, mühendisler, sanatçılardan vb. oluşmaktadır. Marx bu sınıfsal katmanların siyasal yatkınlıklarına ilişkin çıkarımlarda bulunur. Ona göre klasik küçük burjuvazi muhafazakâr bir siyasal eğilime sahiptir. Buna karşın ise yeni küçük burjuvazi değişimci bir niteliği vardır. Türkiye’de Demokrat Parti’den AK Parti’ye uzanan siyasal çizgi izlendiğinde klasik küçük burjuvazinin muhafazakâr partilere oy verdiği görülmektedir. CHP etrafında örgütlenen toplumsal sınıflar ise büyük oranda (Özal’la birlikte parçalanmaya başlayan) yeni küçük burjuvaziden oluşmaktadır. “Gezi” sürecindeki belli başlı olayları anlamak açısından bu sınıfsal kategorilerin keşifsel bir anlamı vardır. Taksim esnafıyla “Geziciler” arasında yaşanan gerilim bir nevi Gezi parkının baş örgütleyicisi Taksim Platformu’nun (ki büyük oranda TMMOB’un öncü aktör olduğu) yeni küçük burjuvaları ile klasik küçük burjuvazinin çıkarlar ve ilgiler (interest) kavgasıdır. Basitçe bu olay para-militer güçlerin örgütlemesi olarak değerlendirilmemelidir. Sınıfsal tasniflere devam edersek, klasik Marxist lügat bu sınıfsal kategorilere bir de sınıf-dışı kategoriler ekler; memurları da içine alacak biçimde tanımlanan bürokrasi, aydınlar ve öğrenciler. Kemalist batılılaşma programının uygulanmasında devlet aygıtının ve aydın kitlenin önemini bu planda düşünmek gerekmektedir.
Bu sınıfsal-toplumsal kategoriler içinde solun nereden geliştiğine gelelim. Basitçe cevaplarsak “işçi sınıfı” ve “klasik küçük burjuvazi” dışında tüm kategorilerden beslenmekle birlikte esas olarak yeni küçük burjuvazi ve sınıf-dışı kategoriler solun doğal tabanıdır. Türkiye solu bu nedenle öğrenci hareketi, aydın hareketi ve memur hareketi olarak kendini açığa vurmuştur. 1960 sonrasını kasıp kavuran işçi ve köylü hareketleriyle ilişkisi hiçbir zaman organik değildir, hatta aktörleri harekete geçiren motivasyon da işçi ve köylü mobilizasyonuyla sınıfsal açıdan farklılaşır. Bu “dünya” ayrışmasının çok önemli pratik sonuçları olmuştur. 1971 kopuşuyla birlikte kurulan silahlı mücadeleyi esas alan örgüt mensuplarının mütemadiyen işçi ve köylüler tarafından ihbar edilmeleri “devrimcilerin” doğal yerlerinin neresi olduğu konusunda bize bir fikir vermektedir. Bir parantez açarak Türkiye’deki devrimcilerin neden gittiği her yerde ihbar yediklerini Carl Schmitt’in Partizan Teorisi kitabının ilhamı üzerinden anlamlandırmaya çalışalım. Schmitt kitabında soyut düşmana (“burjuvazi” gibi) karşı savaşan “devrimci partizan” (ki buna o “partizan” der) ile somut düşmana (“işgalci güç” gibi) karşı savaşan “karasal partizan” (ki buna o “gerilla” der) arasında bir ayrım yapmaktadır. Schmitt devrimci partizanın idea-politik bir yönelim içinde olduğunu, karasal partizanın ise nomos merkezlilik anlamında nomotetik bir yönelimde olduğunu belirtir. Devrimci partizan kendi soyut siyasal programını uygulamaya koymaya çalıştığında halkın nomosu ile devrimcinin ideası karşı karşıya gelir. Dolayısıyla halk devrimci partizanı kendi savaşçısı olarak görmez ve devlete ihbar eder. Devrimci partizanın halkla arasındaki yarık bu açıdan epey derindir. O hâlde devrimcilerin yaşam dünyaları neresidir? Devrimcilerin nomosu Kemalist küçük burjuvaziye aittir. Bu nedenle onlar ancak kentli küçük burjuvaların evlerinde saklanabildiler, gizlenebildiler. Benzer biçimde bugüne bakarsak “Gezi” sürecinde harekete geçen yerler CHP tabanının (buraya etno-dinsel bir kitle olarak Alevileri ve onların yerleşkelerini de eklemek gerekiyor) hüküm sürdüğü mekânlardır, mahallelerdir, bölgelerdir, şehirlerdir. İstanbul özelinde söylersek şayet Mecidiyeköy, Beşiktaş, Bakırköy, Kadıköy vb. yerlerdir. Ancak bu kitlenin Alevi alt sınıflarıyla ayrıştığı noktalar mevcut. 1980 sonrasında CHP kitlesinin kaymak tabakası de-politikleştiğinde radikal sol örgütlerin büyük çoğunluğu Alevileşti. Bu sol örgütlerin merkez komitelerinin büyük çoğunluğu Alevilerden oluşmuştur. Dolayısıyla Taksim Meydanı’na yerleşen radikal sol gruplar toplumsal taban olarak Alevi alt-sınıflarından oluşmakta iken “Gezi” parkına yerleşmiş kitle ise geniş anlamda CHP kitlesidir.
