20 Ağustos 2016 Cumartesi

Yaşayacağız

“Okul bahçesinde yapılan bir sokak düğününe canlı bomba saldırısı yapıldı.”
Hayatın edebiyattan üstün olduğunu söylerler ya hep, evet, bu cümle işte o hayatın melun galibiyetiydi.
Hikâyeyi bitirmek kolaydır, karakterleri bir bir öldürürsün, onlara trajik sonlar yazarsın ve samimiyetsiz bir kurguyla kendi yarattığın çöplüğe gönderirsin. Ama bilen bilir, bazen kalemi tutan biri olsa bile ölmeyen karakterler vardır. Kurguyu neresinden tutarsanız tutun, ne şekilde öldürmek isterseniz isteyin, onlar kendi kelime yollarını kurmuştur artık; Yaşayacaklardır.
Geçtiğimiz yolun sancısı kimseyi yanıltmasın. Biz öteki saftayız. Kendi kelime yollarını açan, özgür hikâye kahramanlarının safındayız. İki kere iki dört'ün küstahlıktan başka bir şey olmadığını bilenlerin safındayız. İki kere ikinin beş ettiği hikâyelerin kahramanlarıyız... Yaşayacağız!
İmgesu Ünal

Toplumsal Dönüşüm

İki yakası bir türlü bir araya gelemeyen insanların kentinde, iki yakayı birleştiren köprüden geçerken tam karşıda beliren gökdelenleri görünce insan çekip gitmek istiyor bir an evvel. “Bu şehir benim şehirim değil” diyor. Ve soruyor bu şehre, “şehirlerin sultanına nasıl kıydınız efendiler?” Kirletirken denizi, katlederken ormanlarını kaç para kazandınız? Lafa gelince Osmanlı torunu olmakla övünürken, Osmanlı’nın en büyük mirasını nasıl tükettiniz?
Sadece betonlaşmak ile kalsa bir nebze kabul edilebilir, sineye çekilebilir fakat eski binaların yok olması gibi eski simalar da birer birer terk ediyor sahneyi. Seyyar lahmacuncular, simit tablaları, boyacı sandıkları nadir görülür oldu. Evet, boyacılar sabit mekânlarda mesleklerini icra ediyorlar. Simitler camekânlarda, değişik yiyecekler daha sıhhatli ortamlarda satılıyor. Sağlıklı göründüğü kadar erişimi de kolay. Canımız simit çekince pencereden simitçi gözetlemiyoruz artık. Ne istersek gerek internetten gerek hiper marketlerden temin edebiliyoruz. Diğer yandan eski kentimizin, eskimez sandığımız yüzlerini de göremez olduk. Mahallelerden sütçü, yoğurtçu geçmiyor, okul kapısı önünde görmeye alıştığımız macuncu amcalar da yok. Kentsel dönüşüm binalardan önce sosyal hayat ile başlamış, yeni fark ediyoruz. İnsanları bir araya getiren, dertlerin, sevinçlerin, günlük hayatın ve birçok şeyin paylaşım merkezi ibadethaneler bile ruhtan soyutlanıp sadece taş binalar haline geldi. İçeri gir, ibadetini yap, çık git! Sizleri bilmem ama ben yaşadığım semtte lunapark olduğu, denizin doldurulup üzerine yol ve tesisler yapılmadığı, deniz görmek için birkaç kilometre yürümek zorunda olmadığım, arkadaşlarımla sandal kiraladığımız, üstelik pek uzak sayılmayacak geçmişte kalan o günleri ve o kenti özlüyorum.
Düşüncelerim, konuşmalarım size anlamsız gelebilir. Ama inanın, siz de pencereden bakarken yaşlı bir teyzenin elinden tuttuğu torunu ile parka gelişini, minik çocuğun elindeki pamuk şeker ile tebessüm ederek banka oturmasını görseniz, son yıllarda hayat ile kurduğunuz ilişkiyi gözden geçirirsiniz. Kim bilir belki Wittgenstein’in Norveç’e kaçıp, ıssız bir kulübede dünyadan kopuk yaşamayı seçmesi gibi bir karar da verebilirsiniz. Hiç düşündünüz mü alışveriş merkezlerinden birisinde bulunan pahalı bir dükkândan, internet sitelerinden değil de semt pazarından, mahalle esnafından alışveriş yapmayalı ne kadar zaman geçti? Bundan binlerce yıl sonra medeniyetimize ait kalıntılar bulunacak. Bizim AVM denilen beton yapıları ve bilgisayarları kutsal saydığımız konusunda kesin fikirler oluşacak. Kimse bilmeyecek, modern hayatın bizi ne kadar duygusuz ve kendi özünden kopuk bıraktığını. Öyle “bunlar küreselleşmenin sonuçları, kahrolsun kapitalizm” nutukları atacak değilim. “Lanet olsun ecnebice tabelalara” da demeyeceğim. Dünya bir şekilde dönüyor ve hiçbir şey umurumuzda değil. Umurumuzda olan sadece şu veya bu şekilde yaşamak. İnsanın doğasında olan bu ama insan için doğal olan bu şekilde yaşamak mı düşünmek lazım. Nostaljik söylemlerde bulunup “çocuklar artık misket biriktirmiyorlar” demeyeceğim. Bütün bunları bir metropol yaşayanı olarak söylüyorum. Mutlaka bir yerlerde halen macun satılıyor, ayakkabı boyacıları şehri dolaşıyor, çocuklar sokakta iki taşla yaptıkları kaleye gol atmaya çalışıyorlardır. Anneler, teyzeler halen evde salça, turşu, tarhana yapıyorlardır. Biz büyük şehir insanları her şeyin hazırına alıştık. Üşenmezsek marketten alıyoruz, yorgunsak telefonla sipariş veriyoruz. Eve gelen yemekler, ütü ve çamaşır hizmeti veren servisler, dondurulmuş gıdalar vesaire vesaire. Vakitten kazanıyoruz ve bilindiği üzere vakit nakittir. Nakit denilen objeye duyulan ihtiras değil mi bizi bu hale getiren?
Velhasıl bir avuç tozu paketleyip, üzerine çorba yazdıkları günden beri biz, “biz” değiliz!
Hakan Çörtoğlu

