10 Ekim 2016 Pazartesi

İşçiye Pasaport

Bir önceki yazımızda bu tarihe kadar olan köylünün durumunu kısaca ele almıştık. 1861 yılı Rusya'da serfliğin-köleliğin kalktığı tarihti. Bu yazımızda, kırdan-köyden kentte geçiş ve işçileşme süreçlerini ve neler yaşandığını kısaca özetlemeye çalışacağız.
1861 yılına gelindiğinde feodal Rus İmparatorluğunda 80 milyon nüfusun sadece %7’si kentlerde yaşıyordu. %10 da bir kısım tarımsal olmayan işlerle uğraşırken, geriye kalan köy toplumuydu.
1825’te sayısı beş bini aşmayan küçük atölyelerde çalışan yaklaşık iki-yüz bin işçi-köylü vardı. Yine bu yıllarda sayısı on binleri bulan sanayi kuruluşları yaklaşık 1850 yıllarında yüzde yüz artarak 21 bini geçmişti. Çalışan iş gücü ise 800 bini buluyordu.
Bu yıllarda üretilen malın pazardaki ekonomik değeri 160 milyon rubleden %6,5 büyümeyle bir milyar rubleye çıkmıştı. Bu gelişme sonucunda, 1900 yıllara gelindiğinde, fabrikadaki işçilerin sayısı 1,6 milyonu buldu. Fabrika dışında taşıma, inşaat alanlarında çalışan işçi sayısıyla birlikte toplam işgücü yaklaşık 3,3 milyona yaklaşmıştı.
Burada dikkati çeken husus, fabrikalarda çalışan işçi sayısının çok fazla olmasıydı. Fabrika sayısı az ama çalışanı fazlaydı ve toplam fabrikaların en az üçte birinde 500 kişi çalışıyordu.
Sanayisi gelişmiş Almanya’da bu durum tam tersiydi. Çok sayıda işçi çalıştıran fabrikalar toplamda %14’lük bir potansiyele sahipti. Bu Rusya’da %35’ti. Bütün Rus sanayi işçisinin yaklaşık dörtte biri 1000 kişilik fabrikalarda çalışıyordu; bu oran Almanya'da ancak %18’i buluyordu. Rusya’da bu fabrikalarda Almanya ve İngiltere'nin en gelişmiş makineleri vardı.
İmparatorluk geri kalmış olmasına rağmen imalat, maden, taşıma, inşaat ve ticaret alanlarında toplam 3,3 milyonluk küçük sanayi proletaryası, Avrupa'nın sermaye yoğun ileri teknolojisinde çalışıyordu. Yoksul köylüler akın akın Petersburg'a gelmeye başlamış ve diğer şehirlere yeni gelmiş yarı işçi-yarı köylü insanlar çoğu sıkışık, sağlıksız koşullarda çalışmaya ve yaşamlarını kurmaya çalışıyorlardı.
Bu işçiler fabrika çevrelerinde sağlıksız koşullarda oturmaya mecbur kalıyordu. İşçiler işyerinde veya kalabalık koğuşlarda şehirle tüm bağları kesilmiş bir durumda yaşamaya mecburlardı. Her fabrikanın "huzuru" sağlayan fabrika polisleri vardı.
Toplu yerleşim alanları âdeta açık hapishaneyi andırıyordu. Kent yaşamından tümüyle yalıtılmış bu alanlarda, meyhanelere ve insanların toplu halde olduğu yerlere gitmek yasaktı. İşçiler, yemeklerini fabrikanın yemek salonunda yiyor ve ihtiyaçlarını fabrikanın mağazalarında karşılıyordu. Zaman zaman dışarıya çıkmalarına izin verildiğinde çıkanın üstü çok sıkı bir şekilde aranıyor, ne kadar zaman dışarıda kaldıkları takip ediliyordu. Bu durum işçileri canından bezdiriyor ve hiç çıkmama isteği güçleniyordu.
Köylü-işçiler birkaç mevsim böyle çalıştıktan sonra ailesini de getirerek aynı zamanda iş sezonunu uzatma ve yerleşik olmanın fırsatını yakaladı. İçerisi rutubetli ve yaprakları solmuş tropikal bir ormanı andırıyordu. Tavandan sarsan lif demetleri güneş ışığının içeri girmesini engelliyordu. İlerlemek oldukça zordu. Nemli ve odunsu püskülleri iterek kendine yol açmak gerekiyordu.
