9 Ağustos 2016 Salı

Ortaoyunu

Avrupa’da kimi Neonazi grupları, kadını aşağılık bir varlık gördüğü ve böylesi bir varlıkla yan yana olmak istemediği için kendi içlerinde eşcinselliğe ciddi bir alan açıyorlar. Kendilerini “üstinsan” olarak görenlerin bu refleksine doğasevicilik ve hayvansevicilik gibi akımlar dâhilinde de rastlanıyor. İdeolojisi buralardan beslenen kimi solcuların İslam’a ve İslamcılığa düşman kesilmesi gayet doğal bir gelişme. Onlar da “üstinsan” olmakla, her tür ideolojiyle yüklenmiş insanı “aşağılık” kabul ediyor. Doğa, hayvan, kadın vs. bu aşağılama pratiği için bir araç olarak kullanılıyor.
Bunun bir tezahürü de Şırnak’ta çadırlarda kalan kadınlar için düzenlenen “iç çamaşırı” kampanyası. Kendilerini sadece düşünen birer klitoris-vajina olarak gören kimi feministler (bu örnek dâhilinde İstanbul Feminist Kolektifi) aşağılayıcı bir dil ve yöntemle Kürd kadınına bu şekilde düşünmeyi öğütlüyor, ötesine tahammül edemiyor, Kürd kadınını maruz kaldığı zulümden ve o zulmün toplumsal-tarihsel niteliğinden soyutlayıp soyut, yüce bir "Kadın"a kapatıyor. Bir Kürd’ün tepkisinde dile geldiği biçimiyle, “Hababam Sınıfı” filminde doğuya erotik film afişi gönderenlerin, Van depreminde kullanılmış sutyen postalayanların yanına düşüyor. Dolayısıyla aşağıdaki resimde görüldüğü üzere, bunların Şengal’deki Ezidî kadınlarla kurduğu ilişkinin mesafesi Senegal kadar olabiliyor. Bilinçaltı dışa vuruyor, Avrupalı misyonerlerin zihni Kürd’e dayatılıyor. Kürd, Kürd olmanın çapaklarından arındırılmak isteniyor. O misyonerler bunu emrediyor. Herkesi yüce katına çağırıyor.
Bugün gelinen noktada sol-sosyalist çevreler, mevcut koşullar üzerinden, tüm iddialarından vazgeçmiş durumda. Hepsi düne kadar eleştirdikleri ulusalcıların, CHP’lilerin, cumhuriyetçilerin, en iyi hâliyle liberal demokratların hattına gerilediler. “Kamusal vicdanı” anımsatan Yasin Durak da bu geri dili kuşanmanın ekmeğine sürdüğü yağı artıracağını düşünüyor. AKP ve IŞİD bahanesiyle herkes bir tür sosyal demokraside ve liberalizmde ikbal görüyor. Siyaset açılan yuvalara, çatlaklara yerleşmeye indirgeniyor. İslamcılık geleneğinde bir çatlak anlamına gelen ve “sınırsız, sınıfsız İslam toplumu” diyen Metin Yüksel, bu ikbal düşkünlerince eziliyor, bastırılıyor. İslam konusunda Batılı oryantalistler kadar cahil olan kimi solcular, faaliyetleriyle o batının devletine hizmetkâr oluyorlar.
Yasin Durak, “Fethullahçılık İslamcılığın Dik Alasıdır” derken Kemalist efendilerini, ekmeğini yediği müesses nizamı aklama yoluna gidiyor. Durak’ın tespiti doğru ise, Fethullah muhbirlerinin-itirafçılarının ifadesiyle, Cemaat’in kuruluşuna tanıklık eden Vehbi Koç, MİT müsteşarı Fuat Doğu, CIA vs. de İslamcı. Eğer Yasin Durak’ın akademiye kapak atmasını sağlayan tezin danışman hocası Yasin Aktay İslamcı ise Yasin Durak da İslamcı! O, özünde iktidarın ele geçirilmesi konusunda devletin sergilediği dirence ortak oluyor. Devletin köklerinde varolduğunu zannettiği "solculuğa" sarılıyor, herkesi o köklerden beslenmeye davet ediyor.
Bu anlamda Birgün ve Durak, mevcut durumu fırsata çevirmek adına CHP’ci bir tür solculuğa alan açmaya çalışıyor. O solculuk, CHP kuyruğunda Taksim’e koşuyor, Kılıçdaroğlu, Tayyip’in yanına koşunca arabeske bağlayıp sevgiliye ucu yanık bir mektup yazıyor. Şimdilerde Cemaat üzerinden AKP’ye vuranların, özellikle son üç yıldır Cemaat’i neden siyaset ve istihbarat kaynağı olarak gördüklerinin hesabını vermeleri gerekiyor. Hâlâ, utanmadan “Haziran Türkiye’si”nden bahsediyorlar. Oysa üç kuruşluk politik çıkarlar için Gezi’yi ve Haziran’ı iğdiş edenler kendileri. Önce seçim, ardından Fethullah rüzgârıyla yelkenlerini şişirmek isteyenler, “yoğurdum kara” bile demiyorlar. Kaleme aldıkları bildiride CHP’ye değil, Kılıçdaroğlu’ya vuruyorlar. Haziran meclislerine örgütleyecekleri CHP’lilerin olduğunu düşünüyorlar, ama bir yandan da seksen sonrasında CHP’nin içine yolladıkları kadroları eliyle CHP batağına çekiliyorlar.
