8 Ağustos 2016 Pazartesi

Yenikapı’da Sınıf Mücadelesi

Sınıf mücadelesi eğer burjuvazi/sermaye ile işçi sınıfı, emekçiler, ayaktakımı vs. arasında doğrudan cereyan eden bir mücadele olsaydı, muhtemelen komünist siyasetin işi epeyce kolaylaşırdı. Ama bu mücadelenin doğasını belirleyen çok sayıda faktör mevcut.
“Sınıf mücadelesi” dediğimiz şey, temelde ya da belki son kertede, bizim şeylere nasıl baktığımızla ilgili bir mesele, bu anlamıyla da bir yöntem ve üslup sorunu.
Çevremizde olan biten pek çok şeyi nasıl gördüğümüze, onlara nereden baktığımıza ilişkin bir sorunsal. Bu, tabii ki bir partinin ya da örgütün her şeyin bilicisi olduğu ve bilinçsiz kitlelere bilinç taşıdığı anlamına gelmiyor, bunu yapmaya çalışanlara pek de yüz verilmediği ortada. Burada gerçekleşen, daha çok hayatın akışı içinde hem örgütlerin hem de kitlelerin bakışında yaşanan değişimler ve bunun özünü diyalektik ve diyalog oluşturuyor. Diğer bir ifade ile birbirlerinin dilini anlayıp iletişime geçebilmek, vs.
Burada iki önemli düzlem var; maddi hayat ve manevi hayat. Esasında Marx “din halkın afyonudur” önermesini ortaya koyduğunda, bu ikinci düzleme, manevi hayata gönderme yapmaktadır. Burada olan, kitlelerin, halkın ya da işçi sınıfının din vasıtası ile uyuşuk bir duruma geçmeleri değildir. İnsanlar gayet kendi maddi hayatlarının farkındadırlar, bunun her gün deneyimler ve ötesi her defasında yeniden üretirler. Asıl olan, dinin ya da başka bir maneviyat biçiminin insanların acılarını yatıştırması, kendi varlıklarını metafizik bir dünyada koruyacak olan sabrı sunmasıdır.
AKP iktidara geldiğinden beri sınıf mücadelesini başka bir eksende yürüttü (ortada bir mücadele olduğuna göre, bunu sadece komünistler yürütmüyor, başkaları da bunun bir aktörü), farklı bir bakış açısı, bakma biçimi geliştirdi. Maddi ve manevi hayatı birleştirecek bir düzlem oluşturdu.
Geçmişte kendisini sistemin dışında hisseden pek çok kesim bu süreçte kendilerini daha merkezde hissedecek yeni bir bakışa sahip olmaya başladı. Böylelikle geçmişte rahatsız oldukları pek çok uygulama, onlara bugün meşru ve haklı görünmeye başladı. Bir zamanlar kendi ulaşamadıkları mekânlarda yapılan ve onları rahatsız eden mekânlar, mesela Çeşme, Bodrum başta olma üzere yağmalanan bütün kıyı şeritlerine karşı bugün onlar için açılan yeni mekânları meşru gördüler. Hürriyet’in yıllar önce attığı “halk plajlara akın edince vatandaş denize girmedi” ideolojisini bu yeni eksende yerle bir ettiler ya da bunun böyle olduğuna inandılar. Yani sömürü ve yağma düzeni devam ederken, buna ilişkin bakış açısında bir değişim yaşandı.
Sorun şu ki bugün AKP’ye oy veren, Demokrasi Mitingleri’nde “Allahu ekber” sloganlarıyla nöbet tutan kitleler, yıllardır komünistlerin örgütlemeye çalıştığı, yani ortak bir amaç için ortak bir duygulanım ve düşünce dünyasına eklemeye uğraştığı kitlelerdi.
Bu kitlelerin büyük bir çoğunluğu Gezi Parkı Direnişi’ne destek vermedi, aksine onun karşısında yer aldı, çünkü onun çağrıştırdığı şey, gene bu direnişe katılanların büyük bir çoğunluğunun böyle bir yönelimi olmasa da, kazanmış oldukları mevcut durumu kaybedip yeniden çepere itilecekleri yönündeydi. Burada maneviyatın yanında maddi olan da bir o kadar belirleyici oluyor ve bu yüzden mevcudun sürmesini istiyorlar, Gezi Parkı’nın mevcut durumunun sürmesini ya da kendi yaşam biçimlerine dokunulmamasını isteyenler de olduğu gibi. Edindikleri bu yeni bakış açısından memnuniyet duruyorlar.
Şimdi asıl mesele, genel olarak ülkedeki komünist siyasetin birincisinde zayıf ama doğru bir biçimde Gezi Direnişi’nde yer alırken, yani geniş kitlelerin mevcudunu koruma hareketinde, ikincisinde niye yer almadığı ya da alamadığı. Kuşkusuz bunun pek çok cevabı ve bir kısım haklı görünebilecek cevapları olabilir. Ne var ki buradaki temel sorun, aslında son kertede belirginlik kazanacak sınıf mücadelesinin asıl bileşenlerinde yer almakta. Bu anlamda işçi sınıfının, emekçilerin, ayaktakımının büyük çoğunluğunun demokrasi nöbetinde olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yüzden Gezi Direnişi’ne büyük destek veren Cihangir, Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka, Alsancak gibi yerler bugün epeyce suskun. O gün susan sınıf, bugün başka bir dilde konuşuyor. Bunu kendi dilimize tercüme etmek, anlamak ve en ilkel kitle iletişim aracı olan karşılıklı diyalogu fazlası ile yaratmamız gerekiyor. Bu iş biz bilirizci, tepeden bakıcı, aşağılayıcı siyaset biçimleri ile olmuyor. Zarafet ve nezaket gerektiriyor. Şeylere ortak bir bakışı komünist bir ufuktan ancak böyle örgütleyebiliriz.
Burak Bakır

Kofluk

Bir zamanlar Fethullah Gülen cemaati siyasetini İsrailci, Amerikancı, devletçi, seçkinci ve gizlici olması nedeniyle Peygamber sünnetine aykırı bir yerde gördüğümüzü söylerdik (epey eski zamanlar -hatta tarihöncesi sayılır bu hıza göre. Bu temel eleştirilere hikâyât-ı muhkemin üzerine çıkarmalarını da ısrarla ekleyen arkadaşlarım vardı, unutmayalım.)
Ama bize denirdi ki: “Filistin’in derdi size mi kalmış; “Amerika’ya karşısınız da ne yapacaksınız ki”; “devlete kafa tutulmaz”; “halk ne ya, güçlü olanları ikna etmelisin”; “darülharpte değil miyiz ki...”
Bu itirazları dile getirenler, yine aynı yolda ve devletin kendi cemaatini kurma yoluna, bir şeyler karşılığı, katkı veriyorlar.
Arkadaşlar lütfen uyanık olun.
Kimsesizlerle cemaat olun, cem olun.
Peygamberler sünneti ücretsizlik ilkesiyle hakkı söylemek üzerinedir. Yine de herkes kendi yolunu bilir, ne diyelim.
Bu arada artık başkaları da, hatta eleştiri sahipleri de, yeni devlet cemaatine katkı veriyorlar. O da uzun mesele.
Acayip bileşimler var ortada. Bu şartlarda acil olan, artık Gülen cemaatine değil, müslümanların şu anki siyasi pratiğinin kofluğuna dönük eleştiridir.
Sinan Kızılkaya

Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz’un Sosyo-politik Analizi

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan yeni durum siyasi tarihimizin en önemli kırılma noktalarından birine işaret ediyor.
Ancak etrafında dönen onca tartışmaya rağmen, mesele polisiye bir vak’a, cihanşümul bir komplo, bir dini sapkınlık, ya da bir meczubun akıllara durgunluk veren maceraları düzeyinde yaklaşılması bir açmaz.
Aslında devlet dâhil herkesin ve özellikle İslami cemaatlerin çok iyi bildiği bu yapı ve amacı karşısında ortaya konan “şaşkınlık” haline ise gerçekten şaşırmamak mümkün değil.
Zira Gülen’in İslam anlayışı ve projesi aslında ilk günden itibaren hem devlet hem de İslami cemaatler tarafından meşru görüldü. Hatta 28 Şubat sürecinde İslami camianın tamamı -en radikalleri dahi- “Gülen projesi”ni, Erbakan’ın düştüğü “hezimet” karşısında ayakta kalmış tek ve en ideal “İslami” proje olarak alkışladılar.
Cumhuriyet dönemi İslami yapılarının devletle kurdukları/kurmaya çalıştıkları, ama her halükarda devlete bitişik bir “varolma” çabası içinde oluşlarını, kurdukları simbiyos’un mahiyetini yıllardır yazıp çizdiğimiz için burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.
Cumhuriyetin yarattığı toplumsal travmanın ardından, (Durkheim’in kavramlarıyla) toplumsal alanda rasyonel ve ahlaki bütünlüğü yeniden yakalama çabası etrafında dönen, kültürel ve siyasal alandaki ideolojik melezlenmeler; devlet ile farklı toplumsal sınıflar arasında belli kabullerin ortaya çıkışı ve bu kabulleri izhar eden “rıza”nın örgütlenmesi şeklinde devam etti.
Gülen cemaati üzerine tartışmaların göz önünde bulundurulması gereken bir boyutu budur ve bu tartışma salt Gülen üzerinden değil Türkiye’deki genel cemaat algısı üzerinden yürütülmelidir.
Soğuk Savaş ve Sonrası Dönemin Bir NATO Aparatı Olarak Gülen
Bu tartışmayı ıskalamamak şartıyla Gülen hareketinin Gülen’in şahsının ötesinde bir alana taşmasını, Türkiye Cumhuriyeti devletinin stratejik ittifaklarından bağımsız anlamak mümkün değildir.
Gülen’in biyografisinde çok net olarak ortaya çıkan şey, daha 60’lardan itibaren, NATO’nun soğuk savaş konsepti uyarınca yapılandırılan “gladyo” teşkilatının Türkiye ayağı tarafından kullanılmış olmasıdır. Şimdilerde orduya sızmakla suçlanan Gülen, hatıralarında; er olarak yaptığı askerliği sırasında(!) nasıl Erzurum’a gidip “komünizmle mücadele derneği” kurduğunu, polis tarafından gözaltına alındığında nasıl bir “rütbeli” tarafından telefon edilerek serbest bıraktırıldığını bizzat anlatmaktadır.
Gülen’in devlet ile kurduğu ilişkinin, bidayetinde bu NATO’cu ordunun subayları üzerinden başlamış olması muhtemeldir.
Soğuk Savaş yılları boyunca İslami ülkelerde dindar halkların, “komünizmle mücadele” için NATO tarafından nasıl örgütlendiğini, bu projenin Türkiye ayağında tüm cemaatlerin nasıl “komünizma tehlikesi” karşısında devletin muhafızları haline dönüştüklerinin hikâyesi önemlidir.
Sovyetler’in yıkılması ile birlikte ortaya çıkan “yeni dünya düzeni”nde ise, Soğuk Savaş’ın bu gladyo/kontrgerilla yapıları, tasfiye edilir ya da yeniden yapılandırılırken, başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerde aynen muhafaza edildi.
Bu süreçte, Soğuk Savaş’ın NATO mücahidi Gülen, Türkiye’nin sınırlarında-Türki cumhuriyetlerde ortaya çıkan jeopolitik boşluğun doldurulması için, NATO müttefiki T.C. devleti hükümetleri tarafından bizzat görevlendirildi.
NATO’nun yeni konsepti, bu cumhuriyetlerde İran’ın, daha doğrusu, ABD karşıtı bir İslam devrimi/Şii tehlikesinin engellenmesi ve Sovyetler’den kurtarılmış bu bölgenin Türkiye’nin temsil ettiği “demokratik ve ılımlı İslam/Türk İslamı” ile yeni baştan şekillendirilmesi idi.
Ve 90’larda Gülen cemaati bu işi başarabilecek en önemli cemaat yapısı idi. Sonraki yıllarda cemaati ekonomik ve siyasal olarak güçlendirecek koşullar da işte bu yıllarda, zikrettiğimiz sistem tarafından oluşturuldu.
Dolayısıyla Gülen’in hasta beyninin ürettiği fantazyaları; realiteyi değiştiren, yön veren bir sistematik olarak değil, bizzat dünya konjonktürü tarafından belirlenen vazifelerin icrası olarak görmek lazım.
Tartışmayı sürdürürken, salt bu çerçevenin içinde kalan; yerel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin ve cemaatin kendi bünyesindeki gelişmelerin seyrine odaklanılırsa bu genel tabloyu görmek mümkün olmaz.
Devlet Soğuk Savaş şartlarında, Sovyet tehdidine karşı örgütlediği sağcı/İslami yapılarla ilişkisini, 90’lardan itibaren revize ederek devam ettirmiştir. Cemaatler açısından inişli çıkışlı olan bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli netice ise, sağcı/dindar kesimlerin ideolojik olarak devletle bütünleşmiş olmalarıdır.
Önceleri sağ partiler etrafında örgütlenen bu sağcı/dindar toplumsal yapı, sonrasında Milli Görüş partileri ile -İslam devrimi sonrası ortaya çıkan yeni “İslami uyanış” dalgasıyla birlikte- kendi içinde parçalanmış, bir kısmı merkezden uzaklaşmış/yabancılaşmıştır.
Dolayısıyla bütünlüğünü, kitle üzerindeki hegemonyasını yitiren Soğuk Savaş koşullarının sağcı/İslami yapısı, 28 Şubat’ta, Refah Partisi yönetiminin tüm çabalarına rağmen, devletle yeni bir uzlaşı kurmayı başaramayarak sistem dışına çıkarılmıştır.
Gülen cemaati, 28 Şubat koşullarına intibakı ilk sağlayan yapı olarak kendini 2000’li yıllara taşımış, onu, hemen arkasından, “yenilikçiler” grubunun Refah’tan ayrılması ile birlikte AKP süreci izlemiştir.
28 Şubat, bu yönüyle aslında, NATO’nun bağlaşık devletlerden talep ettiği “Soğuk Savaş sonrası” revizyonu/dönüşümü gerçekleştirme çabasının bir ürünüdür. Soğuk Savaş koşullarında, NATO’nun planlamasıyla “kominizma tehlikesi”ne karşı örgütlenen, güçlendirilen cemaat yapılarının, özellikle “İran devrimi “ sonrasında bu konseptin dışına “savrularak” potansiyel bir tehlike haline dönüşmelerinin dolayısıyla Soğuk Savaş’ın hâkim ideolojisi olan sağcı/“Türk-İslam sentez”cisi ideolojisinin aşınması tehlikesinin engellenmesi çabasıdır.