Yerler yapış yapış mide bulandırıcı kalın bir pislik tabakasıyla kaplıydı, iki parça ağaçtan oluşan lif kırma makineleri dört ayak üzerine yerleştirilmişti. Makinelerin şekli, eni de boyu da yaklaşık üç metre olan bir kafese benziyordu. Günün yirmi dört saati orada geçiriliyor, yemek kirli su leğenlerinin arasında yere oturarak yeniyor, uyumak için lif demetlerini yastık yaparak döşeme tahtalarına uzanılıyordu.
Ateşler içinde makinenin yanında uyuya kalmış çocuklar, ters çevrilmiş kovanın üstünde çocuğuna süt veren anneler… Etraf küf kokusundan geçilmezdi. Eğer köylerine dönmüyorsa, bütün bir yıl bu atölyelerden dışarı çıkmazlardı. Kısacası işçiler, makinelerin yanında yer, içer, ürer ve hatta ölürlerdi.
Özellikle küçük ipek, yün fabrikaları ve kumaş baskı işlerinde de durum aynıydı. Bu atölyelerde yerde, sıraların altında yahut tezgâhların üzerinde uyunurdu. Mekiğin ritmik vuruşları, tavana asılı beşiklerde uyuyan bebeklere ninni olurdu.
1890 yılların sonuna kadar işçilere ayni ödeme -Yükümlülüğün malla yerine getirilmesine dayalı ödeme- yapılırdı. Bu ödeme, ücret karşılığı verilen fişlerle fabrikadaki satış mağazasından aldıkları ihtiyaç maddeleri ile gerçekleşiyordu.
Angaryaya alışmış patronlar ödemeleri de düzenli yapmazdı. Angarya feodal toplumda uygulanır, hükümdar, derebeyi, köy ağası insanlardan bir iş talep eder ve yapılırdı. İşçilerin çalışma karnesi olduğunu biliriz. Bu karne, işveren tarafından çalışma hayatına başlayan işçiye verilen, işçilik durumunu gösterir belgedir.
Rusya'da ülke pasaportu uygulanıyordu. Bu uygulamaya göre, hangi köyden geldiğini gösteren arazi haritası ve önceki işinden neden ayrıldığı ve hangi işleri yaptığı tüm detayları gösterirdi. Özel olarak işçiler için düşünülmüş bu "ülke pasaportu" işçileri tamamen patronların insafına bırakırdı.
Bu, 1994 yılı Romanya'da farklı bir şekilde uygulanıyordu. Herhangi bir insan bulunduğu yerden ayrılmak durumunda kaldığında, bunu polise bildirmek ve elinde resmi yazıyla yola çıkardı ve sonradan bu uygulamada kalktı. Çalışma saatlerinde ustabaşılar işçilere çok kötü davranıyor ve havadan sudan bahanelerle işçileri cezalandırıyordu. Sorunlu ve şüpheli bir durumda yöneticiler patronun lehine karar veriyor ve en ufak bir hak aramayı huzursuzluk, yıkıcı, tehlikeli görerek bastırırdı.
Huzursuz işçileri bastırmak ve denetlemek için okuma yazma kursu ve rahiplerin fabrikada sabah ve akşam olmak üzere "haç" çıkarma ve başlarıyla selamladıkları azizlerin "ikonaları" vardı. Fabrikaların daha gelişmiş makineleri kullanmaya başlamasıyla bu süreçte farklılaşmaya başladı. Köyden kente gelen köylü-işçiler geldiği yerin özellikleri ve disipline gelmemesi 'evcilleşmeyen' vasıfsız işçiler olarak görülür ve çeşitli baskılar yapılarak korkutulurdu.
Petersburg, Moskova, İvanoya-Voznesenk, Odesa ve Kiev'de bir dizi tekstil fabrikası otomatik makinelerle dolunca sanayi işletmelerinde vasıflı işçiler öne çıkarken rutin işler de köylü işçilere kaldı. Bu, aynı zamanda çok iyi ücret ve yaşama koşullarına sahip olan vasıflı işçiler aristokrasisini yaratırken, son derece kötü şartlarda çok düşük ücret alan vasıfsız işçiler oluşmaya başladı.
Buna rağmen fabrika işçileri birbirine karşıt iki kampa bölünmedi. Bilinçli seçkin işçiler bütün işçilerin vasıfsızlar kadar vasıflıların da patrona karşı mücadele etme yeteneğini geliştirdi. Bu çok önemli bir tecrübeydi. Bu rolü oynayan seçkin işçiler derin bir sınıf bilincine ve güçlü bir zanaat gururunun öz saygısına sahiptiler ve işçi sınıfının en deneyimli ve en kentleşmiş kesimiydiler.