Bugün Cemaat muhbirleri, meseleyi özel bir şahsın kendinden menkul bir cürmüne indirgiyorlar, görevleri bu. Misal, Fethullah’ın Özal’ı, Demirel’i ve Tayyip’i kıskandığından bahsediyorlar. Oysa Fethullah, devlet tarafından, hükümet partilerinin kontrol ve disiplin altında tutulması için kullanılan bir aparat. O devlet, emperyalistlerle kolkola olan ittihatçı subaylar kadar, o emperyalistlerin iç ve dış ajanları ile faaliyet imkânı buluyor. O hâlde Fethullah’ta İslam görüp kaşınanlar, ondaki devleti ve iç emperyalizmi gizlemiş oluyorlar, görevleri bu.
Selahattin Demirtaş ise tipik bir CHP’li gibi konuşuyor grup toplantısında. “AKP nitelikli, yetişmiş eleman ihtiyacı sebebiyle Fethullah’ın önünü açtı. Amaç, dini muhafazakâr kesimin devleti ele geçirmesini sağlamaktı” diyor Demirtaş. Bu hamle ve devamında ilân edilen, Taksim Manifestosu'na nazire yapan “12 Maddelik Yol Haritası” yeniden inşa edildiği söylenen devletin bu inşa sürecine eklemlenmek. CHP kanalından Haziran, AKP kanalından HDP girmek istiyor bu sürece. “Bizi saraya ve Yenikapı’ya neden çağırmadınız?” diye feveran edenler, “biz zaten gelmezdik” diyorlar şimdilerde. Demirtaş konuşmasında “Fethullah’la birlikte görülmeyen herkesi itibarsızlaştırdınız, Fethullah’la ilişkisi olmayan tek parti HDP’dir” diyor, bu mevzu Diyarbekir belediyesindeki Ekrem Dumanlı görüşmesini, “nezaket ziyareti”ini, “Fethullah’a selam söyleyin” mesajını ya da seçimlerdeki Cemaat desteğini de içeriyor mu, merak konusu. Özetle, HDP ve Haziran, batan gemi olarak CHP’yi yağmalamak derdinde, ama kimse ol ganimeti nereye, hangi limana götürecek, onu söylemiyor. Cümlesi de avama güzel masallar anlatmakla meşgul.
Burada Demirtaş, devleti her elmalı şekere kanıp istenilen yere götürülen "saf bir çocuk" olarak görüyor. Tipik CHP’li bir siyasetçi olarak konuşup CHP tabanını avlayabileceğini düşünüyor. “Saf çocuk” gördüğü devlete böylelikle sahip çıkıyor. Onun anasına-babasına mesaj göndermiş oluyor. Çelişkili bir ifadeyle, devleti ele geçirmekle suçladığı Cemaat’in ve AKP’nin karşısına “devleti yeniden organize edelim” diyerek çıkıyor. Ülke yönetiminde sahip oldukları konum ile bu noktada rol kapmak istediğini söylüyor. Alper Taş ise aynı telden “Türkiye’yi kurmak”tan söz ediyor. Rol paylaşımı bu minvalde. HBDH ise “krizin kaosa sürüklendiğini” “ülkeyi ve toplumu kaostan kendisinin çıkartabileceğini” söylüyor. Bu laf, krizi derinleştirip devrim yapmakla yükümlü bir örgütün ağzından çıkıyor.
Mizahi dile geri döndüğüne göre, Demirtaş sinyali almış görünüyor. Yenikapı’ya çağrılmama, fotoğraflarda yer almama meselesi, HDP’nin ifa ettiği ve etmeyi sürdüreceği misyon ile ilgili. O “saf çocuk” görülen devlet, olsa olsa, filmlerdeki içine şeytan kaçmış “çocuk”. Oyunu bitmemiş, bitmeyecektir.
Eskiden kıt da olsa rastladığımız devlet analizlerinin bugün devre dışı kalmasının sebebi, herkesin oynanan bu ortaoyununun seyircisi olmasıdır. Ele geçirilecek bir mevki olarak saf, temiz ve ari görülen/gösterilen devletin perde gerisinde neler yaptığı, o yapılanların kapitalizmle ve emperyalizmle bağları kimseyi ilgilendirmemektedir. Sahnede görülen atışmalarla oyalanmak yeterli, o devlete işmar etmek tek çözümdür. Dolayısıyla kimse, o devletin sınıfsal niteliğine, tarihsel konumuna, toplumsal hareket planına tek laf etmemektedir. Siyaset, devlet katında, demokrasi kılıfı altında işleyen bir pratiğe indirgenmiştir. Her türlü teorik-ideolojik tespit-değerlendirme, o devleti aklama amaçlıdır. Çünkü herkes bir biçimde, ülkenin kurucu iradesindeki teorik-ideolojik donanım ve içerikten memnundur. Kendilerini üstün kıldığını düşündükleri her şeyi ona borçlu olduğunu düşünmektedir. Şezlongda yatan da tankın önüne yatan da mevcut durumunun üstünlükçü yanını borçlu olduğu gücün önünde diz çöktürülmektedir. O güce karşı kudret devşireceğimiz yerler, ortaoyununda rol alanların, almak isteyenlerin durduğu yerler değildir.
Bahri Dikmen