1960-80 aralığındaki toplumsal ve siyasal hareketleri aktörler, örgütler, talepler ve eylem repertuarları üzerinden genel bir şablonlaştırmaya gidelim. Toplumsal hareketin aktörleri olan işçi ve köylülerin örgütleri işçi sendikaları, partiler, meslek odaları, kooperatiflerdir. Bu hareketlerin talepleri ekonomik, eylem repertuarları ise grev, fabrika ve toprak işgali, yürüyüşler biçimindedir. Siyasal hareket olarak solun geliştiği zeminin aktörleri ise öğrenciler, aydınlar ve memurlardır. Bu toplumsal katmanların örgütleri dernekler, öğrenci federasyonları, memur sendikaları ve devrimci sol partiler olup talepleri ise siyasal iktidardır. Kullandıkları eylem repertuarlarına gelirsek; işgal, boykot, silahlı mücadele, savaş, gösteriler, yürüyüşler, sokak siyaseti vb’dir. Toplumsal hareket olarak işçi eylemleri ve köylü isyanları ile siyasal öznelerin bağlantısı Türkiye İşçi Partisi örneği haricinde (ancak bugün “sol” olarak bildiğimiz çizginin üzerinde TİP geleneğinin etkisi son derece azdır) her zaman için çok zayıf olmuştur. Siyasal hareketleri besleyen en önemli dinamik Kemalizm’in merkezi devlet aygıtı üzerindeki derin etkisi nedeniyle “memur”lardır. “Memurların” Türkiye solunda merkezi bir rolünden söz etmek gerekiyor. Devlet alanının Demokrat Parti üzerinden yeniden düzenlenmesiyle birlikte sınıfsal (E.P. Thompson’cı anlamda sınıf kavramından söz ediyorum) kayıplar yaşayan memurlar Kemalizmi sol bir zaviyeden yeniden kurguladılar. Memurlar içinde de önemli bir yer tutan grup ise “öğretmenler”dir. Öğretmen sendikalarının (TÖBDER) seksen öncesinde çok aktif olmasının Türkiye sol tarihi açısından anlamını doğru okumak gerekiyor. Bir ikinci hususta öğrenci kategorisi için söz konusu. O dönemde öğrencilerin hepsi solcu olma eğilimi içinde değildi kuşkusuz. Tıpkı Pierre Bourdieu’nün Fransız 68‘i için yaptığı okuma gibi Türkiye’de de solculaşan öğrencilerin sınıfsal haritalarını “fakülteleri” göz önüne alarak açıklamak gerekiyor. Hangi üniversitelerde ve hangi fakültelerde solculaşma süreci yaşanmıştır ve neden? Devrimci öğrenci liderlerinden Deniz Gezmiş’in İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Mahir Çayan’ın ilk olarak İstanbul Hukuk sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doğu Perinçek’in Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Sinan Cemgil’in OTDÜ Mimarlık Fakültesi, İbrahim Kaypakkaya’nın Çapa Öğretmen Lisesi öğrencisi olmasının hem ideolojik, hem de sınıfsal anlamları üzerine düşünmek gerekiyor. Kaypakkaya dışındakilerin hemen hepsi (Alevi bir köylü ailenin çocuğudur ve diğerleriyle yolları köylülüğünden dolayı ayrılır) Kemalist ailelerden gelen küçük burjuva çocuklarıdır. Mahir Çayan’ın Kemalizmi küçük burjuvazinin radikalizmi temelinde okuması kesinlikle doğrudur ve sol, Kemalizmin küçük burjuva radikalizminden doğmuştur. Başka bir ifadeyle sol, Kemalizmin kalelerinden türemiştir; hukukçular, öğretmenler, mimarlar, sanatçılar, kültürel üreticiler vb. toplumsal katmanların, çeşitli statü gruplarının radikalleşmesinin sonucudur. Bu sosyal-sınıfsal demografinin mekânsal karşılıklarına yukarıda işaret etmiştik. Tam da buradan çıkacak olan fenomen yeni küçük burjuva karakterdir. Burada bir yanlış anlaşılmayı engellemek açısından bir hususa işaret edelim. Türkiye’deki solcular arasında oldukça ahlaki ve siyasi bir damga (stigma) olan “küçük burjuva” nitelemesi genel olarak öğrenciler için kullanılır. Hâlbuki Marx’ın sınıf teorisi içindeki küçük burjuvaziyle öğrencilerin hiç alakası yoktur. Öğrencilerin ahlaki ve siyasi olarak küçük burjuva olarak nitelendirilemesi Rus Devrimi’nden kalan bir adlandırmadır ve Türkiye’ye Leninist metinler ve Maksim Gorki’nin Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi kitabı üzerinden girmiştir. Bu nedenle küçük burjuvazi ifadesi Marx’ta bir sınıf teorisinin analiz kavramıyken Türkiye’deki yaygın kullanımında siyasal bir jargona dönüşmüştür.