Bu, sadece cemaat yapıları için değil, Soğuk Savaş koşullarında “rutin dışı”na çıkan, mafyalaşan diğer gladyo uzantısı yapılarla da mücadeleyi içeren bir dönüşüm projesidir.
Liberal ekonominin kutsallaştırıldığı yeni süreçte, küresel sistem, her türlü “kayıt dışı”lığı ortadan kaldırma azmindedir.
28 Şubat sürecinin aynı tarihsel anda, “Susurluk” süreciyle paralel seyretmesi bu açıdan anlamlıdır.
Devletin “Arındırılması” ve Yönetimin “Gayr-ı şahsiliği” Talebi
İki binlerle birlikte, AKP’nin kurulmasıyla, dindar kesimlerin devlet ile yeni bir sentez üzerinden uzlaşma çabasına şahit oluruz.
Gülen ile AKP arasında başlayan ilişki, işte tam da bu “yeni dünya düzeni”ne uyum için kotarılmaya çalışılan bu sentez çabası içinde şekillenir.
Türkiye’deki İslami yapıların temel çelişkisi ki bu aynı zamanda AKP’nin temel açmazıdır, kendilerini güçlendiren sürecin, aslında nihai tahlilde, neşet ettikleri, üzerinde yükseldikleri toplumsal zemini de zamanla dönüştüreceği gerçeğidir.
Haftalardır devam eden kitlesel teyakkuz durumu, hükümete ve Erdoğan’a tam bir destek hali varken, Gülen cemaati ile birlikte AKP’ye de böyle bir “açmaz” izafe etmenin garip geleceğinin farkındayım.
İşte tam bu noktada, Gülen cemaati ve AKP’nin, içinde var oldukları toplumun geçirdiği dönüşüme odaklanmanın, burada ortaya çıkan değişimi anlamaya çalışmanın zamanıdır.
90’larla birlikte, dünyaya entegre olma hedefiyle başlayan toplumsal dönüşümün ortaya çıkardığı “orta sınıf” olgusu, beraberinde dindar/sağcı profili de dönüştürdü. Cemaatlerin kendi içlerinde sıkı kontrol altında tutmaya çalıştıkları standartlar, paralel dünyalar, özellikle 28 Şubat sonrasında, cemaat dışı dünya ile etkileşime girerek dönüştüler.
Yine, Hamid sonrası -Cumhuriyet öncesi dönemde, kahir ekseriyeti ittihatçı kadroları oluşturan Anadolu’nun dindar eşraf/tüccar kesimlerinin, Cumhuriyet’le birlikte sistemden dışlanmaları ve bu andan itibaren, Kemalist rejime karşı sürdürdükleri mücadeleyi de, dönüşümün ekonomik ayağında göz önünde bulundurmak gerekli.
Cumhuriyetin modernleşme projesinin eksik ayağı, temel ekonomik açmazı olan “sermaye birikimi” sorunu devam ederken, Özal’la birlikte başlayan “yeni” ekonomik fırsatların, bu dindar eşraf/tüccar sınıfı, “Anadolu aslan”ına dönüştürmesi, “yerli burjuva” noktasına taşıması, “sermaye birikiminin” lokomotif gücü haline getirmesi süreci, “üstyapı”da cereyan eden toplumsal dönüşümü anlamak için anahtar işlevi görebilir.
Toplumsal ve ekonomik dönüşümün lokomotif gücü haline gelen dindar kesimin, iki binlerin başından itibaren hem Gülen hem de AKP’yi desteklemesinin arka planında, Özal sonrası süreçte elde edilen ortak kazanımların korunması ve arttırılması talebini görmek lazım.
Kazanımlarının tehlikeye girdiği noktada, mesela 28 Şubat’ta, Erbakan’a destek çıkabilecek özgüven ve güce sahip olmayan bu sınıfın, şartların olgunlaşmasıyla birlikte, AKP etrafında kilitlenmesinin gerisinde bu sınıfsal karakteri görmek lazım.
Kazanımlarını kaybetmek istemeyen ve dahası kamusal alan içinde yeni kimliğiyle var olmak isteyen, bunun için de mücadele etmesine yetecek bir özgüven geliştirmiş bu “yeni orta sınıf” karakteri, aslında 90’lar sonrası Türkiye’sinde kamusal alanda yaşanan gelişme ve dönüşümün sonucudur.
İşte tam da bu noktada ; “darbe karşıtı” olarak özetlenen toplumsal yapının ve daha önemlisi bu yapının temsilcisi konumundaki siyaset mekanizmasının, üzerinde mutabık kaldıkları referans çerçevesine bakmak lazım.
Bu çerçeve; Gülen üzerinden işaret ve mahkûm edilen; lidere irrasyonel, mistik-akıl dışı bir bağlanmayı telkin eden, dolayısıyla sistemin geneli açısından öngörülemeyen bir tehdit haline dönüşmüş bir zihniyetin mahkûm edilmesi ve bunun karşısında ise, devletin tam da bir “burjuva demokrasi”sinde olacağı gibi, tarafsız bir alana çıkartılması/yükseltilmesi, dolayısıyla, “yönetimin gayr-ı şahsiliği”nin sağlanması zaruretinin talep edildiği bir retorik söz konusu.
AKP kurmaylarının, darbeye ve onun arkasındaki “gizli örgüt”ün, “statükoyu tehdit etmesi karşısında ortaya çıkan, bu “orta sınıf” tepkisi karşısında verdikleri “toplumsal uzlaşı, muhalefetin sürece dâhil edilmesi ve ortak değerlerin korunması” vurguları, karşı karşıya oldukları durumu doğru algıladıklarını ve “sınıf”ın içinde bulunduğu duruma uygun bir tepki verdiklerini gösteriyor.
Bu esnada “devlet”in tüm “virüs”lerden temizlemesi gerektiğine, devlet içinde bir başka “paralel devlet” olamayacağına yapılan yoğun vurgu, paradoksal olarak; AKP’nin de ortaya çıkacak yeni statüko lehine, Erdoğan’ın “şahsi” ajandasından vazgeçmek zorunda olduğunun bir itirafı olarak da okunabilir.
İşte Gülen hareketi ile AKP’ye destek veren diğer cemaat yapılarının içine düştükleri paradoks bu.
Şu an için söylenebilecekler özetle;
AKP’nin 15 Temmuz öncesine kadar sürdürdüğü; mevcut statükoyu değiştirme, en azından sembolik düzeyde bir karşı/paralel hegemonya inşası projesinin, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan yeni koşullarda nereye evrileceğini izleyeceğiz.
“Devlet”in; “Gülen’le birlikte tüm diğer cemaatlerden de temizlenmesi”, yeniden rasyonel bir akla ve kuruluş ideolojisine dönmesinin gerekliliği şeklindeki ortak kanaati, hem iktidar hem de muhalefetin desteklemesi; bürokraside “liyakat”ın esas alınması noktasındaki ortak vurgu, AKP tabanının içinde önemli bir yeri olan “diğer” cemaat yapıları açısından bir açmaz olarak ortada duruyor.
15 yıldır destekledikleri partinin; Gülen’den boşalan kadroları kendilerinin doldurmasına çanak tutacağı zehabındaki “diğer” cemaatlerin; Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle donatılmış “demokrasi meydanları”nda haykırılan talepler tam aksi istikamette iken, sistemle ve iktidarla kurdukları ilişkinin de dönüşeceğini öngörmek sanırım kehanet olmaz.

