27 Temmuz 2016 Çarşamba

Çark

Bir kısım solun uzun süredir beklediği darbe nihayet gerçekleşti. O da sol gibi, cüssesi iri ama sesi tiz bir şekilde cereyan etti.
İki klikten söz ediliyordu, herkes bir biçimde bu iki klikten birinin kuyruğuna yapıştı. Düzenin çarklarına ayar verilirken, sol da o düzeneğin bir parçası olma muradını açıktan ortaya koydu. AKP, Taksim meydanına sol kitleleri ücretsiz taşıdı. Bir sembol olarak Taksim, ana çarklardan biri olan CHP’ye teslim edildi. Eskiden 1977 Taksim’inin, 1 Mayıs iradesinin arkasındaki örgütün her şeyi CHP’ye teslim etmesinde olduğu gibi, bugün de onca yıl Taksim için dökülen kan ve ter, CHP’nin malı kılındı. Sip’in TKP’si ulaşımın ücretsiz oluşundan komünizm edebiyatı yapar hale geldi. Birgüngazetesi ise eşit ücret verileceği haberini “Finlandiya ve İsviçre’ye komünizm geliyor” şeklinde sundu. Herkes nereye hizmet ettiğini gayet iyi biliyordu. CHP’nin Taksim manifestosunda ne ABD ne Fethullah ne de devlet içi gerilimler vardı.
Sonrasında, eskiden “Saray’a çıkmam” diyenler koşa koşa gittiler, çağrılmayanlar “beni niye çağırmıyorsunuz?” diye serzenişte bulundular. “Saray gladyosu”, “AKP diktatörlüğü” gibi tespitler üzerine kurulan tüm siyaset çöktü. Bu lafları edenler, 15 Temmuz sonrası Tayyip’in aczinden, çaresizliğinden dem vurmaya başladı, darbe haberini “enişte”den almasıyla dalga geçildi. Bunca lafın ardında, Taksim’de o sarayın savunulması gerçeği gizlenmeye çalışıldı. Kışlık Saray’a yürüme hayalleri kuranlar, AKP’nin kucağına koştular. Devlet bizzat böyle emrediyordu. Tutunulan yer orasıydı. Gezi’deki tüm tutamakları kırıp atanlar, demek ki bunun için yapmışlardı onca işi. Zira çarklar dönmek zorundaydı.
Darbe girişiminin ilk saatlerinde CHP kitlesinde bir heyecan açığa çıktı. Bazı komutanlar darbe karşıtı açıklamalar yapınca, “bu darbeyi Tayyip tertiplemiş, her şey oyun” denmeye başlandı. Bu fısıltıya son verme görevi Kemal Okuyan’a düştü. Komünist değil istihbaratçıya yakışır bir eda ile Tayyip’in uçakta Yunanistan’a iltica etmek istediğini söyledi. Yani bu iş bir kurgu değil, ciddi ciddi bir darbe girişimiydi. Çark-çekiç hemen çark etti ve darbeye “dur” diyen askerlerin yanına hizalandı.
Aylardır taşların yerinden oynadığı söyleniyordu zaten. HDP ve CHP uzantısı sol örgütler bu yönde değerlendirmeler yapıyorlardı. Kimileri Tayyip’in ABD tarafından istenmediğini söylüyor, onun bugünkü “milli kahraman” olarak takdimine tanıklık eden şölen ateşine odun taşıyorlardı. Askeri olmayanların siyaseti, giderek askerîleşmişti.
Bağzı “Marksistler” de yüksek siyaset koltuklarından, darbe girişiminin “27 Mayıs darbesi” olduğunu, ordunun kılıç attığını, herkesin darbe girişimini desteklemesi gerektiğini söyledi, desteklemeyenleri “hain ve liberal” ilan etti. Sonra da utanmadan Tayyip gibi “yanıldık” dediler. Eğer bu işin arkasında gerçekten Fethullah var ise ve yazdığı mektupta dile geldiği biçimiyle Fethullah hep batının uşağı olagelmişse, bu “bağzı Marksizler" de batı uşağı idi. Onca aydınlanma ve modernizm eleştirisi sığ bir kemalizme bağlanıverdi. Herkese ilkesiz siyaset önerenler, doksanlarda belirledikleri bir ilkeyi 15 Temmuz momentine dayattılar. Sokaktaki halkı aşağılamak gene onlara düştü. Oysa kemalizm gibi teşkil edilecek bir Marksizmin kimseye bir hayrı yoktu. ABD’nin adının geçmediği bir “muz cumhuriyeti” tabirini herhangi bir tatil kasabasındaki CHP’li ihtiyarların yüreğine sıcak şekilde kullanmak da karşılıksızdı. CHP kitlesine bu şekilde girebileceğini düşünenler, o sızmayı neden yapmak istediklerini sorgulamalılardı. Zira AKP ve CHP iç içeydi ve toplamda mevcut devletin bileşeniydi. 15 Temmuz bunun tescil edildiği momentti, sadece kendi zihinleriyle konuşan, sadece kendi bireyliğini tanıyan, onun dışındaki her şeye kör bakanların anlamadığı buydu. O kör siyasetle aynı yatağa girenlerin şaşı kalması, şaşırması doğal bir sonuçtu.
Ergenekon döneminde “mecliste subay görmek isterim” diyerek ordunun siyasetle ilişkisine destek sunan Kemal Okuyan ise birden çark etti, etmeyenlerin başına çekiç savurdu. Son üç yıldır haber kaynakları, ideolojisi, teorisi Fuat Avni kadar olan bu örgütler, siyaseti çark etme becerisi olarak görüyorlardı anlaşılan. Bugünse “darbe girişimi ABD’ye ait, Tayyip’in üzerini çizdiler” diyor. İşçi Partisi ile aynı yere savruluyor. Tek fark, onun siyasetin kirine bulaşmamış bir solculuğun müdafisi olması. Yoksa hepsinin kitabında cin olmadan adam çarpmak yazılı.
AKP’nin örtük ve gizli müttefikleri ile CHP ve HDP’nin de rabıtası var. Milli konsensüs bu rabıtanın eseri. Sol siyaseti Fuat Avniciliğe indirgeyenler, hiçbir şey olmamış gibi bu konsensüse duhul ettiler. AKP’ye devlet adına, devlet içre ve devlet için karşı çıktılar. Yoksul halkın, ezilenlerin zerre önemi yoktu. Ali’siz Alevilik, tam da Alevilerin öfkelendiği bir momentte çıkartılmış bir kitapsa, bunların sınıfsız sınıfçılığı, halksız halkçılığı da aynı işlevi görüyor. Her şey devlet ve onun bir başka biçimi olan demokrasi için nasılsa. Bu nedenle AKP’deki İslam’sız İslamcılığın yanına düşülmesinde bir gariplik yok. Köksüzleştirme, tarihsizleştirme, toplumsal zemini aşındırma devletin kimi sol örgütler eliyle gerçekleştirdiği bir işlem.
AKP kitlesinin camileri, salayı, Kur’an’ı devreye sokuşunu anlamıyorlar. MİT ve Diyanet eliyle bu silâhın kullanılmasından bağımsız olarak, şu söylenebilir: Namaz vakti dışında savaş çağrısı olarak ezan okunması çok eski bir gelenek. Sünni Müslümanlar camiye örgütlü. Peki onca “Alevi” diyenler, geride Aleviliğe dair ve içre, örgütlenecek ne bıraktılar? Alevileri korkutarak kendilerine örgütleyebileceklerini sananlar, Aleviliğe ne kadar örgütlendiler? Hangi örgütte politik tarihsel bir örgütlenmenin tezahürü olarak 12 hizmete ve ceme dair bir iz var?
Fatih Yaşlı gibilerin piyasaya sunulma sebebi burada. 1977 Taksim’inin arkasındaki irade, bu ülkenin kurucu iradesi ile Sovyetler dolayımıyla ilişki kuran bir yapıydı. Sol siyaset, o dönemde Sovyetler’den buraya doğru teşkil ediliyordu. Bugün sol siyaset, Sovyetler’le anlaşma imzalamış kemalizmden batıya doğru teşkil ediliyor. Artık sovyetçilik ve türevleri kemalizmle mayalanmış. Kuleli’ye, meclise, ticarethane olarak meslek odalarına ve sendikalara örgütlenen solun dıştaki dinamikleri örgütlemesi, onlara örgütlenmesi mümkün değil.