1969-70 momentinde doğan devrimci solcu özne 1980 sonrasında yeraltına çekilmiş, Gezi süreciyle birlikte yeniden cisimleşmiştir. Küçük burjuvazi yeniden radikalleşmiş ve solculaşma sürecine girmiştir. Kolektif hafızasındaki geçmiş ruhu çağırmaya başlamıştır. Hem de hukukçular, sanatçılar, öğretim üyeleri, beyaz yakalılar, doktorlar, mimarlar, kısacası yeni küçük burjuvazi öncülüğünde. O öznenin bütün anadiliyle birlikte doğmuştur; Grup Yorum’un konserlerindeki Amerika karşıtlığını hatırlayalım, ODTÜ öğrencilerinin protestolarındaki dili hatırlayalım, Türkiye Komünist Partisi’nin bütün ideolojik programını, sloganlarını hatırlayalım. Bugün sol partilerin hemen hepsinin temel derdi “Gezi”yle birlikte hareketlenen geniş anlamda Kemalist kitleyi (adlı adınca sekülerleri) örgütlemekten ibarettir. O kitlenin taleplerini politikleştirmekten başka bir dertleri yoktur. Bu dilin ve öznenin Kemalizmin radikalleşmesini ifade etmesinin dışında bugünün bağlamıyla uzaktan yakından bir akrabalığı söz konusu değildir. Öznenin ileri ket vurmasından, geçmişi sayıklamasından başka bir anlamı yok. Gezi’ye giden sürecin öncesinde ODTÜ’deki Deniz Gezmiş anmalarıyla birlikte Deniz Gezmiş figürünün (Kaypakkaya’nın değil ama) ve Mahir Çayan çizgisinin güçlenmesinin (gerek ÖDP üzerinden Dev-Yol geleneğinin gerekse de DHKP-C üzerinden Dev-sol geleneğinin) nedeni her iki ismin de esasen anlatmaya çalıştığımız gibi Kemalizmin toplumsal tabanının hareketlenmesinden, radikalleşme sürecine girmesinden doğan bir karaktere sahip olmalarıdır. Peki, o günün öznesini bugünle mukayese edersek neler söyleyebiliriz? Sonda söyleyeceğimizi ortada söyleyelim o vakit: Marx, Napolyon’nun yeğeni Napolyon Bonapart hakkında Louis Bonapart’ın 18 Brumeire’i isimli çalışmasının ilk cümlesinde şöyle demişti:
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak. Danton’a göre Caussidiére, Robespierre’e göre Louis Blanc, 1793-1795’in Montagne’ına göre 1848-1851’in Montagne’ı, amcasına göre yeğeni. Ve, 18 Brumaire’in ikinci baskısına eşlik eden koşullarda gene aynı karikatürü görüyoruz”.
İlkinde trajedi olan tipler (Deniz Gezmiş) ikincisinde komedi/karikatür olarak gündeme geliyor (Koray Çalışkan). İlkinde Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi teorisyenler çıkmışken ikincisinde Cihan Tuğal, Foti Benlisoy gibi tipler çıkabiliyor. İlkinde Lenin, Mao, Marighella gibi isimlerin kitapları ellerden düşmezken şimdilerde Zizek’in metinleri ellerden düşmüyor. İlkinde trajik bir sonla biten “devrimci” hayatlar, bugün çok komik bir karikatür olarak (“Parka çadır kurma” şeklinde) gündeme gelebiliyor; “çapulcu”. Devrimcinin yaşantısı trajiklik, çapulcunun yaşantısı ise komiklik ile maluldür.
“Gezi”deki özneyi anlamak için seksen öncesinin izlerinin yanısıra seksen sonrasındaki gelişmeleri de irdelemek ve siyasal hareketin değişimini benzer biçimde özneler, örgütler, talepler ve repertuarlar üzerinden giderek tartışmak gerekiyor. Seksen öncesinde “devrimci savaşçı” dönemin ve yerel hem de uluslararası konjonktürü nedeniyle temel karakterdi. Halk savaşı, ulusal kurtuluş savaşı MDD merkezli siyasal mahfillerin ana gündem maddesiydi. Bilhassa 1971 sonrasında (12 Mart’la birlikte ordunun müttefik güç olmaktan çıkmasıyla) gündeme oturmaya başlayan olgu ise Leninist Parti aparatıdır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin akabinde sol karşılaştığı baskılarla birlikte temel bir dönüşüm geçirmiştir. Siyasal iktidarın elde edilmesine dayalı stratejiler terk edilmiş (azami program), en temel görev olarak “demokratik görevler” (asgari program) kabul edilmiştir. Marksist yaklaşım açısından ise Doğu Marksizmi’nden Batı Marksizmi’ne doğru bir transformasyon yaşanmıştır. Radikal sol gruplar açısından ise dönüşüm şöyle yaşanmıştır; “halk” kavramı terk edilmiş (mahalle örgütlenmesi), “işçi” (emek, fabrika örgütlenmesi) kavramı merkeze alınmıştır. Bu gruplar ancak giderek marjinalleşme eğilimi içinde girmişlerdir. Siyasal devrim programı terk edilmiş, toplumsal alanda demokrasinin derinleştirmesini isteyen yaklaşımlar (12 Eylül’ün baskı rejiminin etkisiyle) başat hâle gelmeye başlamıştır. Sivil toplumcu radikal demokrasi teorileri Leninist devrim stratejilerinin yerini almıştır. 12 Eylül öncesinin solu açısından tipik metin Lenin’in Devlet ve Devrim kitabı iken, 12 Eylül sonrasının tipik metni Ernesto Laclau’nun Hegemonya ve Sosyalist Strateji çalışmasıdır. Profesyonel devrimciliği bırakan radikalleşmiş orta sınıflar sisteme yeniden entegre olmuşlar ve neo-liberalizmin gözde kuruluşlarında çalışmaya başlamışlardır. Radikal sol örgütlerin sıkı takipçileri olarak ise sadece Alevi mahalleleri kalmıştır.