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Darbe Senaryo mu?

Felsefede sorular cevaplardan önemlidir. Çünkü sorular tartışmanın yönünü belirleyen asıl etmenlerdir. Cevaplar ikincil, tali bir yol izlemektedir.
15 Temmuz gecesi orduya alkış tutanlar, darbe başarısızlığa uğrayınca, “bu Tayyib’in senaryosudur” demeye başlamışlardır. Nitekim kendini Marksist görenler de bu tartışmanın içinde boğulmuşlardır.
Halktan insanlar olarak darbenin gerçek bir darbe mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu tartışacak bilgilere sahip olmadığımızı ifade etmek lazım. Açıkçası bir Marksist, bununla ilgilenmez. Marks, bizden yüz elli sene önce toplumun işleyiş yasalarını ortaya koymuştur. Bizlerin bu Marksist mantık çerçevesinde söyleyeceklerimiz nettir ve gerçeğin kendisidir.
Marks, kapitalizmin çelişkilerinden bahsederken, temel olarak artı-değerin paylaşımına dikkat çekmiştir. Yani işçinin ürettiği üründen üretilen artı-değer (genel olarak kâr olarak bilinir, ancak Marksist iktisatta artı-değer bütün giderler çıktıktan, yani maliyet çıktıktan sonra geriye kalan değere “artı-değer” denir) işçi ile patron arasında paylaşılır. Tarihin temel çelişkisi, patron ile işçi arasındaki çelişki, işte bu çelişkidir. Bu artı-değerden işçi mi yoksa patron mu daha fazla alacaktır? Toplumun ezen-ezilen kavgası bu temelde yürür.
Bir diğer çelişki ise işçiler ile işsizler arasında olan çelişkidir. Bu çelişki ise asgari ücret denen açlık sınırının belirlenmesinde rol oynar. Yani işçiler, daha doğrusu örgütsüz işçiler, daha fazla ücret istediklerinde, patronlar işçileri bu işsizler ordusu ile tehdit eder. Der ki; “eğer beğenmiyorsanız bu ücretleri, çıkın gidin!” Marks’ın deyimi ile “işsizler ordusu yedek işçi ordusudur.” Çalışan işçiler eğer ücretlerinden memnun olmazlarsa, hemen kapı dışarı edilirler. Çünkü toplumda işsizler ordusu vardır.
Nihayet kapitalizmin son çelişkisi ve konumuzu ilgilendiren çelişkisi ise kapitalistlerin kendi arasındaki çelişkisidir. Bunlar ise yaratılan artı-değeri sadece kendiler almak için müthiş bir rekabet içindedirler. İşte Gülen cemaati ile ‘’Erdoğan devleti’’ arasındaki çelişki buraya tekabül etmektedir. İşçilerin alın terini paylaşamayan iki burjuva sınıfının çatışmasıdır bu. Bu noktada emekten yana olanların “darbeye hayır” demesi, onları Erdoğan’ın kucağına itmemelidir. Haftalardır darbe karşıtı gösteri yapanlar durup düşünmelidir. Erdoğan neden kutsal değerlerin, dini-milli değerlerin yüceltilmesinden bahsediyor da işsizlikten, yoksulluktan, asgari ücretten bahsetmiyor? Neden işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesinden, iş güvenliği kurallarının iyileştirilmesinden söz etmiyor?
Çünkü Erdoğan yoksul halkı değil, işçileri sömüren kapitalist düzeni temsil ediyor. Burada kalkıp “darbe gerçek mi senaryo mu?” diye tartışmak bizim sınıfın işi değildir ve “aklımız ermez ona”.
Biz sofradaki ekmek kadar somut düşünmeliyiz. Bir atasözünde ifade edildiği gibi: “Filler tepişir, altta çimenler ezilir”. Maalesef üstteki fillerin kavgasından dolayı bizim sınıfın insanları, bizim sınıfın insanlarını ezdi. Kısacası bizim başımızda hep bir darbe vardı. Yoksulluk darbesi.
Önüne geçip canımızı feda ettiğimiz tanklar, üzerimize kurşun sıkan askerî jetler bir senaryo mu değil mi, bilemeyiz ama sabahın köründe işe gitmek, ay sonunu getirememek, kirayı ödeyememek, her bir yana borçlu olmak, günde 12 saat çalışmak, hastaneye gidememek bizim hayatımızın kendisidir ve biz bu oyunu bozmak zorundayız. Asıl oyun hayatımız üzerindedir asıl senaryoda...
İlhan Çıtak

Yenikapı’da Sınıf Mücadelesi

Sınıf mücadelesi eğer burjuvazi/sermaye ile işçi sınıfı, emekçiler, ayaktakımı vs. arasında doğrudan cereyan eden bir mücadele olsaydı, muhtemelen komünist siyasetin işi epeyce kolaylaşırdı. Ama bu mücadelenin doğasını belirleyen çok sayıda faktör mevcut.
“Sınıf mücadelesi” dediğimiz şey, temelde ya da belki son kertede, bizim şeylere nasıl baktığımızla ilgili bir mesele, bu anlamıyla da bir yöntem ve üslup sorunu.
Çevremizde olan biten pek çok şeyi nasıl gördüğümüze, onlara nereden baktığımıza ilişkin bir sorunsal. Bu, tabii ki bir partinin ya da örgütün her şeyin bilicisi olduğu ve bilinçsiz kitlelere bilinç taşıdığı anlamına gelmiyor, bunu yapmaya çalışanlara pek de yüz verilmediği ortada. Burada gerçekleşen, daha çok hayatın akışı içinde hem örgütlerin hem de kitlelerin bakışında yaşanan değişimler ve bunun özünü diyalektik ve diyalog oluşturuyor. Diğer bir ifade ile birbirlerinin dilini anlayıp iletişime geçebilmek, vs.
Burada iki önemli düzlem var; maddi hayat ve manevi hayat. Esasında Marx “din halkın afyonudur” önermesini ortaya koyduğunda, bu ikinci düzleme, manevi hayata gönderme yapmaktadır. Burada olan, kitlelerin, halkın ya da işçi sınıfının din vasıtası ile uyuşuk bir duruma geçmeleri değildir. İnsanlar gayet kendi maddi hayatlarının farkındadırlar, bunun her gün deneyimler ve ötesi her defasında yeniden üretirler. Asıl olan, dinin ya da başka bir maneviyat biçiminin insanların acılarını yatıştırması, kendi varlıklarını metafizik bir dünyada koruyacak olan sabrı sunmasıdır.
AKP iktidara geldiğinden beri sınıf mücadelesini başka bir eksende yürüttü (ortada bir mücadele olduğuna göre, bunu sadece komünistler yürütmüyor, başkaları da bunun bir aktörü), farklı bir bakış açısı, bakma biçimi geliştirdi. Maddi ve manevi hayatı birleştirecek bir düzlem oluşturdu.
Geçmişte kendisini sistemin dışında hisseden pek çok kesim bu süreçte kendilerini daha merkezde hissedecek yeni bir bakışa sahip olmaya başladı. Böylelikle geçmişte rahatsız oldukları pek çok uygulama, onlara bugün meşru ve haklı görünmeye başladı. Bir zamanlar kendi ulaşamadıkları mekânlarda yapılan ve onları rahatsız eden mekânlar, mesela Çeşme, Bodrum başta olma üzere yağmalanan bütün kıyı şeritlerine karşı bugün onlar için açılan yeni mekânları meşru gördüler. Hürriyet’in yıllar önce attığı “halk plajlara akın edince vatandaş denize girmedi” ideolojisini bu yeni eksende yerle bir ettiler ya da bunun böyle olduğuna inandılar. Yani sömürü ve yağma düzeni devam ederken, buna ilişkin bakış açısında bir değişim yaşandı.
Sorun şu ki bugün AKP’ye oy veren, Demokrasi Mitingleri’nde “Allahu ekber” sloganlarıyla nöbet tutan kitleler, yıllardır komünistlerin örgütlemeye çalıştığı, yani ortak bir amaç için ortak bir duygulanım ve düşünce dünyasına eklemeye uğraştığı kitlelerdi.
Bu kitlelerin büyük bir çoğunluğu Gezi Parkı Direnişi’ne destek vermedi, aksine onun karşısında yer aldı, çünkü onun çağrıştırdığı şey, gene bu direnişe katılanların büyük bir çoğunluğunun böyle bir yönelimi olmasa da, kazanmış oldukları mevcut durumu kaybedip yeniden çepere itilecekleri yönündeydi. Burada maneviyatın yanında maddi olan da bir o kadar belirleyici oluyor ve bu yüzden mevcudun sürmesini istiyorlar, Gezi Parkı’nın mevcut durumunun sürmesini ya da kendi yaşam biçimlerine dokunulmamasını isteyenler de olduğu gibi. Edindikleri bu yeni bakış açısından memnuniyet duruyorlar.
Şimdi asıl mesele, genel olarak ülkedeki komünist siyasetin birincisinde zayıf ama doğru bir biçimde Gezi Direnişi’nde yer alırken, yani geniş kitlelerin mevcudunu koruma hareketinde, ikincisinde niye yer almadığı ya da alamadığı. Kuşkusuz bunun pek çok cevabı ve bir kısım haklı görünebilecek cevapları olabilir. Ne var ki buradaki temel sorun, aslında son kertede belirginlik kazanacak sınıf mücadelesinin asıl bileşenlerinde yer almakta. Bu anlamda işçi sınıfının, emekçilerin, ayaktakımının büyük çoğunluğunun demokrasi nöbetinde olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yüzden Gezi Direnişi’ne büyük destek veren Cihangir, Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka, Alsancak gibi yerler bugün epeyce suskun. O gün susan sınıf, bugün başka bir dilde konuşuyor. Bunu kendi dilimize tercüme etmek, anlamak ve en ilkel kitle iletişim aracı olan karşılıklı diyalogu fazlası ile yaratmamız gerekiyor. Bu iş biz bilirizci, tepeden bakıcı, aşağılayıcı siyaset biçimleri ile olmuyor. Zarafet ve nezaket gerektiriyor. Şeylere ortak bir bakışı komünist bir ufuktan ancak böyle örgütleyebiliriz.
Burak Bakır

