10 Eylül 2016 Cumartesi

Çöl Çiçekleri

Küçük çocuktan al haberi!
Eylül'ün son sıcağında dalgın dalgın yürürken baba ve yanında 4-5 yaşlarındaki kız çocuğunun yüz ifadesinden çok ciddi bir şeyi anlatıyor olması dikkatimi çekmişti. Aramızdaki mesafe azalınca, küçük kız aynı yüz ifadesiyle, “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor” lafını duyunca durdum ve dikkatle izlemeye başladım, karşı kaldırımda benden habersiz bir iki kez aynı ciddiyetle, “insanlar değil, Türkiye'nin kazanması gerek” demeye devam ediyordu.
Aklıma takıldı, bu yaşta bir kız bu kadar ciddiyetle babasına ne anlatıyordu? Hangi nedenden dolayı böylesine ciddi ve kararlı el kol hareketleriyle neyi sorguluyordu? Konunun ne olduğu mutlaka önemliydi. Olduğum yerde dakikalarca çakılıp kaldım, sözleri âdeta kulağımda çınlıyordu: “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor!”
Evet, ülkemizin geleceği pırıl pırıl küçük bir kızımız bizlere söylediği ve/ya söylemeye çalıştığı bir şeyler vardı. İçimden bu sese kulak vermek gerektiğini düşünmeye başladım.
Bölgede karamsar ve gelecek kaygısı yaşanıyor. Hem ülkemiz hem de coğrafyamız ateş çemberinde yanarken nasıl bir adım atılmalı? Ve bu ateş çemberinden yanmadan yıkılmadan geçebilecek miydi?
Bu ülkenin kurucu ata-dedeleri doğruları ve yanlışlarıyla torunları için bir şeyler yapmaya çalıştılar. “Torunlar ülkeyi ne kadar düşünmüşler?” sorusunun anlamı ve önemi kalmamıştır. Sonuçları itibariyle günümüze gelen bir yığın sorun ağırlaşarak önümüzde duruyor!
Toplumda derin yaralar açan katmerli sorunları aşmak için ne yapmalı? Yaşam küçük kızımızın anlatmaya çalıştığı gibi bireysel değil, kazanmanın topluca, kolektif olmasıydı. Kolektif olması, aynı zamanda bireysel kurtuluşun da, kazanmanın da kaçınılmaz diyalektik birliğidir.
Kazanmanın ve problemleri çözmenin bölge ve ülke boyutlu olması tam da yeni toplumun ortaklaşa felsefesini anlatıyor. Öyle sözde değil, gerçek manada acıda, neşede, iyi günde kötü günde, tasada, kıvançta, özgürce, korkmadan, ürkmeden, sinmeden, farklılıkları yaşatarak zenginleşen, gelecek kaygısı yaşamadan güle oynaya yarınlarımızı kurmak için anamızın ak sütü gibi helal emek ve alın teri dökmektir.
Bu küçük kızımızın yaşıyla yaşıt bölgemizde, okyanusta küçük adalar ortaya çıktı. Bunların adı Rojava, Kobani, Afrin, Derik'ti. Adlarının Kürtçe olması sakın aldatmasın, bu adacıklar demokratik özerk bölge halklarının hepsini bağrında barındıran, içinde Kürtler, Araplar, Süryaniler, Asuri, Arami, Türkmenler ve Çerkeslerin özgürce kendisini ifade ettikleri yerel iktidar alanlarıdır. Bu adacıklar herhangi bir kavmin-ulusun ve de inancın dar yapısıyla sınırlı değil, halkların, inançların özgürce ve kendi iradesiyle bir araya geldiği bir alandır.
“Bu adacıklar bizi ilgilendirmiyor” demek, kendi geleceğimizi yok saymak ve görmemekle eşanlamlıdır. Ortadoğu ateş çemberinde düşeni içine alan bataklıkta taze bir fidan, vahada açmış bir çöl çiçeğini gözümüz gibi korumalıyız.
Bu fırsatçı, bencil, yarışmacı, kalkınmacı, doğayı ve çevreyi yıkıp talan eden acımasız sistemin bağrında gelecek toplumunun nüveleri payandaları olan, Rojava, Kobani, Afrin, Derik… Bölgemizde açan bu nadide çöl çiçekleri koparılmadan, ülkemizin ve bölgemizin kazanması gerek. Bu kazanç, küçük kızımızın da söylediği gibi, hepimizin kazancıdır.
Tevfik Özkorkmaz
10.09.2016

Dost-Düşman

2013 yılında memuriyetten açığa alındım: O zaman Fetö yoktu. Olmam gereken yerde olduğum için açığa alındım. Bunu derinleştirmeyelim. Bu başka bir konu.
Açığa alındığım günden bu yana hemen hemen 3 yıl geçti. Bunun bir kısmı hapiste geçti, gerisi inşaatlarda...
Bu süre içinde memuriyete dair birçok şeyi unuttum. Kravatı, saç-sakal tıraşını, ayakkabı boyasını, müzekkere yazmayı, seçmen kaydetmeyi, çay fişini, yıldız masayı falan...
Ama bazı şeyleri de unutmadım:
Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi, Yörük Ali Efe’yi, Karayılan’ı, Konya’yı, Manifesto’yu, Ne Yapmalı?’yı, Kesintisizler’i, sıcak bir selamı, dostça bir nasihati, kısa bir mektubu... yani dostlarımı ve düşmanlarımı...
Dostlarım yine dost... Düşmanlarım yine düşman...
Velhasıl “bir şey kaybetmedim” diyorum gönül rahatlığıyla!
Emre Kesikhalı