Genel olarak köylü toplumunda az bulunur olduklarından, bu işçiler işletmeler için son derecede önemliydi. Bu konumları işletme ve idareye karşı bir ağırlık oluştururken, aynı zamanda vasıfsız işçilere güven veriyordu. Rusya standartlarına göre oldukça iyi ücret almalarına rağmen bir hareket olduğunda da oldukça radikal tutum alıyorlardı ve gerçek devrimci düşüncelere diğer proleterlerden daha yatkındılar.
Tüm ayrıcalıklarına üç dört kat fazla ücret almasına, çok iyi koşullarda oturmaları ve yaşamalarına rağmen, bunlar fabrikada birer militan ve bütün işçileri etrafında toplayan çekirdek kadrolardı. Özellikle vasıflı metal işçileri bulundukları yerlerde öncü konumda ve sözcü durumundaydı. Emek hareketinin doğal önderlik konumunda olmaları patronları da endişelendiriyordu. Aynı zamanda politik bilinci arkadaşlarına taşıyan, gelen bildirileri okuyup anlatan konumundaydılar.
Kimi işçiler gelirlerinden önemli bir kısmını kitap almaya harcıyor ve kurduğu kütüphanede karmaşık sorunları kavramak için kafa patlatıp bilincini geliştirirken, zaman zaman öğrencilerden yardım alıyorlardı. İşçiler çalışma grupları kurdular, bu gruplar radikal aydınlardan tamamen bağımsız kuruluyor ve aydınları şüpheli, düşman, yabancı görüyor ve pratik olarak güvenmiyorlardı.
Fabrikalarda sınıfsal karşıtlık ve güvensizlik had safhadaydı. Bu nedenle tüm işçilerin toplu halde bulundukları her yerde "polis muhbirleri" görev başındaydılar. Tek tek izliyor, toplu izliyor ve işçilerin ruh halini patronlarına rapor ediyordu. Bunun farkında olan deneyimli işçiler, haddinden fazla dikkatli olurken, hemen hemen hiç açık vermemeye çalışırlardı. Şunun farkındaydılar: en ufak bir ihmalin sonucu ya hapishane ya da Sibirya'ya sürgün edilmekti.
Aynı yıllar Avrupa'da sendikalar yasal olarak kurulurken, Çarlık Rusya'sında sendikal faaliyet son derece gizli örgütlenmeyle gerçekleşiyordu. Rusya'da reformcu sendikalar kurulabilseydi, işçilerin büyük bir kısmı evcilleşebilir miydi? Fakat ne devlet ne de burjuvazi, yasal sendika ve grev hakkı vermeye hazırdı. Sadece işsiz işçi ve ailelerine yardımlaşma sandığı ve kütüphane dernekleri kurulmasına izin veriliyordu. Köylü işçiler ajitasyon veya greve katılırlarsa, tekrar köylerine "sürgün" ediliyor veya bunlara hapis cezası veriliyordu.
Sözün kısası o günkü koşullarda sanayici ve devlet, işçi sınıfının her hareketini ve bağımsız bir sendika kurma çabasını dahi toplumsal düzeni ve istikrarı bozan siyasal bir komplo olarak görüyordu. Bazen kendiliğinden patlayan isyanlar sonucunda ufak tefek haklar vermek durumunda kalınsa da düzeni sarsma açısından çok önemli değildi.
Tevfik Özkorkmaz
10.10.2016
Kaynak: Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Murray Bookchin, Dipnot Yayınları, 2013.

7 Ekim 2016 Cuma

Unutulmuş Köylüler

“Birikmiş para, günahkârın sırtına binen yeni bir yüktür”
Soylular, toplumsal piramidi emir ve itaat hiyerarşisine göre kurdular. Köylülerse eşitlikçi bir görüşe sahipti. Dünyaya da her hane halkının statüye göre değil, ihtiyacına göre, imeceyle birbirini tamamlayan anlayışla yaklaşıyorlardı. Birisi insanları itaat üzerinden bir arada tutarken, köylüler karşılıklı sorumluluk üzerinden bir arada oluyorlardı.
Köylülük hayatta kalma odaklıydı. Soylu sınıf ne şekilde olursa olsun, mirası ve yağmayı Çar’ın hediyesi, toprağı özel mülk olarak gördü. Köylü, kesin olarak toprağı şahsi mülkü olarak görmedi ve 'Tanrının malı', ortak bir kaynak olarak gördü ve hep buna inandı.