Kofluk

Bir zamanlar Fethullah Gülen cemaati siyasetini İsrailci, Amerikancı, devletçi, seçkinci ve gizlici olması nedeniyle Peygamber sünnetine aykırı bir yerde gördüğümüzü söylerdik (epey eski zamanlar -hatta tarihöncesi sayılır bu hıza göre. Bu temel eleştirilere hikâyât-ı muhkemin üzerine çıkarmalarını da ısrarla ekleyen arkadaşlarım vardı, unutmayalım.)
Ama bize denirdi ki: “Filistin’in derdi size mi kalmış; “Amerika’ya karşısınız da ne yapacaksınız ki”; “devlete kafa tutulmaz”; “halk ne ya, güçlü olanları ikna etmelisin”; “darülharpte değil miyiz ki...”
Bu itirazları dile getirenler, yine aynı yolda ve devletin kendi cemaatini kurma yoluna, bir şeyler karşılığı, katkı veriyorlar.
Arkadaşlar lütfen uyanık olun.
Kimsesizlerle cemaat olun, cem olun.
Peygamberler sünneti ücretsizlik ilkesiyle hakkı söylemek üzerinedir. Yine de herkes kendi yolunu bilir, ne diyelim.
Bu arada artık başkaları da, hatta eleştiri sahipleri de, yeni devlet cemaatine katkı veriyorlar. O da uzun mesele.
Acayip bileşimler var ortada. Bu şartlarda acil olan, artık Gülen cemaatine değil, müslümanların şu anki siyasi pratiğinin kofluğuna dönük eleştiridir.
Sinan Kızılkaya