Yeni küçük burjuvazinin neo-liberal ekonomik modelle birlikte değişen bir karakterinden söz etmeliyiz. Bilindiği üzere neo-liberal ekonomik model devlet merkezli büyüme stratejilerini terk etmiş ve onu piyasa merkezli büyüme modelleri ile değiştirmiştir. Bu nedenle piyasacılığın güçlenmesinin siyasal formu sivil toplumculuk olarak belirginleşmiştir. Medya kuruluşları, reklamcılık sektörü, bankalar seksen sonrasının gözde çalışma sahalarıdır. Neo-liberalizmin piyasacılığı altında yeni tipte bir küçük burjuvazinin doğuşuna tanıklık edilmiştir. Seksen öncesinin devletle bağları güçlü olan küçük burjuvazisi form değiştirerek piyasaya bağımlı hâle gelmiştir. Yeni küçük burjuvazinin seksen sonrasında geçirdiği dönüşümler sol içerisinde iki büyük ayrışmaya neden olmuştur; sivil toplumculuk (sol liberalizm) ile ulusalcılık. Sınıfsal içgülere bağlanabilecek bu ayrışma üzerine basitçe şunu söylemek gerekiyor; devlete bağları güçlü olan pozisyonların ulusalcılığa, piyasa ile bağları güçlü olan pozisyonların ise sivil toplumculuğa gebe olduğudur. Aslında devlet üniversitesindeki doktor ile kendi muayenesi açan doktor arasındaki, devlet üniversitesindeki akademisyen ile vakıf üniversitesindeki akademisyen arasındaki, kendi avukatlık şirketi olanlar ile barolardakiler arasındaki devlet-piyasa merkezli bir ayrışmadan söz ediyoruz. Ancak aralarındaki ayrışmalara rağmen tüm bunların hepsini biraraya getiren olgu Kemalizmin gerek sivil toplumdaki gerekse de devlet alanındaki kalelerinin geriletilmesidir. Sınıfsal yapının değişimiyle birlikte seksen sonrasında siyasal hedeflerde değişmiştir; sınıfsal taleplerin yerini insan hakları söylemi, silahlı mücadelenin yerini eleştiri silahı, eşitlik söyleminin yerini özgürlük söylemi, ekonomik ilgilerin yerini etik ilgiler (“dayanışma” etiği) almıştır. Bu aktörlerin temel örgütlenme araçları artık Leninist Parti değil, daha esnek modellerdir; platformlar, dernekler, hareketler, muhalefetler, koordinasyonlar, inisiyatifler, kolektifler vb. Dönemin en önemli platformu ise parti olmayan parti olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’dir. ÖDP yeni orta sınıfların temel örgütlenme aracıdır ve Taksim Platformu üzerindeki en temel güç bu kesimdir. ÖDP’nin talep ettiği kamusallık teorik olarak Jürgen Habermas, Ernesto Laclau, Hannah Arendt gibi isimlerin metinleri üzerinden tartışılmıştır. İronik bir biçimde söylersem Yeni Gündem: İletişim’dir. (Ancak “Gezi”yle birlikte radikalleşme artınca Fransız 68 radikalizminin önemli isimlerinden Jacques Ranciere’e atıfla “uzlaşmazlık” kavramının “iletişim” kavramının yerine geçmeye başladığını belirtelim.) Yaşam tarzına yapılan vurgu, çok-kültürcülük, farklılık atfı sivil toplumcu öznenin yeni jargonu hâline gelmiştir. Sert, kavgacı marşların yerini yumuşak, mutena şarkılar, türküler (“Yeni Türkü”, “Bulutsuzluk Özlemi”, “Düş Sokağı Sakinleri”) almıştır. (Tarihsel sürekliliği tipik bir göstergesi de “Gezi” sonrasında 1968 dönemlerine ait eski marşların karnavaleks formlarda yeniden doğmasıdır.) Yürüyüşlerin yerine ise karnavallar geçmiştir. 2000 sonrasında büyük kent merkezlerinde ÖDP çizgisi baskın hâle gelmeye başlamıştır. Bu siyasal çizgiyle birlikte ekolojist hareketler, kadın hareketleri, eşcinsel hakları gibi eğilimler belirginleşmeye ve kamusallaşmaya başlamıştır. “Gezi” sürecinin öncü güçleri 1980 öncesinin olduğu kadar 90’lı yılların birikimine de yaslanmaktadır. Farklı siyasal ve toplumsal eğilimleri kendi çatısı altında birleştirebilmiş ÖDP kitlesinden gelen birikimler “Gezi”nin örgütlenmesinde, eylem biçimlerinde, atılan sloganlarda belirleyici olmuştur; “müşterekler” söylemi ve “her yer taksim her yer direniş” sloganı ÖDP içinde örgütlenmiş yeni orta sınıf kitlenin içinden çıkmıştır. Şimdi, buraya kadar “Gezi”nin üç temel bileşeninin tarihsel oluşumunu aktarmaya çalıştım; i) sol örgütler ve aleviler, ii) ulusalcılar ve iii) yeni sol siyasetler. “Gezi”nin bütünsel gövdesini belirtirken iç ayrışmalara da ışık tutmak gerekmektedir. “Gezi” sürecinde eski sol ile yeni sol “bayraklılar” ile “bayraksızlar” biçiminde ayrışmıştır. Mekânsal olarak klasik sol Taksim Meydanı”na yerleşmişken, yeni sol siyasetler “Gezi” parkına yerleşmiştir. Zaten öznenin adını koyan da oradaki kitledir; çapulcular. “Gezi” sonrasında “yeni orta sınıflar” kavramsallaştırmasını ateşleyen de bu kitlenin sınıfsal yatkınlıkları olmuştur. Yeni orta sınıflar olarak referans verilen kitle, küreselleşme yanlısı, kitap okuyan, kendisini eğitimli görerek halktan ayıran, ironik bir dile sahip, eğlenceyi önemseyen, siyasal partilere mesafeli, yatay örgütlenme modellerine yatkın, İstiklâl Caddesi, Harbiye, Nişantaşı kitlesidir. Sonraları oluşan forumlarda Beşiktaş, Nişantaşı, Kadıköy, Taksim civarlarında kurulmuştur. Duvar yazıları, mizah, ironi, sanatsal pratikler, şarkılar vb. kültürel direniş pratiklerinin fâili de buradadır. Ancak bu insanlar CHP’nin bedeninde yer almaktadırlar. Birazdan ayrıntılandıracağız “kültürel burjuvazi”de “Gezi” kitlesinin içindedir. Seksen öncesi ile seksen sonrasının siyasal tasavvurları arasındaki gerilim “Gezi”nin bedeninde yankısını bulmuştur. “Gezi”nin bedensel yatkınlıkları ile teorik aklı arasındaki gerilimler incelemeye değerdir, ancak burada bu incelemeye gerek yoktur, ancak şunu belirtebiliriz; Gezi”nin bedensel yatkınlığı Türkiye 68‘dir, teorik yatkınlığı ise Paris 68’i.