Maraba

Darbe girişiminin başarısızlığını ve en nihayetinde Yenikapı mitingini herkes kendi düşünsel ve ideolojik penceresinden okuyor. Ben de tabii olarak aynı pencereden okuyorum.
Süreçte İslamî duyarlılık gibi bir sâik ile okumalar yapanları takdir ediyorum.
Olmayan şeyi görebilme yetisi bu kadar gelişkin başka nerede vardır?
İkincisi bir Kürt olarak bu süreçte halkımı ve hakkımı temsil eden ifade eden bir tek emare dahi göremedim.
Bu ülkede Kürd'ün sadece tebaa olduğu gerçeği bir kez daha sahneye konulurken, buna razı olanlara bir şey demiyorum ama rıza göstermeyenlerin bunu görememesini anlayamıyorum.
Hülasa, ne İslamî kimliğim adına bir berraklık emaresi ne de fıtri aidiyetim adına bir kabul ve teslim manzarası görebildim.
Yenikapı mitingini baştan sona pür dikkat takip ettim. “Ben bu manzarada nerede oturuyorum” diye sordum ve cevabım şu: “yerim yok, orada ancak maraba olarak yer edinebilirim” oldu!
Ahmet Kaya

7 Ağustos 2016 Pazar

Naçiz ve Nafiz

15 Temmuz günü insanların yarım ekmek döner, iki kilo kömür, beş kilo makarna için öldüğünü söyleyenler, nihilizmin batağındadırlar ve bu topraklarda siyaset yapmama arzusundadırlar. Servet Tanilli’nin “inanca karşı bilgi”ye dair cümlelerini dillerine dolayanların, tankın önüne çıkan gencin inancı kendilerinde olmadığı için her daim mağlup olduklarını görmeleri şarttır. Yenikapı mitingini kafe ve barlarının televizyonlarından seyredenlerin anlamadığı şudur: siyaset, kendi istediğin yere minder serip orada kendinle güreşmek değildir. İdeolojik mücadele, herkesi kendisi ya da en azından Tanilli kadar aydın kılmakla ilgili değildir. Akademisyenlerin görevi, olguları ve olayları bileşenlerine ayırmak, kategorize etmek, sınıflandırmak, kavramsallaştırmaktır. Kitleler ise o olguların ve olayların teşkil ettiği bir bulamaç içinde yaşarlar. Cenk sahasında gereken zırhı ve silâhı kuşanırlar. “Araplar, Farslar, Kürtler buranın sahibi, Türkler sonradan geldi” ya da “Türklükle savaşıyoruz” sözleri o zırhı delemez. Bebeği yıkadıkları suyu dökerken o bebeğe de kıyanlar, o Türkü ve Müslümanı düşman belledikçe, kendi minderinde kendi zihniyle güreşip duran acemi güreşçilere dönüşürler. Gözü namazda olmayanların kulakları ezanı işitmemektedir. Cenk sahasından kaçanlar, kendi bireysel kavgalarını güzellemekten, yaldızlamaktan, göğe çıkartmaktan başka bir şey yapamazlar. Hitler’in birçok argümanını ilk dönemde komünistlerin gazetelerinden aşırdığı söylenir. Bu kitleye “faşist güruh” diyenlerin önce Alman KP’si kadar komünist, o parti kadar güçlü ve nafiz olabilmesi gerekir.
HDP’nin son dönemde ve esasen uzun bir süredir siyasetini inşa ettiği alan “Apo’ya özgürlük”tür. Genel siyasete ait tüm olgu ve olayları bu alan üzerinden değerlendirmektedir. Nihilistlere bu alan mevcut çöl sıcaklığında cazip gelmektedir. Sinsi liberaller, bugün Erdoğan’a ettikleri lafları yarın Apo’ya karşı bileyleyecektirler. O liberalizmle sosyal demokrasi arasında salınıp durmak komünistlerin işi olmamalıdır. Maalesef HDP siyaseti, bu toprakların çarpık, çapraşık, bulaşık gerçeğinden kaçma yöntemidir.
Türk’ün ve Müslüman’ın içerisinde sınıf mücadelesini nasıl yürüteceğine dair tek bir cümlesi, tek bir tutamağı olmayanların mevcut nihilizmi ancak hiçlik doğurabilmektedir. Bu hiçlik, mevcut varlığın kutsanması için şarttır. Kitlelerin, kolektif dinamiklerin tarihsel kara gücünün karşısına, burjuvazi tarafından özel olduğuna inandırılmış bireylerin varlık kavgası çıkartılabilmektedir. Siyaset alanına egemen olan bu kavganın keçeleşmiş dilidir. Bu dil, bize “sadece kendi yüce varlığınıza iman edin” buyurmaktadır. Nafiz olmak için naçiz olmak şarttır. Çünkü değeri tayin eden burjuvazinin hâkim olduğu piyasadır. Kimsenin cümlemizi bu piyasaya mal kılmaya hakkı yoktur.
“Kürd sorunu demokrasi sorunudur” cümlesi, bu keçeleşmiş dilin ve zihnin tezahürüdür. Bir sorunun demokrasi alanına atılması, çözümün burjuvazide olduğunun ikrarıdır. Bu zihnin TV’de kaleme aldığı dizilerde yoksullar masum, saf, temiz insanlar olarak takdim edilmekte, zenginlerse o yoksulların maddi sorunlarını çözüme kavuşturan güç olarak övülmektedir. Burjuvazinin birikimini, tarihini sahiplenenlerin demokrasi nöbetlerine üzülmemeleri gerekir. Onların dilinde “Kürd”, burjuva bireyin eğretilemesinden ibarettir. Gerçek Kürd’ü görmez, görmek istemez. Aynı şekilde 15 Temmuz’daki İslamî irade de AKP’lileri ürkütmüş, gösteriler daha da uzatılmıştır. Gaz alınmak zorundadır. Herkes birbirinin sırtını sıvazlamakta, birbirinin sırtına masaj yapmaktadır.