Öncesi ve Sonrasıyla 15 Temmuz’un Sosyo-politik Analizi

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan yeni durum siyasi tarihimizin en önemli kırılma noktalarından birine işaret ediyor.
Ancak etrafında dönen onca tartışmaya rağmen, mesele polisiye bir vak’a, cihanşümul bir komplo, bir dini sapkınlık, ya da bir meczubun akıllara durgunluk veren maceraları düzeyinde yaklaşılması bir açmaz.
Aslında devlet dâhil herkesin ve özellikle İslami cemaatlerin çok iyi bildiği bu yapı ve amacı karşısında ortaya konan “şaşkınlık” haline ise gerçekten şaşırmamak mümkün değil.
Zira Gülen’in İslam anlayışı ve projesi aslında ilk günden itibaren hem devlet hem de İslami cemaatler tarafından meşru görüldü. Hatta 28 Şubat sürecinde İslami camianın tamamı -en radikalleri dahi- “Gülen projesi”ni, Erbakan’ın düştüğü “hezimet” karşısında ayakta kalmış tek ve en ideal “İslami” proje olarak alkışladılar.
Cumhuriyet dönemi İslami yapılarının devletle kurdukları/kurmaya çalıştıkları, ama her halükarda devlete bitişik bir “varolma” çabası içinde oluşlarını, kurdukları simbiyos’un mahiyetini yıllardır yazıp çizdiğimiz için burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.
Cumhuriyetin yarattığı toplumsal travmanın ardından, (Durkheim’in kavramlarıyla) toplumsal alanda rasyonel ve ahlaki bütünlüğü yeniden yakalama çabası etrafında dönen, kültürel ve siyasal alandaki ideolojik melezlenmeler; devlet ile farklı toplumsal sınıflar arasında belli kabullerin ortaya çıkışı ve bu kabulleri izhar eden “rıza”nın örgütlenmesi şeklinde devam etti.
Gülen cemaati üzerine tartışmaların göz önünde bulundurulması gereken bir boyutu budur ve bu tartışma salt Gülen üzerinden değil Türkiye’deki genel cemaat algısı üzerinden yürütülmelidir.
Soğuk Savaş ve Sonrası Dönemin Bir NATO Aparatı Olarak Gülen
Bu tartışmayı ıskalamamak şartıyla Gülen hareketinin Gülen’in şahsının ötesinde bir alana taşmasını, Türkiye Cumhuriyeti devletinin stratejik ittifaklarından bağımsız anlamak mümkün değildir.
Gülen’in biyografisinde çok net olarak ortaya çıkan şey, daha 60’lardan itibaren, NATO’nun soğuk savaş konsepti uyarınca yapılandırılan “gladyo” teşkilatının Türkiye ayağı tarafından kullanılmış olmasıdır. Şimdilerde orduya sızmakla suçlanan Gülen, hatıralarında; er olarak yaptığı askerliği sırasında(!) nasıl Erzurum’a gidip “komünizmle mücadele derneği” kurduğunu, polis tarafından gözaltına alındığında nasıl bir “rütbeli” tarafından telefon edilerek serbest bıraktırıldığını bizzat anlatmaktadır.
Gülen’in devlet ile kurduğu ilişkinin, bidayetinde bu NATO’cu ordunun subayları üzerinden başlamış olması muhtemeldir.
Soğuk Savaş yılları boyunca İslami ülkelerde dindar halkların, “komünizmle mücadele” için NATO tarafından nasıl örgütlendiğini, bu projenin Türkiye ayağında tüm cemaatlerin nasıl “komünizma tehlikesi” karşısında devletin muhafızları haline dönüştüklerinin hikâyesi önemlidir.
Sovyetler’in yıkılması ile birlikte ortaya çıkan “yeni dünya düzeni”nde ise, Soğuk Savaş’ın bu gladyo/kontrgerilla yapıları, tasfiye edilir ya da yeniden yapılandırılırken, başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerde aynen muhafaza edildi.
Bu süreçte, Soğuk Savaş’ın NATO mücahidi Gülen, Türkiye’nin sınırlarında-Türki cumhuriyetlerde ortaya çıkan jeopolitik boşluğun doldurulması için, NATO müttefiki T.C. devleti hükümetleri tarafından bizzat görevlendirildi.
NATO’nun yeni konsepti, bu cumhuriyetlerde İran’ın, daha doğrusu, ABD karşıtı bir İslam devrimi/Şii tehlikesinin engellenmesi ve Sovyetler’den kurtarılmış bu bölgenin Türkiye’nin temsil ettiği “demokratik ve ılımlı İslam/Türk İslamı” ile yeni baştan şekillendirilmesi idi.
Ve 90’larda Gülen cemaati bu işi başarabilecek en önemli cemaat yapısı idi. Sonraki yıllarda cemaati ekonomik ve siyasal olarak güçlendirecek koşullar da işte bu yıllarda, zikrettiğimiz sistem tarafından oluşturuldu.
Dolayısıyla Gülen’in hasta beyninin ürettiği fantazyaları; realiteyi değiştiren, yön veren bir sistematik olarak değil, bizzat dünya konjonktürü tarafından belirlenen vazifelerin icrası olarak görmek lazım.
Tartışmayı sürdürürken, salt bu çerçevenin içinde kalan; yerel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin ve cemaatin kendi bünyesindeki gelişmelerin seyrine odaklanılırsa bu genel tabloyu görmek mümkün olmaz.
Devlet Soğuk Savaş şartlarında, Sovyet tehdidine karşı örgütlediği sağcı/İslami yapılarla ilişkisini, 90’lardan itibaren revize ederek devam ettirmiştir. Cemaatler açısından inişli çıkışlı olan bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli netice ise, sağcı/dindar kesimlerin ideolojik olarak devletle bütünleşmiş olmalarıdır.
Önceleri sağ partiler etrafında örgütlenen bu sağcı/dindar toplumsal yapı, sonrasında Milli Görüş partileri ile -İslam devrimi sonrası ortaya çıkan yeni “İslami uyanış” dalgasıyla birlikte- kendi içinde parçalanmış, bir kısmı merkezden uzaklaşmış/yabancılaşmıştır.
Dolayısıyla bütünlüğünü, kitle üzerindeki hegemonyasını yitiren Soğuk Savaş koşullarının sağcı/İslami yapısı, 28 Şubat’ta, Refah Partisi yönetiminin tüm çabalarına rağmen, devletle yeni bir uzlaşı kurmayı başaramayarak sistem dışına çıkarılmıştır.
Gülen cemaati, 28 Şubat koşullarına intibakı ilk sağlayan yapı olarak kendini 2000’li yıllara taşımış, onu, hemen arkasından, “yenilikçiler” grubunun Refah’tan ayrılması ile birlikte AKP süreci izlemiştir.
28 Şubat, bu yönüyle aslında, NATO’nun bağlaşık devletlerden talep ettiği “Soğuk Savaş sonrası” revizyonu/dönüşümü gerçekleştirme çabasının bir ürünüdür. Soğuk Savaş koşullarında, NATO’nun planlamasıyla “kominizma tehlikesi”ne karşı örgütlenen, güçlendirilen cemaat yapılarının, özellikle “İran devrimi “ sonrasında bu konseptin dışına “savrularak” potansiyel bir tehlike haline dönüşmelerinin dolayısıyla Soğuk Savaş’ın hâkim ideolojisi olan sağcı/“Türk-İslam sentez”cisi ideolojisinin aşınması tehlikesinin engellenmesi çabasıdır.