İkinci Camp David

Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yeniliyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yineliyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Rahman, Rahim, Allah’ın adıyla
Onların malları ve evlâdları seni imrendirmesin; Allâh onlara dünyâda, bunlarla azâbetmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” [Tevbe Suresi 85. Ayet]
Sevgili dostlar, değerli basın mensupları;
İkinci bir Camp David imzalandı. Duydunuz mu?
Camp David’de varılamayan hedeflere bu anlaşmayla varılmak isteniyor, haberiniz var mı?
Kudüs-ü Şerifimiz’i artık işgalci İsrail’in sözde başkenti olarak görüyorlar, farkında mısınız?
Siz demokrasi nöbetlerinde tekbirler getirirken, uğruna kıyama kalktığınız adamlar Kudüs-ü Şerefimiz’in Mescid-i Aksamız’ın geleceği ile oynuyorlar.
Mavi Marmara şehitlerine fiyat biçiyorlar, kişi başına 2 milyon dolar alarak, siyonistlere, kardeşlerimizden dilediğini öldürebileceğini söylüyorlar. Yine de Türkiyeli şehitlere torpil geçmişler. Filistinli şehitlerimiz için onu da istemiyorlar. Artık İsrail dilediği kadar kardeşimizi öldürebilir. Fiyat belli ve Siyonistlerin parası çok nasıl olsa…
Katiller mahkemeye verilemeyecekmiş. Şaşkının birisi mahkemeye vermeye kalkarsa ve aleyhlerine bir tazminat çıkarsa, onu da sizin ödediğiniz vergilerden Türk devleti ödeyecekmiş. E ne de olsa Siyonistlerin üzerimizde hakları var(!) Onların bütün pisliklerinin tazminatını, kabullenivermiş bizimkiler.
Ne bekliyordunuz? Siyonist devleti, halkında Müslüman bulunan ülkelerden ilk tanıyan da bunlar değil miydi? Biz bunların olacağını söylemiştik. NATO gözlemciliğine kabul ettirildiğinde İsrail’le yatağa girildiğinden bahsetmiştik. Şimdi kucağınıza ihanetin nur topu gibi meyvesini verdiler. Bez bağlamak size düşer efendiler!
Nasıl susuyorsunuz? Tepkisizliğinizin nedeni ne? Neyi bekliyorsunuz? Yoksa Kudüs’ten daha öncelikli, Aksa’dan daha değerli, uğrunda mücadele vereceğiniz değerler mi buldunuz? Nasıl aldanıyorsunuz?
İşin farkında olmayanlar. Hakikaten anlaşma metnini hâlâ okumadınız mı? Okuduysanız eğer, bu metni hangi niyetlerle ve beklentilerle te’vil ediyorsunuz?
Gazze ambargosunun kaldırılması karşılığında anlaşma yapılacağı söylenilmişti size. Bu anlaşma metninin ambargo kaldırılacağını veya delineceğini nasıl anlıyorsunuz? Şimdi soruyoruz tekrar tekrar: Nasıl aldanıyorsunuz?
Akademik tahliller yapmıyoruz. Bilmez misiniz ki uluslararası ilişkiler yazılı metinlere tabidir. Özel görüşmeler sözlü vaadler ve özürler bir anlam ifade etmezler. Bizim aleyhimize olanı yazıyla yazıyorlar, bizi kandırmak istediklerinde sözle anlaşıyorlar. Özür dilendiğini iddia ediyorlar, ama metinde özre dair hiçbir şey göremiyoruz. “Ambargo kalkacak” dediler, onu da göremiyoruz. Sizi hakikatle birebir yüzleşmeye davet ediyoruz.
Bizim bunlardan olumlu bir beklentimiz yok zaten. Biz vicdanlı insanlara, onurlu Müslümanlara sesleniyoruz. Haydi! Sesinizi İşgalci Siyonist İsrail’e karşı yükseltin. Onların rüyalarında yeniden korku olun! Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Tarihin bir ibret levhası olduğu sonu kan ve zulümle bitecek heyecanların bulunmadığı tevhit ve adalet üzere kurulu bir dünyada yaşama umudu ile hepinizi 468. haftada aynı yer ve saatte buluşmak üzere Allah’a emanet ederiz.

