10 Eylül 2016 Cumartesi

Salvador Allende’nin Son Konuşması

Bu konuşma, demokratik yollardan seçilmiş hükümete karşı ABD eliyle gerçekleştirilen başarılı darbe koşullarında, 11 Eylül 1973 saat sabah 9:10’da yapıldı. Cumhurbaşkanlığı sarayı La Moneda içinde barikat kuran Cumhurbaşkanı Allende, Şili demokrasisini savunurken canını verdi.
Dostlarım,
Hiç şüphe yok ki, bu sizlere seslenmek için son fırsatım. Hava Kuvvetleri Magallanes Radyosu’nun vericilerini bombaladı. Sözlerim sitem değil, hayal kırıklığı yüklü. Umarım, ettikleri yeminlerine ihanet edenler, Şili’nin askerleri, birer unvandan ibaret başkomutanları, kendi kendini Donanma Komutanı ilân eden Amiral Merino ve daha dün Hükümet’e sadakatini ve bağlılığını sunan, bugün ise kendini Carabinero’ların [paramiliter polisin] başı ilan eden General Mendoza ahlâken cezalarını bulurlar. Bu gerçekler karşısında bana kalan tek şey işçilere şunu söylemek: teslim olmayacağım!
Bu tarihî geçiş sürecinde halka olan sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim. Ve onlara, binlerce Şililinin tertemiz vicdanına serptiğimiz tohumların kuruyup gitmeyeceğinden şüphem olmadığını söylüyorum. Güç onların elinde ve bize üstün gelecekler, ancak toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir. Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.
Ülkemin işçileri: adalete olan büyük özleminizin ancak bir sözcüsü olan, Anayasa’ya ve kanunlara bağlı kalacağına söz vermiş bu adama gösterdiğiniz sadakat için teşekkür ederim. Sizlere seslenebildiğim bu son anda, yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte, Silâhlı Kuvvetler’in kendi geleneğinden kopmasına varan iklimi yarattılar. Bu geleneğin kurucuları General Schneider ve Komutan Araya da, bugün dışarıdan aldıkları yardımla, kendi kârları ve imtiyazları üzerindeki korumayı sürdürmek adına iktidarı yeniden ele geçirmeyi ümit eden aynı toplumsal kesimin kurbanlarıdır.
Her şeyden önce size sesleniyorum, ülkemin mütevazı kadınlarına, bize inanan köylü kadınlarımıza, çocuğunu esirgediğimizi bilen annelere… Size sesleniyorum, Şili’nin fikir işçilerine, kapitalist toplumun avantajlarından bahsedip duran meslek örgütleri ve sendikalar tarafından yaratılan kargaşaya karşı çalışmaya devam eden yurtseverlere…
Ülkemin gençlerine, bu toprakların şarkılarını söyleyenlere, bize neşelerini ve mücadele ruhunu verenlere sesleniyorum. Size sesleniyorum, ülkemizde faşizmin saatlerdir iş başında olması sebebiyle zulüm görecek olan Şili’nin insanlarına, işçilere, köylülere, aydınlara… Harekete geçmesi gerekenlerin sessizliği karşısında faşizm, terörist baskınlar düzenliyor, köprüleri havaya uçuruyor, demiryollarını kesiyor, gaz ve petrol borularını imha ediyor.
Hepsi bu suçlara ortaktır. Tarih onları yargılayacaktır!
Şurası kesin ki Magallanes Radyosu susturulacak. Sakin ve metalik sesim sizlere ulaşamayacak. Sorun değil. Sesimi duymaya devam edeceksiniz. Her zaman yanınızda olacağım. En azından, onurlu ve ülkesine sadık bir adam olarak hatırlanacağım.
Halkım kendisini savunmalı, ancak kurban etmemelidir. Halkım, kendisinin yok edilmesine veya kurşunlarla delik deşik edilmesine izin vermemeli, ancak aşağılanmaya da müsaade etmemelidir.
Ülkemin işçilerine, Şili’ye ve yazgısına inanıyorum. Başka insanlar, ihanetin galebe çaldığı bu karanlık ve acı anı yenecekler. Şunu aklınızdan çıkartmayın, önünüze er ya da geç gene büyük yollar açılacak ve özgür insanlar, yeni bir toplum inşa etmek için o yollardan yürüyeceklerdir.
Yaşasın Şili! Çok yaşa halkım! Yaşasın işçiler!
Bunlar benim son sözlerim, kendimi feda edişimin boşuna olmadığından eminim. Sonunda, en azından, bu fedanın bir ahlâk dersi olarak, işlenen ağır suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracağından eminim.
Santiago Şili, 11 Eylül 1973
İspanyolcadan çeviri: Yoshie Furuhashi