Fransa köylüsünün mülkiyetçi tutumuna karşı toprağı 'Tanrının malı' olarak görmesi, Rusya kırsalının bakış açısını şekillendirdi. Kişisel mülkiyet yerine ihtiyaca dayalı halkın kullanım hakkını geliştirmişti. Bu anlayışını devam ettirmek içinde büyük fedakârlıklar da bulunmuştu. Toprakta verimliliği arttırmak için toplam arazinin üçte birini nadasa bırakarak, üçlü tarla ve parçalı tarım sistemi sayesinde ortaklaşmacı değerleri geliştirdi.
Köylüler köyünde; a) toprağın haneler arasında nasıl bölüşüleceğine, b) ekileceğine, c) hasat edileceğine, d) mera ve orman arazilerinin nasıl kullanılacağına ve paylaşılacağına birlikte karar vermeye başladılar.
IV. İvan ya da Korkunç İvan; 1530-1584. Yarım asırlık yaşamında kararlı, etkileyici, acımasız büyük hırsları olan ve intikam duygusu oldukça yüksek bir Rus lideriydi. Tatarlar üzerine yaptığı birçok sefer bunun kanıtıydı.
Düşmanları arasında korku salan, gözü kara, dengesiz olan IV. İvan kendine ihanet ettiği gerekçesiyle 1582'de oğlunu öldürür, aynı zamanda köylünün yeni bir bölgeye göçmesini yasaklar. 1604-1613 yılları köylü ayaklanmaları mutlakıyet yönetimini sarsar. Bu ayaklanmalar içinde en güçlüsü, soyluların uykusunu kaçıran ve korkutan "Bolotnikov" ayaklanmasıydı.
Ayaklanma dâhilinde fakirler, zenginlerin mülklerine zorla el konulması temelinde bir araya geldiler. Hareket Moskova önlerinde güçlükle önlenebildi. Yönetimin sert tepkisiyle karşılaştı. Aynı dönemde köylünün hakları daha da kısıtlandı.
II. Katerina soylu sınıfa büyük yetkiler verdi. Bu yetki, serflerin canını almadan, kırbaçlama, angarya cezasına çarptırma, onları tek tek alıp satma konusunda serbestiyet tanıyordu. İmparatorluğa ödenen vergi için toprak sahibinin serveti, geliriyle veya arazisinin büyüklüğü değil, ne kadar serf ve 'canın' varlığıyla, sayısıyla ölçülüyordu.
Batıda sanayi devriminin başladığı bir dönemde, Rusya'nın toplumsal hayatını ekonomik olarak kolektif, geleneksel görünüşlü bir sisteme -obşçina, yani köy toprak komününe dayanan kırsal kesim belirliyordu. Mir sistemi çok daha eskiydi. Köylülerin zihninde, ister ortaklaşmacı, ister miraslık olsun, kullanım hakkını gözeten topluluklara denirdi. Hane reisleri temelinde bir araya gelmiş bir bütünlüktü. Her yaştan köylü erkek ve evlenmemiş kızları baba evinde oturur ve elde edilen gelirleri en yaşlı dedeleri tarafından herkesin ihtiyacına göre ve her yetişkine para ayrılır, bu para ortak sandıkta toplanırdı. Buna “hane halkı kollektivizmi” deniyordu.
Bundan daha çarpıcı olanda köylü toprağı kollektivist tarzda bölüşmesi, paylaşmasıydı. Köyler toprak paylarını hep birlikte ve her hanenin "boğaz" veya "çalışan" sayısına göre yeniden bölüşüyordu. Daha büyük köylerde ise seçilen temsilcilerin oluşturduğu "skhod" meclisi bu görevleri üstleniyordu.
Rus köylüsünün ahlakî öğretisine göre, miras kalan toprağı özel mülkiyet olarak sahiplenmek son derecede yanlıştı. Hele hele toprağın sermaye haline gelmesi, aç gözlü bir şekilde kazanç elde edilmesi, prestij ve güç kaynağı olarak kullanılması büyük günahtı.
Köylüler topraktan servet elde edenlere ve onu alıp satanlara düşman gözüyle bakar, mütevazı, haddinden fazla servet ahlakî bir "leke" ve Hristiyanlığa yakışmayan bir açgözlülük olarak görürdü. Burada ailesinin ihtiyacı olduğu halde yetersiz bir toprağa sahip olurken, hak etmeyen ve muhtaç olmayanlar, daha çok toprağa sahip olmaları da daha farklı bir çelişkiydi.