Dolayısıyla “Cumhuriyet 1923’te ‘dünya-tarihsel bir olay’ın, yani Ekim Devrimi’nin etkisinde kuruldu, Milli Mücadele’nin seyrini Sovyetler Birliği ile kurulan ilişki belirledi, kuruluşa sosyalizm damgasını vurdu.” kötü ve cahilliğin ürünü olan bir ezber. Bu cümleleri yazanlar, Mustafa Kemal’in resmi TKP’si kadar solculuk oynamaya ahdetmiş kişiler. O partinin birinci ana maddesi, “parti dışında her türden komünist faaliyetin yasaklanması”nı öngörüyor. Fatih Yaşlı da bu yasağa uyuyor ve kemalizmin istediği kadar solculuk oynayacağını söylüyor. Gericiliği, AKP’yi bahane olarak kullanıyor. Çünkü yazdığı gazetenin arkasındaki sol örgütün bir nevi tetikçiliğini yapan “Deli Gaffar” isimli zat, “Kuleli, bizim okulumuz. FETÖ'cüler tarafından ırzına geçildi ve şimdi öldürülüyor. Çok üzgünüm.” diyor. Sosyalistlik ve devrimcilik bugün Kuleli’ye ağıtlar yakıyor. Taksim’e çıkma onurunu yaşayan EMEP’in lideri, kendi TV’sinde devletin dağıldığını söylüyor ve bunu dert ediniyor, söz konusu gelişmeye üzülüyor. Diğer cenahtan Veysi Sarısözen ise “Apo orada, anlaşın, bu dağınıklığı çözün, Rojava’yı ülkeye katın, yoksa daha çok darbe olur.” diyor. AKP kanallarında “Kürtlere zulmeden bu darbecilermiş” laflarını perçinleyecek yazılara yer veriliyor. Alper Taş, “bu darbeciler Kürtlerle savaşanlar” tespitinde bulunuyor. Alp Altınörs ise darbecilerin Fethullahçılarla birlikte hareket ettiğini, Kürtlerle savaşı bunların yürüttüğünü söylüyor. Maalesef, herkes her şeyi biliyor.
Fatih Yaşlı da resmi TKP’yi biliyor olmalı. Ama derdi “az gelişmiş kapitalizm”i ilerletmek olduğu için, o yoksul çocukları neden Müslümanların örgütlediğini anlayamıyor. Ali Ağaoğlu’ndan alınan parayla ödenen maaşını sorgulamıyor.
Yazı yazdığı gazeteyi çıkartan örgüt de bir dönem anti-komünist olarak nitelendiriliyordu, çünkü komünizm “Sovyetler” demekti. Ama Sovyetler kalmayınca her örgüt o kanaldan beslenmeye çalıştı. Çark başağı öğüttüğü için bir grup devrimci, biraz da sınıfsal gerekçelerle, itiraz geliştirmişti. Başak öğütüldü, kimileri için ekmeğe dönüştü, çark ise yüksek siyasetin mecazı hâline geldi. Yüksek siyasetin tek dolayımı ise kemalizmdi. Müslüman hareketin kontrol altına alınması, dışarıdaki her türlü faaliyetin yasaklanması için nasıl ki AKP kurulmuşsa, bu milli mutabakat içindeki partiler de aynı amaçla kurulmuşlardı.
Fatih Yaşlı “günümüzün şeriatı sosyalizmdir” sözünü bilir mi, bilmiyoruz. Onun anti-komünist cepheye kolayca fırlatıp attığı Nurettin Topçu’nun sözü bu. Onun muhayyilesinde darbe girişimi bir badire ve bu badireden kurtulmak için Sovyetler’le ilişki kurmuş kemalizmin serin sularına çekilmek tek çözüm. Köy Enstitüleri övgüsünün üzerindeki yaldız kazındığında altta Sovyetler değil, Hitler Almanya’sı çıkar. Bugün cemaatlere yönelik saldırı bu geleneğin uzantısı. Dolayısıyla Fatih Yaşlı’nın yoksul çocukları eğitmek için kurulan kimi solcu dersanelerin nasıl birer ticarethaneye dönüştüğünü, bu alana nasıl ihanet edildiğini sorgulaması gerek. Ensar haberleri ile o alanda devletin örgütlenmesine nasıl destek olduğunu görmesi gerek.
Yaşlı, hem “Türkiye hiç sosyal devlet olmadı” demekte hem de herkesi sosyal devletçi kemalizmin önünde diz çökmeye davet etmektedir. Bir tür solculuğun ve marksizmin, cılız, dağınık, güçsüzmüş gibi gösterilen kemalizmi ikame etmesi yönünde hesaplar yapanlar, boşa kürek çekmektedirler. Bu girişim, esasen çarkların dişlisi olma meselesinin örtbas edilmesi girişiminden başka bir şey değildir. Temelde ikame işlemi için Marksizmin kemalistleştirilmesi zorunludur. Kadrocular içimizdedir. Gizlenmek istenen budur.
Bugün Gezi’den kaçıp Haziran Hareketi’ni kuranlar, “nasıl ama, AKP’lileri Taksim’den kaçırttık, laiklik maddesini nasıl soktuk manifestoya” diye kendilerine gaz vermektedirler. Oysa AKP’liler, zaten CHP ile yürütülen pazarlık ve anlaşma süreci gereği çekilmişlerdir. Bu çekilme Haziran girsin diyedir. Düşmanın istediğini yapıyorsan, asıl sende bir sorun vardır. Saray’a koşa koşa gitmek isteyenlerde de benzer bir sorunun olduğu görülmelidir. Sırrı Süreyya tekrar sahneye çıktığına göre, müzakere süreci gene başlayacaktır, daha doğrusu, kaldığı yerden devam edecektir. Zaten Sarısözen de “alın Rojava’yı, verin Apo’yu” demektedir.
Halkevleri ise zaten fukara mahallelerdeki tokileşme gibi süreçlerde arabulucu ve komisyoncu olarak varolmayı devrimcilik zanneden bir yapıdır. Bu işlem, öğrencilik, meslek grupları ve sendikalarda da yinelenmektedir. Örgütün herkesin nabzına göre şerbet verdiği çağrısında darbeye kerhen mani olan irade konuşmaktadır. O irade, AKP eliyle kitleyi bireye bölmekte, siyasetin bireyin hukukî ve meslekî varlığına kapanmasını istemektedir. Halkevleri’nin ve benzerlerinin demokrasi cephesi çağrıları, devrimci kitlelere değil, özel bireylere yönelik bir çağrıdır. Özünde sadece AKP’ye odaklanmış tüm siyaset ve ideolojinin devlet içi dinamikleri örtbas etme amaçlı olduğu görülmelidir. Tayyip ve AKP, bazen kendi adına bazen de o devlet adına konuşmaktadır. Sola da eksik yanları tamamlamak düşmektedir. Sol buna tavdır, tava gelmiştir.
Onca yıl, özellikle Gezi’den beri seslenilen bireylerdeki mülk bilinci, bayrak ve memleket tasavvuru üzerinden eşitlenmiştir. Çarşaflı kadınla başı açık kadının yan yana geldiği resme ağlamak, bu eşitlenmenin yol açtığı bir duygudur. AKP’li Hakan Arslanbenzer, “Her üç generalden biri hapiste. Durum o kadar vahim. Memleketimizde esir olacaktık.” demektedir. Öz vatanında parya olanlar, kıpırdamadıkları için zincirlerin de farkında değildir. Darbe karşıtı eylemlere katılanlar, cılız da olsa “biz demokrasi için mücadele etmedik ki!” diyerek, bu yöndeki tespitleri eleştirmektedir. Bu eleştiri bastırılmak zorundadır. AKP, biraz da 19 Ekim 1920’de kurulan resmi TKP üzerinden anlaşılmalıdır.
Bugün devlet yanında olan da devletle eşdüzlemde ama karşısında olan da aynı şeyi söylemektedir. Aslolan, altta rüşeym halinde varolan “ezilenlerin iktidarı” ölçüsüyle meselelere bakabilmektir. Bayrağımızın rengi, üzerindeki tarih unutulmamalıdır.
Kerem Kamoğlu