Fatih Polat isimli bir gazeteci, Yenikapı mitingindeki kitlenin sayısal varlığından etkilenerek bir haber kaleme almış. Haberde kitlenin “sol, sosyalist parti ve hareketlerin de kazanması gereken emekçiler” olduğunu söylemektedir. Bu zihin nicelikçi olduğu için, geçenlerde de CHP mitingine koşa koşa gitmiştir. CHP başkanı orada diye edilmektedir bu sözler aslında. Başka bir anlamı yoktur. Ama gene de burada, en azından o kitleyi Hitler’in kitlesine benzetenlerden farklı bir yaklaşım söz konusudur. Bugünlerde her yerde “faşist sürüler” görenlerin Avrupa’ya kaçmayı düşünenler olduğunu anlamak gerekir. Bunların Fransa’daki son eylemlere bin bir kulp bularak katılmadıkları bilinmektedir. Burada, bugünde, bu gerçekle siyaset yapmak onların mayasında, hamurunda yoktur. Dolayısıyla ilgili kesimin “demokrasi cephesi” diyerek sürekli kendisine işaret etmesi manasızdır. O cephenin eşbaşkanı ile Yenikapı’daki Kılıçdaroğlu aynı cümleleri sarfetmektedir.
Kılıçdaroğlu, muarrızları kürsüde ne vakit “meclis” dese gülümsemiştir. Tek siyasi varlığı o meclisin gerçek sahibi olduğuna dair vehim üzerine kuruludur. “Ne var yani, biz de durdurduk darbeyi, sabaha kadar mecliste oturduk” diyenlerin meclisin sahibine hizmet ettikleri açıktır. “Bizi niye çağırmadınız? Bize saksı muamelesi yapamazsınız?” diye serzenişte bulunmanın da kıymeti yoktur. Cemil Bayık bugün “HDP’nin daha ilk günden ‘AKP ile koalisyon olmaz’ demesini tarihi bir hata olarak gördük. AKP’nin Hükümet kurmama, saldırılarını arttırma konusunda elini güçlendirmiştir. HDP’nin bir demokratikleşme programı olursa ‘herkesle koalisyon kurarız’ demesi gerekirdi.” demektedir. O HDP, 10 Ekim’den bir gün sonra kurtuluş için ancak ve sadece sandığı işaret edebilmiştir. Bu ayakkabı içinden bakarak, yaşananları sınıfsal-politik açıdan değerlendirmek mümkün değildir, zira o ayakkabı sınıfsallık ve politika dışı olmak adına giyilmiştir.
Meydanlarda “faşist sürüler” görenler, açıktan şunu söylemektedir: “sonuçta ben bir ağacın altında arkadaşlarımla sohbet etmek istiyorum.” O “faşist sürü” dedikleri kitleye mensup insanlar, böylesi hayalleri olmadığı için aşağılanamazlar. Sosyalizm için burjuvazinin ve kapitalist ilişkilerin gelişmesi gerektiği, Avrupa solculuğudur. Unutmayalım ki o solcular, Ekim Devrimi’ne de aynı saiklerle karşı çıkmışlardır. Aşağılayanlar, kimlerin katına çıktıklarını, kimin yücesinden baktıklarını izah etmelidirler. Kimlerin ayakkabısını giydiklerini söylemelidirler.
Bu burjuva zihin, ekrana, sokağa, hayata baktığında kendisi gibi özel bireyler görebilmektedir ya da görmek istemektedir. Yenikapı’ya baktığında sadece Tayyip Erdoğan ya da Safiye Soyman’ın Faik’i görülmektedir. Doğrudur, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın özel şovuna malzeme olmuştur. Taksim Manifestosu’nu orada okuması, “HDP niye yok” anlamına gelecek sözler sarfetmesi, “liyakat”in altını çizmesi birilerinin yüreğine su serpmiş olmalıdır. Ama aynı zamanda Erdoğan’ın Fethullahçıları “tek tipçi” olarak eleştirmesi de bu kesimi rahatlatmalıdır. “Vahdette kesret” vurgusu Binali Yıldırım’dan; “kesreti boşverin, vahdete bakın” sloganı Bahçeli’den gelmiştir. Bu söylenenlerin kendisi değil, ardındaki mana önemlidir. Kürsüdeki kişilerin varlığı değil, ardındaki güç ilişkileri önemsenmelidir. Hayatın içinde AKP’li bürokratlarla, işadamlarıyla iş tutan CHP’li ve HDP’lilerin hizasından yürütülecek bir mücadelenin geleceği yoktur. Burjuva siyaset oyununa seyirci kılınan kitlelerin sokakta belirli bir irade ortaya koymaları değerlidir. O kitlelerin suyuna katılan uyku haplarının ömrü her daim sınırlıdır.
Hulusi Akar’ın vurgusu “demokrasi ve hukuk” yönündedir. “Milli ve yerli” olduğunu söylediği Erdoğan’ın “ordu-millet” ürettiğini söylemektedir. Erdoğan demek ki “camiler kışlamız, minareler süngümüz” diyerek gelmiş, sonuçta kışlaları camiye, süngüleri minareye çevirmiştir. Bu, ancak caminin ve minarenin muhtevasının silinmesi ile mümkün olabilmiştir. Millet, kendisinin kurmadığı devlete zorla ikna edilmiştir. Fatih Polat’ın, Foti Benlisoy’un, bir miktar Alper Taş’ın “anlamlı ve dönüştürücü dil tutturma” istemleri, ancak bu burjuva gerçeklikle alakalıdır. Onun dışına tahammül etmeleri mümkün değildir. Burjuvazinin birikimi verili mutlak kabul edilmektedir. Hepsinin zihnindeki siyaset denkleminin sabit terimi burjuvazidir.
Herkes hayata ve politikaya kendi ayakkabısının içinden bakmaktadır. Oysa aslolan yalınayaklılardan, baldırıçıplaklardan bakmaktır.
Kerem Kamoğlu