Görünen Rus köylüsü katıksız eşitlikçiydi. Kendi çıkarları için paraya ve mala sarılanlar "sapkın", hatta topluma zararlı sayılırdı. Köylülerin inandığı Tanrı, kulları için istediği sürece, özgürlük koşullarında herkes eşit olacaktı. Paylaşımın belirleyici olduğu kolektivist bir toplumsal düzende geçimlerini rahatça sağlayacağına olan inançları oldukça güçlüydü.
Kör talih, başına devlet "talih" kuşu konan herhangi bir köylü, ister beklemedik bir para, ister mutlu bir olay, ister hak edilmiş bir mülk kazanmış olsun, bütün köyü, köy meyhanesinde bol bol votka içmeye ve servetine ortak olmaya çağırırdı. Bu çok ilginç hadiseyi günümüz açısından baktığımızda oldukça düşündürücü ve öğreticidir. Burada çok net görülen köylülerin her koşulda fazladan bir servet birikimi yapmaması ve bunu inançları itibariyle günlük yaşamın bir parçası saymasıdır.
Kişinin kazandığı serveti topluluğun bütünüyle paylaşmaması, uygunsuz bir davranış olarak görülür ve kınanırdı. Paylaşımcı kültürün altında muhtaç da olsa köyün maddi cömertlik ruhuna her şart altında güvenilmesini öngören bir inanç yatıyordu. Ticari yaşamlarında sağlam ve sıkı pazarlığa kimsenin itirazı olmazdı. Pinti ve istifçiler hiç saygı görmezdi. Bu köylüler, hayatlarında sanki hiç para görmemiş, parayı hiç tanımamış gibiydiler.
Aslında çok basit: fazla para biriktirme alışkanlığı yoktu. köylüler ellerine geçen parayı da anında içkiye yatırmakta ve para biriktirmenin "günah" olduğuna inanmakta, birikmiş parayı günahkârın sırtına binen yeni bir yük olarak görmekteydiler. Birikmiş sermaye ve parayı topraktan daha tehlikeli kabul ediyorlardı.
Köylüler, sadece adil olmayan bir toplum ve doğal afetlerin yarattığı etkilerde değil, aynı zamanda dostlarıyla arasındaki karşılıklı yardım ve basit paylaşıma dayanan kollektif önlemlere dehşetle ihtiyaç duyuyorlardı. Böylesi bir kollektivizm, sadece geleneksel ideallerin, kültürün değil, aynı zamanda acımasız koşulların bir ürünüydü. Ayrıca bu köylünün, bel bağlanan, efsaneye göre köylünün gerçek dostu olan büyük ve güçlü Çar’ı, “fedakâr baba”sı vardı. Yıllarca bu inanca göre eğitildiler ve buna inandılar.
Yaşlılara saygı kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Rus köylüsü fazlasıyla muhafazakârdı. Yeni bir şey yapmaya ve fazla risk almaya yatkın değildi. Çözemediği sorunları hane halkına veya obşina kollektifine getirir ve oranın iradesine sığınırdı. Bu anlamda 1861 yılına kadar obşina dış dünyaya karşı serfin-köylünün kalesiydi.
Rusya'nın kara toprakları, az da olsa bozkırlarda hayatı dengede tutardı. Kurumsal gücü skhod’du. Bu meclis yereldeki uyuşmazlıkları çözer, vergi toplar, orduya asker temin eder, gerektiğinde ailesel sorunların çözülmesine yardım ederdi. Başta gelen ekonomik işlevi de muhtaç duruma düşen köylülerin bakımını üstlenmek, köy topraklarını yeniden bölüştürmek, ortalama genel maddî eşitliği sağlamaktı.
Tevfik Özkorkmaz
Kaynak: Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: 1905-1917'ye Rus Devrimleri, Murray Bookchin, Dipnot Yayınları, 2013.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Yonca

“On dönümlük adamsın, lakin içinde yonca bitmiyor.”
Son yıllar, özellikle de yaklaşık 36 yıl içinde en çok göze çarpan şey, toplumsal teslimiyet ve suskunluk.
Kürt özgürlük hareketinin yaklaşık aynı yıllardan bu yana bu suskunluğu ve teslimiyeti bozma çabasına; Gezi, çevre ve zayıf da olsa, işçi eylemleri ve protestolarına rağmen, toplumda teslimiyet ve suskunluk esas olarak devam ediyor.
Adım adım, yasal görünümlü, katı bir dikta rejimi inşa ettiler.