Beden ve akıl meselesinde şunları dile getirmeliyiz: İnsanın özneleşmesinde rasyonaliteden çok duygu durumlarının (örneğin “kin” gibi) önemli olduğunu düşünüyoruz. Duygu modlarının da psikolojik, fizyolojik bir zatiyet olmaktan çok sosyal-sınıfsal oluşumlar (sınıfsal-kültürel kinler) içinde yapılandığını söylemeliyiz. Çünkü küçük burjuvazi üzerine olan literatürden biliyoruz ki küçük burjuvazinin oynak konumu üst burjuvazi gibi bir rasyonalite cihazına sahip olmasını engeller ve duygusal tepkileri çok daha fazla sergilemesine neden olur. Radikalleşme dinamiğinin sınıfsal yapısı buradan gelir. Kin gibi en kaba duygulardan müteşekkil kitlelerle müzakere ve iletişim olanakları ortadan kalkar. Adorno’nun deyişiyle, “kültür taşının altında kaynayan dehşet” kendisini gösterir. Sözün (“sav veren öznenin”) iptal olduğu, sesin onun yerine geçtiği bir siyasal bağlam peyda olur. Memleketin en eğitimli kesimi, dolayısıyla da “söz” sahipleri değil midir ki uzun bir süredir, Antik Yunan’dan bu yana kölelere hasredilen ifade biçimlerine (ses çıkarma) başvurmaktadırlar; tencere tavayla (bir elinde Boğaziçi diploması elbette) başlayan (yani “gürültüyle”) kölece ifade tarzları oradan “tatava yapma bas geç’e ve şimdilerde ise “alkışlıyoruz” (en kaba ses çıkarma biçimiyle) seçim sloganıyla devam etmektedir. Elitizm iddiasından lümpen bir faşist jargona (“oy verin gitsinler”) düşüş bu olsa gerektir. Kindarlıktaki artışın nedeni klasik simetrinin bozulmasında yatmaktadır. Kendilerini üstün gördükleri kitleyle yaşadıkları kısmi eşitlenme seküler öznede kin birikmesine neden olmaktadır. Klasik simetri bozulunca artık kendisini gömebileceği anlam sistemi çökmeye de başlamıştır. Küçük burjuvazinin klasik/seküler fraksiyonu muhafazakâr kitlenin küçük ve orta ölçeklerde ekonomiden siyasete ve oradan kültüre tüm alanlarda büyümesine paralel olarak yitirdikleri ayrıcalıklardan dolayı kin tutmaktadır. Yukarıdaki lümpenleşmenin ve faşistleşmenin sosyolojik imasını böyle okumalıyız. Buradan çıkış için eski repertuarlarını, dilini, imajlarını çağırmakta ve efendiliğini yeniden tesis etmek istemektedir. Kendileriyle hesaplaşma yerine savunma psikolojisine girdiler. Öyle ya, “aydın” Zola’dan beridir “suçluyum” demez, “suçlar”. En derininde yatan kininle yüzleş!
Kültürel Burjuvazi ve Sembolik Mücadele
Toplumsal hareketler literatürünün ileri sürdüğü önemli argümanlardan bir tanesi toplumsal hareketi başlatan kitlenin sosyal-sınıfsal yapısının hareketin örgütlenme biçimini, taleplerini, eylem repertuarlarını belirlediği şeklindedir. “Gezi” üzerine yürütülen mücadelelerin en önemli ayağı fiziksel şiddet olsa da, belki de daha semptomik olanı “sembolik mücadele”dir. Olaylar sırasında öne çıkan fotoğraflar, dillendirilen genel söylemler bunu ortaya koymaktadır; bir yanda polis copu, diğer yanda ise polise karşı kitap okuyan solcu genç. Eylemler esnasında dans eden, takmayan, ironi yapan, şenlik havasında itiraz eden, piyonalar çalan, duvarlara yazılar yazabilen, ellerinden müzik aletlerinin düşmediği, çadırlar kurabilen bir eylemci tipolojisiyle karşı karşıya kaldık. 90‘lı yıllardan itibaren yeni orta sınıflar zaten kültür sanat alanında, medyada önemli mevkiler edinmişti. Kendilerini halktan dil becerileriyle, kültür ve sanattan anlamalarıyla, iyi eğitimleriyle ayrıştırıyorlardı. Bu sınıfsal habituslar nedeniyle internet, medya, kültür sanat, bilim ve felsefe gibi alanlar eylemler sürecinde ve sonrasında ön plana geçmiştir. Demeye çalıştıkları kendilerinin Türkiye’nin kaymak tabakası/elitleri olduğuydu. Kültür ve sanattan ancak onlar anlardı ve ülkenin geri kalanı liyakatsiz insanlardan oluşmaktaydı. Onların dışındaki herkes ancak zordan, kabalıktan anlardı, kendileri ise konuşan, kentli, nazik insanlar kümesiydi. “Orantısız zekâ lafları”, “bağzı şeyler” esprileri tipoloji hakkında yeterince fikir veriyor zaten. Tam da bu pratiklerden solun işçi sınıfıyla ve halkla kurduğu teorik özdeşleşmeler paramparça olmuştur. (Hadi başkasına itiraf edemiyorsun bari kendine itiraf et, biz yine de duymayalım!) Burjuva haklar retoriği onca eleştiriden sonra geri geldi. Ulus Baker’in öğrencileri Spinoza’nın kudret öğretisinden liberal hak teorisine gerilemişlerdir. Post-yapısalcılıktan aydınlanmacılığa, affection temelinde okunan Spinoza’dan rasyonalist, Amsterdam burjuvazisiyle müttefik olan Cumhuriyetçi Spinoza’ya, Olgun Marx’ın bilimselciliğinden Genç Marx’ın hümanizmine doğru bir dizi zihinsel/mental dönüşüm yaşanmıştır. Hegel’i yeniden keşfetmek zorunda kalmışlardır. Kültürel sorunlardan siyasal sorunlara doğru bir ilgi kaymasına tanıklık etmekteyiz. Memlekette siyaset felsefesi patlamasının bağlamla bir ilişkisi var kuşkusuz. Bu kitle kendi orta sınıf çıkarlarını sol bir retorik içinden savunmaya çalışınca ideolojik perdeler yırtılmıştır. İşçi ve köylü eylemlerine giden eski devrimcilerdense çapulcuların “İnci Pastanesi”, “AKM”, Emek Sineması”, “Robinson Cruose Kitabevi” savunuları her şeyi apaçık kılmaktadır.