26 Temmuz 2016 Salı

OHAL; Kimin İçin, Niye?

15 Temmuz Askeri ayaklanmasından bu yana devlet alanında ilan edilmemiş bir “olağanüstü hal” planı uygulanıyor. Yargı, emniyet ve ordu başta olmak üzere devlet kadroları kitleler halinde gözaltına alınıyor ve yine kitleler halinde tutuklanıyor. Yönetim ve daha kaygı verici olmak üzere yargı, genel “listeler”le iş yürütüyor. Hakim ve savcılar dahil kamu görevlilerinin ve yakınlarının havayoluyla seyahatleri yasaklanıyor. Anayasal haklar açıkça lağvediliyor. Gözaltına alınanlar soyuluyor ve ters kelepçelerle toplum karşısında ifşa ediliyor. İşkence iddiaları ise giderek yükseliyor. Bu durum ülkenin baştan sona bir toplama kampına dönüştürülmeye başlandığını gösteriyor. Şimdi ise yaşanan fiili durum OHAL ilanıyla resmileştiriliyor. Şunu bir kenara öncelikle kaydedelim. Toplama kampının, yönetim ve yargının temel aracına dönüşmeye başladığı böyle bir süreçte hükümet ve bağlaşıkları açısından tüm bir muhalefetin "tehdit ve tehlike" sınıfına dahil edildiği-edileceği gerçeğini geçmiş tecrübelerimizden pek iyi biliyor olmalıyız. Bu nedenle OHAL ilanını iki önemli noktanın altını çizerek değerlendirmek isteriz.
15 Temmuz Askeri Ayaklanması'ndan bu yana devlet alanında ilan edilmemiş bir “olağanüstü hâl” planı uygulanıyor. Yargı, Emniyet ve Ordu başta olmak üzere devlet kadroları kitleler halinde gözaltına alınıyor ve yine kitleler hâlinde tutuklanıyor. Yönetim ve daha kaygı verici olmak üzere yargı, genel “listeler”le iş yürütüyor. Hâkim ve savcılar dahil kamu görevlilerinin ve yakınlarının havayoluyla seyahatleri yasaklanıyor. Anayasal haklar açıkça lağvediliyor. Gözaltına alınanlar soyuluyor ve ters kelepçelerle toplum karşısında ifşa ediliyor. İşkence iddiaları ise giderek yükseliyor. Bu durum ülkenin baştan sona bir toplama kampına dönüştürülmeye başlandığını gösteriyor. Şimdi ise yaşanan fiili durum OHâl ilanıyla resmileştiriliyor.
Şunu bir kenara öncelikle kaydedelim. Toplama kampının, yönetim ve yargının temel aracına dönüşmeye başladığı böyle bir süreçte hükümet ve bağlaşıkları açısından tüm bir muhalefetin "tehdit ve tehlike" sınıfına dahil edildiği-edileceği gerçeğini geçmiş tecrübelerimizden pekiyi biliyor olmalıyız. Bu nedenle Ohal ilanını iki önemli noktanın altını çizerek değerlendirmek isteriz;
Bu bir karşı tatbikattır
En başından söyleyelim. Olağanüstü hâl ilanının askeri ayaklanmanın bastırılması ve Cemaat'in kalkışması ile bir alakası yoktur. Cemaat'in "Askeri Ayaklanması" zaten bastırılmış durumda. Geriye kalan askeri unsurların tek yaşam alanı "gerilla harbi" olabilir. Fakat, Cemaat'in bunu yürütebilecek hazırlıkları yoktur. Diğer yandan, hükümet Cemaate karşı önlemlerini herhangi bir hukuki kaygı duymaksızın fiilen yürütmeyi tercih ettiğini 15 Temmuz'dan itibaren zaten göstermiştir. OHâl ilanının arkasındaki asıl saik ise, hükümetin, askeri ayaklanma sürecindeki kurumsal zayıflığını somut olarak tecrübe etmesi ve böyle bir müdahale karşısında kurumsal dinamiklerin kendi dışında ilerlediğini fark etmiş olmasıdır. Tam da bundan dolayı, hükümet OHAL ile devlet alanını yeni bir cephe anlayışı içinde örgütlenmeye girişmektedir. Nitekim, ayaklanma, tam tekmil bir darbe tatbikatına denk düşmüştü ve bu hâliyle darbenin "başarılabilir" bir siyasi hedef olduğunu somut olarak gösterdiği gibi ordunun diğer kanatlarının ayaklanmaya katılmaması nedeniyle akim kalması ise hükümetin varlık ve gelecek kaygısını daha da besledi. Şunu da ekleyelim: Ayaklanma sürecinde hükümet, ordunun ulusalcı grubuna, merkez medyaya ve geleneksel siyasal partilere olan “borcu”nu dehşetle gördü. Her borç hükümeti kendi bağımsız varlığı ve geleceği konusunda kaygıya düşürür kuşkusuz. Özetle şunu söylemeye çalışıyoruz. Hükümet, olağanüstü hâli, zaten yenilmiş olan Cemaatin tasfiyesi için ilan etmiyor. Tam tersine, kendisini yeniden örgütlemek ve kurumsal dinamikleri kendi lehine dönüştürmek için ilan ediyor. Kabaca bakıldığında OHÂL, geniş bir kitlesel mobilizasyon ile kurumsal bir reorganizasyonun üzerine oturuyor ve bu hâliyle de devlet içindeki müttefikler karşısında AKP’nin çıkarlarına denk düşüyor. Şunu da bu çerçevede dikkate alalım: kurumsal planda ulusalcı-Kemalist grupların giderek merkeze yerleşmesi karşısında, AKP, halka dayanmaktan ve halkın silahlandırılmasından söz ederek bundan sonra benzer bir askeri ayaklanmaya tevessül edebilecek gruplara “gözdağı” vermeye çalışıyor. Bundan dolayı kendi topluluğunu sürekli hazır ve nazır bir halde sürekli karşı tatbikata çağırıyor...
İkna olmakta zorlananlar için şu hususu da ekleyelim; Hükümet daha çok yakın zamanda Kürt bölgelerinde her tür hukuksuz şiddeti olağanüstü hâl ilan etmeksizin yürütebildi. Olağanüstü hâle yönelik bir ihtiyaç hissetmedi. Çünkü zaten buna ihtiyacı olmadığını çok iyi biliyordu ve bugün Cemaat’e yönelik uyguladığı şiddetin bir kaç yüz katını olağanüstü durum ilan etmeksizin gerçekleştirebildi. Bu da hükümetin olağanüstü hal ilanı ile asıl olarak bugünkü müttefiklerine karşı kendi gücünü yeniden örgütlemek istediğini gösteriyor.
Nihayetinde OHAL’le, AKP, ülkenin her yerinde kendisini aynı anda ve hızlıca örgütleme tatbikatı yapıyor ve böylece devlet kurumları içerisindeki muhtemel “tehdit ve tehlike”lerin Valiler, kaymakamlar, MİT vb. gibi kurumlar ile AKP tabanı arasındaki siyasi bağlar kurularak tenkil edilmesi provaları yapıyor. Bunun sonucunda ise kurumsal dinamiklerin AKP’nin tamamen eline geçmesi bekleniyor. Bu ilk noktaydı. Gelelim ikinci önemli meseleye...
Peki OHAL ilanı neden yanlış?
OHAL'in Cemaat tehlikesi bakımından iki önemli noktada hayati yanlış olduğu kanaatindeyiz.
İlk olarak yaşanan kriz, AKP'nin bizzat kendi varlığı ve geçmişini mahkûm ettiği bir krize tekabül etmekle hükümetin inisiyatif aldığı bir OHAL tercihinin açık biçimde dışlanmasını gerektirmekte ve Meclis odaklı bir kamusal platformu zorunlu kılmaktadır. Hükümet, kamu görevlilerine yönelik yaptığı toplu gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle kurumların bittiğini açıkça itiraf etmiş bulunmaktadır. Bu durum aynı zamanda kendi yönetim ve yargı tecrübesinin de mahkûm edilmesi demektir. Devlet kurumları ve kadrolarının bu seviyede iflası hükümetçe açıkça kabul edildiğine göre, askeri ayaklanma soruşturması ve tasfiyelerin, meclisin ve sivil toplum örgütlerinin gözetimi altında demokratik bir biçimde yürütülmesi şarttır. Bu yönde öncelikle bir meclis komisyonu kurulması zaruridir. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin de bu komisyona katılması denetimi güçlendirecektir. Çünkü gözaltı ve tutuklama sayıları ve oranlar göz önüne alındığında, hâlihazırda yürütülen operasyonların aynı zamanda kurumların tasfiyesi hâline geldiği açıktır ve bütün bu süreçlerde Meclis'in ve kamuoyunun aktif katılımını zorunlu kılan en önemli noktalardan birisi de burasıdır.
İkinci olarak, Cemaat ile hesaplaşma, tıpkı Ergenekon Davası'nda olduğu üzere tarihsel öneme haiz bir meseledir ve Ceza yargılamasının bu hesaplaşmayı iktidarlar lehine "harcaması" tehlikesi de bulunmaktadır. Nitekim Ergenekon Davası, tam bir fiyaskodur ve hükümet iddialarının tersine ülkenin "askeri geçmiş" ile hesaplaşmasını engelleyen bir işlev görmüştür. Yaşadığımız son bir haftalık süreç ise, Cemaat soruşturmasının Ergenekon soruşturması benzeri bir yapıda inşa edilmekte olduğunu göstermektedir. Bir defa ceza yargılaması, önceden kapalı kapılar ardında hazırlanan bir liste ile yürütülemez ve adeta bir "toplama kampı" mantığı içinde işletilemez. Zira "genel listeler" oluşturarak soruşturma yürütmek, kişiler ve eylemleri arasında herhangi bir fark görmez ve toplu bir infazı daha en başından gerçekleştirir. Ayrıca, listeler, ceza soruşturmasının temel mantığı ile de bağdaşmaz. Çünkü ceza yargılaması fiiller ve failler ile ilgilenir. "Tehditler" belirlenerek ceza soruşturması ve yargılaması da yapılamaz.
Son olarak OHAL, AKP’nin kendi dışındaki politik güçlere ilan ettiği yeni bir politik mevzi ilanıdır. Oysa OHAL yerine geniş bir kamuoyu denetimi araçlarının devreye sokulması yaşanılan krizin kaçınılmaz gereklerinden birisidir. Aksi durumda, toplumun denetimine kapatılan bürokratik faaliyet yeni çeteler üretmeye devam edecek, hukuksuzluk bir kamu kültürü olarak varlığını sürdürecektir. En nihayetinde tıpkı Ergenekon Davası gibi Cemaat Davası da Türkiye yargı tarihinin büyük hüsranlarından birisi olarak yerini alacaktır...