Devletin Geni

28 Mayıs 1960 tarihinde, darbeden bir gün sonra Çetin Altan şunları yazıyor: “Silâhlı Kuvvetlerimizin Büyük Ata’nın yıllar arkasından akseden manevi direktifi ile yaptığı bu hareket, demokrasimizin en sağlam teminatı olarak tarihimize geçecek ve hürriyetlerden kendi sefil benlikleri için faydalanmak isteyen gafillere her zaman için unutulmaz bir ders olacaktır.”
Altan, aynı yazıda Demokrat Parti’nin “hukuk dışı komisyonlar kurduğundan” söz ediyor. Aynı Altan’ın oğlunun, “Ergenekon” çatısı altında benzer komisyonlara taşeronluk yaptığı biliniyor. “Altan geni”nde bunlar yazılı. Doğalında gözaltına alınması da medyatik bir girişim, o gene bu devlet her daim muhtaç.
Zira medyanın işi bu. O gende kodlanmış olanı gizlemek, medyanın ana işi. Devletle aynı genlere sahip. Machiavelli’nin ifadesiyle, “insanların yürüdükleri yolları izlerseniz, büyük servet ve güç elde edenlerin bunları ya güç ya da dolandırıcılıkla temin ettiğini ve bunu yaparken de kimi ‘dürüst’ isimleri söz konusu eylemleri gizlemek için kullandıklarını görürsünüz.” O hâlde dürüst gazeteciler, devletin ve burjuvazinin perdesi, pislikleri altına süpürdükleri halıdır. Altan Biraderler’in kıymete binmesi, bu açıdan hayra alamet değildir.
Onlar, devletin bağırsaklarını temizlemek olarak tarif edilen sürecin baş aktörleridir. Gözaltına alınışları bile bu sürecin parçasıdır. Devlet, ulaşamadığı yerleri başkalarına taşere etmek, oradaki işlerin yürütülmesi için kimi isim ve çevreleri görevlendirmek zorundadır. O, kişilerde gördüğümüz türden sabit, mutlak bir ideoloji ile hareket etmez. Devlet başlı başına maddi bir ideolojidir. Tüm kirli çamaşırların ortalığa saçılmasına sevinmeden önce bir kez daha düşünmek gerekir.
Özellikle son üç yıldır yapılan tüm hamleler, açığa çıkan belgeler, AKP üzerinden yaşanan tartışmalar, devlet içre gelişmelerdir. Kendi maddîliği ve diyalektiği vardır. Halel getirecek, gidişata zarar verecek tüm ihtimalleri gözden geçirmek ve buna uygun adımlar atmak zorundadır. Bir yandan azınlık olmanın gerilimiyle, kitlesel zeminini sürekli yoklamaya, bir yandan da az olmanın yaldızlanmasına yönelik ideolojik argümanlar üretmeye mecburdur. Devletin topraklarında ancak ona layık olabilenler yaşayabilecektir. Bu, herkese yüklenen bir bilinç hâlidir.
15 Temmuz sonrası TV’ye eski bir istihbaratçı, Fethullahçıların kozmik odaya girmelerinin bir nedeninin, savaş durumunda, seferberlik hâlinde halkı örgütleyecek, isimlerini sadece devletin bildiği kişilere dair bilgileri almak için olduğunu söylemiştir. Demek ki devlet, bir iç teşkilât-ı mahsusaya sahiptir. Zira söz konusu gelenek, Anadolu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri’nin ardındaki iradeye işaret etmektedir. Mondros sonrası Anadolu’yu örgütleyenler, İttihatçılara bağlı ajanlardır. 6-7 Eylül ve daha birçok mevzuda bunların varlığı sorgulanmalıdır. Çetin Altan’ın bahsini ettiği “direktif”i bizim gibi fukaralar değil, ancak Altan gibiler bilebilir.
Kemalist zihniyet, 12 Eylül, Türk-İslam sentezi ve emperyalizm diyerek, bu gerçeği örtbas etme derdindedir. Özünde devlet denilen, ideolojinin kendisidir, kemalizm, başka bir şey değildir. Liberalizm, solculuk, ilericilik konusunda hangi köklere, hangi temellere yaslanılıyorsa, orada illaki devlet vardır. Liberallerin sesi çok çıkıyorsa, şimşek ve gök gürültüsü arasındaki ilişki gibi, ardından bir zulüm dalgasını beklemek gerekir.