Toplum büyük bir açık hapishane döndü. Irkçı şoven duygu ve sahte “İslam” söylemleriyle en azgın sömürü düzenini meşrulaştı.
Mevcut iktidar ve lideri, kendi ailesel kaygıları nedeniyle, toplumu bir iç savaşa götürmekten hiçbir tereddüt duymuyor.
Toplum bir lider sultasıyla esir alındı.
Sahte “düşmanlar” yaratarak kendisini gizliyor! Kımıldayan yaprağa kurşun sıkan, gaz bombası atıp, vurup kıran ve yok etmeye çalışan tehlikeli bir zihniyet var.
Bu zihniyet sadece Türkiye'de değil, tüm bölge ve ülke halklarını uçuruma sürüklemekte.
Lider sultasının hareket halindeki canlı bombadan farkı kalmamıştır.
Teslimiyet ve suskunluğun önemli bir nedeni, toplumsal dinamiklerin dağınık ve örgütsüz oluşudur.
12 Eylül’de en büyük darbeyi yiyen sosyalist, demokrat ve devrimcilerdi. Âdeta üzüm gibi ezildiler, bu da yetmedi, liberal şarabını yaptılar!
Tek tek bireylerin kendilerini toplaması ve yeniden mücadeleye girmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Tecrübe ve birikimi olanlar yaşlandı ve fiziksel aktiviteler azaldı.
Bu şekilde onuruyla bu düzene teslim olmayan binlerce insan var. Bu insanları yeniden örgütlü mücadeleye çekecek yeni örgütlenme biçimleri gerekli.
Bir emekli olarak kendime soruyorum: kitap okumak, yazmak ve etrafıma propaganda yapmak yetmiyor. Örgütlü bir mücadelenin neferi olmak gerekmiyor mu?
“On dönümlük adamsın lakin içinde yonca bitmiyor”
Erol Günaydın Diyet filminde köyden gelen ve sendikalaşmaya karşı çıkan Hasan'a böyle sesleniyor. Nereden nereye geldik?
Tevfik Özkorkmaz

4 Ekim 2016 Salı

Makes

Elimizde artık hayatı ve siyaseti Matrix filmiyle tefsir eden bir gençlik var. Bunlar için işçi sınıfı kapitalizmi; halk da devleti işaret ediyor. İşçi içinde olmak kapitalizmi; halk içinde olmak devleti besliyor. Bu, bir ergenlik hastalığı olarak sağ "komünizm" şahsında vücud bulan bir siyaset.
Buradan devlet ve sermaye, özel ajanlarına, özel yok-yerler, kaçış noktaları oluşturma emri veriyor. Özünde selefîlikle dövüşmek, sol içerisindeki selefîliği besliyor. Kralın, hükümdarın, sultanın veya padişahın özel varlığı ve konumu, siyaseti özel olana indirgiyor. Halk ve sınıf içinde olmak buradan küçümseniyor, hor görülüyor. Halkın ve sınıfın en ufak kıpırdanışı, alay konusu ediliyor.
F-tipi toplum bu. Mücadele, tabiatı gereği hapsi, işkenceyi, sorguyu, papazı, mahkemeyi gerekli kılıyor. Bunlar tabiî olmaktan çıkartılıyor. 19 Aralık sonrası dönem, farklı bir sol siyasî özneyi koşulluyor. Eski metinler giderek daha da eskiyor. Küf bağlıyor. Toplu koğuşlarda okunan kitaplar, anlamını yitiriyor. Binbir emekle, ince ince, el yazısıyla yazılan ve yeniden üretilen kitaplar, dolaşımın hızına mağlup oluyor.
Fethullahî gerçeklik de bununla alakalı. Siyasetin tabiatı boşluk tanımıyor. Fethullah’ın siyaseti solu; Erdoğan’ın siyaseti sağı örgütlüyor. Devlet ve sermaye bu şekilde işliyor. F-tipi sadece hapishanelerle ilgili değil. Toplumun hapishane kılınmasıyla alakalı. Orada direnmeyenler, dışarının direnişini küçümsemek zorunda kalıyorlar. Fethullah, bu yüzden sıcak bulunuyor.
Devlet ve sermaye, kendi dişine uygun özneyi koşulluyor. Kendi teknesinde yoğurduğu hamura ajanları biçim veriyor. Helvadan put yapanlar, militanlara o putu yediriyorlar. Bugün alanlar, sokaklar, bürolar, o helva lezzetsiz geldiği için boş.
Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları, farklı bir İslamî siyaseti koşulluyor. Her seferinde fıkıh, içtihad ve siyaset aynasında o saldıranların akislerine bakılıyor. Siyaset oradan biçimleniyor. 19 Aralık kendi öznesini inşa ediyor. Gezi kendi dilini üretiyor. İlkinde sınıfa; ikincisinde halka küfretmek öğreniliyor. Sınıf ve halk dışı özne, tanrı yerine ikame ediliyor. Ekim Devrimi’nin yıldönümünde laiklik ayinleri düzenlemenin sebebi burada.
Devlet ve sermaye, solda makes buluyor. Şirketi veya devlet teşekkülünü yönetemeyenler, örgüt şefi oluyorlar. Aynı işlemleri uyguluyorlar. Matrix filminde görüldüğü üzere, en fazla, Siyon’a, İsrail’e işaret edebiliyorlar. Bu karanlık, cahil ve geri coğrafyada kaçacak zihinsel yerler inşa ediyorlar. “Her yürek devrimci bir hücre” diye, o hücreleri olan gerçekten arî, münezzeh kılmaya çalışıyorlar. İrade, akıl ve kolektif kavga, özel şahısların selefî Marksizm yorumlarında berhava oluyor.
IŞİD bu nedenle merkeze konuluyor. Selefîlik, sol içi tezahürünü yüceltmeye mecbur. O Sünnet’in ve Kitab’ın hayatın kılcal damarlarından çekilmesi ve iktidarın özel alanına hapsedilmesi. Ali, bu nedenle küfür olarak görülüyor. Hüseyin’e ağlamak, bu yüzden küçümseniyor.
İktidarın sınırsız ve sınıfsız oluşu herkesi cezbediyor. Öyle olması isteniyor. Bu nedenle işçi sınıfındaki sınırlılık; halktaki sınıflılık, tehlikeli görülüyor. İktidarın aynadaki aksine sığınılıyor. 19 Aralık ve Gezi sonrası iktidar bu şekilde örgütleniyor. Gerekli teorik gıda, Batı’dan ithal ediliyor. Sol içinde muktedir olmak isteyenler, mevcut iktidar ilişkilerine öykünüyorlar. Silâhın yegâne anlamı ve gerekçesi bu.
Matrix’teki gibi bir kurtarıcı bekleme hâli, teoriyi hükümsüz kılıyor. Eski metinlerden akılda sadece işe yarar, ekmeğe sürülecek bir damla yağ kalıyor. Bunlar başarıcı, kariyerist bir dile tercüme ediliyor. Onca iradecilik, terse bükülüp konformizme meylediyor. İrade merkeze konulunca, her yere yayılınca, tabiatıyla yok oluyor. Her yerde ve her zamanda özel bir iradenin reklâmını yapanlar, iradesizliğin propagandasını yapmış oluyorlar.
Devletin ve sermayenin ajanları, görevlerini ifa etmiş olmanın ödülünü alıyorlar. Her şeyi bir olmaza, olmayacak bir duaya mahkûm ederek, kitleleri apolitik bir alana hapsediyorlar. Hapse girmek, girmiş olmak, yüceltiliyor, özel bir rütbe olarak omuzlarda taşınıyor. Sürekli hatırlatılıyor. Kolektif koğuşların eğitim faaliyetleri, ezici ve bireyi dışlayıcı bulunularak çöpe atılıyor. Bar masalarında bu rütbelerle öne çıkılmaya çalışılıyor. Kadın, bu masalardaki ağın örümceği olarak görülüyor. Alkol ve esrar, bu yüzden teorinin yerini alıyor.
Bu nedenle, kitle, topyekûn kadınlaştırılmak isteniyor. O yüceltildiğinden değil, özel iktidar alanlarına yer açmayan, geri, sığ, “faşist” kitleyi dize getireceği için istismar ediliyor. Kadın ve gençlik, devletin ve sermayenin kitleyi hizaya sokması için gerekli sopalar olarak kullanılıyor. Kadının ve gencin devrimciliğinden korkulması, özel sol öznelerde karşılık buluyor.
İktidar, Gezi günlerinde “ey analar, Gezi Parkı’ndaki çocuklarınıza sahip çıkın” dediğinde, parkın etrafında kol kola kenetlenen analardan korkuyor. Sol da korkuyor. İdeoloji ve örgüt, tıpkı bir devlet teşekkülü veya şirket gibi görüldüğünden, onun için gerekli alanın açılması adına, kitleye saldırılıyor. Önce kadına ve gence vuruluyor. İlki erkekleştiriliyor; ikincisi yaşlandırılıyor.