9 Eylül 2016 Cuma

On Eylül

1905 tarihinde Fransa’da çıkan laiklik kanununun önemli bir nedeni de öğretmenleri devletin ajanı yapmaktır. Devletin toplumu kurma, hayata damgasını vurma meselesi, burada önemli bir rol oynar. Bu açıdan köy enstitüleri ile ilgili nağmeler düzmek, ilericiliğin türkülerini mırıldanmak, komünistlere yakışmaması gerekir. O nağmede ve türküde ileriye dönük fırsatlar görenler, devletin içe nasıl nüfuz ettiğini, yerleştiğini görmemektedirler.
Tüm meseleler, devletle gerçek bir mücadele içerisinde olunmaması ile alakalıdır. Böylesi bir mücadele, kendi teorisi ve ideolojisi ile birlikte gelecektir. Herkes, devlet içerisindeki gerilimde bir yere yuvarlanmaktan memnundur. Bu açıdan “14.000 PKK’li öğretmen” şayiası, “yeni” devletin sızma, yerleşme arayışı ile alakalıdır. Devlet, bir kez daha “ekmeğiniz de, toprağınız da, işiniz de, hayatınız da benim” demektedir. “Benim” sahipliğe işaret ettiği gibi, bir özneye de atıfta bulunmaktadır. Ekmek, toprak, iş, hayat devletin kendisi olmak zorundadır. Fethullah operasyonları üzerinden devlet kendi mülkünü vekilinden geri almaktadır. Bugün sağa, İslamcıya, muhafazakâra vururken, devleti aklamamak, onun içe yerleşmesine imkân vermemek gerekir. Tersten bu vurma işlemi, basit manada ekmek dilenmektir. Devlet sürekli ekmekle tehdit etmektir.
Dolayısıyla 1905 kanununa karşı çıkmayanların işten atılan akademisyene, öğretmene, gazeteciye de laf etmesi mümkün değildir. “Başkanlık istedi, ben onun başkan olmasını istemedim” diyen Fethullah’ın “muhalif” çizgisiyle yetinmenin anlamı yoktur. Başkanlık, devletin kadim meselesidir. Erdoğan, bu sufleyi yinelemek zorundadır. Ve o Erdoğan’ın sınırsız ve sınıfsız biriymiş gibi görülüp hedefe konulması yanlıştır.
Örgüt şefleri, gazeteciler ve akademisyenler arasındaki sınırlar giderek silikleşmiştir. Sınırsız ve sınıfsız olduğunu zanneden bu kesimler, boncuk gibi yan yana dizilmiş, Erdoğan’ı hizaya sokmaya, ona karşı öfkeyi inceltmeye çalışmaktadırlar. Herkes hâlinden memnundur özünde. “Sınırlı ve sınıflı olanlar düşünsün bu sürecin sancısını, kahrını!” denmektedir.
Herkesi ama herkesi Rojava’ya çağırmak da iş değildir. Bu çağrıyı yapanlar, buralar boşaldığında buranın zalimine ne olacak, mazlumu ne yapacak sorusunu cevaplamalıdır. Rojava’nın da kimilerinin zihninde sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak iş gördüğü açıktır. Devletle mücadele, başka bir bahara ertelenmektedir. Kürd’ün mücadelesi, sınırsız-sınıfsız bir yere taşınmakta, bu sayede ilişki kurulabilmekte, düzlem değişmekte, burada, bugünde mücadele konusunda bu düzlem değişikliğinin nelere mal olduğu görülmemekte, daha doğrusu bu husus gizlenmektedir. 1905 kanununun ajan öğretmenleri, her yere yerleşmektedir. Devlet boşluk tanımamaktadır. O, boşlukta ve boşlukla örgütlenmektedir.