Liberallerle kurulan rabıta, birey eksenli düşünmenin bir sonucudur. Devlet denilen eterin, havanın, kimyanın içerisinde bireye daha rahat nefes aldıracağı vaadinde bulunan liberaller, özünde o eteri birey şahsında perçinlemekte, bireye yedirmekte, düşman kuvvetleri tasfiye etmektedir. Liberallerin asli saldırdığı husus, yirminci yüzyılda ezilenlerin, emekçilerin güç ve kudret elde etme geleneğidir. Belirli sembollere, kişilere, fikirlere kapatılan bu gelenek, liberalizme çok şey borçludur. Liberalizm silâha karşıdır, çünkü ardından dağ gibi bir devlet durmaktadır. Dolayısıyla solda ve Kemalistlerde görülen, liberalleri emperyalizm uşaklığı ile eleştiren anlayış, eksik ve yanlıştır. Bu anlayış, içteki yerleşik emperyalizme her daim kördür. Liberalizme yönelik her salvo ve saldırı ile bu gerçek üzerindeki perde daha da kalınlaştırılır.
Solun, sınıf, ezilenler, kitle gibi kolektif bir ekseni kalmadığından, liberallerin, Tarafçılığın imkânlarından istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu çizgi, Fethullah çatısı altında daha da uzatılmış, devlet bu gerilimde yeniden örgütlenmeyi bilmiştir. Bugün bu liberal çizgi, sözde bir IŞİD militanının Rus oligarklarının sahibi olduğu Independent gazetesi aracılığıyla aktardığı sözlerine mağribî bir hücum gerçekleştirmektedir. Bunlar bizi, IŞİD militanının “Arap diktatör” ifadesini kullandığına inandırmak niyetindedir. ABD ve İngiltere’deki şirket medyasının, kendi emperyalist devletlerinin pisliklerini halı altına süpürmek için kullanıldığı açıktır. Belli ki gazete, ABD’deki bir devlet yetkilisiyle görüşmüş, haberin reklâmı için IŞİD süsü verilmiştir.
Bu medyanın yerli versiyonları da Batılı üstatları gibi herkesi Erdoğan alerjisine örgütlemek derdindedir. Bu puslu ortamda kimse, “onca insan ekmeklerinden olurken, HDP neden açlık grevinde?” sorusunu sormamaktadır. Devrim gerçeğinde, Rojava’da neden zorunlu askerlik uygulaması olduğunu, bunun için bir Arap köyünün neden silâhlarla basılıp gençlerin alındığını sorgulayana da rastlanmamaktadır. Gözüne ışık tutulmuş tavşana dönüştürüldüğümüz bu koşullarda, perdeyi yırtmamız ve gerisine bakmamız istenmemektedir. Mesela kimse, “ülke eyaletlerle yönetilsin” diyen eski generalin cumhurbaşkanı danışmanı olmasına bakmamakta, onun sakalına küfretmek salıverilmektedir. Perde gerisinde, gizli odalarda görüşülenler konusunda herkes bilgisiz olmak ve bu konuda belirli bir memnuniyet içerisinde hareket etmek zorundadır. Geriye sadece allı pullu cümleler ve sığ bir edebiyat kalmaktadır.
Altan’daki kemalizmin bir gelenek olarak, sol içerisinde kırılması mümkün değildir. Bir şirket CEO’su, bir paratoner ya da başka kimliklerde karşımıza çıkan Erdoğan, özünde kemalizm için vardır. Yeniden format atılan, makyajlanan Erdoğan şahsında devlet, hürriyetin de eşitliğin de kendisiyle mümkün olduğunu tüm zihinlere bir kez daha ezberletecektir. Kimsenin “hürriyeti kendi sefil benlikleri için kullanmalarına” izin verilmeyecektir. Sahilde denize girme, iş, mevki ve kimlik sahibi olma konusunda devlet, sahip olduğu kudreti döne döne anımsatacaktır. Bugün hapse girenler, o kudret için tekrar çıkartılacaktır. O vakit o kudrete karşı mücadele etmek tümüyle imkânsızlaşacaktır. Ezilenlerin, sömürülenlerin kendi tarihsel güç imkânlarını devlete peşkeş çekmek, büyük bir vebal, günah ve suçtur.
Yusuf Karagöz