19 Ağustos 2016 Cuma

Kâinat İmamı Reis’e Karşı

Türkiye Solunun Tükenmeden Önce Seyrettiği Son Film: Kâinat İmamı Reis’e Karşı
15 Temmuz sonrası çok pespaye analizler okudum bizim cenahta. Ama açık ara en beterleri “Erdoğan darbeden çok güçlenerek çıktı, şimdi siyasi hedeflerini rahatça gerçekleştirecek” kümesine girenlerdi. Neyse ki milli mutabakat arayışı ihtiyacı bu yenilgici analizleri şimdilik susturdu. Bu türden analizlerin kanımca en kötü yanı bunların bütünüyle yanlış olmasına rağmen hakikaten reisin nihai olarak siyasi hedeflerine ulaşma ihtimalinin göz ardı edilemeyecek olması. Ama bu ihtimal eğer gerçekleşirse (başka pek çok faktörün yanı sıra) pespaye analizlerimiz üzerine kurulu yakın gelecekteki siyasi tercih ve hamlelerimizin sonucu olarak da gerçekleşecek. Bu tür analizler yarattıkları siyasi ataletle kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline geliyorlar. Dolayısıyla doğru analizlere ihtiyacımız var; örgütsel konforlarımızı tehdit ediyorlar diye olguları görmezden gelmediğimiz Türkiye’deki devrimci ve sosyalist geleneğin temel değerlerine yabancılaşmayan analizlere.
15 Temmuz’da ne oldu? Soyutlarsak “iki İslamcı blok birbirine girdi, biri kırıldı” deniyor. Ben ortada sadece bir tane toplumsal blok görüyorum. İlki bir kişi kültü etrafında toplanan milliyetçi mukaddesatçı Anadolu sağcılığına dayalı; içinde Suriye savaşında eğitilmiş mezhepçi ve/veya MHP’den tevarüs edilmiş yerel mafyöz operasyonel unsurların da olduğu dolayısıyla sokağa hamle edebilecek bir toplumsal blok. Karşısındaki ise kesinlikle toplumsal karşılığı olan bir ekip ya da dava değil, komünizmle mücadele günlerinden beri Atlantikçi güvenlik mekanizmaları ve onun Türkiye’deki uzantıları tarafından kollanan, toplumu değil devleti kontrolü hedefleyen mehdici bir kabal. Bu kabal 12 Eylül’den sonra semiriyor. AKP iktidarında ise ideal ortamı bulan bakteriler gibi geometrik bir biçimde büyüyor, bu defa AKP tarafından iyice semirtiliyor. Ekonomik ve politik gücü sayesinde toplumsal etkisi var ama hatırı sayılır toplumsal desteği yok. AKP ile aynı mahalleden insan devşiriyor. Tam da bu yüzden hapishanelerin önündeki insanlar 15 Temmuz’da sokakta olduklarını söylüyorlar ve hiçbiri içerideki yakınının bir “dava”sından bahsedemiyor. Ortada “haklıyız ya da çocuğum haklıydı” diyen kimse yok.
Dolayısıyla ortada bizlerin dışarıdan keyifle seyredebileceğimiz ikisi de birbirinin aynısı iki taraf arası bir it dalaşı yoktur. Bu Atlantik beslemesi mehdici kabalın hedefine ulaşamaması iyi olmuştur. “Hedeflerine ulaşsalardı üç aşağı beş yukarı şimdikine benzer bir otoriterizm olurdu” denemez. Bunu da her darbe demokratik idareden kötüdür” gibi bir klişeden dolayı söylemiyorum. Çünkü belli bazı toplumsal konjonktürlerde askerler tarafından özellikle emir komuta zinciri dışında gerçekleştirilen kalkışmalar pekâlâ desteklenebilir. Nitekim 25 Nisan 1974’ü (Portekiz Karanfil Devrimini başlatan askeri kalkışmanın olduğu gün) hayırla yâd ediyorum ve başka tarihsel örnekler de verilebilir. 15 Temmuz’da atlatılan varta büyüktür, arkasında ise sıvılaşmış bir devlet mimarisi bırakmıştır. Sermaye devletinin kurumları zayıftır. Tam da bu yüzden bir kişi kültüne dayanarak kitleler haftalarca sokağa çağırılmışlar ve siyasal yelpazenin kimi kesimleri ile milli mutabakat pazarlığı yapılmış ve yapılmaktadır. Bu ortamda Saray rejimine karşı mücadele ise (ki bu mücadele söz konusu sağcı toplumsal bloğu dağıtma görevini de içerir) hâlâ ortada duran, önceliğini koruyan ve siyasetle ahlakçılığı birbirine karıştırdığımız için bir türlü hakkıyla yerine getiremediğimiz bir görevdir. 15 Temmuz sonrasında ise 15 Temmuz olmamış gibi davranarak yerine getirilebilecek bir görev zinhar değildir ve bu yazının konusu da budur.
Milli mutabakat atmosferinin uzun erimli olamayacağı öngörülebilir. Fakat bu, milli mutabakat çabasının şu an için sahici olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’de sermaye sınıfının bir toplumsal muhalefet ihtimaline karşı buna ihtiyacı vardır. Sıvılaşmış devlet mimarisinin yeniden işler hale gelmesini sağlayacak yüksek bürokratlar ağaçta yetişmediğinden kısa vadede sermaye devletinin de buna ihtiyacı vardır. Öyle ki cezaevlerinde yıllarca haksız yere yatırdıkları ulusalcı ya da Avrasyacı subaylara şimdi filotillalar teslim edilmektedir. Solcu teorisyenlerin onca uyarısına rağmen Yenikapı’ya giden Kılıçdaroğlu’na parti içinden ve tabanından teessüfün ötesinde bir eleştirinin olmadığının farkında olmak gerekir ve bu sebepsiz değildir. CHPliler de atama beklemekte ve hatta almaktadır, bayrak mitinglerine aşina CHP tabanını milli mutabakat havası şu an için bozmamaktadır. CHP fantezisiyle yaşayanlar, gerçek CHP yerine muhayyel bir CHP üzerinden analizlerini yapıyorlar.