Bazı ahmaklarsa, bu toz duman içinde, “Tayyip düşerse, TC’nin ömrü uzar” diyerek, TC’nin sahiplerine mesaj gönderiyorlar. “Küçülmek, düşmek, yıkılmak istemiyorsanız, Tayyip’ten kurtulun” diyorlar. Özünde “ben TC’yle dövüşmüyorum, Tayyip’in kullanım süresini kısaltıyorum” demiş oluyorlar. Tayyip sayesinde devletle mücadele etmeme imkânına kavuşuyorlar, sürekli ona işaret ediyorlar, devletin artık Tayyip olduğunu söyleyerek, devletin operasyonlarını gizliyorlar. TC, devlet demek oluyor. Bu yaklaşımı savunanlar, o devletin ajanı değil de nedir?
10 Eylül, bu anlamda, ülkenin kuruluşunda başa geçen muktedirlere bir meydan okumadır. İşgal ve emperyalizm meselesi, cephenin içeride kurulan devlete karşı devrimin zeminini oluşturma imkânı bahşetmemiştir. Bugünkü mesele, kuruluştaki o iki takanın her ikisine de binilip deryalara açılmanın mümkün olduğunun düşünülmesidir. Diğer takada çeteler vardır.
Mazlum doğu halklarının kurtuluşa dair tüm gerilimli, sancılı bilinci, 10 Eylül’le cisimleşmiştir. Ülke gerçeği ile Sovyetler dolayımıyla kurulan ilişki, bu bedeni ruhsuz bırakmıştır. Boşluğu devlet doldurmuştur. Yukarıdaki fotoğraf Afyon’da çekilmiştir. O fotoğrafta Eskişehir-Kütahya hattında faal olan “Bolşevik Tugayı” yoktur. Bu resimlere baktığından, oradaki karakterlere önem verdiğinden, o tugayı hiç görmediğinden sol bugün, nefes, kan ve can anlamında, devletin üflediği ruhla hayatta kalabileceğine iman etmiştir. 10 Eylül, tüm solla mülkiyet ilişkisi kurmak için bir etikete, sopaya indirgenmemelidir. Bu yaklaşım da devlete dairdir.
Dolayısıyla mesele, savaşın, işgalin, zulmün, sarayların kahrını çeken yoksul mazlumlarla düşünmektedir. 10 Eylül, o kahırda ve öfkede yoksa, zaten hiç olmamıştır. Sovyet bürokratı ve devlet bürokratı arasında politik manada bir fark yoktur. Bize lazım gelen, halkın topraktan kök alan kendi doğal önderleridir.
Devlet, içteki Fethullah faaliyetiyle son on yılın muhalif hattını kendisine örgütlemeyi bilmiştir. Son günlerde servis edilen haberlerde hâlâ onların damgası vardır. Devrimci hareketin bu süreçte yer yurt sahibi olduğu söylenemez. Özellikle son yirmi yıldır, devletten mesafelenme noktasında liberalizmin teknesine binildiği açıktır. Bize Suphi’nin boğazlandığı taka kâfidir. Dalgalarla boğuşacak iman zaten mevcuttur.
Bir iddiaya göre, Suphi’ye “takaya bin, Batum’a git” derler. Öldürülmesinin muhtemel sebebi, takanın dümenini Batum’a kırmamasıdır. Zira Suphi, Batı Karadeniz sahil kasabalarındaki hücrelerle irtibat hâlindedir. Mete Tunçay gibi liberallerse, yıllarca bizi köksüz, temelsiz, kitlesiz olduğumuza inandırmıştır. Tayyip kadar liberaller de devletin uzantılarıdır.
Devletle mücadele olmadığından, o mücadeleye dair teori de yoktur. Artık hepimiz, devletteki restoratif dönüşüm momentine “devrim” diyecek kıvama getirilmiş durumdayız. Demek ki önce içimizdeki “devlet”le dövüşmek gerekecektir.
10 Eylül, bu açıdan da parlak bir fenerdir. Kaybolduğumuzda dönüp bakacağımız yerdir. İştirakçi müdahale, bu bakışla bağlantılıdır. Devlet ajanlarının gözüyle değil, sömürülenin-mazlumun gözüyle gerçeğe bakmak şarttır. Onlar, hâlâ Bakû Kurultayı’nın cihad çağrısının hem muhatabı hem de öznesidir. Batıdan kurulan devlete biat etmekten bizi kurtaracak olan da, mevcut mülkiyet-rekabet ilişkilerinden arındıracak olan da bu cihaddır.
Kerem Kamoğlu