Bu, sadece cemaat yapıları için değil, Soğuk Savaş koşullarında “rutin dışı”na çıkan, mafyalaşan diğer gladyo uzantısı yapılarla da mücadeleyi içeren bir dönüşüm projesidir.
Liberal ekonominin kutsallaştırıldığı yeni süreçte, küresel sistem, her türlü “kayıt dışı”lığı ortadan kaldırma azmindedir.
28 Şubat sürecinin aynı tarihsel anda, “Susurluk” süreciyle paralel seyretmesi bu açıdan anlamlıdır.
Devletin “Arındırılması” ve Yönetimin “Gayr-ı şahsiliği” Talebi
İki binlerle birlikte, AKP’nin kurulmasıyla, dindar kesimlerin devlet ile yeni bir sentez üzerinden uzlaşma çabasına şahit oluruz.
Gülen ile AKP arasında başlayan ilişki, işte tam da bu “yeni dünya düzeni”ne uyum için kotarılmaya çalışılan bu sentez çabası içinde şekillenir.
Türkiye’deki İslami yapıların temel çelişkisi ki bu aynı zamanda AKP’nin temel açmazıdır, kendilerini güçlendiren sürecin, aslında nihai tahlilde, neşet ettikleri, üzerinde yükseldikleri toplumsal zemini de zamanla dönüştüreceği gerçeğidir.
Haftalardır devam eden kitlesel teyakkuz durumu, hükümete ve Erdoğan’a tam bir destek hali varken, Gülen cemaati ile birlikte AKP’ye de böyle bir “açmaz” izafe etmenin garip geleceğinin farkındayım.
İşte tam bu noktada, Gülen cemaati ve AKP’nin, içinde var oldukları toplumun geçirdiği dönüşüme odaklanmanın, burada ortaya çıkan değişimi anlamaya çalışmanın zamanıdır.
90’larla birlikte, dünyaya entegre olma hedefiyle başlayan toplumsal dönüşümün ortaya çıkardığı “orta sınıf” olgusu, beraberinde dindar/sağcı profili de dönüştürdü. Cemaatlerin kendi içlerinde sıkı kontrol altında tutmaya çalıştıkları standartlar, paralel dünyalar, özellikle 28 Şubat sonrasında, cemaat dışı dünya ile etkileşime girerek dönüştüler.
Yine, Hamid sonrası -Cumhuriyet öncesi dönemde, kahir ekseriyeti ittihatçı kadroları oluşturan Anadolu’nun dindar eşraf/tüccar kesimlerinin, Cumhuriyet’le birlikte sistemden dışlanmaları ve bu andan itibaren, Kemalist rejime karşı sürdürdükleri mücadeleyi de, dönüşümün ekonomik ayağında göz önünde bulundurmak gerekli.
Cumhuriyetin modernleşme projesinin eksik ayağı, temel ekonomik açmazı olan “sermaye birikimi” sorunu devam ederken, Özal’la birlikte başlayan “yeni” ekonomik fırsatların, bu dindar eşraf/tüccar sınıfı, “Anadolu aslan”ına dönüştürmesi, “yerli burjuva” noktasına taşıması, “sermaye birikiminin” lokomotif gücü haline getirmesi süreci, “üstyapı”da cereyan eden toplumsal dönüşümü anlamak için anahtar işlevi görebilir.
Toplumsal ve ekonomik dönüşümün lokomotif gücü haline gelen dindar kesimin, iki binlerin başından itibaren hem Gülen hem de AKP’yi desteklemesinin arka planında, Özal sonrası süreçte elde edilen ortak kazanımların korunması ve arttırılması talebini görmek lazım.
Kazanımlarının tehlikeye girdiği noktada, mesela 28 Şubat’ta, Erbakan’a destek çıkabilecek özgüven ve güce sahip olmayan bu sınıfın, şartların olgunlaşmasıyla birlikte, AKP etrafında kilitlenmesinin gerisinde bu sınıfsal karakteri görmek lazım.
Kazanımlarını kaybetmek istemeyen ve dahası kamusal alan içinde yeni kimliğiyle var olmak isteyen, bunun için de mücadele etmesine yetecek bir özgüven geliştirmiş bu “yeni orta sınıf” karakteri, aslında 90’lar sonrası Türkiye’sinde kamusal alanda yaşanan gelişme ve dönüşümün sonucudur.
İşte tam da bu noktada ; “darbe karşıtı” olarak özetlenen toplumsal yapının ve daha önemlisi bu yapının temsilcisi konumundaki siyaset mekanizmasının, üzerinde mutabık kaldıkları referans çerçevesine bakmak lazım.
Bu çerçeve; Gülen üzerinden işaret ve mahkûm edilen; lidere irrasyonel, mistik-akıl dışı bir bağlanmayı telkin eden, dolayısıyla sistemin geneli açısından öngörülemeyen bir tehdit haline dönüşmüş bir zihniyetin mahkûm edilmesi ve bunun karşısında ise, devletin tam da bir “burjuva demokrasi”sinde olacağı gibi, tarafsız bir alana çıkartılması/yükseltilmesi, dolayısıyla, “yönetimin gayr-ı şahsiliği”nin sağlanması zaruretinin talep edildiği bir retorik söz konusu.
AKP kurmaylarının, darbeye ve onun arkasındaki “gizli örgüt”ün, “statükoyu tehdit etmesi karşısında ortaya çıkan, bu “orta sınıf” tepkisi karşısında verdikleri “toplumsal uzlaşı, muhalefetin sürece dâhil edilmesi ve ortak değerlerin korunması” vurguları, karşı karşıya oldukları durumu doğru algıladıklarını ve “sınıf”ın içinde bulunduğu duruma uygun bir tepki verdiklerini gösteriyor.
Bu esnada “devlet”in tüm “virüs”lerden temizlemesi gerektiğine, devlet içinde bir başka “paralel devlet” olamayacağına yapılan yoğun vurgu, paradoksal olarak; AKP’nin de ortaya çıkacak yeni statüko lehine, Erdoğan’ın “şahsi” ajandasından vazgeçmek zorunda olduğunun bir itirafı olarak da okunabilir.
İşte Gülen hareketi ile AKP’ye destek veren diğer cemaat yapılarının içine düştükleri paradoks bu.
Şu an için söylenebilecekler özetle;
AKP’nin 15 Temmuz öncesine kadar sürdürdüğü; mevcut statükoyu değiştirme, en azından sembolik düzeyde bir karşı/paralel hegemonya inşası projesinin, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan yeni koşullarda nereye evrileceğini izleyeceğiz.
“Devlet”in; “Gülen’le birlikte tüm diğer cemaatlerden de temizlenmesi”, yeniden rasyonel bir akla ve kuruluş ideolojisine dönmesinin gerekliliği şeklindeki ortak kanaati, hem iktidar hem de muhalefetin desteklemesi; bürokraside “liyakat”ın esas alınması noktasındaki ortak vurgu, AKP tabanının içinde önemli bir yeri olan “diğer” cemaat yapıları açısından bir açmaz olarak ortada duruyor.
15 yıldır destekledikleri partinin; Gülen’den boşalan kadroları kendilerinin doldurmasına çanak tutacağı zehabındaki “diğer” cemaatlerin; Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle donatılmış “demokrasi meydanları”nda haykırılan talepler tam aksi istikamette iken, sistemle ve iktidarla kurdukları ilişkinin de dönüşeceğini öngörmek sanırım kehanet olmaz.