15 Temmuz’un Yan Etkileri

15 Temmuz’da kudurmuş köpekler gibi millete saldıran üniformalı alçaklara karşı her türlü tedbirin ve cezalandırmanın gerçektirilmesini elbette ben de herkes gibi arzu ediyorum.
Yeter ki hukuk çerçevesi içinde kalınsın, dahası; adaletten şaşılmasın.
Bu arzumuzun yanında endişemiz de var: eyvah, kurunun yanında yaş da yanacak!
8 yıldır beraber olduğumuz, Müslüman olarak bu dünyadaki şahitliğimizin yolunu birlikte yürüdüğümüz, üniversitede öğretim görevlisi olan bir arkadaşımız açığa alındı.
Gerekçe şöyle:
“15 Temmuz 2016 tarihinde ülkemizde silahlı, Paralel Devlet Yapılanması (PDY) / Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından anayasal düzene, hükümete ve demokrasimize ve milletimize karşı darbe kalkışması başlatılmış ve halen devlet ve milletimiz imkanları kullanılarak çeşitli fiili saldırı ve tehdit yöntemleri ile kaos ortamı yaratılarak sürdürülmeye çalışılmaktadır. Süregelen açık tehditleri dikkate alarak Üniversitemizde görevli olup, bu örgüt ile bağı kuvvetle olan ve Üniversite imkânlarını bu hain amaç için kullanma şüphesi bulunan personelin kurumumuz ve devletimizin güvenliğini korumak amacıyla açığa alınmaları Rektörlüğümüzce uygun bulunmuştur.”
Diyeceksiniz ki: Ne var bunda? Bu adamların kendilerini gizlemek konusunda uzman oldukları anlaşılmış değil mi? Hem, bu daha soruşturma!
Diyeceğim ki: terör örgütü mensubu olarak yargılanma ciddi tehlikesi ile karşı karşıya kalan arkadaşım hakkında bir delil var mı acaba?
Bir delil yok ama bir iftira olduğu ortada!
Bir iftira dolayısıyla insanlar terör örgütü üyesi olmaktan yargılanabilir ve dahi, çılgınlık odur ki ceza dahi alabilirler!
Arkadaşımızı medya üzerinden linç etmeye çalışan iftiracılar hakkında suç duyurusunda bulunduk ve fakat hukuki süreç o kadar yavaş ilerliyor ki, işkillenmemek elde değil, henüz bir dava açılmış değil, soruşturma devam ediyor.
İftira atıp hedef gösterenler şimdi mutlu mudurlar?
Büyük bir vebalin altında kalacaklar…
15 Temmuz ile başlayan temizlik sürecinin yan etkilerine karşı dikkatli olmak gerekiyor. Birileri bu arada, bilerek veya bilmeyerek, amaç dışı, tümüyle kişisel hesaplarla bir temizliğe girişebilir.
Bu yazı da örnek vermek gibi olsun…
Hatırlamak isteyenler için haberi de burada, ama, sorarım size: kimin umurunda? 
Hakkında suç duyurusunda bulunduğumuz haber sitesi, haberci mi yoksa tetikçi mi, mahkeme henüz karar vermedi ama siz karar verebilirsiniz. Biraz vicdan ve ilke yeter…

Halktan Daha Güçlü Bir Ordu Yoktur!