Ortadoğu Ateş Çemberinde-III

IŞİD; Cema'at el-Tevhid vel-Cihad tarafından kurulan ve 2002 yılında Ürdün'de öldürülen ABD'li bir diplomatın sorumluluğunu üstlenerek dikkati çekti. Mayıs 2004'te Cema'at el-Tevhid vel-Cihad bir başka İslamist militan grup olan Salafiah al-Mujahidiah ile birleşti. 19 Nisan 2007'de örgüt, bölgesel yönetim kurduğunu ve ilk İslamî yönetimin temellerinin atıldığını duyurdu. Kurulan emirliğin Ebu Ömer el-Bağdâdî ve 10 bakanı tarafından yönetileceği ilan edildi. Amaçları; Irak'taki koalisyon güçlerinin geri çekilmesini sağlamak, Irak hükümetini düşürmek, işgal kuvvetleriyle birlikte çalışanları öldürmek, Şia nüfusu marjinal hale getirip askerî gücünü kırmak ve tamamen şeriat kanunlarıyla yönetilen bir İslâm devleti kurmak.
2013 Nisan ayında IŞİD, Suriye'nin kuzeyinde hızlı bir şekilde askerî güç toplamaya başladı ve bu bölgedeki en güçlü örgütlerden biri oldu. Suriye'de etkin olduğu bölgede şeriat kanunlarını uygulamaya başladı. Rakip gördüğü asker, yabancı gazeteci, yardım kuruluşlarına üye insanları sürgüne gönderdi hapsetti ve/ya öldürdü. Son iki yılda bombaların patlamadığı günler nerdeyse sayılı hale geldi. Afganistan, Irak, Türkiye ve kan deryasına dönen Suriye’de bebekler,  kadınlar ölüyor Mülteciler yerinden yurdunda kaçıp uzak diyarlarda, yollarda, denizlerde bir kez daha ölen insanlar aynı zaman insanlığımızın da iflasıydı.
İran'la ABD arasındaki buzların çözülmesi eski ittifak dengelerinde bir değişime yol açmadı. Şia-Sünni saflaşması devam ederken, Rusya daha aktif rol almaya ve İran'ın kırmızı çizgileriyle daha fazla buluşmakta, ABD ve Nato ve Kürtlerin bütün güçlerini IŞİD’e karşı birleştirip vekalet savaşını sürdürmeye çalışmakta. Türkiye izlemiş olduğu yanlış dış politika sonucunda iyice yalnızlaşmış, hatta dünya kamuoyu nezdinde IŞİD’in hamisi konumunda kalmıştı. IŞİD’in Fransa ve Türkiye'de patlattığı bombalar ve sözde darbe girişiminden sonra askeri harekât 24 Ağustos 2016'da başladı.
24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri Koalisyon Hava Kuvvetlerinin desteğiyle Suriye'nin Türkiye sınırındaki Cerablus bölgesine girdi. Bu harekâtın terör örgütü IŞİD'e yönelik başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu olduğu açıklandı. 15 günlük zaman içinde asıl hedefin Kürtler olduğu görüldü.
IŞID ve PKK 'terörist'lerinin ikisini birden temizlenme harekâtı olarak bir kez daha açıklama zorunda kalınıldı. Bu açıklama ittifak ülkeleri arasında tartışmaya neden oldu. Başta ABD operasyonun IŞİD’le sınırlı olduğunun altını çizmek zorunda kaldı.
Hürriyet gazetesinde “bu operasyonla Türkiye oyuna yeniden döndü” yorumları yapıldı. Evet ortada bir oyun var, bu oyunun adı kör ebemi, saklambaç ve/ya kolcu-kaçakçı mı?
Bir yandan kendi dış politikasında her türlü desteği sadece ve sadece Kürt düşmanlığı ve Sünnilik temelinde yapan bir iktidarın IŞİD’le mücadelesi de inandırıcı olamıyor!
PYD başkanı kamuoyuna açıkladı: “YPG Türkiye'ye tek bir kurşun bile sıkmadığı halde, beş yıldır sürekli uzlaşma ve ittifak arayışımıza cevap verilmedi ve Türkiye Fırat kalkanı Operasyonu’yla da Kürtlere yöneldi!”
Aklımıza gelen soruyu Kuzey Irak’ta özerk Kürt yapılanmasına başından bu yana destek olan Türkiye neden Suriye’deki PYD'yi ısrarla diyalog istemesine rağmen desteklemedi? Ülke içinde barış görüşmeleri sürerken barış masaları neden dağıtıldı? Dikkati çeken önemli bir nokta da TSK'nın hem Irak, hem de Suriye topraklarına devamlı girmesi ve operasyonlar yapması. Neden şimdiye kadar Irak ve Suriye silâhlı kuvvetleri Türkiye topraklarına herhangi bir nedenle girmedi ve/ya neden operasyon yapmamıştır? Ortadoğu ateş çemberinde yer alan ülke ve halkların ne kadar zor şartlarda ayakta durmaya ve özgül sorunlarını çözebilmek için normalin üstünde bir çabayla ve iradeyle hareket etmesi âdeta bir zorunluluk.