Türkiye’ye özgü bir sermaye biçimi var; kentlilik sermayesi. Böyle bir sermayenin ne anlama geldiğini uğradıkları sembolik şiddetten dolayı köylüler çok daha iyi bilirler: Batılı yaşam tarzıyla, seküler tüketim pratikleriyle içeriklendirdikleri bu sermaye biçimiyle kendilerini “taşralılardan” ayırıyorlardı. Neye sahiptiler, ayrıcalıkları neydi? Pierre Bourdieu’nün deyişiyle, “kültürel sermayeye”. Bourdieu’nün kültürel sermaye sahibini Alwin Goldner’ın kavramıyla “kültürel burjuvazi” olarak tanımlayacağız. “Kültür” faktörü Türkiye gibi ülkelerde (Fransa’da olduğu gibi) üst sınıfların önemli bir ayracı olarak işlem görmektedir. Hangi toplumsal parametrelerin sınıfsal ayrışmada rol oynayacağı tarihsel bağlamla irtibatlıdır. Kültürel sermaye sınıf oluşumunda, deneyimlerde, his yapısında son derece önemli bir faktördür. Sınıfsal ayrışmanın önemli çıktılarından olan kültürel sermaye (önemli okullardan mezun olanların devletin önemli kadrolarına gelmesi) bir yandan devlet soyluluğuna, diğer yandan da kültür soyluluğuna neden olur (sanat, bilim, müzeler, konserler, felsefe, düşünce, edebiyat alanında hegemonya). Bu nedenle kültürel burjuvazinin rolü kayda değerdir.
“Gezi”yle birlikte akademide, kültür ve sanat alanlarında (özelliklede karşı oldukları burjuvaların kendilerine açtığı alanlarda) varlığını sürdüren kültürel burjuvazinin eleştiri silahına sarıldığına tanıklık ettik. Gelişmekte olan eleştirinin temel özelliği kültürel burjuvaziye ait olmasıdır. Başka bir ifadeyle eleştiri üst sınıflara doğru yürümektedir. Türkiye’nin elit lise ve üniversitelerinden eğitim almış bu imtiyazlı zümre tarihinde hiç olmadığı kadar aktif siyasetin içine girmiştir. Bu da aslında akademinin önüne bir araştırma gündemi çıkarıyor: Eğitim sosyolojisi ve kültür sosyolojisi yapılmadan “Gezi”nin sınıfsal karakteri gözler önüne serilemez. En soyut şekilde sorarsak, “Gezi”nin ana tetikleyicisi neydi? Türkiye’de bürokratik ve ekonomik alan, eğitim alanı ve kültürel alandaki homolojiler (yani bürokratik ve ekonomi alanında en üste olanların eğitim alanının da en üstünde, kültürel alanında en üstünde yer alması. Üst düzey bürokratların ve zenginlerin çocuklarının eğitim alanının üstündeki okullara gitmesi.) AK Parti döneminde sarsılmıştır ve “Gezi”, klasik kapalı, statik tabakalaşma yapısı pasif devrimlerle zedelendiğinde ortaya çıkan yeniden üretim krizidir. Bu açıdan “Gezi” mezkur toplumsal kesimlerin yeniden üretim krizine karşı geliştirdikleri stratejiden başka bir anlama sahip değildir. Yükselme ufku daralan yeni küçük burjuvazinin radikalleşmesinden ibarettir. Üstlerden giden toplumsal kitle ile altlardan giden toplumsal kitle ilk defa AK Parti döneminde karşı karşıya/yüz yüze geldiler. Eskiden paralel dünyalar içinde yaşarlarken şimdilerde kesişmeye başladılar. Kriz de buradan çıktı zaten. Bourdieu’nün deyişiyle, “alanlar” (ekonomi, sanat, kültür, akademi, bürokrasi vs) giderek daralıyor, kıskançlaşmaya başlıyor; birileri “sen giremezsin” diyor. “Sen giremezsin” mücadelesinde kültürel burjuvazi öncülük yapmaktadır. Yani liyakat söylemi patlaması yaşıyoruz. Parlamento eliyle halk kitlesi devletin idari kadrolarına gelince ve muhafazakâr kitlenin tüm alanlarda “idari, kurumsal sermayesi” artınca kurumların içindeki profesyonellerin (sözgelimi akademik alanda bilimsel sermayesi fazla olanlar, sanat alanındaki sanatçılar, mimarlar vb) kendiliğinden ideolojisi olan “liyakat” söylemi patladı. Kariyer süreçleri pasif devrimlerle sekteye uğrayınca gazetelerde, sosyal medya mecralarında liyakatsiz insanların elde ettiği idari statülerin haber (doğal olmayan, olaysı vakalar) olduklarını görmeye başladık. Sol söyleme sahip bu kitlelerin sınıfsal karakteri gereği halk tabakalarıyla çıkarları ve dünyaları ayrışmıştır. Bu kitlenin sınıfsal güdüsünün siyasal formu “meritokratik”tir ve “demos” ile tabandan bir çatışma içindedir. Bu farkı eğitim göstergesi üzerinden ifade edersek, Cumhuriyetin üç-dört kuşaktır “eğitimli” kitlesi ile ailelerinin ilk kuşak eğitimlilerinden oluşan muhafazakâr kitle arasında yaşanan bir siyasal, toplumsal mücadeleye tanık oluyoruz.