Milliyetçi Cephe Değil Demokrasi Cephesi Kazanacak

15 Temmuz askerî darbe girişimin üzerinden 22 gün geçti. Böylece AKP hükümeti ve reisi, ABD, AB ve diğer ülkeler nezdinde yitirdiği prestijini, itibarını yeniden kazanmak için fırsatı lehine çevirmeye başladı. “Meclisin” hazırladığı bildiriye dört partinin imza atmasıyla birlikte isteğine kavuşmuş oldu.
"Darbe tiyatrosu"nu dış kamuoyuna karşı kullanırken, diğer yandan iç kamuoyunu da alanlara reisin çağrısıyla birlikte AKP, MHP tabanı ve FETÖ dışındaki cemaat örgütlerini de davet ederek alanlara topladılar.
Alanlarda ulaşım bedava, döner dürümü, çorba bedava, içecekler bedava, panayır gibi demokrasi nöbeti yapılıyordu. Reisin eli güçleniyordu. Osmanlı Ocakları’na, AKP gençlik örgütüne arabalarına benzin bedava AK Gençlik kartı ile her şey bedava dağıtılıyordu.
Alanlarda faşist, ırkçı, şoven sloganlarla beraber salâlarla alana gelen cemaatlerin zikirleri kitleleri motive etmek için bol, bol dualar okunuyor, sözde demokrasi adına AKP’yi, reisi koruyorlardı.
Yüzlerce içlerinde askerlerinde olduğu insan hayatını kaybederken, linçle askerlerin boğazını kesen IŞİD ve El Nusralı “Cihatçılar”a gün doğmuş oldu.
Sivil darbe hükümeti AKP’ye ve reise askerî darbenin parsasını toplamaya gelmişti. 14 yıldır AKP hükümeti için torba yasa çıkarmak için zor bir şey değildi, çoğunluk partisi olduğu için kolayca çıkarıyorlardı.
Daha önce muhalefet ne kadar karşı çıkarsa çıksın kimsenin ruhu duymadan, çoğunluk gücüne dayanarak torba yasalarını çıkarıyordu. Askerî darbe ile birlikte OHAL ile işler daha da rayına oturmuş oldu.
Önceden hazırladıkları ordu içerisinde FETÖ örgütü diyerek ne kadar general ve üst rütbeli subay varsa FETÖ örgütüne bağlı diye 13 bin üzerinde insanı tutukladılar. Kamuda bir çırpıda 100 bine ulaşan kamu çalışanı FETÖ örgütüne bağlı diyerek görevden alındı, bir kısmı tutuklandı. Kimisini kapı dışarı koydular.
Askerî darbe ardından sivil darbe diktatörlüğü hâkim kılınmış oldu. Böylece istediği ne kadar kanun, yasa varsa OHAL bahane edilerek ne kadar güvenlikçi ve faşist yasa varsa çıkardılar. AKP sivil darbe hükümetinin ve reisin elini bir kez daha güçlendirmiş oldu. Artık muhalefetin sesini kolayca OHAL yasası ile önlemiş oldular.
Askerî Darbe öncesi ve sonrası HDP her daim meclis dışına atılmak istenmiştir. HDP Türkiye coğrafyası içinde yaşayan emekçilerin, ezilen, sömürülen, Kürd, Alevi, Ermeni, Rum, Çerkez, Laz, Ezidi, Keldani, Süryani, Hristiyan, Yahudi tüm inançların sesi olmayı hedefleyen bir partidir. Böyle çoğulcu demokrasi partisi olması diğer sistemin partilerin işine gelmiyordu.
CHP ulusal militer devletin ilk kurulan partisi olması itibarıyla her zaman militer devletin bekasını korumak için şiarı tek devlet, tek dil, tek bayrak, tek millet olmuştur. Her zaman Kürdlerin varlığını inkâr ve imha etmeyi ideolojik ve teorik olarak benimsemiş bir partidir.
MHP ise, milliyetçi, faşist, ırkçı, şoven bir parti olması ile Alevi ve devrimci, demokratları öldüren, katleden partidir. Maraş Katliamı’nda, Malatya Olayları’nda, Çorum Olayları’nda, Sivas Madımak’ta ozanları, Aydınları yakan, kanla beslenen sosyalist ve demokratlara, Kürdlere, Alevilere karşı kurulmuş kafatasçı, faşist bir partidir.
AKP ise, Fazilet Partisi’nden ayrılan ekip eliyle, ABD emperyalizmi tarafından kurulmuştur. ABD emperyalizminin Ilımlı İslam partisi olarak Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için hazırlanmıştır.
İktidar olurken, Nâzım’dan şiirler okuyan sözde askerî vesayete karşı olan, “demokrasi” sözcüğünü ağızlarından düşürmeyen, mağdur edebiyatı yapan AKP bu amaç doğrultusunda kuruldu.
İktidar olduktan sonra devletin bekasına sadık kalmaya devam etti. İşçi ve emekçi sınıfları hiçe saydı, hızla devlet kurumlarını ele geçirdi, ortakları FETÖ ile birlikte İmam Hatip mezunları, Kuran kursları, başörtüsü edebiyatı üzerine kurulu bir siyaset yürüttü.
Medreselere önem vererek ülkeyi gericileştiren eğitimi İslamcı bir yapı içine soktular. Kendi yandaşlarını kadrolaştıran bir parti oldu. Yanardöner, bir gün söylediğini, ertesi gün inkâr eden bir parti olarak bugünlere geldi.
Kürd sorunu konusunda diğerleri gibi imha ve inkârdan başka bir şey düşünmeyen, kendinden olmayan herkese karşı bir yapısı vardır.
14 yıldır ülkenin satmadık bir karış toprağını bırakmayan, ülke halklarını soyup soğana çeviren, hırsızlar çetesi bir partidir. Kanun, yasa, anayasa tanımayan, her şeyi kendine bağlayan reis “tek bayrak, tek millet, tek dil, tek devlet” diyen ırkçı, faşist, diktatöre bağlı bir partidir!
7 Haziran 2015 seçimleri ile birlikte AKP, CHP, MHP ittifak yapmışlardır. Seçimlerde HDP’nin %13.1 oy alarak parlamentoya girmesi karşısında Milliyetçi Cephe ittifakını gerçekleşmiştir. HDP’ye ve Kürdlere karşı topyekûn savaş ilan ederek, aylarca sokağa çıkma yasakları ile Kürd halkını ve demokrasi güçlerine karşı çökertme politikası uygulamışlardır.
7 Haziran seçimlerini meşru saymayarak, parlamentoyu tatil ederek çalıştırmamışlardır. Kasım erken seçimlerinde ise, HDP’yi baraj altında bırakarak parlamento dışına atmak istediler. Kanunsuz ve hukuksuz olarak her türlü hileye rağmen HDP yine barajı aşarak meclisin üçüncü parti olmasını başarmıştır.
Bu defa HDP’li ve DTP’li seçilmişlere karşı iftira kampanyası ve linç kampanyaları baskı yaparak DTP’li eşbaşkanları tutuklarken HDP vekillerin de dokunulmazlığını kaldırmak için CHP ile ittifak yaparak dokunulmazlık yasasının geçmesini sağlamışlardır.
Kürdistan şehirleri ve ilçeleri, mahallelerini topla, tankla, uçaklarla bombalayarak yakılıp, yıkılırken, bodrumda toplu katliamlar yapmışlardır. Tüm bunlar 7 Haziran seçimlerinden sonra 15 Temmuz darbe akşamına kadar devam etmiş ve halen de sokağa çıkma yasakları sürmektedir.
Bugün bu konsept 7 Haziran seçimleriyle birlikte kurulup askerî darbe senaryosuyla perçinleşmiştir. Askerî darbe sonrası reis elini güçlendirerek iç ve dış kamuoyuna muhalefetle birlikte hareket ettiğinin resmini sunmaktadır. Meclisin üçüncü partisini yok sayarak milliyetçi cephe ittifakı ile HDP’ye ve Kürdlere, demokrasi güçlerine karşı topyekûn savaşın devam edeceğinin işaretlerini vermektedirler.
OHAL yasası çerçevesinde devrimci, sosyalist, demokrat, aydın, sanatçılara karşı cadı avı sürecektir. Reise ve AKP faşist hükümetine karşı muhalefetin sesini yok etmeye çalışacaklardır.
Kürdistan’da ve batı metropollerinde her gün gözaltıların, tutuklamaların ardı arkası kesilmemektedir. Tüm bunlar yapılırken, CHP’nin tabanındaki, Kürd, Alevi, ilerici, demokrat kesimlerin duyarlı olması gerekir, bu ateşin bir gün kendilerini de yakacağını düşünmelidir.
CHP’nin ve merkez yönetiminin oynadığı oyunu bozmalıdırlar, AKP faşist hükümetinin ve reisin ittifakının CHP tabanına hiçbir yararı yoktur ve olmayacaktır. Reisin faşist diktatörlüğüne, başkanlık sistemine geçiş hızlanacak, gelecek çok karanlık olacaktır.
Devrimci Demokrasi Cephesi’ne büyük görevler düşmektedir; ülkedeki, tehlike geçici değildir. Milliyetçi Cephe ortaklığını bozmak için, demokrasi ve toplumsal mücadeleyi yaşamın her alanında emekçi kitlelerin, demokrasi güçlerinin duyarlı hale getirilmesi gerekmektedir.
Yenikapı’da yapılan miting, Milliyetçi Cephe’nin faşist diktatörlüğe geçişin resmidir. Türkiye halkları devrimci Demokrasi Cephesi ile faşizmi tarihe gömecek ve Demokrasi Cephesi Kazanacaktır.
Mehmet Özcan
7.8.2016