Çok kaygan zeminde buz patenti yapmaya benziyor! Bir dönem müttefik olan hızla 'düşman' cephede yer alabiliyor. Robert Haddick de ellerini ovuşturarak bu fırsatın çok iyi bir deney olduğunu söylüyor ve bölge devletlerine “bu tecrübeyi öğrenin” diyor. Bu emperyalist teşviki hiç unutmamak gerek.
Bu kirli savaşı bu coğrafyanın gencecik insanlarının kanı üzerinden yürütüyorlar. Kadim halkların arasındaki kardeşlik bombalanmakta ve yıkılmakta! Bu nedenle bölge ülkeleri ve halklarının, ortak sorunları yine ortaklaşa çözme konusunda bölgesel politikalar üretebileceği oluşumlara, organizasyonlara gidilmesi gerçeğini öğrenmesi ve kavranması gerekli.
Ancak dar ulusal çıkarların üzerine çıkarak bölgesel politika üretmeye başlandığında kendi özgül sorunlarını çok daha rahat çözebilme imkânına kavuşmuş olur. Bir kez daha kimin dost kimin düşman olduğunun çok hızla değiştiği bu kaygan zeminde önünü görmek ve karmaşık ilişkilerden tüm halkların yararını gözeten bölgesel büyük politikalara ihtiyaç olduğunu altını çizmeliyiz.
İslam coğrafyasında ise durum farklıdır. İslam dini kendi iç mücadele ve reformları tamamlamadığı için hâlâ farklı bir süreç devam etmekte. Bu nedenle iç savaş ve mezhepsel çatışmalara kaynaklık eden, bitmeyen tarihsel bir geçmişe sahibiz. Avrupa'da feodalizmin yıkıldığı, kapitalizmin, sanayi devrimlerinin geliştiği yıllarda coğrafyamız neden gelişemedi sorusuna cevap ararken unutulmaması gereken kimi dönemsel farkların bulunduğudur. Bu coğrafyada kapitalizme ve emperyalizme karşı her kim gerçekten ruhunu satmadan mücadele veriyorsa, rengine, derisine, kavmine, diline, dinine bakmadan, ayırt etmeden, her zaman bu mücadeleyi veren mazlumların yanında olunmalıdır.
Bizi bölen parçalayan ''uygar'' canavarlara karşı ortak mücadele ve birleşme zamanı. Bu mücadelenin saf ve homojen olması, coğrafyanın tarihsel özü ve gerçekliğiyle uyuşmaz. Bunu görmeden bir netice alınması zaten zordur. Emperyalizme ve işbirlikçilere karşı verilen mücadele, coğrafyayı gerçek manada demokratik kılacak ve özgürleştirecektir.
Aslında bölge üzerine yapılan tahliller kendi içinde çözümleri sunmaktadır. Ortadoğu ateş çemberinde yer alan ülkelerin rant ve kaynağının kaymağını yiyen uluslararası 'barış güçleri' bu ateş çemberinde kendi askerlerine görev vererek neden fiilen yer almazlar?
IŞİD’e karşı uluslararası bir anlaşma yapıldıysa, neden farklı cepheler ortaya çıktı? Bu sorunun akla getirdiği, IŞİD bahane ve bu kirli asimetrik vekâlet savaşlarını sürdürmek ve silâh satmak şahane!
Asıl sorun IŞİD değil, Bağdat’a kimin hâkim olacağı. Bağdat her zaman çekici olmuş ve iştahları kabartmıştır. Saddam sonrası paramparça edilen Irak yutulacak kolay bir lokma olarak hâlâ orta yerde duruyor!
Bağdat’ın tarihsel çekiciliği ortada. Bu yönde İran, Türkiye, Rusya, İsrail ve batılı emperyalist güçler ve ABD kendi çıkarları açısından hareket etmeye ve Ortadoğu’nun kalbinde doğan bu boşluğu doldurmak için satranç tahtasında hamle üstüne hamle yapmaya devam ediyor. Bu arada İran'ın çok eski bir satranç ustası olduğunu unutmamak gerek.
Ortadoğu'da neden bir anti-emperyalist cephe kurulamaz, gerçekten düşündürücüdür.
Tevfik Özkorkmaz
09.09.2016