Maraba

Darbe girişiminin başarısızlığını ve en nihayetinde Yenikapı mitingini herkes kendi düşünsel ve ideolojik penceresinden okuyor. Ben de tabii olarak aynı pencereden okuyorum.
Süreçte İslamî duyarlılık gibi bir sâik ile okumalar yapanları takdir ediyorum.
Olmayan şeyi görebilme yetisi bu kadar gelişkin başka nerede vardır?
İkincisi bir Kürt olarak bu süreçte halkımı ve hakkımı temsil eden ifade eden bir tek emare dahi göremedim.
Bu ülkede Kürd'ün sadece tebaa olduğu gerçeği bir kez daha sahneye konulurken, buna razı olanlara bir şey demiyorum ama rıza göstermeyenlerin bunu görememesini anlayamıyorum.
Hülasa, ne İslamî kimliğim adına bir berraklık emaresi ne de fıtri aidiyetim adına bir kabul ve teslim manzarası görebildim.
Yenikapı mitingini baştan sona pür dikkat takip ettim. “Ben bu manzarada nerede oturuyorum” diye sordum ve cevabım şu: “yerim yok, orada ancak maraba olarak yer edinebilirim” oldu!
Ahmet Kaya

7 Ağustos 2016 Pazar

Naçiz ve Nafiz

15 Temmuz günü insanların yarım ekmek döner, iki kilo kömür, beş kilo makarna için öldüğünü söyleyenler, nihilizmin batağındadırlar ve bu topraklarda siyaset yapmama arzusundadırlar. Servet Tanilli’nin “inanca karşı bilgi”ye dair cümlelerini dillerine dolayanların, tankın önüne çıkan gencin inancı kendilerinde olmadığı için her daim mağlup olduklarını görmeleri şarttır. Yenikapı mitingini kafe ve barlarının televizyonlarından seyredenlerin anlamadığı şudur: siyaset, kendi istediğin yere minder serip orada kendinle güreşmek değildir. İdeolojik mücadele, herkesi kendisi ya da en azından Tanilli kadar aydın kılmakla ilgili değildir. Akademisyenlerin görevi, olguları ve olayları bileşenlerine ayırmak, kategorize etmek, sınıflandırmak, kavramsallaştırmaktır. Kitleler ise o olguların ve olayların teşkil ettiği bir bulamaç içinde yaşarlar. Cenk sahasında gereken zırhı ve silâhı kuşanırlar. “Araplar, Farslar, Kürtler buranın sahibi, Türkler sonradan geldi” ya da “Türklükle savaşıyoruz” sözleri o zırhı delemez. Bebeği yıkadıkları suyu dökerken o bebeğe de kıyanlar, o Türkü ve Müslümanı düşman belledikçe, kendi minderinde kendi zihniyle güreşip duran acemi güreşçilere dönüşürler. Gözü namazda olmayanların kulakları ezanı işitmemektedir. Cenk sahasından kaçanlar, kendi bireysel kavgalarını güzellemekten, yaldızlamaktan, göğe çıkartmaktan başka bir şey yapamazlar. Hitler’in birçok argümanını ilk dönemde komünistlerin gazetelerinden aşırdığı söylenir. Bu kitleye “faşist güruh” diyenlerin önce Alman KP’si kadar komünist, o parti kadar güçlü ve nafiz olabilmesi gerekir.
HDP’nin son dönemde ve esasen uzun bir süredir siyasetini inşa ettiği alan “Apo’ya özgürlük”tür. Genel siyasete ait tüm olgu ve olayları bu alan üzerinden değerlendirmektedir. Nihilistlere bu alan mevcut çöl sıcaklığında cazip gelmektedir. Sinsi liberaller, bugün Erdoğan’a ettikleri lafları yarın Apo’ya karşı bileyleyecektirler. O liberalizmle sosyal demokrasi arasında salınıp durmak komünistlerin işi olmamalıdır. Maalesef HDP siyaseti, bu toprakların çarpık, çapraşık, bulaşık gerçeğinden kaçma yöntemidir.
Türk’ün ve Müslüman’ın içerisinde sınıf mücadelesini nasıl yürüteceğine dair tek bir cümlesi, tek bir tutamağı olmayanların mevcut nihilizmi ancak hiçlik doğurabilmektedir. Bu hiçlik, mevcut varlığın kutsanması için şarttır. Kitlelerin, kolektif dinamiklerin tarihsel kara gücünün karşısına, burjuvazi tarafından özel olduğuna inandırılmış bireylerin varlık kavgası çıkartılabilmektedir. Siyaset alanına egemen olan bu kavganın keçeleşmiş dilidir. Bu dil, bize “sadece kendi yüce varlığınıza iman edin” buyurmaktadır. Nafiz olmak için naçiz olmak şarttır. Çünkü değeri tayin eden burjuvazinin hâkim olduğu piyasadır. Kimsenin cümlemizi bu piyasaya mal kılmaya hakkı yoktur.
“Kürd sorunu demokrasi sorunudur” cümlesi, bu keçeleşmiş dilin ve zihnin tezahürüdür. Bir sorunun demokrasi alanına atılması, çözümün burjuvazide olduğunun ikrarıdır. Bu zihnin TV’de kaleme aldığı dizilerde yoksullar masum, saf, temiz insanlar olarak takdim edilmekte, zenginlerse o yoksulların maddi sorunlarını çözüme kavuşturan güç olarak övülmektedir. Burjuvazinin birikimini, tarihini sahiplenenlerin demokrasi nöbetlerine üzülmemeleri gerekir. Onların dilinde “Kürd”, burjuva bireyin eğretilemesinden ibarettir. Gerçek Kürd’ü görmez, görmek istemez. Aynı şekilde 15 Temmuz’daki İslamî irade de AKP’lileri ürkütmüş, gösteriler daha da uzatılmıştır. Gaz alınmak zorundadır. Herkes birbirinin sırtını sıvazlamakta, birbirinin sırtına masaj yapmaktadır.