5 Ağustos 2016 Cuma

Şer Ekseni

“Şer Ekseni” Bush’un ifadesiydi. Irak, İran ve Kuzey Kore’yi tanımlamak için kullanılıyordu bu tabir. Bush’un dışişleri bakanı Condoleezza Rice [2005-2009] ise listeye Küba, Zimbabwe, Burma gibi ülkeleri ekledi. Bir zenci yarıcının kızı iken müesses nizam içerisinde hızla yükselen bu isim, bir dönem Sovyetler’in dağılması sonrası kurulan ülkelere danışmanlık yaptı. Onun ikbal merdivenlerindeki bir basamak da bu tedrisat.
Devlet zulmediyor, sonra mazlumun içinden birilerini kendisine ajan olarak örgütlüyor. Rice, CFR üyesi oluyor. Yüz binlerce insanın Ortadoğu’da ve başka yerlerde katledilmesinin altına imza atıyor. İşkencelerin arkasında da o var. Devlet, mazlumun sınırsız-sınıfsız, küçük burjuvalaşan intikamını kendisine örgütlemede gayet mahir. İşi bu. Rice, Sovyet tedrisatını Ortadoğu’ya taşıyor.
Güya zenciler için silâhlanma hakkını savunuyor. Çeşitliliğin hayırlı olduğunu söylüyor. 1949’da komünistlerin iktidara geldiği Çekoslovakya’dan kaçan, Yahudi (sonrasında Katolik) diplomat Josef Korbel’i akıl hocası kabul ediyor. Korbel hem Bush’un akıl hocası, hem de Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın [1997-2001] babası.
Biri zencilerin diğeri Yahudilerin zulme karşı verdikleri mücadeleye savrulmuş küfür. Bu yönüyle, baskıya ve kontrol politikalarına maruz kalan Türk Müslümanlara dair önemli dersler ihtiva ediyorlar. Bugün Türkiye’de bu geleneğin içinden devlete örgütlenmiş iki küçük burjuva ekibin dalaşına tanıklık ediliyor. Kimileri “Habil-Kabil” olarak niteliyor kimileri de bu hikâyede iyi polis-kötü polis oyunu görüyor. Sürekli tetikte olmamız gereken bir gerçeklik bu.
Rice’ın anımsatılması, onun dışişleri bakanı iken (Büyük) Ortadoğu için ettiği şu lafla ilgili: “Ortadoğu’daki yapılar iki yerden çözülecek: biri kadın diğeri gençlik.” Siyasetlerinin kimyası bu. Bu kimya bir aritmetiğe muhtaç. Emperyalizmin kadınların ve gençlerin çilesiyle ilgilendiğini söyleyen, tetikte değil demektir. Plebyen öfke ise kadının ve gencin ardında kendi emperyal güdülerine düşman bir emperyalizm görüyor. İhtiyatın, eleştirinin “komplo teorisi bunlar” ucuzluğu ile savuşturulması mümkün değil ama.
Darbe girişimi sonrası biri gençliği, diğeri kadınları örgütlemeyi hedefleyen iki yayın aynı anda faaliyetlerine son verdi. Bu, uyarıcı bir gelişme. İki yayının müntesipleri, hayal kırıklıklarını artık başka bir yere örgütlemek zorunda.
İki yayın da afili cümlelerle, orta düzey edebi laflarla duyurdular sonlarını. Biri “yalınlaştığını” söylüyor, diğeri “durduğunu”. Rüzgârın dinmesi, bireye indirgenmiş siyaset ve ideolojinin ölümüyle ilgili. Ama gene de deneyecekler şanslarını, ihtiyaç hâsıl olduğu ölçüde.
O hâlde onca “özgürlük” lafının Rice’ın Ortadoğu’ya “özgürlük” taşıyan ordularından kendisini ayıran bir muhtevaya sahip olması lazım. Rice, “ABD ordusunun küresel polis gücü olmadığını” söylüyorsa, “başka polislere muhtacız” diyordur. O özgürlükçülerin kimin “polisliğini” yaptıklarını idrak etmeleri lazım. O “polislerin” bugüne dair ve ait bir teorik, ideolojik, politik faaliyete izin vermediği-vermeyeceği artık görülmeli. Bitmiş-tamamlanmış, bireye kapanmış bir kurgunun, “şimdinin ağırlığında” yaşayan kitlelere bir şey vermesi mümkün değil. Bu küçük burjuvaların yarınları güvence altında çünkü. Maaşları, fonları var. Teoriyi, ideolojiyi, politikayı şimdiye kilitlemelerinin sebebi de bu. O güvenceyi verenler, “şimdinin ağırlığı altında” yaşayan kitlelerin kontrol altına alınmasını, lime lime edilmesini istiyorlar. Sendikaları da böyle. Vakti zamanında bir sosyalist parti üyesi sendika başkanı seçimi kaybedince makamındaki koltuğu alıp evine götürmüş. Fıkra değil gerçek. Sınıfsız-sınırsız ideoloji bu tür özneler üretiyor.