Faşizm, tekelci burjuvazinin yönetim biçimidir. Tekelci sermaye, kanlı terör yalan ve demagoji ile halka yönelir ve halkın yüreğine korku ve şüphe tohumları eker. Nerede bir kafa karışıklığı muğlâklık, şüphe varsa, nerede endişe ve korkular üzerinden muktedir olunuyorsa faşizm oradadır.
Bizim işimiz soru işaretlerini, bilinmezleri büyütüp, abartıp halkta güvensizlik duygusu yaratmak değildir. Bu ikilem insanları kararsızlığa dolayısıyla hareketsizliğe sürüklemek içindir. Bu çaresizlik ve güvensizlik halkı başka çareler aramaya iter, boğulmamak için yılana sarılmaya sevk eder.
Bizim işimiz bilinenleri anlatmak, önemsiz ayrıntıların, asıl meselenin önüne geçmesine engel olmaktır. Bizim işimiz umut taşımak, güven vermektir.  Bu yüzden dün akşam yaşananların gerçekten bir darbe girişimi mi yoksa AKP’nin güç tazelemek ve iktidarını pekiştirmek için yarattığı bir mizansen mi olduğu değildir asıl mesele.
Önümüzdeki günlerde yaşanacak ekonomik ve siyasi gelişmeler, enerji tekelleri ile kurulacak bağlantılar bize dün gece yaşadıklarımızın gerekçesini de açıklayacaktır.
AKP az sonra el ense çekip yere vuracağı rakibin sırtını önce yağlamış sonra mindere çıkarmıştır. Yağlamıştır çünkü kendisini başpehlivan edecek olan odur.  “Nasıl olur da bu halka kurşun sıkarsınız” diye kameraların önünde bağıranlar bu halka kurşun sıkanların ta kendileridir. Bu halkın kıyılarını, ormanlarını, sularını, madenlerini satan, halkı yoksul, hasta, çaresiz bırakanların ta kendileridir. Gece boyunca halk üzerinde terör estirenler o bombaları atanlarla beraber onları besleyip büyütenler ve yapılanları seyredenlerdir. İstedikleri tek şey düşmanın düşmanlarını arttırmaktır.
Burada bir sorun da “biraz zaman ilerlesin de duruma göre konuşuruz” diyen, kendini sol, sosyalist olarak tanımlayan güçlerin tavırsızlığı hatta “darbe olsa da artık birileri AKP ye haddini bildirse” türünden tarafgirliğidir. Saray cuntasına son versin diye askerden darbe bekleyenlerdir.  “Bu darbe AKP ye karşı, bize bir şey yapmazlar”  türünden rahatlıklardır.
Bu mantık halka güvenmemenin, halk gerçeğine uzak olmanın, halka emek vermemenin bir sonucudur. “Bu halktan adam olmaz” diyenler ya ABD, Avrupa Birliğinden ya ordudan medet umar. Bizim dün gece yaşananları anlamak için kimin galip geleceğini beklemeye ihtiyacımız yoktur. Biz taraflardan birinin yanında durmak zorunda değiliz. Kırk katır ya da kırk satır seçmemiz gerekmiyor. Biz halk düşmanı iktidarları yeşil, lacivert ya da mavi kıyafet giymelerinden ayırmıyoruz. AKP ye haddini bildirecek diye de hiçbir faşist gücün duruşunu meşrulaştırmayız.
Görünen odur ki bu saldırı halka yöneliktir. Saldırganlar gece boyunca gerek uçaklarla gerek bomba ve silahlarla durmadan korku yaratmıştır.
İktidar darbe girişimi dediği bu durumdan önceden haberdardır ve hazırlıklıdır. Neler yapılacağı belirlenmiştir. Dün gece olup bitenler AKP iktidarının kan tazelemesine ve güçlenmesine neden olmuş kısacası işine yaramıştır. AKP hazırlıklı ancak halk güçleri hazırlıksızdır. Halkın örgütlü gücü, aydını olması gerekenler kendine, geleceğe umudunu yitiremez, ne kendi dışındaki güçlere güvenebilir ne de umutsuzluğa düşebilir. Buna hakkı yoktur.
Mevcut iktidarın faşist niteliği bir başka faşist gücün silahlı müdahalesi ile bertaraf edilemez. Öte yandan “demokrasiye darbe” türünden nitelemeler de doğru değildir çünkü mevcut iktidar da ne demokrasi vardır ne de halkın iktidarıdır.
Halkımız yalnız kendine inanmalı ve hangi inançtan, etnik kökenden olursa olsun birbirine güvenmelidir, halkı birbirine düşman etmek isteyenlere değil. Bildiğimiz şaşmaz doğru şudur ki; Halktan daha güçlü bir ordu yoktur. Faşizmi ancak halkın örgütlü gücü yenebilir.