Küresel olarak yalıtılmış Saray rejiminin ise dışarıyla yeniden pazarlık için milli mutabakata ihtiyacı vardır. Milli mutabakat için pazarlık sürmektedir. Lâkin işler bu hafta yürüyebilir ama gelecek hafta için kimse garanti veremez. Zira her yönden sıkıştığı için Saray’ın pazarlık marjı yoktur. Sembolik jestlerle ve küçük ödünlerle özellikle CHP’yi ne kadar oyalayabileceği meçhuldür. Mehdici kabalın AKP içinden temizlenmesine dair daha hiçbir adım atılmadığı da unutulmamalıdır. Bu konuda başbakan bir genel af önerir gözükmektedir ancak reisin buna fit olup olmayacağı şimdilik belirsizdir. AKP içinde tasfiyenin şok dalgalarının bu kırılgan ortama fazla geleceğinden korkulduğu ortadadır.
Saray devlet idaresi ve kendi kadroları açısından bu kadar zayıfsa sadece (kimilerinin ima ettiği gibi) CHP genel merkezinin (ve ulusalcıların) öngörüsüzlüğü, cüret eksikliği ya da “sağcılığı” mı solun şu durumda siyaseten bu kadar etkisiz olmasının nedenidir? CHP tabanını CHP genel merkezinden bile daha iyi tanıyan, üç ülkede askeri ve siyasi faaliyet yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin düştüğü yanlışlara asla düşmeyen bizim cenahın teorisyenlerine halkımız niye kulak vermemektedir?
Ne kadar zayıf olursa olsun reisin bir alandaki kuvveti emsalsizdir: Demokratik meşruiyet. Burada demokrasiyi liberal temsili demokrasi anlamında değil, kadim Elen kent devletlerinde kullanıldığı anlamıyla kullanıyorum. Zira reisin liberal temsili demokrasinin ilke, kural ve kurumlarıyla bir işinin olmadığı ortada. Demos, sıradan halk, Aristo’nun dönemin tüm seçkinleri gibi pek güvenmediği o toplumsal kesim, kimi zaman çeşitli siyasi önderleri büyük bir coşkuyla takip eder. Demagog sözü zaten bu liderleri ifade eder, hatta bunlar için Tiran ifadesi de kullanılır. Gene de St. Croix ya da E. M. Wood gibi çok farklı geleneklerden Marksistler dönemin seçkin zümresinin sözcülerinin bu insanlara dair tespitlerine dikkatli yaklaşmamızı salık verir. Ne olursa olsun yüzde 60 mahallesinde Erdoğan’ın gücü geçmiş hiçbir sağcı siyasetçiyle kıyas kabul etmez. Onun gücü burada yatmaktadır, o zaman mücadele de bunu dikkate alarak verilmelidir. Tam da bu noktada kanaatim odur ki televizyonları itirafçı ve muhbirlerin ifrazatı kaplamadan önce seslerini duyabildiğimiz çeşitli kumpas mağdurlarının kendi meselelerini anlatarak AKP iktidarına çaktığı söylem, Batılı kurum ve kanaat merkezlerinin temsili liberal demokrasinin buradaki işleyişi konusundaki sert eleştirilerinin tercümesine dayalı söylemden çok daha etkili olmuştur.
Öyleyse konuyu biraz daha açalım. 15 Temmuz olmamış gibi yapmayan, en öne halkın güncel ve pratik sorununu koyan, kuvvetler ayrılığı, yasama dokunulmazlığı, laiklik gibi soyut siyasal ilkeleri de halka değen somut mevzular olarak gündemleştiren ve tabii ki memleketin devrimci ve sosyalist geleneğinin yarım asırda yarattığı değerleri unutmayan bir siyasi hat nasıl mümkün olacak? Buna bütünlüklü bir yanıt verecek olsam böyle yazılar yazmakla uğraşmam. Bununla birlikte bir iki noktayı belirtmeden geçemeyeceğim.
15 Temmuz’dan sonra, “NATO’dan çıkalım, İncirlik kapatılsın” gibi doksanların başında devrimcilerle ilk defa tanıştığımda kafama kazınan söylemlerin kimilerince bu dönemde öne çıkarılmamasını aklım almıyor. Anlıyorum tabii, “ikisi de Amerikancı iki İslamcı eşdeğer blok birbiriyle çatışıyor” deyince darbeye Atlantikçi güvenlik kurumlarının hiç değilse neocon kanadının tam destek verdiğini, şu an iktidarda olan ekibin ise en iyi ihtimalle tarafsız kaldığını Gülen cemaatinin bizzat bir Soğuk Savaş projesi dolayısıyla doğrudan Atlantik imalatı olduğunu görmek mümkün olmuyor. Ilımlı İslam’a Gülen üzerinden tutunan tövbekâr Milli Görüşçülerin Gülen’den farklı olarak şimdi Rusya’ya yönelik yaptıkları gibi bir manevra alanına sahip olduklarını unutuveriyoruz. Öngörü tespitin yerini alıyor: “o manevradan bir şey çıkmaz”. Evet çıkmaz. Ama bu manevranın şu an yapıldığı ve kamuoyunda karşılığı olduğu gerçeğini değiştirmez. O durumda da kamuoyu tam da bu konuları konuşurken iyi ezberlerimizi de unutuyoruz, solla özdeşleşen sloganları ulusalcılara daha da beteri sağcılara terk ediyoruz. Hatırlayalım Johnson mektubu bir “milli” meseleyle alakalıydı ve halkımızı antiemperyalist yapmamıştı. Amerikan düşmanı yapmıştı. Devrimcilerin ve sosyalistlerin siyasi müdahalesi ve mücadelesi o tepkiyi (ne kadarsa o kadar) antiemperyalist bir yönelime soktu. “NATO karşıtlığını fazla kaçırırsak reisçi mi oluruz” diye kendi abdestinden şüphelenen bir sol bu ülkenin devrimci geleneğinin mirasçısı olamaz. Bu noktada darbeciliğe karşı vicdani ret hakkının da gündemleştirilip talep haline getirilmesi gerektiğini belirtmek isterim.