Çöl Çiçekleri

Küçük çocuktan al haberi!
Eylül'ün son sıcağında dalgın dalgın yürürken baba ve yanında 4-5 yaşlarındaki kız çocuğunun yüz ifadesinden çok ciddi bir şeyi anlatıyor olması dikkatimi çekmişti. Aramızdaki mesafe azalınca, küçük kız aynı yüz ifadesiyle, “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor” lafını duyunca durdum ve dikkatle izlemeye başladım, karşı kaldırımda benden habersiz bir iki kez aynı ciddiyetle, “insanlar değil, Türkiye'nin kazanması gerek” demeye devam ediyordu.
Aklıma takıldı, bu yaşta bir kız bu kadar ciddiyetle babasına ne anlatıyordu? Hangi nedenden dolayı böylesine ciddi ve kararlı el kol hareketleriyle neyi sorguluyordu? Konunun ne olduğu mutlaka önemliydi. Olduğum yerde dakikalarca çakılıp kaldım, sözleri âdeta kulağımda çınlıyordu: “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor!”
Evet, ülkemizin geleceği pırıl pırıl küçük bir kızımız bizlere söylediği ve/ya söylemeye çalıştığı bir şeyler vardı. İçimden bu sese kulak vermek gerektiğini düşünmeye başladım.
Bölgede karamsar ve gelecek kaygısı yaşanıyor. Hem ülkemiz hem de coğrafyamız ateş çemberinde yanarken nasıl bir adım atılmalı? Ve bu ateş çemberinden yanmadan yıkılmadan geçebilecek miydi?
Bu ülkenin kurucu ata-dedeleri doğruları ve yanlışlarıyla torunları için bir şeyler yapmaya çalıştılar. “Torunlar ülkeyi ne kadar düşünmüşler?” sorusunun anlamı ve önemi kalmamıştır. Sonuçları itibariyle günümüze gelen bir yığın sorun ağırlaşarak önümüzde duruyor!
Toplumda derin yaralar açan katmerli sorunları aşmak için ne yapmalı? Yaşam küçük kızımızın anlatmaya çalıştığı gibi bireysel değil, kazanmanın topluca, kolektif olmasıydı. Kolektif olması, aynı zamanda bireysel kurtuluşun da, kazanmanın da kaçınılmaz diyalektik birliğidir.
Kazanmanın ve problemleri çözmenin bölge ve ülke boyutlu olması tam da yeni toplumun ortaklaşa felsefesini anlatıyor. Öyle sözde değil, gerçek manada acıda, neşede, iyi günde kötü günde, tasada, kıvançta, özgürce, korkmadan, ürkmeden, sinmeden, farklılıkları yaşatarak zenginleşen, gelecek kaygısı yaşamadan güle oynaya yarınlarımızı kurmak için anamızın ak sütü gibi helal emek ve alın teri dökmektir.
Bu küçük kızımızın yaşıyla yaşıt bölgemizde, okyanusta küçük adalar ortaya çıktı. Bunların adı Rojava, Kobani, Afrin, Derik'ti. Adlarının Kürtçe olması sakın aldatmasın, bu adacıklar demokratik özerk bölge halklarının hepsini bağrında barındıran, içinde Kürtler, Araplar, Süryaniler, Asuri, Arami, Türkmenler ve Çerkeslerin özgürce kendisini ifade ettikleri yerel iktidar alanlarıdır. Bu adacıklar herhangi bir kavmin-ulusun ve de inancın dar yapısıyla sınırlı değil, halkların, inançların özgürce ve kendi iradesiyle bir araya geldiği bir alandır.
“Bu adacıklar bizi ilgilendirmiyor” demek, kendi geleceğimizi yok saymak ve görmemekle eşanlamlıdır. Ortadoğu ateş çemberinde düşeni içine alan bataklıkta taze bir fidan, vahada açmış bir çöl çiçeğini gözümüz gibi korumalıyız.
Bu fırsatçı, bencil, yarışmacı, kalkınmacı, doğayı ve çevreyi yıkıp talan eden acımasız sistemin bağrında gelecek toplumunun nüveleri payandaları olan, Rojava, Kobani, Afrin, Derik… Bölgemizde açan bu nadide çöl çiçekleri koparılmadan, ülkemizin ve bölgemizin kazanması gerek. Bu kazanç, küçük kızımızın da söylediği gibi, hepimizin kazancıdır.
Tevfik Özkorkmaz
10.09.2016

Dost-Düşman

2013 yılında memuriyetten açığa alındım: O zaman Fetö yoktu. Olmam gereken yerde olduğum için açığa alındım. Bunu derinleştirmeyelim. Bu başka bir konu.
Açığa alındığım günden bu yana hemen hemen 3 yıl geçti. Bunun bir kısmı hapiste geçti, gerisi inşaatlarda...
Bu süre içinde memuriyete dair birçok şeyi unuttum. Kravatı, saç-sakal tıraşını, ayakkabı boyasını, müzekkere yazmayı, seçmen kaydetmeyi, çay fişini, yıldız masayı falan...
Ama bazı şeyleri de unutmadım:
Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi, Yörük Ali Efe’yi, Karayılan’ı, Konya’yı, Manifesto’yu, Ne Yapmalı?’yı, Kesintisizler’i, sıcak bir selamı, dostça bir nasihati, kısa bir mektubu... yani dostlarımı ve düşmanlarımı...
Dostlarım yine dost... Düşmanlarım yine düşman...
Velhasıl “bir şey kaybetmedim” diyorum gönül rahatlığıyla!
Emre Kesikhalı