Fatih Polat isimli bir gazeteci, Yenikapı mitingindeki kitlenin sayısal varlığından etkilenerek bir haber kaleme almış. Haberde kitlenin “sol, sosyalist parti ve hareketlerin de kazanması gereken emekçiler” olduğunu söylemektedir. Bu zihin nicelikçi olduğu için, geçenlerde de CHP mitingine koşa koşa gitmiştir. CHP başkanı orada diye edilmektedir bu sözler aslında. Başka bir anlamı yoktur. Ama gene de burada, en azından o kitleyi Hitler’in kitlesine benzetenlerden farklı bir yaklaşım söz konusudur. Bugünlerde her yerde “faşist sürüler” görenlerin Avrupa’ya kaçmayı düşünenler olduğunu anlamak gerekir. Bunların Fransa’daki son eylemlere bin bir kulp bularak katılmadıkları bilinmektedir. Burada, bugünde, bu gerçekle siyaset yapmak onların mayasında, hamurunda yoktur. Dolayısıyla ilgili kesimin “demokrasi cephesi” diyerek sürekli kendisine işaret etmesi manasızdır. O cephenin eşbaşkanı ile Yenikapı’daki Kılıçdaroğlu aynı cümleleri sarfetmektedir.
Kılıçdaroğlu, muarrızları kürsüde ne vakit “meclis” dese gülümsemiştir. Tek siyasi varlığı o meclisin gerçek sahibi olduğuna dair vehim üzerine kuruludur. “Ne var yani, biz de durdurduk darbeyi, sabaha kadar mecliste oturduk” diyenlerin meclisin sahibine hizmet ettikleri açıktır. “Bizi niye çağırmadınız? Bize saksı muamelesi yapamazsınız?” diye serzenişte bulunmanın da kıymeti yoktur. Cemil Bayık bugün “HDP’nin daha ilk günden ‘AKP ile koalisyon olmaz’ demesini tarihi bir hata olarak gördük. AKP’nin Hükümet kurmama, saldırılarını arttırma konusunda elini güçlendirmiştir. HDP’nin bir demokratikleşme programı olursa ‘herkesle koalisyon kurarız’ demesi gerekirdi.” demektedir. O HDP, 10 Ekim’den bir gün sonra kurtuluş için ancak ve sadece sandığı işaret edebilmiştir. Bu ayakkabı içinden bakarak, yaşananları sınıfsal-politik açıdan değerlendirmek mümkün değildir, zira o ayakkabı sınıfsallık ve politika dışı olmak adına giyilmiştir.
Meydanlarda “faşist sürüler” görenler, açıktan şunu söylemektedir: “sonuçta ben bir ağacın altında arkadaşlarımla sohbet etmek istiyorum.” O “faşist sürü” dedikleri kitleye mensup insanlar, böylesi hayalleri olmadığı için aşağılanamazlar. Sosyalizm için burjuvazinin ve kapitalist ilişkilerin gelişmesi gerektiği, Avrupa solculuğudur. Unutmayalım ki o solcular, Ekim Devrimi’ne de aynı saiklerle karşı çıkmışlardır. Aşağılayanlar, kimlerin katına çıktıklarını, kimin yücesinden baktıklarını izah etmelidirler. Kimlerin ayakkabısını giydiklerini söylemelidirler.
Bu burjuva zihin, ekrana, sokağa, hayata baktığında kendisi gibi özel bireyler görebilmektedir ya da görmek istemektedir. Yenikapı’ya baktığında sadece Tayyip Erdoğan ya da Safiye Soyman’ın Faik’i görülmektedir. Doğrudur, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın özel şovuna malzeme olmuştur. Taksim Manifestosu’nu orada okuması, “HDP niye yok” anlamına gelecek sözler sarfetmesi, “liyakat”in altını çizmesi birilerinin yüreğine su serpmiş olmalıdır. Ama aynı zamanda Erdoğan’ın Fethullahçıları “tek tipçi” olarak eleştirmesi de bu kesimi rahatlatmalıdır. “Vahdette kesret” vurgusu Binali Yıldırım’dan; “kesreti boşverin, vahdete bakın” sloganı Bahçeli’den gelmiştir. Bu söylenenlerin kendisi değil, ardındaki mana önemlidir. Kürsüdeki kişilerin varlığı değil, ardındaki güç ilişkileri önemsenmelidir. Hayatın içinde AKP’li bürokratlarla, işadamlarıyla iş tutan CHP’li ve HDP’lilerin hizasından yürütülecek bir mücadelenin geleceği yoktur. Burjuva siyaset oyununa seyirci kılınan kitlelerin sokakta belirli bir irade ortaya koymaları değerlidir. O kitlelerin suyuna katılan uyku haplarının ömrü her daim sınırlıdır.
Hulusi Akar’ın vurgusu “demokrasi ve hukuk” yönündedir. “Milli ve yerli” olduğunu söylediği Erdoğan’ın “ordu-millet” ürettiğini söylemektedir. Erdoğan demek ki “camiler kışlamız, minareler süngümüz” diyerek gelmiş, sonuçta kışlaları camiye, süngüleri minareye çevirmiştir. Bu, ancak caminin ve minarenin muhtevasının silinmesi ile mümkün olabilmiştir. Millet, kendisinin kurmadığı devlete zorla ikna edilmiştir. Fatih Polat’ın, Foti Benlisoy’un, bir miktar Alper Taş’ın “anlamlı ve dönüştürücü dil tutturma” istemleri, ancak bu burjuva gerçeklikle alakalıdır. Onun dışına tahammül etmeleri mümkün değildir. Burjuvazinin birikimi verili mutlak kabul edilmektedir. Hepsinin zihnindeki siyaset denkleminin sabit terimi burjuvazidir.
Herkes hayata ve politikaya kendi ayakkabısının içinden bakmaktadır. Oysa aslolan yalınayaklılardan, baldırıçıplaklardan bakmaktır.
Kerem Kamoğlu