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Korku Değil Umut

AKP iktidarı, Türkiye tarihinin makro ve mikro düzeyde yaşadığı en radikal dönüşümünün de icracısı konumunda. Bu cihetle Türkiye’nin tarihsel sürekliliğinden bir kopuş metaforu olarak kullanılan parantezin 15 Temmuz’da gerçekten de kapandığını söylemek mümkün. Bunun müspet ve menfi sonuçlarını da birlikte deneyimleyeceğiz. Ama en azından modernleşmenin zorakiliğinin faturasını nasıl ödediysek, bundan sonra memleket topyekün fabrika ayarlarına dönerken, bu dönüşün de toplumsal maliyetini karşılamamız gerecek. Kısa vadede idrak etmemiz gerekenin, Türkiye’nin zannettiğimiz ve varsaydığımız yer her neresiyse orada olmadığıdır.
Kentsel dönüşümden insan hakları ihlallerine, eğitim politikalarından çevre felaketlerine kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm sorunlarda müşterek olan, hesap sorma ve verme mekanizmasının yoksunluğudur. Demokrasi tuhaf bir şekilde bir sorumsuzluk rejimi olarak işler. Hesap verilebilirlik silsile içerisinde değil, kimin günah keçisi ilan edilip sistem dışına çıkartılacağı kararında uygulanır. 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımızın da mesuliyetinin sadece Fethullah Gülen cemaatinde olduğu kanaati hakim gibi duruyor. Oysa her toplumsal fenomen gibi burada bir ilişkiler ağı ve çoğul aktörler mevzubahis.
Roboski’yi bombalayan Akın Öztürk, Cizre ve Sur’u yerle bir eden Adem Huduti, KCK davalarından binlerce siyasetçiyi tutuklayan, onlarca hak ihlalinin birinci elden failleri bugün darbe teşebbüsünden tutuklanmaktalar. Peki ya emir verenler, bu fiillere altyapı oluşturanlar, kalemleriyle meşrulaştıranlar, alkış tutanlar, yargılanmalarını engelleyenler? Onlara bir sorumuz yok mu? Masumlar mı, yoksa şer’en cezai ehliletlerini yitirecek kadar akl-ı baliğ değiller mi? Kandırılmışlar mı yoksa kullanışlı aptallar mı?
İktidara geldiği yıllarda, kadrosuzluktan yakınan neoliberal/muhafazakar demokrat iktidarın eleman havuzu olarak imdada yetişmişti Gülen cemaati. Dönemin başbakanının tabiriyle, ne istediyse verilmiş ve her fırsatta önleri açılmış, kadroları terfi etmişti. İktidarın pragmatik doğası bu tür ilişkileri dayatabilir. Fakat pragmatizmi ilke haline getirenler, sonuçlarına katlanacak mıdır? Dükkanına Zaman gazetesi alan esnaftan çocuğunu koleje yollayan ebeveyne, terfi almak için cemaate intisab eden polis memurundan, Türkçe Olimpiyatları’nı alkışlayan milli eğitim bürokratına şu veya bu şekilde bu yükselişe su taşıyan her kimsenin 15 Temmuz gecesi sıkılan kurşunlarda, kaybettiğimiz canlarda vebali olduğunu idrak etmesi elzem.
Sıradan yurdum insanından kelimenin tam anlamıyla bir terör aygıtı yaratan, darbe karşıtı bütün sol literatürü kolonileştirerek “darbe” kelimesini son on beş yılda en çok kullanan, ama nihayetinde kendini Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprüde silahsız sivil insanlara kurşun yağdırırken bulan bu fenomeni en başta Müslümanlar olarak sorgulamamız gerekiyor. Nihayetinde Cemaat fenomeni, tıpkı IŞİD gibi Müslümanların yeterince tartışmayıp tüketmediği problematiklerinden türemiş bir anomali; fakat esas olan, bugün korkunç sonuçlarını tecrübe ettiğimiz bu anomalinin nasıl normalleştirildiğidir. Dindar Anadolu çocuklarından darbeci yaratan bu karanlığı sorgulamadıkça yenilerine hedef olmamız kaçınılmazdır.
Türkiye toplumunun Sünni Türk vasatı, 15 Temmuz gecesi, “benim askerim bana sıkıyor” tecrübesini yaşadı, tıpkı Gezi’de “benim TOMA’m bana sıkıyor” diye hayret eden seküler Türkler gibi. Askeri ve polisi kendi malı olarak gören bu mülkiyet ilişkisinin sorunlu olduğu aşikar. Fakat 15 Temmuz’da bu sahiplik tavrı, “hem severim, hem döverim” fazına terfi etti. Dolayısıyla pasif sevme ve sahiplenme proaktif bir öfke ve terbiye hattına makas açtı. Kendi malı üzerinden, terbiye edici bir şiddet tasarrufunda bulunmaya cesaret eden bir halktan daha fazlasını bekleyebilir miyiz? Davul ve zurnayla askere uğurladığı Mehmetçiği elde silah karşısında görünce üstüne yürümekten çekinmeyen insanlar, başka toplumsal hak ve adalet mücadelelerinde bu refleksi gösterebilecekler mi? Tanka karşı sokağa çıkmanın bilgisi, toplumsal barış ve adalet için seferber edilecek bir müştereğe dönüştürülebilir mi?
15 Temmuz sabahı Fatih sokaklarında “Darbeye Hayır, Savaşa Hayır, Yaşasın Barış” yazılamaları gördük. Dün gece de yoldaşlarımız Boğaziçi Köprüsü’nde yegane müştereğimiz olan Türk bayrakları, tekbirler ve militarist sloganlarla ölenleri anmak için yürüyenler arasında “Darbeye Hayır, Yaşasın Toplumsal Barış” pankartı arkasında yürüdüler. Kimilerine fazlaca iyimser gelebilecek bu tavır, toplumsal yarılma anında, kriz ikliminde kurucu ve müspet bir iradeyi ortaya koyma çabasından ibaret. Kitleler nasıl dünden bugüne faşist olmadıysa, barış iradesi de kriz anından yanyana gelen insanların kurabileceği müzakere zemininin örgütlenmesinde saklı.
Kimilerinin korktuğu gibi, şimdikinden daha şedid bir faşizm gelecekse, zaten kaybedecek bir şeyimiz yok. Bu uğradığımız ilk hayal kırıklığı olmaz. Öte yandan bu iklimin dağılması, toplumsal barışın tesis imkanı varsa, ancak şimdi ve burada müzakerenin inşası için söz ve ses alanlarının yaratılmasıyla mümkün. Korku doğal ve insani bir duygu. Her mahallenin ötekinin korkusuyla yönetilebilir olduğu bir ülke ise, egemenler için en kolay yönetişim alanı olsa gerek. Failiyetimizden vazgeçmek istemiyorsak korkularımızın esiri olmayalım. Şahsiyetimizi sürdürmek için yanyana durmaya, müzakere ve umut alanlarını birlikte kurmaya ihtiyacımız var. Korkuya karşı umudu, cuntaya karşı toplumsal barışı yükseltelim!

OHAL: AKP, Üç Ay Karşı Tatbikat Yapacak

En başından söyleyelim. Olağanüstü hal ilanının askeri ayaklanmanın bastırılması ve Cemaat’in kalkışması ile bir alakası yoktur. Cemaat’in “askeri ayaklanması” zaten bastırılmış durumda. Geriye kalan askeri unsurların tek yaşam alanı “gerilla harbi” olabilir. Fakat, Cemaat’in bunu yürütebilecek hazırlıkları yoktur. Diğer yandan, hükümet Cemaat’e karşı önlemlerini herhangi bir hukuki kaygı duymaksızın, fiilen yürütmeyi tercih ettiğini 15 Temmuz’dan itibaren zaten göstermiştir.
OHAL ilanının arkasındaki asıl saik ise, hükümetin, askeri ayaklanma sürecindeki kurumsal zayıflığını somut olarak tecrübe etmesi ve böyle bir müdahale karşısında kurumsal dinamiklerin kendi dışında ilerlediğini fark etmiş olmasıdır. Tam da bundan dolayı, hükümet OHAL ile devlet alanını yeni bir cephe anlayışı içinde örgütlenmeye girişmektedir. Nitekim, ayaklanma, tam tekmil bir darbe tatbikatına denk düşmüştü ve bu haliyle darbenin "başarılabilir" bir siyasi hedef olduğunu somut olarak gösterdiği gibi, ordunun diğer kanatlarının ayaklanmaya katılmaması nedeniyle akim kalması ise hükümetin varlık ve gelecek kaygısını daha da besledi. Şunu da ekleyelim: Ayaklanma sürecinde hükümet, ordunun ulusalcı grubuna, merkez medyaya ve geleneksel siyasal partilere olan "borcu"nu dehşetle gördü. Her borç hükümeti kendi bağımsız varlığı ve geleceği konusunda kaygıya düşürür kuşkusuz. Özetle şunu söylemeye çalışıyoruz. Hükümet, olağanüstü hali, zaten yenilmiş olan Cemaat’in tasfiyesi için ilan etmiyor. Tam tersine, kendisini yeniden örgütlemek ve kurumsal dinamikleri kendi lehine dönüştürmek için ilan ediyor. Başkanlık sistemini de tam bunun için istiyordu zaten. Kabaca bakıldığında OHAL, geniş bir kitlesel mobilizasyon ile kurumsal bir reorganizasyonun üzerine oturuyor ve bu haliyle de devlet içindeki müttefikler karşısında AKP'nin çıkarlarına denk düşüyor. Şu hususu da görmeden geçmeyelim: kurumsal planda ulusalcı-Kemalist grupların giderek merkeze yerleşmesi karşısında, AKP, halka dayanmaktan ve halkın silahlandırılmasından söz ederek bundan sonra benzer bir askeri ayaklanmaya tevessül edebilecek gruplara "gözdağı" vermeye çalışıyor. Bundan dolayı kendi topluluğunu sürekli hazır ve nazır bir halde, sürekli karşı tatbikata çağırıyor...
Kürtlere Niye İlan Etmedi?
İkna olmakta zorlananlar için Kürt bağlamını açmakta yarar var: Hükümet, daha çok yakın zamanda Kürt bölgelerinde her tür hukuksuz şiddeti olağanüstü hal ilan etmeksizin yürütebildi. Olağanüstü hale yönelik tek bir ihtiyaç hissetmedi. Çünkü zaten buna ihtiyacı olmadığını çok iyi biliyordu ve bugün Cemaat’e yönelik uyguladığı şiddetin birkaç yüz katını olağanüstü durum ilan etmeksizin gerçekleştirebildi. Bu da hükümetin olağanüstü hal ilanı ile asıl olarak bugünkü müttefiklerine karşı kendi gücünü yeniden örgütlemek istediğini gösteriyor.
Nihayetinde OHAL ile, AKP, ülkenin her yerinde kendisini aynı anda ve hızlıca örgütleme tatbikatı yapıyor ve böylece devlet kurumları içerisindeki muhtemel "tehdit ve tehlike"lerin valiler, kaymakamlar, MİT vb. gibi kurumlar ile AKP tabanı arasındaki siyasi bağın içinde karşılanarak tenkil edilmesi provaları yapıyor. Bunun sonucunda ise kurumsal dinamiklerin AKP'nin tamamen eline geçmesi bekleniyor...
Süreç hiçbir grup için kolay değil.
İktidar oyunları sürüyor...
Orhan Gazi Ertekin