9 Eylül 2016 Cuma

On Eylül

1905 tarihinde Fransa’da çıkan laiklik kanununun önemli bir nedeni de öğretmenleri devletin ajanı yapmaktır. Devletin toplumu kurma, hayata damgasını vurma meselesi, burada önemli bir rol oynar. Bu açıdan köy enstitüleri ile ilgili nağmeler düzmek, ilericiliğin türkülerini mırıldanmak, komünistlere yakışmaması gerekir. O nağmede ve türküde ileriye dönük fırsatlar görenler, devletin içe nasıl nüfuz ettiğini, yerleştiğini görmemektedirler.
Tüm meseleler, devletle gerçek bir mücadele içerisinde olunmaması ile alakalıdır. Böylesi bir mücadele, kendi teorisi ve ideolojisi ile birlikte gelecektir. Herkes, devlet içerisindeki gerilimde bir yere yuvarlanmaktan memnundur. Bu açıdan “14.000 PKK’li öğretmen” şayiası, “yeni” devletin sızma, yerleşme arayışı ile alakalıdır. Devlet, bir kez daha “ekmeğiniz de, toprağınız da, işiniz de, hayatınız da benim” demektedir. “Benim” sahipliğe işaret ettiği gibi, bir özneye de atıfta bulunmaktadır. Ekmek, toprak, iş, hayat devletin kendisi olmak zorundadır. Fethullah operasyonları üzerinden devlet kendi mülkünü vekilinden geri almaktadır. Bugün sağa, İslamcıya, muhafazakâra vururken, devleti aklamamak, onun içe yerleşmesine imkân vermemek gerekir. Tersten bu vurma işlemi, basit manada ekmek dilenmektir. Devlet sürekli ekmekle tehdit etmektir.
Dolayısıyla 1905 kanununa karşı çıkmayanların işten atılan akademisyene, öğretmene, gazeteciye de laf etmesi mümkün değildir. “Başkanlık istedi, ben onun başkan olmasını istemedim” diyen Fethullah’ın “muhalif” çizgisiyle yetinmenin anlamı yoktur. Başkanlık, devletin kadim meselesidir. Erdoğan, bu sufleyi yinelemek zorundadır. Ve o Erdoğan’ın sınırsız ve sınıfsız biriymiş gibi görülüp hedefe konulması yanlıştır.
Örgüt şefleri, gazeteciler ve akademisyenler arasındaki sınırlar giderek silikleşmiştir. Sınırsız ve sınıfsız olduğunu zanneden bu kesimler, boncuk gibi yan yana dizilmiş, Erdoğan’ı hizaya sokmaya, ona karşı öfkeyi inceltmeye çalışmaktadırlar. Herkes hâlinden memnundur özünde. “Sınırlı ve sınıflı olanlar düşünsün bu sürecin sancısını, kahrını!” denmektedir.
Herkesi ama herkesi Rojava’ya çağırmak da iş değildir. Bu çağrıyı yapanlar, buralar boşaldığında buranın zalimine ne olacak, mazlumu ne yapacak sorusunu cevaplamalıdır. Rojava’nın da kimilerinin zihninde sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak iş gördüğü açıktır. Devletle mücadele, başka bir bahara ertelenmektedir. Kürd’ün mücadelesi, sınırsız-sınıfsız bir yere taşınmakta, bu sayede ilişki kurulabilmekte, düzlem değişmekte, burada, bugünde mücadele konusunda bu düzlem değişikliğinin nelere mal olduğu görülmemekte, daha doğrusu bu husus gizlenmektedir. 1905 kanununun ajan öğretmenleri, her yere yerleşmektedir. Devlet boşluk tanımamaktadır. O, boşlukta ve boşlukla örgütlenmektedir.