Bir başka nokta eğitim konusunda. Açık ki cemaat yapılanmasının güçlenmesinin motorunu eğitim alanındaki yaygınlığı sağlıyor. Seksenlerin ortasından itibaren bunların önce dershaneleri sonra da Yamanlar Koleji gibi özel okulları itibar kazandı. İyi bir üniversiteye girebilecek başarılı yoksul çocukların neredeyse hepsi bunlara o zamanlar bir temas etmiştir. Dershanelerde isteyenin namaz kılmadığı ama onlarla daha az ilgilenildiği söylenirdi. Kurdukları okullar ise pekâlâ modern eğitim kurumlarıydı. O çocukların Türkiye’de sınıf atlamanın en kesin yolu olan iyi bir eğitim alma fırsatı için bu cemaate duyduğu minnettarlığının nasıl canavarca kötüye kullanıldığı ortada. Solcu falan olmayan Ersan Şen hoca bile devlet parasız yatılı okullarının Özal döneminden itibaren önce zayıflatılıp sonra da neredeyse ortadan kaldırılmasının bu yapılanmanın önünü açtığını dolayısıyla böyle devlet okullarının yeniden kurulması gerektiğini belirtmişken bizlerin parasız eğitim talebini en başa yazmamamız hem de laik eğitimden bahsediyorken anlaşılır değildir. Parasız eğitim mücadelesi üniversitedeyken beni ve kuşağımdan pek çoklarını hareketin içine çeken faktördü. Seksenlerde orta öğretimde hâlâ devletin Fen ve Anadolu liseleri özel okulların hepsiyle kapışırdı, neo-liberal politikalar bunları bitirdi. Bugün insanlarımız çocuklarını kendi cebinden okula gönderemediğinden bu cemaatlerin himmetine muhtaç. İmam hatip ya da değil onların derdi çocuklarını okutmak. Örneğin Yamanlar Koleji imam hatip değildi; solla özdeşleşmiş parasız eğitim talebi laik eğitim talebinden daha mı değersizdir?
Son bir nokta kamu idaresinden bu yapının temizlenmesine dair. Tabii ki ortada sızma yok. Hiç değilse AKP iktidara geldiğinden beri basbayağı yerleştirildiklerini biliyoruz. Biz de üniversitelerde paraşütle gelenleri, seçilmeden atananları gördük. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden TSK’ya kumpaslarla önlerini açtıkları da ortada. Bu kumpaslar için kendilerine siyasi otorite tarafından yol verildiği de. Dolayısıyla temizlik elzemdir ve hemen ekleyelim temizliği bu pisliği buraya getirenler yapamaz. Dolayısıyla bunların (düz üyeleri kastetmiyorum) kamudan tasfiyesi bizim meselemizdir. Bunların kamu idaresinde amir olarak geçmişte esas kimlerle uğraştığı bu yargının en önemli kanıtıdır. Kuşkusuz hukukun üstünlüğü ve masumiyet karinesi gibi ilkelere dikkat edilmelidir. Ama biz sadece bu ilkelere dikkat edilmesinden bahsettiğimizde kendimizi memleket meselesinde gene Alman ya da Amerikan gözlemci statüsüne koymuş oluyoruz. Arkadaşları anlıyorum, “sıra bize gelecek, şimdiden kendi celladımızın şakşakçısı olmayalım” diyorlar. Fakat kendi sorununa bu kadar gömülmüş bir kesim sosyalist siyaset değil ancak sosyalist kimlik siyaseti yapar. Kamuda liyakat sisteminin hayata geçirilmesini ve yakın geçmişte bu ilke çiğnenerek yapılan atamaların hukuk kuralları çerçevesinde geri alınmasını savunmak ve bu atamaları yapan siyasi sorumluların yargılanmasını talep etmek mümkün ve gereklidir.
2013’ten beri bizzat tanıdığım ve sosyalizm idealini paylaştığımız insanları katliamlarda kaybettim. Katillerini, ölümlerinden sorumlu olanları biliyorum. Unutmayacağım, affetmeyeceğim. Ama siyasi mücadeleyi kişisel duygularımla yürütemem. Ablalarım ve ağabeylerim bana “devrimciler halkın sorunlarıyla uğraşır, kendi sorunlarıyla halkı meşgul etmez” diye öğretmişti. Bizim sosyalizm idealimizi paylaşmasa da üniversite hastanesine malzeme alımında yolsuzluk yaptığı iddiasını onuruna yediremeyen Enver Arpalı’ya karşı sorumluluğumuz yok mu, yokluk içinde yetişip subay olan oğullarını bir kumpasla kaybeden Tatar ailesi sadece ulusalcıların ilgi alanına mı girmelidir? Mahallesindeki okulun da, yeşil alanın da sorununa kayıtsız kalmayan muhtar Mete Sertbaş, çok affedersiniz de 15 Temmuz gecesi b.k yoluna mı gitmiştir? Bunların katili olan yapılanmanın 17-25 Aralık öncesi suç ortağı olan rejimden hesap sormak için genel kamuoyunun ilgisini çekmeyeceğini bile bile illa 15 Temmuz’dan önce nereye yatırım yaptıysak oradan mı kavgaya devam edeceğiz? Burjuva demokrasisinin kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi en temel kavramlarının yanına biraz yetmişlerden kalma İskandinav sosyal devlet sosu sürünce ortaya sosyalist, onu geçtim halkçı program mı çıkmış oluyor? Biz ne zaman Guardian, NYT, Foreign Policy ağzıyla konuşmaya başladık?
Hadi, Kemal Kılıçdaroğlu ağzıyla konuşayım: “AKP’nin önüne yatan liberaldir” halleri ortada. Ama özür dilerim, liberal sayılmanın başka yolları da var. Yüzde 60 mahallesinden zaten kopuğuz, bu gidişle CHP seçmeninden de kendimizi soyutlarız. Kendi sorunlarımızla değil halkın sorunlarıyla ilgilenmenin vakti geldi de geçiyor. Dolayısıyla umarım bu son olur ve bir daha bu konuda bize dair yazı yazmam.