“Gezi” sonrasında yaşanan kültürel üretim pratiklerinde patlama teorik/düşünsel alanda yaşanmıştır. Sosyolojiden ekonomiye, oradan siyaset bilimine uzanan farklı alanlarda pek çok isim “Gezi”nin anlamlandırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Burada üretilen yaklaşımlara geçmezden önce “Gezi” sürecinde ve sonrasında avangart bir rol üstlenen “felsefecilerden” söz etmek gerekmektedir. Felsefe ilk defa bu kadar bir toplumsal-siyasal olgunun bilgisinin üretilmesinde öncülük etmiştir. Bize göre, felsefe alanının tarihsel inşasıyla bu durumun bir bağlantısı vardır. Çünkü felsefe başından itibaren Kemalizmin egemenliği çerçevesinde şekillenmiştir. Genel olarak üretilen yaklaşımlara gelirsek; hakikat siyaseti olarak “Gezi” (Foucault), Olay olarak “Gezi” (Badiou), İstisna Hâli olarak “Gezi” (Schmitt, Agamben), Moleküler Devrimler olarak “Gezi” (Deleuze), biyo-iktidara karşı biyo-politik bir direniş olarak “Gezi”, Çokluk olarak “Gezi”, parça olmayan parça olarak “Gezi” (Ranciere), gelmekte olan ortaklık olarak “Gezi” (Agamben, Blanchot), umut ilkesi olarak “Gezi”, ortak yaşam deneyimi olarak “Gezi”, konsey/komün pratiği olarak “Gezi” (Luxemburg, Otonom çevresi), kimlik değil oluş olarak “Gezi”, işçi sınıfının isyanı olarak “Gezi” (Korkut Boratav, Ahmet Tonak), halk hareketi olarak “Gezi”, prekaryanın isyanı olarak “Gezi”, yeni toplumsal hareket olarak “Gezi”, “müşterekler hareketi” olarak “Gezi”, kent hakkının savunusu olarak “Gezi”, doğrudan demokrasi pratiği olarak “Gezi”, haysiyet ayaklanması olarak “Gezi” vb. Listeyi uzatmak gerçekten çok olasıdır. Sembolik mücadelenin (eylem repertuarı olarak) bu kadar yoğun olmasının anlamı hareketin sınıf karakteriyle doğrudan bağlantılıdır. Burada “kültür ve sınıf” arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmek gerektiği konusu önem kazanıyor. İngiliz Marksist tarihçi E. P. Thompson’ın sınıf kavrayışı önemli açılımlar sağlamaya matuftur. Thompson sınıfları salt yapısal, ekonomik konumları üzerinden değil, deneyimlerini merkeze alarak oluşum süreci içinde değerlendiriyor. Bu deneyimler içinde kültürün, geleneğin, göreneğin, ailenin önemi artıyor. Türkiye’deki orta sınıfların oluşum süreçlerinde ailenin, oradan içselleştirdikleri zihinsel ve bedensel yatkınlıkların ve siyasal süreçlerin etkisinden aslında yazı boyunca söz etmeye çalıştık.
Sınıf oluşum süreçleri açısından “Gezi” burada baktığımız husus çerçevesinde, Bourdieu’nün öğrencisi Loic Wacquant’ın deyişiyle, kültürel burjuvazinin öncülük ettiği bir isyandır. Wacquant’ın kent denen olguyu ekonomik, sembolik ve siyasi sermayenin biriktiği ve farklılaştığı bir mekân olarak okumaktadır. Bu nedenle kentler farklı sermaye biçimlerinin birbiriyle karşılaştığı, zaman zaman da çatıştığı yerlerdir. Onun argümanına göre neo-liberal yapılanma içinde ekonomik ve siyasi sermayenin, kültürel sermayenin yayıldığı mekânlara yönelik hamlesine kültürel burjuvazi direnerek karşılık verme eğilimindedir. Ona göre bu olgu neo-liberal döneme ilişkin bir fenomendir. Günümüzdeki kentsel toplumsal isyanın öznesi “popüler sınıflardan” ve “kent yoksullarından” çok kültürel burjuvazi olduğunu ileri sürmektedir. Türkiye’deki siyasi, ekonomik, kültür kavgalarının üzerine bu olguyu eklediğimizde kültürel burjuvazinin isyanı daha anlamı hale gelmektedir. Çünkü Türkiye söz konusu olduğunda basitçe “Gezi” neo-liberalizmin bir fonksiyonuna indirgenemez, çünkü onu tarihsel oluşum süreçleriyle birlikte düşünmek gerekmektedir. “Gezi” hakkında üretilen söylemin büyüsü, tarihsel oluşumları ve sınıf yapılarını göz önüne alarak düşündüğümüzde bozulmaktadır. Sol açısından traji-komik olanı ise, Wacquant’ın da belirttiği gibi, kültürel burjuvazinin asli stratejisi kendisine ait olduğu mekânı esasen üst sınıflara değil, alt sınıflara kapatmak istemesidir. Bu bakımdan eşitlik ve özgürlük mücadelesi olarak kurulan büyü, “çıkarlara” odaklanıldığında uçup gitmektedir. Gerek klasik ortodoks Marksist bakış gerekse de Alain Touirane gibi yeni toplumsal