Kar Yağsa Ne Olur

Beyaz kar yağsa ne çare,
Diyarbekir’e,
Hangi ayaz hangi tipi dondurur,
Akıtılan kanı, sızlayan
Vicdanları,
Kan rengi, şimdi hava toprak,
Mardin, Cizre, Silopi, Şırnak,
Hani çözmüştük bazı sorunları,
İnanmıştık birbirimize,
Hani kardeştik,
Hani et ve tırnak,
Nerede insanlar, nerede müslüman,
Bir meçhulün esrarında harabe şimdi,
Taş yapı, camiler, surlar,
Güvercinler bile mülteci uçar,
Utanır, bakamaz oldu, suratlar,
Durun, durdurun olmasın bu savaşlar,
Yine avlusuna dönsün mübarek analar,
Babalar işlerinde olsun, oyunda çocuklar,
Kar usulce yağsın temiz ve ak,
Durun, durdurun olmasın bu savaşlar,
Diyarbekir’e kirlenmeden yağsın beyaz kar
Kemal Sevenoğlu

8 Eylül 2016 Perşembe

Adalet Sancağı

Patrona Halil Kıyamı’nda öne çıkan şiar, “şeriat isteriz”dir. Bu şiar diridir ve hâlâ Batı’nın kibirli laisizmine bağlı olanları rahatsız etmektedir. Özünde Patrona’daki şeriat, iktidardaki azınlığın kendi özel hukukuna ve iktisadına itiraz eden, bir adalet talebidir. Kendileri için özel hukuk teşkil etmiş olanlara karşı ezilenler, müşterek olanın hukukuna yaslanarak, adaletin kılıcını çekmişlerdir. O kılıç, az ve özel olduğunu düşünen her kesimden insanı hâlâ korkutmaktadır.
Liberallerin ilk dönem Türkiye ile dertleri ve oradan kimi İslamî kesimlerle muhabbet kurmaları, Osmanlı devletinin Türkiye’ye kıyasla çok küçük bir mekanizmaya ve kadroya sahip olması, oluşan ticari imkânlarla ilgilidir. Liberaller, Osmanlı’da kendilerini doğrulayan, haklı çıkartan özellikleri cımbızla ayıklamaktadırlar. “Osmanlı pazarının daha renkli ve daha özgürlükçü” olduğuna dair methiyeler düzenlerin, sonrasında “demokratik özerklik, sosyalizme göre daha ileri bir kavramdır” demelerine şaşırmamak gerekir. Herkes Osmanlı’dan dilediğini almaktadır. Az olanların aralarındaki tartışmalar, hükümsüzdür.
Belirli kesimlerse, Kemalizmi bizi Osmanlı’dan koparttığı, uzaklaştırdığı, az olmamızı yaldızladığı için önemsemektedirler. Bunlar ne kadar “ben komünistim” deseler de özünde kemalisttirler. Burada hâkim olan anlayış, CIA’e raporlar hazırlayan tarihçi Bernard Lewis’in “Türkler Osmanlı’dan bağımsızlıklarını elde eden son millettir” cümlesinde özetlenmektedir. Türk dedikleri de Batı sahillerinde serpilen tefecilerden, kaçakçılardan, kompradorlardan ve toprak ağalarından oluşan bir cemaattir, gerçek Türkle alakasızdır. Onların kendilerini çok gösterme çabalarına aldanmamak, sosyalizmi bu yanılsama üzerine kurmamak gerekir.
İslamî kesimlerde ise Patrona’daki İslam’a asla ve kat’a rastlanmaz. İslamcılık, siyasal İslam, devrimci İslam, politik Müslümanlık aranacaksa, Patrona ve bağlı olduğu adalet mücadelesi geleneğinde aranmalıdır. Oysa azınlık iktidarının tahammül edebildiği “İslamcılık”, Osmanlı saraylarındaki az sayıda ulemanın iktidar şakşakçılığından, zulmü meşrulaştıran fetvalarından, zenginlerle kurulan ticarî ilişkilerden müteşekkildir. Bu ülkede İslamcılık, adalet kılıcı kırıldığı ölçüde varolma imkânı bulabilmiş, devlet koridorlarında beslenip büyütülmüştür. İslamcılık karşıtlığı ise “beni de büyüt, ben de senin evladın değil miyim?” yakarışından başka bir şey değildir.
O hâlde Batı’dan aşırılan “AKP İslamcı partidir” laflarına takılmamak, bu yaklaşımı ciddiye almamak gerekir. Eğer cahil değilse, Batı da AKP’nin İslamcı olmadığını bilmektedir. En genel hâliyle, batıcılık çadırı içindeki tüm liberaller, Kemalistler ve sosyalistler, İslamcılığı AKP çekmecesinin içine hapsetmek niyetindedirler. Bu hizmet, adalet kılıcının tekrar dövülmesine mani olmak için verilmektedir.
Zira bu, kemalizmin maddi pratik niyetidir. Osmanlı Türkiye’ye doğru büzülmüş, düne kadar padişahın damadı olmak isteyenler, belirli bir görevle süreci yönetip yeni tesis edilecek devletin başına geçmişlerdir. Bu anlamda Osmanlı’da düşman kabul edilen tüm unsurlar, dinamikler, yeni cumhuriyete tevarüs etmişlerdir. Dolayısıyla “cumhuriyetçilik” dedikleri, iktidardaki azınlığın gücünü koruma, meşrulaştırma ve yayma ideolojisinden başka bir şey değildir.
Bu açıdan Korkut Boratav’ın “Eski Türkiye” Düşmanlığı isimli yazısı, cumhuriyetçiliğin sosyalizm diye yutturulması imkânlarına dairdir. Çünkü kısmen Sovyet yardımları, kısmen de halk dinamiklerini kontrol altına alma ve seferber etmeyle alakalı halkçı dilden kaynaklı olarak, iktidardaki azınlıkla bir gönül bağı kurulmakta, sosyalizm bir gönül işi olarak takdim edilmektedir. Boratav, iktidarı kendisi gibi bir birey zannetmekte, onun da kendisi gibi “sosyalist” olabileceği günlerin hayalini kurmaktadır. Onda sosyalizm, cumhuriyetçiliğin bir çıktısı, basit bir uzantısıdır. O, sosyalizmi iktidardaki azınlık için kitle toparlamak olarak anlamaktadır.