Türkiye-İsrail Anlaşmasına Dair

Türkiye Cumhuriyeti ve İsrail Arasındaki Anlaşmaya Dair Basın Metni
Mavi Marmara olayına ilişkin olarak İsrail ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan anlaşmanın; “Gazze Özgürlük Filosu”nun yerli ve yabancı mağdurları, şehit aileleri ve Türkiye açısından ortaya çıkaracağı neticeler hakkında ilgililerin dikkatini çekmek adına, anlaşma maddeleri aşağıda sırasıyla ele alınmış, hukuksal ve diplomatik açıdan değerlendirilmiştir:
1. İsrail, 20.000.000USD (Yirmi Milyon ABD doları) bağış yaparak, hukuki ve cezai her türlü sorumluluktan kurtulmaktadır.
2. İsrail, adı geçen bağış konusunda hiçbir sorumluluk almamakta, paranın mağdurlara dağıtımı, teslimi gibi konularda Türkiye Hükümeti, vatandaşlarıyla ve yabancı katılımcılarla karşı karşıya getirilmektedir.
3. Ödenecek tutar sadece “şehit yakınlarına” verilecektir. Şehit yakınlarının bu bedeli almayı kabul etmemesi ve hiçbir şekilde zararları tazmin edilmeyen diğer mağdurlardan 56 yaralı ve 700’e yakın filo katılımcısının açtığı/açacağı ulusal/uluslararası alandaki davalarda, Türkiye Hükümeti şehit yakınlarıyla ve diğer mağdurlarla karşı karşıya getirilmektedir.
4a. Bu anlaşmayla, Türkiye Hükümeti veya herhangi bir mağdur, İsrail’i, İsrail vatandaşlarını ya da temsilcilerini suçlayıcı hiçbir iddiada bulunamayacaktır. Anlaşmada bilinçli olarak “Özgürlük Filosu” ibaresi kullanılarak filodaki tüm gemilerdeki, yani yabancı ülke bayrağı taşıyan gemilerdeki yabancı ülke vatandaşlarının sorumluluğu da Türkiye’nin üzerine bırakılmıştır. Böylece İsrail açısından tam bir sorumsuzluk hali oluşturulmuştur. Eğer bu anlaşma bu şekliyle TBMM’den geçerek onaylanırsa, birçok devlet ve o devletlerin vatandaşları ile tüzel kişiler, Türkiye Devleti’ne karşı davalar açacaktır. İsrail’in ödemesi gereken milyonlarca dolarlık tazminatı Türkiye Cumhuriyeti ödemek zorunda kalacaktır.
4b. Anlaşma ile İsrail’e ve İsraillilere tam bir hukuki ve cezai muafiyet sağlanmış ve İsrail, saldırıdaki suçlarından dolayı ibra edilmiştir. Türkiye ise, sanki saldırıyı gerçekleştiren taraf gibi yerli/yabancı tüm katılımcıların sorumluluğunu üzerine almıştır. Bu kapsamda Türkiye Hükümetinin muhatap olacağı tazminatlar, İsrail’in ödemeyi taahhüt ettiği bedelin katbekat üzerinde olacaktır.
4c. Açılmış olan ceza davasından da İsrail, vatandaşları ve yetkililerinin sorumluluktan muaf oldukları ve ibra edildikleri kararlaştırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye Hükümeti, mağdurlar, yani kan sahipleri adına failleri resmi olarak affedeceklerini taahhüt etmektedir. Kuşkusuz bu taahhüdün gerçekleşebilmesi için İstanbul 7. Ağır Ceza Mah.deki ceza davasının sonlandırılması (AY’ya aykırı olarak) gerekmektedir. (Anayasamız ve hukukun temel ilkeleri gereğince kişiye veya olaya özgü af çıkartılması mümkün değildir.)