Bazı ahmaklarsa, bu toz duman içinde, “Tayyip düşerse, TC’nin ömrü uzar” diyerek, TC’nin sahiplerine mesaj gönderiyorlar. “Küçülmek, düşmek, yıkılmak istemiyorsanız, Tayyip’ten kurtulun” diyorlar. Özünde “ben TC’yle dövüşmüyorum, Tayyip’in kullanım süresini kısaltıyorum” demiş oluyorlar. Tayyip sayesinde devletle mücadele etmeme imkânına kavuşuyorlar, sürekli ona işaret ediyorlar, devletin artık Tayyip olduğunu söyleyerek, devletin operasyonlarını gizliyorlar. TC, devlet demek oluyor. Bu yaklaşımı savunanlar, o devletin ajanı değil de nedir?
10 Eylül, bu anlamda, ülkenin kuruluşunda başa geçen muktedirlere bir meydan okumadır. İşgal ve emperyalizm meselesi, cephenin içeride kurulan devlete karşı devrimin zeminini oluşturma imkânı bahşetmemiştir. Bugünkü mesele, kuruluştaki o iki takanın her ikisine de binilip deryalara açılmanın mümkün olduğunun düşünülmesidir. Diğer takada çeteler vardır.
Mazlum doğu halklarının kurtuluşa dair tüm gerilimli, sancılı bilinci, 10 Eylül’le cisimleşmiştir. Ülke gerçeği ile Sovyetler dolayımıyla kurulan ilişki, bu bedeni ruhsuz bırakmıştır. Boşluğu devlet doldurmuştur. Yukarıdaki fotoğraf Afyon’da çekilmiştir. O fotoğrafta Eskişehir-Kütahya hattında faal olan “Bolşevik Tugayı” yoktur. Bu resimlere baktığından, oradaki karakterlere önem verdiğinden, o tugayı hiç görmediğinden sol bugün, nefes, kan ve can anlamında, devletin üflediği ruhla hayatta kalabileceğine iman etmiştir. 10 Eylül, tüm solla mülkiyet ilişkisi kurmak için bir etikete, sopaya indirgenmemelidir. Bu yaklaşım da devlete dairdir.
Dolayısıyla mesele, savaşın, işgalin, zulmün, sarayların kahrını çeken yoksul mazlumlarla düşünmektedir. 10 Eylül, o kahırda ve öfkede yoksa, zaten hiç olmamıştır. Sovyet bürokratı ve devlet bürokratı arasında politik manada bir fark yoktur. Bize lazım gelen, halkın topraktan kök alan kendi doğal önderleridir.
Devlet, içteki Fethullah faaliyetiyle son on yılın muhalif hattını kendisine örgütlemeyi bilmiştir. Son günlerde servis edilen haberlerde hâlâ onların damgası vardır. Devrimci hareketin bu süreçte yer yurt sahibi olduğu söylenemez. Özellikle son yirmi yıldır, devletten mesafelenme noktasında liberalizmin teknesine binildiği açıktır. Bize Suphi’nin boğazlandığı taka kâfidir. Dalgalarla boğuşacak iman zaten mevcuttur.
Bir iddiaya göre, Suphi’ye “takaya bin, Batum’a git” derler. Öldürülmesinin muhtemel sebebi, takanın dümenini Batum’a kırmamasıdır. Zira Suphi, Batı Karadeniz sahil kasabalarındaki hücrelerle irtibat hâlindedir. Mete Tunçay gibi liberallerse, yıllarca bizi köksüz, temelsiz, kitlesiz olduğumuza inandırmıştır. Tayyip kadar liberaller de devletin uzantılarıdır.
Devletle mücadele olmadığından, o mücadeleye dair teori de yoktur. Artık hepimiz, devletteki restoratif dönüşüm momentine “devrim” diyecek kıvama getirilmiş durumdayız. Demek ki önce içimizdeki “devlet”le dövüşmek gerekecektir.
10 Eylül, bu açıdan da parlak bir fenerdir. Kaybolduğumuzda dönüp bakacağımız yerdir. İştirakçi müdahale, bu bakışla bağlantılıdır. Devlet ajanlarının gözüyle değil, sömürülenin-mazlumun gözüyle gerçeğe bakmak şarttır. Onlar, hâlâ Bakû Kurultayı’nın cihad çağrısının hem muhatabı hem de öznesidir. Batıdan kurulan devlete biat etmekten bizi kurtaracak olan da, mevcut mülkiyet-rekabet ilişkilerinden arındıracak olan da bu cihaddır.
Kerem Kamoğlu