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Darbe, Devrim, Perspektif

Darbe, dünya ölçeğinde etkisini günden güne kaybeden mali-finans sermaye fraksiyonunun Türkiye'deki ayağının bir girişimidir. Bu fraksiyon, Türkiye'den evvel son sarsıntıyı bizzat anayurdu İngiltere'nin AB'den çıkmasıyla yaşadı. Küresel sermaye ya da "ulus-üstü" sermaye olarak tanımlayabileceğimiz mali-finans sermayesi yeniden yapılanan, güçlenen ulus devletlerin duvarına toslamaktadır. Ulus devletler; yerel/ulusal sermaye toprak bağımlı sermaye fraksiyonuyla tanımlıdır. Dünyanın ulus devletleri son 20 yıldır küresel sermayeyi etkisizleştirmeye, en ilkel formuna geri döndürmeye çalışmaktadır. Ve geldiğimiz noktada da bu yolda büyük aşama kaydetmektedirler. İki fraksiyon arasında yürüyen kavga yüzyıllar öncesine dayanmakta, belli tarihsel momentlerde de aralarında büyük hesaplaşmalar yaşanmaktadır.
***
Mali-finans sermayesinin kökeni Asur Ticaret Kolonileri Cağı’ndan Fenikelilere, oradan İtalyan site devletleri olarak tarif edilen Venediklilere, Cenevizlilere kadar uzanmaktadır. Tarihsel veriler, mali sermayenin, varlığını güvende hissettiği yerlerde yoğunlaştığını ve buralarda faaliyet içinde olduğunu göstermektedir. Ticari-mali sermaye sınıfının faaliyet yürüttüğü yerlerde hukuksal ve fiziksel güvenlik ihtiyacını devlet karşılamakta, devletin parasal ihtiyaçlarını da mali sermaye sınıfı sağlamaktadır. Devlet ve mali sermaye sınıfı arasında oluşan bu münasebet zamanla organik bir ilişkiye dönüşmüştür. Mali sermaye başlangıçta yalnızca ticaretle tanımlı bir sınıftır. Bu sınıfın işbirliği yaptığı kesimler ise toprak ve ülke bağımlı yerel güç oluşumlardır ve çoğunlukla ticaret yapmazlar. Kapitalizmin gelişme kaydettiği momentlerde bu iki sermaye fraksiyonu arasında büyük sürtüşme ve çatışmalar yaşanmıştır. Mali-finans sermayesi ile tanımlı ticaret burjuvazisi kapitalizm öncesi dönemler dâhil yerel kurumsal iktidarların ve güç odaklarının tahakkümünü sınırlamaya yönelik bir pratik sergilemiş, böylece özgür ticaret merkezlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ticaret sermayesinin ana sloganı "tüketim için üretim", ulusal sermayelerin sloganı ise "üretim için üretimdir". İlki kapitalizm öncesi ticaret burjuvazisinin karakteri iken ikincisi üretim sermayesinin temel özelliğidir. Bu iki anlayış arasında yüzeyde asla görülmeyen, ancak dipte, derinde cereyan eden bir mücadele yaşanmaktadır. Bu mücadele, belli tarihsel momentlerde büyük boğazlaşmalara ve dünya savaşlarına yol açmıştır.
***
Kapitalizm, genellikle yekvücut bir yapı olarak algılanmakta, temel işleyişinin, mekanizmalarının ve hükmetme biçiminin mutlak bir iç tutarlılığa sahip olduğu sanılmaktadır. Oysa kompleks bir yapı olarak kapitalist sistem zaman zaman birbiriyle entegre olabilen, zaman zaman da amansızca çatışan/çelişen eğilimlere ve fraksiyonlara sahiptir. Bu yanıyla kapitalist sistemin yekvücut, masif bir yapı olduğu algısı oldukça hatalıdır. Bu yöndeki bir önkabul yapının işleyiş mantığını ve mekaniğini anlamayı zorlaştırmakta, yapı ile ilgili net ve berrak bir resim ortaya koymayı ise imkânsız kılmaktadır. Bununla birlikte eksiltili bütün analizler ve tanımlamalar ona karşı mücadele ederken handikaplı bir pratiği koşullamaktadır.
***
Sermaye’nin farklı fraksiyonlarını kapitalizm başlığı altında bütünleyip ve sonuçta ortaya mutlak uyumlu tek bir düşman çıkarmak gayet kolaycı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım Marksistlerin en büyük tarihsel yanlışıdır. Bu yanlışın tarihte neredeyse tek istisnası Lenin'dir. Marks ve Lenin arasında görülen belirgin farklardan biri kapitalistlerarası rekabet yahut sermaye blokları/fraksiyonları arasında gerçeklesen mücadeleye dair yaklaşımlarıdır. Marks ve Engels sermaye blokları arasında derinde seyreden gerilimin ve örtük mücadelenin farkındadır, ancak pratik politikada bu alanlara girmeyi önermez, bir anlamda seyircidirler. Oysa Lenin sermaye bloklarının bütün gerilimlerini, salınımlarını, oluşan fay hatlarını dikkatle izlemiş ve buralara yönelik devrimci politikalar üretmiştir. Bloklar arasında oluşan çatlaklara kama sokarak devrimi olanaklı kılmaya çalışmış ve nihayetinde başarılı da olmuştur. Özünde Marks'a yöneltilen determinizm eleştirisinin kaynağı da bu temele dayanmaktadır.
***
Adına "emperyalistlerarası paylaşım savaşları" dediğimiz olgu sermaye fraksiyonları arasındaki hesaplaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Her iki hesaplaşmanın da temelde iki faili vardır, mali-finans sermayesinin Venedik'ten kovulduktan sonra kendisine yurt olarak seçtiği İngiltere ile ulus devlet'in yeryüzünde en güçlü olduğu ülke Almanya. Sovyetler Birliği bu iki fraksiyon arasında yaşanan kavganın ortasında doğmuştur. Lenin, tarihte Marks'tan bile daha keskin bir politik teorik-politik hamle ile sermaye fraksiyonları arasında yaşanan savaştan sosyalizmin inşasına zemin oluşturabilmiştir. Lenin'in düşman tarafından "Alman ajanı" olarak nitelenmesi mali-finans sermaye bloğunun temsilcisi İngiltere'yi sosyalizmin inşası için daha büyük düşman görmesi ve Almanya'ya dönemsel belli taktik-strateji gereği olumlu yaklaşmasıdır. Leninizm esasında her iki sermaye fraksiyonuna da amansızca düşmandır. Lenin, "sermaye ve üretimin uluslararası dikey örgütlenmesinde ultra-emperyalist bir dünya birliği kuramadan yani tek bir dünya tröstü oluşmadan (süper tekeller, emperyalizm, bir dünya birliğinde birleşmeden) önce yok olur, kapitalizm karşıtına dönüşür" demektedir. Lenin, bu ifadede özünde "küreselleşme" denilen mefhumun tek bir dünya devleti kurma projeksiyonun sınırını belirtmektedir ve bu sınırın da ancak yok edilerek aşılabileceğini söylemektedir.