hareket kuramcıları kültür ile çıkar kavramını birbirinden soyutlayarak değerlendirme eğilimindedir. Ancak nesnel konumların çeşitlenerek farklı alanlar arasında dağıtıldığı Bourdieucü yaklaşıma göre çıkarlar sadece ekonomik alana ait değildir. “Kültürel sermaye”nin bizzat kendisi kendi maddiliğine sahiptir ve entelektüeller genellikle kültürel sermaye sahipliği üzerinden egemenlik tesis ederler. Çıkar ile ahlakı karşı karşıya koyarak evrensel bir hakikat retoriği geliştirirler. (Çünkü tam da bu onların çıkarı, farklılık üretme stratejileridir.) Bu okumada güç mücadelesi yerini doğru ile yalanın, iyi ile kötünün mücadelesine bırakır. Felsefecilerimiz kamuoyuna (“Kazlıçeşme”) karşı hakikati savunan Sokratik tiplere dönüşmüştür! Marx’tan mülhem ne demiştik “ideoloji gizler”; “Gezi” bilimin, sanatın, kültürün, ahlakın, vicdanın arkasında saklanmaktadır. İncelmişliğin arkasında yatan kaba bir duygu akışı onun yatağıdır; “kin”. “Gezi” daralan alanlardaki kıskançlık hissi, kindarlık ve öfkeyle maluldür ve halk karşısında konumlanan üst sınıf kültürel burjuvaların sınıf ırkçılığının basit bir yansımasından başka bir şey değildir. Kültürel sermayenin en önemli payını ellerinde tutan Marksistlerimizin en büyük trajikomik anlatısı burada gizlidir.
Bilhassa söylem üreten entelektüeller, Bourdieu’nün ifadesiyle, “egemen sınıfın hükmedilen fraksiyonu”dur. Bourdieu kültür üreticilerini yine de “egemen sınıfın” içine dâhil etmektedir ki bu Türkiye için açık bir gerçektir. Kültürel burjuvazi çelişkili toplumsal konumundan dolayı asla tutarlı bir bakış açısına sahip olamaz. Bazen kapitalizme eleştiri getirir, kriz durumunda ise burjuvaziyle ittifak yapmaktadır. Gouldner bu nedenle kültürel burjuvazinin asla bir eşitlikçi ideolojiyi savunamayacağını düşünmektedir. Kültürel burjuvazi (“ayrıcalıklı” kesim) sürekli olarak kendisini farklı toplumsal kesimlerden ayırma mücadelesi içindedir. “Ben bilim, sanat, kültür insanıyım, bana böyle davranamazsın” ya da “ben doktorum, ben mimarım vs” söyleminin kurduğu ayrımlardan söz ediyoruz. Bu nedenle “Gezi” egemen ile ezilen arasındaki bir mücadele değil, farklı egemenler arasındaki bir mücadeledir. “Gezi” üzerine üretilen bunca teorinin anlamı kültürel burjuvazinin hegemonya mücadelesinin bir parçası olması münasebetiyledir. Kültürel burjuvazi kendi gündemini kendi araçlarıyla dayatmaya çalışmıştır. Akademisyenler, mimarlar, sanatçılar, kültür insanları politik aktör olarak gündeme gelmektedir. Bilim ve sanat alanlarından devşirilen güçler siyasal alanda siyasi muarıza karşı ileri sembolik mücadelenin bir parçası olarak sürülmüştür. Sahip olduğu bütün potansiyelleri siyasal mücadelesinde araçsallaştırdı. (Deniz Gezmişlerin de avukatlığını yapmış Niyazi Ağırnaslı’nın torunu varis Suphi Nejat Ağırnaslı’nın ölümünde “Boğaziçili, sosyolog, çevirmen” olarak takdim edilmesi de benzer bir semptomdur.) Kendi dünyalarının pratiklerine gömüldüler. Ne de olsa “herkes ve her şey kendi yaşam dünyası içinden, onu çevreleyen yapı içinden nesnelerle ilişki kurar.” Eş deyişle zihinsel ve bedensel habituslarının doğallaştırıcı şemalarına saplanıp kaldılar. Bilimsel dilin üstünlüğüne dayalı pozistivist jest kendini tüm çıplaklığıyla bir kez daha açık etmiştir. Bilim insanlarının kanaatleri asla kendiliğinden hakikat değeri taşıyamaz. Hele ki Einstein’ın belirsiz, rölatif dünyasının ufuklarında olan bizler için. Üretilen teorilerin herhangi bir açıklayıcılık kapasitesi yoktur. Mezkur teorilerin anlamı hegemonya mücadelesinin ana unsuru olan siyasal meşruiyet kavgasında saklıdır. Bilimsel çerçeveler değil, batıdan ithal hazır kalıp siyasal/teorik çerçevelerdir. En azından burada gördüğü işlev siyasaldır, ideolojiktir. Gramsci’nin veciz bir ifadesiyle yazımı noktalıyorum; Politikayı bilimsel teorilere yaklaştırmak, tarihsel devinimin bu teorilere bağlı olduğunu olumlamaktan ve böylece ultra-materyalist olayım derken tuhaf bir soyut idealizm biçimine düşmekten başka nedir?
Hüseyin Etil
Haziran 2015 Sayı: 250
s. 58-67