Ortadoğu Ateş Çemberinde-III

IŞİD; Cema'at el-Tevhid vel-Cihad tarafından kurulan ve 2002 yılında Ürdün'de öldürülen ABD'li bir diplomatın sorumluluğunu üstlenerek dikkati çekti. Mayıs 2004'te Cema'at el-Tevhid vel-Cihad bir başka İslamist militan grup olan Salafiah al-Mujahidiah ile birleşti. 19 Nisan 2007'de örgüt, bölgesel yönetim kurduğunu ve ilk İslamî yönetimin temellerinin atıldığını duyurdu. Kurulan emirliğin Ebu Ömer el-Bağdâdî ve 10 bakanı tarafından yönetileceği ilan edildi. Amaçları; Irak'taki koalisyon güçlerinin geri çekilmesini sağlamak, Irak hükümetini düşürmek, işgal kuvvetleriyle birlikte çalışanları öldürmek, Şia nüfusu marjinal hale getirip askerî gücünü kırmak ve tamamen şeriat kanunlarıyla yönetilen bir İslâm devleti kurmak.
2013 Nisan ayında IŞİD, Suriye'nin kuzeyinde hızlı bir şekilde askerî güç toplamaya başladı ve bu bölgedeki en güçlü örgütlerden biri oldu. Suriye'de etkin olduğu bölgede şeriat kanunlarını uygulamaya başladı. Rakip gördüğü asker, yabancı gazeteci, yardım kuruluşlarına üye insanları sürgüne gönderdi hapsetti ve/ya öldürdü. Son iki yılda bombaların patlamadığı günler nerdeyse sayılı hale geldi. Afganistan, Irak, Türkiye ve kan deryasına dönen Suriye’de bebekler,  kadınlar ölüyor Mülteciler yerinden yurdunda kaçıp uzak diyarlarda, yollarda, denizlerde bir kez daha ölen insanlar aynı zaman insanlığımızın da iflasıydı.
İran'la ABD arasındaki buzların çözülmesi eski ittifak dengelerinde bir değişime yol açmadı. Şia-Sünni saflaşması devam ederken, Rusya daha aktif rol almaya ve İran'ın kırmızı çizgileriyle daha fazla buluşmakta, ABD ve Nato ve Kürtlerin bütün güçlerini IŞİD’e karşı birleştirip vekalet savaşını sürdürmeye çalışmakta. Türkiye izlemiş olduğu yanlış dış politika sonucunda iyice yalnızlaşmış, hatta dünya kamuoyu nezdinde IŞİD’in hamisi konumunda kalmıştı. IŞİD’in Fransa ve Türkiye'de patlattığı bombalar ve sözde darbe girişiminden sonra askeri harekât 24 Ağustos 2016'da başladı.
24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri Koalisyon Hava Kuvvetlerinin desteğiyle Suriye'nin Türkiye sınırındaki Cerablus bölgesine girdi. Bu harekâtın terör örgütü IŞİD'e yönelik başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu olduğu açıklandı. 15 günlük zaman içinde asıl hedefin Kürtler olduğu görüldü.
IŞID ve PKK 'terörist'lerinin ikisini birden temizlenme harekâtı olarak bir kez daha açıklama zorunda kalınıldı. Bu açıklama ittifak ülkeleri arasında tartışmaya neden oldu. Başta ABD operasyonun IŞİD’le sınırlı olduğunun altını çizmek zorunda kaldı.
Hürriyet gazetesinde “bu operasyonla Türkiye oyuna yeniden döndü” yorumları yapıldı. Evet ortada bir oyun var, bu oyunun adı kör ebemi, saklambaç ve/ya kolcu-kaçakçı mı?
Bir yandan kendi dış politikasında her türlü desteği sadece ve sadece Kürt düşmanlığı ve Sünnilik temelinde yapan bir iktidarın IŞİD’le mücadelesi de inandırıcı olamıyor!
PYD başkanı kamuoyuna açıkladı: “YPG Türkiye'ye tek bir kurşun bile sıkmadığı halde, beş yıldır sürekli uzlaşma ve ittifak arayışımıza cevap verilmedi ve Türkiye Fırat kalkanı Operasyonu’yla da Kürtlere yöneldi!”
Aklımıza gelen soruyu Kuzey Irak’ta özerk Kürt yapılanmasına başından bu yana destek olan Türkiye neden Suriye’deki PYD'yi ısrarla diyalog istemesine rağmen desteklemedi? Ülke içinde barış görüşmeleri sürerken barış masaları neden dağıtıldı? Dikkati çeken önemli bir nokta da TSK'nın hem Irak, hem de Suriye topraklarına devamlı girmesi ve operasyonlar yapması. Neden şimdiye kadar Irak ve Suriye silâhlı kuvvetleri Türkiye topraklarına herhangi bir nedenle girmedi ve/ya neden operasyon yapmamıştır? Ortadoğu ateş çemberinde yer alan ülke ve halkların ne kadar zor şartlarda ayakta durmaya ve özgül sorunlarını çözebilmek için normalin üstünde bir çabayla ve iradeyle hareket etmesi âdeta bir zorunluluk.