5. İsrail ve Türkiye, Gazze Özgürlük Filosu’ndaki Türkiye vatandaşı ve yabancıların yurtdışında açtıkları ve/veya açacakları davalar üzerinde tasarruf etme yetkisini de kendilerinde görmüşlerdir. Ve bu maddeyle, yabancıların yurtdışındaki davalarındaki tazminat taleplerini dahi Türkiye hükümeti üzerine yüklemişlerdir.
Ancak, 5. maddedeki asıl vahameti ‘... yukarıdaki hükümlere bakılmaksızın ...’ denilerek, İsrail, İsrail vatandaşları ve kurumları lehine, Mavi Marmara olayından bağımsız olarak bir yargı bağışıklığı getirilmektedir. İsrailliler işledikleri suçlar nedeniyle bundan böyle hiçbir Türkiyeli tarafından suçlanamayacak, suçlanmaları halinde, İsrailliler adına bu sorumluluğu Türkiye devleti üstlenecektir. Yani, Türkiye devletiyle İsrail tarafından mağdur edilen Türkiye vatandaşı karşı karşıya kalacaktır.
Hollanda’nın Lahey şehrindeki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM), Amerika Birleşik Devletleri’nde, İngiltere’de, İspanya’da, Güney Afrika’da, Endonezya’da ve dünyanın çeşitli ülkelerinde devam eden cezai ve hukuki davaların sonuçları da Türkiye’nin sorumluluğuna bırakılmıştır.
Buna karşı mağdurlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidebilecek ve Türkiye mahkum olabilecektir. Ayrıca bu anlaşmadan sonra olası bir dava veya mahkumiyet durumunda İsrail, bir kuruş dahi tazminat ödemeyecek şekilde mağdurların tüm kayıplarını, avukatlık ve dava masraflarını ve saldırıdan doğan her türlü zararlarının tazmini sorumluluğunu Türkiye Hükümetine yüklemiştir. Bu kapsamda Türkiye Hükümetinin muhatap olacağı tazminatlar İsrail’in ödemeyi taahhüt ettiği bedelin katbekat üzerinde olacaktır.
Ayrıca daha önce ‘anlaşma, her iki tarafın BAŞKENTLERİNDE imzalanacaktır’ şeklinde anlaşıldığı halde, sözleşmede ‘Ankara’ ve ‘Kudüs’ olarak yazılmıştır. Oysa, İsrail’in başkenti KUDÜS değil TELAVİV’dir. BM kararlarına rağmen İsrail işbu anlaşmaya KUDÜS yazarak, başkent konusunu bir oldu-bittiye getirmektedir. Metnin bu haliyle TBMM’den geçmesi, KUDÜS’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması anlamına gelecektir.
Gazze Özgürlük Filosu mağdurlarının ve şehid ailelerinin avukatları olarak defalarca, “iki ülke arasındaki normalleşme ve siyasi görüşmelere karışamayacağımız, ancak iki ülkenin de davalarımıza karışmaması gerektiği” Türkiye’deki yetkililere iletilmesine rağmen, müvekkillerimizin mevcut ve bundan sonra açmayı planladıkları davalar üzerinde tasarrufta bulunulması, kabul edilebilir olmadığı gibi, yukarıda izah edilen gerekçelerle hukuken de mümkün değildir.
Sonuç olarak; müvekkillerimiz adına, bu içerikte bir anlaşmanın müvekkillerimizin haklarını Anayasa’ya aykırı şekilde ihlal edeceğini, müvekkillerimizi gerçek suçlularla değil, kendi devletleriyle karşı karşıya getireceğini, hepsinden öte, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de bu anlaşma ile maddi ve manevi bağlamda ağır zararlara maruz kalacağını düşünmekte ve böyle bir anlaşmanın TBMM’de onaylanmaması hususundaki taleplerimizi TBMM’deki tüm siyasi parti milletvekillerine ilettiğimiz gibi kamuoyuna da iletiyoruz.