Dolayısıyla darbelerin ve bilhassa Atatürk’ün ölümü sonrası girilen yolların şahsi gelişmeler olarak kodlanması, bunların içe sızmış emperyalizmin oyunları olduğunun iddia edilmesi, Kemalistlere has bir yanılsamadır ve onların kendilerini aklama yöntemidir. Azınlık iktidarı, Osmanlı topraklarında varolma, dolaşma imkânını emperyalistlerle kurulacak imkânlarda görmüştür. Sovyetler’e karşı çekilen sette tuğla olmayı kabul eden de, içerideki demokratları batıya “komünist” diye yutturmaya çalışan da, Osmanlı’dan miras aldığı, gerçek manada adaletçi İslamî dinamikleri ezen de, sömürülenlerin-mazlumların direncini kırmak isteyen de kendisidir. Mesele, özel bazı kişilerle sınırlı ve onlara has değildir.
“Eski Türkiye” dedikleri belirli kişilerin kaprislerinden, tercihlerinden oluşmaz. Bu, bugün bazı kişilerin vehimleridir. Emperyalizmin elinden tutup ayağa kalmak, bölgede caka satmak, içerideki muhalif dinamikleri, ayaklanmaları ezmek, aynı azınlık iktidarının hamleleridir.
Sosyalistler, liberaller ve İslamcı geçinenler, aynı azınlık iktidarını temel eksen alarak siyaset yürütürler. Asıl sorun buradadır: mazlum-sömürülen çoğunluğun siyaseti, azınlık iktidarına ölçü ve ölçek kazandırmak, onu etlendirmek veya daha akıllı kılmak üzerine inşa edilemez.
Öte yandan Heval Taha’nın Boratav’ı eleştirmesi, hepimizi CHP-HDP oyununa mecbur etmesi de anlamsızdır. Taha, Boratav’ı PKK’yi görmemekle, KDP üzerinden konuşmakla eleştirmektedir. Oysa kendisi de TİP’in ittifak yaptığı Kürtlerin KDP’liler olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. Zira TİP’in başındaki ekip, geçmişte Mendereslerle dergi çıkartmış, o muhalif “demokrat” damarla ilişki kurmuş kişilerden oluşmaktadır. Bu anlamda analoji kuruluyorsa, ya PKK KDP çizgisine gelmiştir ya da TİP PKK’lileşmiştir!
Oysa bu tartışmalar, azınlık iktidarının yeni kurgusuna dairdir. Taha ve bu tartışmayı kasıtlı bir dille haber yapan Oda TV sosyalistleri kendi hanesine yazma derdindedir. Bu da sosyalistlerin önemli bir güç olmasıyla değil, onların gerekli kılıfı, perdeyi teşkil etme becerisi ile ilgili bir gayrettir. Kimse, çoğunluğun, azınlık iktidarı adına maniple edilmesini, yönlendirilmesini dert etmemektedir. O iktidar kurgusu, bir belkemiği olarak, ölçü ve ölçeği tayin etmekte, tüm ideolojileri kendi hizasına çekmektedir. Dolayısıyla bu tür tartışmalar, kenar süsü niteliğindedir.
Aynı tartışmaya Erkan Baş, “Türkiye sosyalistleri ile Kürt Hareketi'nin önceliklerinin her dönem ve her alanda çakışması mümkün değildir.” diye dâhil olmaktadır. Ölçüsünü ve ölçeğini azınlık iktidarının verdiği bir alanda sosyalizmini yaldızlama derdinde olan Baş, “sosyalizm Kürt’ten sorulur” diyenlere inceden kafa tutmakta, ama dönem gereği, ustasından öğrendiği ikirciklilik yöntemiyle, arada derede laflar sıralamaktadır. Sonuçta da Baş, “iki halk bölünüyor, aman yapmayın!” yaygarasını koparttığı yazısını “ilericilikte birleşelim” diyerek bitirmektedir. Aslında bu yaygaraya hiç gerek yoktur; herkes azınlık iktidarının ilericiliğindezaten birleşmiştir, birdir. Yaygaranın sebebi, iktidar gibi, korku salıp kitleleri maniple etme ihtiyacıdır.
Bu tartışmada azınlık iktidarının çeşitli iktisadî gerekçelerle belirli yönelimler içerisine girdiğinden bahis yoktur. “İyi” bir iktisatçı olan Boratav, altmış darbesinin kazanımlarını göğe çıkartmakta, nedense o dönemin iktisadî mecburiyetlerini geri plana atmaktadır. Sendikal haklardaki gelişmeleri, örgütlenme imkânlarını, parlamenter mücadeledeki kazanımları kendi hanesine yazarak, o iktisadî mecburiyetlerin teşkil ettiği bir özne olduğunu da ikrar etmektedir. Azınlık iktidarına böylelikle “bana ihtiyaç duyarsanız, ben gene buradayım!” demektedir. Aynı şekilde Heval Taha da seksenlerin başında filizlenen “Marksist-Leninist program”a ne olduğu sorusunu hiç cevaplamamaktadır. Erkan Baş’ın yazısında da “bağımsız sosyalist güç” azınlık iktidarının çıkarlarına göre mi oluşacak sorusunun cevabına rastlanmamaktadır.
Patrona’nın ağzından çıktığı biçimiyle, bu topraklarda adalet, hürriyet ve eşitlik mücadelesine ait şiarlar, azınlık iktidarı eliyle her daim susturulmak zorundadır. Dolayısıyla o iktidarı eksen alan, siyasetini ve ideolojisini onun üzerinden, ona göre kuran herkes, bu ezme faaliyetinin ortağıdır. “Rum, Ermeni, Yahudi zenginler olsaydı, daha batılı ve daha güçlü olurduk” diyerek o azınlık iktidarı eleştirilemeyeceği gibi, “Osmanlı’dan bizi kurtardı” diyerek o iktidara asker de olunamaz. O, ne zenginlerden vazgeçmiştir ne de Osmanlı toprağından. Gerilimler, tartışmalar bizi yanıltmasın: az olanlar, çok görünmek için her zaman dışarıda emperyalizme, içeride kendisine çalışacak askerlere ihtiyaç duyarlar. Mesele, Patrona’nın hareketine nefer olabilmek, adalet sancağını yükseltmektir.
Bahri Dikmen