Çok kaygan zeminde buz patenti yapmaya benziyor! Bir dönem müttefik olan hızla 'düşman' cephede yer alabiliyor. Robert Haddick de ellerini ovuşturarak bu fırsatın çok iyi bir deney olduğunu söylüyor ve bölge devletlerine “bu tecrübeyi öğrenin” diyor. Bu emperyalist teşviki hiç unutmamak gerek.
Bu kirli savaşı bu coğrafyanın gencecik insanlarının kanı üzerinden yürütüyorlar. Kadim halkların arasındaki kardeşlik bombalanmakta ve yıkılmakta! Bu nedenle bölge ülkeleri ve halklarının, ortak sorunları yine ortaklaşa çözme konusunda bölgesel politikalar üretebileceği oluşumlara, organizasyonlara gidilmesi gerçeğini öğrenmesi ve kavranması gerekli.
Ancak dar ulusal çıkarların üzerine çıkarak bölgesel politika üretmeye başlandığında kendi özgül sorunlarını çok daha rahat çözebilme imkânına kavuşmuş olur. Bir kez daha kimin dost kimin düşman olduğunun çok hızla değiştiği bu kaygan zeminde önünü görmek ve karmaşık ilişkilerden tüm halkların yararını gözeten bölgesel büyük politikalara ihtiyaç olduğunu altını çizmeliyiz.
İslam coğrafyasında ise durum farklıdır. İslam dini kendi iç mücadele ve reformları tamamlamadığı için hâlâ farklı bir süreç devam etmekte. Bu nedenle iç savaş ve mezhepsel çatışmalara kaynaklık eden, bitmeyen tarihsel bir geçmişe sahibiz. Avrupa'da feodalizmin yıkıldığı, kapitalizmin, sanayi devrimlerinin geliştiği yıllarda coğrafyamız neden gelişemedi sorusuna cevap ararken unutulmaması gereken kimi dönemsel farkların bulunduğudur. Bu coğrafyada kapitalizme ve emperyalizme karşı her kim gerçekten ruhunu satmadan mücadele veriyorsa, rengine, derisine, kavmine, diline, dinine bakmadan, ayırt etmeden, her zaman bu mücadeleyi veren mazlumların yanında olunmalıdır.
Bizi bölen parçalayan ''uygar'' canavarlara karşı ortak mücadele ve birleşme zamanı. Bu mücadelenin saf ve homojen olması, coğrafyanın tarihsel özü ve gerçekliğiyle uyuşmaz. Bunu görmeden bir netice alınması zaten zordur. Emperyalizme ve işbirlikçilere karşı verilen mücadele, coğrafyayı gerçek manada demokratik kılacak ve özgürleştirecektir.
Aslında bölge üzerine yapılan tahliller kendi içinde çözümleri sunmaktadır. Ortadoğu ateş çemberinde yer alan ülkelerin rant ve kaynağının kaymağını yiyen uluslararası 'barış güçleri' bu ateş çemberinde kendi askerlerine görev vererek neden fiilen yer almazlar?
IŞİD’e karşı uluslararası bir anlaşma yapıldıysa, neden farklı cepheler ortaya çıktı? Bu sorunun akla getirdiği, IŞİD bahane ve bu kirli asimetrik vekâlet savaşlarını sürdürmek ve silâh satmak şahane!
Asıl sorun IŞİD değil, Bağdat’a kimin hâkim olacağı. Bağdat her zaman çekici olmuş ve iştahları kabartmıştır. Saddam sonrası paramparça edilen Irak yutulacak kolay bir lokma olarak hâlâ orta yerde duruyor!
Bağdat’ın tarihsel çekiciliği ortada. Bu yönde İran, Türkiye, Rusya, İsrail ve batılı emperyalist güçler ve ABD kendi çıkarları açısından hareket etmeye ve Ortadoğu’nun kalbinde doğan bu boşluğu doldurmak için satranç tahtasında hamle üstüne hamle yapmaya devam ediyor. Bu arada İran'ın çok eski bir satranç ustası olduğunu unutmamak gerek.
Ortadoğu'da neden bir anti-emperyalist cephe kurulamaz, gerçekten düşündürücüdür.
Tevfik Özkorkmaz
09.09.2016

Kar Yağsa Ne Olur

Beyaz kar yağsa ne çare,
Diyarbekir’e,
Hangi ayaz hangi tipi dondurur,
Akıtılan kanı, sızlayan
Vicdanları,
Kan rengi, şimdi hava toprak,
Mardin, Cizre, Silopi, Şırnak,
Hani çözmüştük bazı sorunları,
İnanmıştık birbirimize,
Hani kardeştik,
Hani et ve tırnak,
Nerede insanlar, nerede müslüman,
Bir meçhulün esrarında harabe şimdi,
Taş yapı, camiler, surlar,
Güvercinler bile mülteci uçar,
Utanır, bakamaz oldu, suratlar,
Durun, durdurun olmasın bu savaşlar,
Yine avlusuna dönsün mübarek analar,
Babalar işlerinde olsun, oyunda çocuklar,
Kar usulce yağsın temiz ve ak,
Durun, durdurun olmasın bu savaşlar,
Diyarbekir’e kirlenmeden yağsın beyaz kar
Kemal Sevenoğlu