Yani sınırsız-sınıfsız öfke ve intikam devlete örgütlenmekten kurtulamaz. Belki de sınırsızlık ve sınıfsızlık, zaten bu örgütlenmeye açık kapı bırakmak için. Eagleton’ın ifadesiyle, “özgürlük mücadelesi mülkiyeti şart koşar.” Biyolojik bedeni mülk olarak gösteren, onlar. Bu bilinci verenler de. Onlar, kadını ve genci biyolojik varlığa kapatmaya mecbur. Zenci mücadelesinden kaçmış bir kadının ve Yahudilerin faşizme karşı mücadelesinden kaçmış bir kadının ortak noktası, ABD. Bu, asla tesadüf değil. ABD, Ortadoğu’yu kadını ve genci esir almadan ele geçiremez. Sınırsızlık ve sınırsızlık konusunda genelde ABD, özelde İsrail’e öykünenler, halklarına, o halkların mücadelesine ihanet etmeye mecbur.
Bahsi geçen özgürlükçüler, Gezi’de kitleye tepeden baktılar. Devlete karşı kolektif-tarihsel her türden direnç hattının örgütlenmesine mani olmak istediler. İnternet âleminde takip sayıları bu şekilde büyüdü. Onlar, Erdoğan’la Kuzey Kore liderini kıyaslayan paylaşımlarda bulunanlardı. Küçük burjuvanın sınırsız-sınıfsız öfkesini ve değer düşümüne dönük tepkilerini örgütlemek istediler. Bunu, bireyi bedene; bedeni metaya indirgeyerek yaptılar. Özgürleşme talebi, metanın hareket imkânı olarak paranın ideolojisine dairdi. Gezi’yi daha başında onlar bitirdi, önce kafada sonra sokakta. Şimdi utanmadan ekmeğini yemekle meşguller.
O yüzden CHP’ye göz kırptılar. Orada “samimi dostlar” olduğunu söylediler. Bugün yaptıkları işten de sıkıldılar. Başka eğlence alanlarına çevirdiler yüzlerini. Görevleri bu kadardı. Çözeceklerini çözdüler, iğdiş edeceklerini ettiler. Hesap vermeden indiler sahneden. Her şey oyundan ibaretti. Sıkıldılar ve gittiler. Tecim kapıları onlar içindi. Onca çabanın karşılığını istediler. O özel insanlar arabalarına binip gittiler. İnce Memed olmak meşakkatliydi çünkü.
Şu bugün daha net: sınırsız-sınıfsız öfkelerinin hedefinde devlet ve iktidar değil, emekçilerin-ezilenlerin iktidar ihtimalleri var(dı). Teorileri ise burjuvazinin ilerlemeci fikriyatı ve müktesebatı ile yüklü. Yaldızlı laflar tel tel dökülünce, emekçiye-ezilene dönük öfke ve düşmanlıkları daha açık görünüyor. Emekçi ve ezilen, özgürlük mitosunu dağıttığı için tehlike addediliyor. Devlet tam da bu noktada devreye giriyor. Ezilen kitlelerin evlatlarını her şeyden münezzehbir “kadın” ve “genç” olmaklığı ile kendisine örgütlüyor ve ondaki öfkeyi kendi namlusuna sürüyor. Kitlenin, kolektifin ateşinden kaçanların yolu bu, kaçınılmaz.
Marx, “kişiyi o kişinin kendisiyle ilgili söyledikleri üzerinden anlayamayız” diyor. Eğer bu söz doğru ise, bahsi geçen iki yayının kendisine dair sözleri de hükmünü yitiriyor. Parmağa değil, işaret edilene bakmak gerekiyor. Şu soru sıcak: “Kadının ve gencin çilesi bitti mi ki siz bittiniz?”
O hâlde CHP’nin Yenikapı ile kazık attığını söyleyenler, bugüne dek sınırsız-sınıfsız kurgularıyla CHP illüzyonuna nasıl örgütlendiklerini açıklamalı. CHP’de neden sınırsızlık-sınıfsızlık gördüklerini anlatmalı. “Başı kesik horoz” dedikleri devleti basit manada yönetme pratiği ile kavramalarının hesabını vermeli. Bu hesap, marksizmi ve sosyalizmi devletin reorganizasyonu sürecine örgütlemiş olmalarına dönük hesabı da içeriyor olmalı. Madem öyle, “ağlayalım mı horozun hâline!” Devletin sahiplerine “göreve talibim” mesajı göndermenin anlamı ne?
Ezileni-emekçiyi kendi küçük burjuva öfkesine örgütlenmediği için aşağılamanın manası yok. O, bir tarihle ve kolektif ilişkilerle birlikte yaşıyor. Soyut bir “İşçi” ve soyut bir “Ezilen” ise, kendi varlığını sınırsızlık-sınıfsızlıkla tanımlayan küçük burjuvanın bir vehmi. O küçük burjuvaya yönelik saldırı, düşmanın sömürülen-mazlum kitlelerin içindeki elini kırmakla ilgili. Bunu yapmayanların “sol liberalizm”den dem vurmaları manasız. O liberalizm, işçide sınırsızlık, ezilende sınıfsızlık gördüğü için değerli ve işe yarar kabul ediyor işçi ve ezileni. Gerçek işçi ve gerçek ezilenden uzak durulması, beceriksizlikle, nesnel engellerle değil, işçilerin sınıfı, ezilenlerin sınırı anımsatma ihtimali-tehlikesi ile alakalı.
Ortadoğu’yu kadın ve gençlikten çözmeye çalışanları tanımak gerek. Onların şer ekseni varsa bizim de olmalı. Kadınları ve gençleri küçük burjuvanın sınırsız-sınıfsız varlığına örgütleyenler, işte bizim şer eksenimizin parçası, alt bileşeni.
Yusuf Karagöz