Bir Tanrı Olarak Devlet

Spinoza'dan feyzle, bir tanrı olarak devlet yaratıcıdır; keder yaratıcısı, güvenlik kaygısı yaratıcısı, yoksulluk yaratıcısı, ölüler yaratıcısı, savaş yaratıcısı, yalan yaratıcısı, itaatkârlar topluluğu yaratıcısı...
Keder yaratmak için kitleleri çaresizleştirir, kendine mecbur kılar.
Güvenlik kaygısı yaratmak için "terör"ü sürekli gündemde tutar. Sürekli iç ve dış tehlikelerden bahseder.
Yoksulluğu yaratmak için zenginin sırtını sıvazlar, yasalar, vergiler hep zenginin lehinedir. Verili sistemde hiçbir zengin yoksulsuz yapamaz.
Ölüler yaratmak için katliamlara girişir, çünkü bazı insanlar, devlet için çok tehlikelidirler ve katliamlar, devletin halka karşı yaptığı bir gövde gösterisi olmakla birlikte, öldürme hakkının yalnızca kendisinde olduğunu göstermesidir.
Savaşlar yaratmak devletin krizlerden çıkış reçetesidir, milliyetçilik, dincilik tavan yapar. Türkiye'de savaş sürekli bir hal taşıdığından, milliyetçilik ve din her zaman günceldir.
Yalan yaratmak, aldatmak devletin olmazsa olmazıdır. Bu yüzden gazete basar, televizyonda programlar yapar. Devletin başı konuşma yapıyorsa, tüm kanallar o konuşmayı canlı yayınlar. Kitle iletişim araçlarını ideolojik aygıt olarak o kadar yoğun kullanır ki günün 24 saatini kapsar.
İtaatkârlar yaratmak zorundadır, yoksa bu ağır zulüm makinesini başka kim taşıyacak?

Baran Sarkisyan

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ne Güzel İnsanlar

“Ey insan! Sen gülümsemeyle ağlama arasında bir varlıksın.”
[Byron]
“Hayatta her şey olabilirsin; Fakat mühim olan hayatın içinde insan olabilmektir.”
[Şems-i Tebrizi]
Yolcunun konforu mühim değil, “gideceği yere kadar bırakmak kâfi” denilen, tıka basa dolan, can güvenliğim pek sağlam olmayan bir şehir içi minibüsün içinde mağazaya doğru ilerlemekteyim. Sol yanımda oturan yaşlı bir amca kafasında siyah beyaz renginde ince bir puşi, şalvar arası bir kıyafeti ile üzerinden akan o unutulmaz acı sigara kokusu burnumun direğini sızlatıp sigaranın ne kadar kötü olduğunu tekrar hatırlatıyor!.. Hemen ön koltukta oturan çiçekli entarisi ile beyaz tülbentli iki teyzenin cırtlak sesi ile dağılıyor bu sefer dikkatim. Muhabbetlerine şahitlik ediyorum. “Ya bizim şu gelin nede puç çıktı. Ne torun verebiliyor ne de yemek yapabiliyor adam akıllı. Bir kuma getirsem de kurtulsam şu gelinden!” Yanındaki de bu fikri onaylayıp destekliyor: “Ya abla, bir şey diyeceğim lakin kırılma, benim de pek kanım ısınmadı şu geline... filân kesin kızı var, bir ara oğlunu karşına alıp münakaşa yap.”
Teyze ciddi bir ah çekip cevaplıyor: “Sevdalılar komşu, meftunlar birbirlerine…” Neyse ki ineceği durağa geliyorlar, aracın içini derin bir sessizlik kaplıyor, derken radyonun uğultusu dolduruyor yerini.
Dört yol ışıklarındayız, henüz yeşil ışığa 10 saniye var, hemen sağ tarafta bastonlu yaşlı bir teyze karşıdan karşıya geçmek için ufak adımlarla ilerliyor, o esnada yeşil ışık yanıyor, minibüs şoförü ile birlikte, ışıklarda duran tüm araçlar klakson sesleri ile bir cihat havası oluşturuyor... Ya sabır diyerek ilerliyoruz…
Şoför gaza bastıkça, motor sesi gürültüsü tavan yapıp yolcunun “müsait bir yerde” deyişini duyamıyor. Yolcu, ikinci “müsait bir yerde” deyişinde gür bir sesle sesleniyor, lakin şoför bu gür sese sert bir cevap ile karşılık veriyor: “Sağır mıyım arkadaş!”
Duraklarda işaret veren yolculara durdukları vakit bilmediklerinde, ne öfkeleniyorlar.
Minibüsü Ferrari hızında kullanıyorlar, 150 metrelik bir mesafede iki yahut üç kez şerit değiştirebiliyorlar. Aracın içindeki yolculara ıstıraplı dakikalar yaşatabiliyorlar ve de yolcuların talebini yerine getirmiyorlar.
Neyse ki, ineceğim durağa geldim. Mağazanın kapısını besmele çekip açtım, o esnada gelen ilk müşteri mülteci, Suriyeli oluyor. Ardından da tesettürlü tam bir hanfendi iki bayan, biri ile göz göze geliyorum. Nasıl da ince ve kibar gülümsüyor etrafına çiçekli böcekli. Yanı başındaki genç bir hanfendi ile tane tane telaşsız bir şekilde konuşuyor: “Ya şu mülteciler huzur bırakmadı inan, her yerdeler her yerde!..” O esnada Rus yazarın o büyüleyici bir sözü dank diye geliyor aklıma: “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?”
Ardından minarelerde yankılanan o gerçek zamanın verdiği öğle ezanı okunuyor, caminin yolunu tutmak için yola koyuluyorum. Batman’ın en işlek ve kadîm caddesi olan Gülistan Caddesi’nin ara sokağındaki sağ trafonun olduğu yerde iki genç yiğidin konuşmalarına şahitlik ediyorum.
—Mal nerde, getirdin değil mi?
—Sen paradan söz et, mal hazır.
Yine soluyor içimde bütün çiçekler… Derin hüzünlenip, Huda ila muhabbet etmek için caminin avlusunda uzun bir dua yolculuğuna çıkıyorum… Sevgi, saygı ve sabırlı günler diliyorum.
Sevgilerimle…
Özgür Şenses