***
Mali-finans sermayesi yapısal olarak ekonomik büyümeye bağımlıdır. Ekonomik büyümenin olmazsa olmazı ve tetikleyicisi/ lokomotifi durumundaki enerji kaynaklarını "azgelişmiş" ülkelere açmaya çalışmaktadır. Bu nedenle Çin, Hindistan gibi ülkeler mali-finans sermayesi tarafından sıcak para akışı pompalanarak büyütülmektedir. Ulus devletler ve toprak bağımlı sermayelerin bir ülkesi/vatanı vardır, bu yüzden kontrolsüz ekonomik büyümeyi dizginlemeye çalışmakta, dünyanın sınırlı kaynaklarını özellikle petrol, doğal gaz gibi enerji kaynaklarının az gelişmiş ülkelere naklini sınırlamak istemektedir. Afganistan, Irak işgalleri bir anlamda ekonomik büyümesi dizginlenemeyen Çin'in enerji kaynaklarına erişiminin engellenmesini, bir anlamda Çin'in kuşatılmasının bir aşamasını ifade etmektedir. Türkiye ise tarihsel olarak bir denge ülkesi durumundadır. Türkiye'nin jeopolitiği yüzlerce yıldır Küresel Sermaye ile Ulus Devletler arasında yürüyen kavganın en önemli savaş alanıdır. Osmanlı'nın yıkılışı, Türkiye'nin kuruluşu, darbeler ve benzeri süreçler bu kavganın toprağa kazınmış adıdır. Bu bağlamıyla 15 Temmuz esasında halihazırda yapılmış bir darbenin karşı darbe girişimi, mali-finans sermayesinin son çırpınışıdır. Yaşanan hadiseler bakıldığında devlet darbeyi önceden bilmekte, hazırlık yapmakta hatta darbecileri hamle yapması için teşvik etmektedir. Devlet en nihayetinde hadiseyi bir "keriz silkeleme" operasyonuna çevirmeyi başarmıştır. Dolayısıyla algılandığı şekliyle darbeyi yapmaya çalışan, destekleyen NATO/Pentagon değil, NATO'cu komuta kademesi vasıtasıyla bizzat engelleyen NATO ve Pentagon'dur. Ancak darbenin daha başlangıcında engellenmesi yapının diğer bileşenlerinin geri çekilmesine neden olmuş, ittifakı oluşturan diğer unsurların görülmesini engellemiştir. Bu harekatta başından sonuna devlet her şeyin farkında ve her şeye hazırlıklıdır. Yani genel sol'un anladığı biçimde olup biten her şey ne bir tiyatrodur ne de kurgudur. Yalnızca devletin öngördüğü ve başladıktan sonra gayet "başarılı" yönettiği bir girişimdir.
***
Gezi direnişi adı verilen hadiseye bu boyuttan bakma ihtiyacı bulunmaktadır. Gezi sürecinde yaşanan anomalilere, irrasyonel bazı olaylara bu perspektiften bakmak zaruridir. Bu yazının kapsamında detaylarına girmek mümkün değil ancak Gezi'yi ikiye ayırmak gerekiyor. Bunlardan birinin adı "Gezi Direnişi" diğeri "Haziran Direnişi"dir. Gezi hadisesinin bir bölümünde mali-finans sermayesinin önemli bir dahlinin bulunduğu görülmelidir. Zira yıllardır sol, küresel sermayenin bir aparatı olarak iş görmektedir. Solun her türden özgürlük, çok renklilik, çok seslilik, çok cinslilik, bireycilik vb. değerleri küresel sermayenin değerleriyle uyumludur. Kapalı pazarların açılması, paranın ve malların “özgürce” dolaşımı ve batı tipi “tüketim” alışkanlığının yerleşmesi için “katı” dini-milli toplumsal değerler liberal sol değerler enjekte edilerek seyreltilmektedir. Bu yanıyla solun büyük kısmı amelde Fethullahçı ve Sorosçudur.
***
Demokrasi mekaniği bütün kapitalist ülkelerde sermaye ve sermaye fraksiyonlarını gizlemek için işletilmektedir. Bu yolla çıplak sömürü düzeni perdelenir. Belli momentlerde, bu perdeleme faaliyetine ihtiyaç kalmadığı durumlarda ise askıya alınabilirdir. Yani adi demokrasi ve hangi türevi olursa olsun kolaylıkla faşizme ve iç savaşa dönüşebilir bir sahnenin adıdır. Örneğin kapitalizmin amiral gemileri olan Amerika ve Almanya’da demokrasi semboliktir. Yakın geçmişte küresel sermayenin anayurdu olarak adlandırabileceğimiz İngiltere’de kraliçe değil demokrasi semboliktir ya da daha doğru bir ifadeyle göstermeliktir. En nihayetinde bütün olup bitenler çok köklü bir derin devlet pratiği tarafından belirlenmektedir. Türkiye'de ise böyle bir derin devlet geleneği yoktur. Derin devlet yapılanmaları olarak görülenler ise batılı derin devlet mekanizmalarının birer aparatından ibarettir.
***
Somut durumda ise sol ya mikro alanlara kapanmakta ya da yüksek siyaset kompartımanında yol almaktadır. Bu bağlamda sol genel planda, mikro alanlarda mali-finans sermayesinin, yüksek siyaset kompartımanında ise ulus devlet mekanizmasının bir aparatı olarak iş görmektedir. İlkinde demokrasiye bağlanarak evrensellik, özgürlük, feminizm, çok renklilik, bireycilik vb. ideolojiler, ikincisin de ise devletçiliğe bağlanılarak ulusalcılık, faşizm vb. ideolojiler seslendirilmektedir. Her iki yönelimde de sol, attığı bütün adımlarda, sergilediği bütün pratiklerde sermaye fraksiyonlarından birinin adına nefes almakta, onlardan birinin canına can katmaktadır. Günümüzde yaşanan bütün gelişmelerde, alt-üst oluşlarda en büyük eksik Lenin'in perspektifine sahip devrimci politikadır. Zira Marksizm'i içinde bulunduğu cendereden çıkaracak olan bizzat Leninizm pratiğidir. Bu durum 1917 gerçeğinde böyle olmuş, küçük burjuvalaşan Marksizm, Lenin'in yürüttüğü teorik-politik hamlelerle devrimcileştirilmiş ve devamında Ekim Devrimi ortaya çıkarılmıştır.
İrfan Özgül