Devlet Aklı

Ey ‘Devlet Aklı’ Geldiysen Masaya Vur ve Suriye Çıkartması
Kimi siyaset erbabı sık sık ‘devlet aklından’ dem vurur. Devlet refleksiyle yaşanılan gerçeküstü(!), son derece yıkıcı ve ülkenin geleceğinin tahrip edildiği gelişmeler karşısında ‘devlet aklının’ bir gün gelip galebe çalacağına, rasyonalitenin galip geleceğine olan inanç daha bir kuvvetlenir, kimi çevrelerde…
‘Devlet aklı’ denilen bu refleksin kimi zaman boy göstermediği de söylenemez doğrusu. Örneğin ‘TSK’nın son söze sahip olduğu dönem öyle bir aşamaya ulaşır ki, bu tahakküm devletin tepelerinde tartışma konusu olur. Kürtlerin varlığının bile şiddetle reddedildiği dönemlerde, bir bakarsınız, taraflar masaya oturmuşlardır. Yakın tarihe gidilecek olursa; ‘tek partili rejim’ devletin bekasını sağlayamayacak olduğunda ‘çok partili rejime’ geçilir. Grev hakkı ve sendikal örgütlenme hakları tanınır.
Görünürde ve esasa ilişkin bir ‘rejim’ değişikliği olmadığı halde ‘devlet aklı’ denilen güç harekete geçer ve o zamana kadar uyguladığı temel politikalardan vazgeçer. Tabii böylesi önemli sıçramaların yaşanabilmesi birçok etkene bağlıdır. Başta bu değişiklik arzusunun toplumsal bir talep haline gelmesi ve devletin kapısına dayanması gerekir. Yani süreç ‘alttakilerin’ değişim taleplerine ne kadar etkin bir şekilde sahip olduğu ve bu kuvvetli kitlesel taleplerin egemen sınıfların dayanışmasını ne ölçüde etkileyebildiği ile ilgilidir. İşte o zaman potansiyel bir güç olarak ‘uykuda’ olan devlet aklı harekete geçer, bu temel politikalarda ısrar edildiği takdirde ‘devletin bekasının’ tehlikede olduğunu farkeder ve devletin varlık temelini sarsmayacak değişikliklere razı olur. Eğer ‘devlet aklı’ bütün uyarıcı etkenlere rağmen harekete geç(e)mezse, ya devrimler olur ya da devlet bir egemen kliğin elinden diğerine -genellikle zorla- geçer.
Sadede gelmeden önce, devletin ‘akılsızlığının’ esas, ‘akıllılığının’ ise tali ve arızi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun neden böyle olduğuna ilişkin sorunun cevabını ise devletin varoluşuna içkin tarihsel süreçlerde bulabiliriz. Bu yazının konusu bu değil…
Suriye’ye Askerî Müdahale
Devlet, konjonktürel olarak ona hâkim olan Saray’ın kararı ile TSK’yı Suriye topraklarına soktu. Bir açıdan bakıldığında devlet ‘akılsızlığının’ yeniden galebe çaldığı söylenebilir. Çünkü bu süreç birçok açıdan uzun vadede 16. Türk devletinin sonunu hazırlayacak gelişmelerin fitilini ateşleyebilir. Ve görünen o ki, devlete hâkim olan muktedirler ve devletin temel unsurları bu macerayı bir çeşit oybirliği ile destekliyorlar. Üstelik toplumsal refleksler açısından bakıldığında bu müdahaleye yönelik muhalefetin de son derece marjinal olduğu söylenebilir. Tam tersine toplumsal refleksin de devlet tarafından müdahale lehinde oluşturulduğu/manipüle edildiği söylenebilir.
Bırakın birçok diğer son derece önemli saiki bir kenara, bu ülkede ciddi bir nüfus potansiyeline sahip ve bin yıldır sarsıntılarla da olsa bir şekilde sürdürülen Kürtlerle Türklerin kardeşliği sona erebilir -maazallah- ve korkulan gerçekleşir; ülke bölünür! Suriye müdahalesinin en çok endişelenilmesi gerek çıktısı, maalesef bu olabilir.
İktidar, öteden beri sahip olduğu bölgesel hegemonya arzularından vazgeçmiş değil. Tam tersine harekâtın her günü yeni hedeflere -en son Rakka’ya- talip olunduğu açıklanarak, bu arzunun ne kadar kuvvetli olduğu özellikle vurgulanıyor. Bizatihi bu hegemonal hedeflerin ifade ettiği potansiyel tehlikeler bir yana, harekâtın hiç saklanma ihtiyacı duyulmadan açıklanan hedeflerinden birinin Kuzey Suriye Kürt kantonları olması bir çeşit akıl tutulmasına işaret ediyor. İktidar ‘Kobani eylemleri’ diye tarihe geçen kalkışmadan hiçbir ders almışa benzemiyor. Daha ötesi darbelenen Kürtlerin ‘bu taraftan’ tepki verebileceği görmezden geliniyor. Üstelik 35 yıldır savaşan silahlı güçlere ve kuvvetli siyasi ve sosyal örgütlenmelere sahip Kürtler görmezden geliniyor.
Devlet, Kürtlerin silahlı güçlerine, siyasi oluşumlarına, sivil toplum kurumlarına ve yerel yönetimlerine karşı 7 Haziran’dan beri yıkıcı bir savaş sürdürüyor. Kimse inkâr edemez ki, bütün bu süreçte yaşananlar ortak duygulanımları ve birlikte yaşama arzularını dinamitliyor. Üstelik Kürtlerin silahlı örgütü olan PKK’nın da birlikte çözüm imkânları arayışını terk ederek daha bölgesel çapta ve Kürtler açısından meselelere baktığının işaretlerinin çoğaldığı bir dönemde. Ve bölgesel çapta Kuzey Suriye’de dâhil bütün bölge Kürtlerinin son derece örgütlü olmanın gücünü tattığı ve uluslararası arenada itibar sahibi olmalarının olanaklarına, özgüvene sahip olduğu bir dönemde.
Devlet, ya bin yıllık kardeşlik efsanesine çok fazla inanç besliyor ya Kürtler arasındaki çelişkilere fazlasıyla bel bağlıyor ya müttefiklerine ya da kendi ezici gücüne ve baskıcı tarihine çok fazla güveniyor.
‘Savaş istemiyoruz, Barış istiyoruz’, ‘Yurtta da barış, bölgede de barış’ çığlığı toplumsallaşmadıkça ve yaygınlaşmadıkça, ülkemiz tehlikeli bir girdaba sürüklenmekten kurtulamayacak. Ancak bu şiarın kısa ve orta vadede baskın hale gelebileceğinin işaretleri de ufukta görünmüyor, maalesef!
Cengizhan Güngör