İktidarın biyopolitikası, solun varlığında, bir tür selefîleşmeyi koşulluyor. Kalabalıklar içinde olmak, niteliğe değil niceliğe dair bir mesele olarak ele alınıyor. Yıllar evvel İbn-i Rüşd, kadınların iş sahasına girmelerini, özgür olmalarını telkin ediyor, bunu da toplumun zenginleşmesi için şart olarak görüyor. İktidar adına ve onun için konuşuyor. Amerikan nicelikçiliği, sola galebe çalıyor. Zenginleşmek için genç ve kadın, basit birer araçtan başka bir şey değil. Koğuş eğitimlerinden, kitlesel mitinglerden, devrimin zaruretinden kaçanlar, örgütlerini zengin göstermenin yollarını gene devlet ve sermayeden öğreniyorlar.
Halk kurtuluşun; sınıf devrimin imkânlarını sinesinde taşıyor, patika oralarda çiziliyor. 19 Aralık ve Gezi, birer mağlubiyet momenti olarak, geleceğe imgesini bırakıyor. Dev aynaları kırılıyor. Kendini görme biçimi başkalaşıyor. Kurtuluşun ve devrimin özel insanların uhdesinde olduğunu söyleyenler, yalan söylüyorlar. O yalanda iktidar örgütleniyor.
Hüseyin Yusuf Kuzu

2 Ekim 2016 Pazar

Bahardan Sonra

Devrim-darbe-devrim dizgesi, sonrasında turuncu devrimler çağı 1980’lerin sonundan başlayıp bugüne geldi. Doğu Bloku’nun çöktüğü, Yeni Dünya Düzeni’nin ilân edildiği yıllar, bağlantısızlarda ilk serbest seçimlerin ve İslamcı partilerin başarısının yolunu açmıştı: Yugoslavya-Bosna’da SDA, Cezayir’de FİS.
Bu ülkelerin hâkim yapıları, Yugoslavya’da iç savaşla, Cezayir’de darbeyle cevap verdi. Bosna’da 3, Cezayir’de 8 sene sürecek iç savaş yaşandı. Bir diğer bağlantısız ülke Sudan’daysa tersi bir durum yaşanarak, darbeyi İslamcı parti yaptı. Turabi’nin sivil İslamcı partisi/Müslüman Kardeşler’in Sudan kolu, Ömer Beşir liderliğindeki subaylarla birlikte yönetimi ele geçirdi.
Cezayir’de darbenin şekli, seçim iptalidir. FİS iktidarı daha alamadan, seçimin ikinci turu yaptırılmadan, bir devlet darbesi gerçekleşir. Cezayir darbesi, iç savaşla sonuçlanan darbenin çok büyük bir örneğiydi.
15 Temmuz darbesinin de iç savaşı hedeflediği fikri var. Bir yönüyle, 8 yıllık iç savaşların 8 saate sıkışmış bir minyatürü olarak, evet. Cezayir’de darbeyi yapan cunta kendine “kökten kazımacılar” adını verir. İslamcıları kazıma düsturunu hem devlet içinde hem de sokakta uygular.
İlk saatlerden itibaren sokakta Çengelköy pastanelerinde adam vuran, bizzat devlet içinde infaza başlayan, özel harekâtı bombalayan yurtta sulhçular da benzer bir tablo çizdi.
Darbeye direnme hakkının sınırsız olacağı da darbe karşıtı cephede bir başlangıç olarak kendini belli eder: Darbe bitiminde olan linçlerin usulen bile kınanmaması, darbe sonrası tutuklanıp normal ölümle ölen sivil tutukluya dahi mezarlık yeri verilmemesi. “Her darbe bir iç savaştır” denir.
Bir iç savaş 8 saat değil 8 sene sürecek olursa, daha neler olabileceğini gösteren emareler bunlar. Usule değil esasa bakacak olursak, 15 Temmuz bahar vizyonuna uyar: Bir turuncu devrim olan -bir bahar olan- Akp deyişiyle, “sessiz devrim” olan uzun sürecin bir çatışmayla, bir birbirine girmeyle nihayete ermesi.
2011 Mısır: Devrimin ordu desteğiyle Mübarek’i indirişi. Aynı ordunun 2 sene sonra devrimcileri ve sivil hükümeti yıkması, ezmesi.
2011 Libya: Selefî mücahitlerle batıcı generallerin birlikte Kaddafi’yi indirişi. İç savaş bitince, yeni iç savaşta birbirlerinin üzerine yürümeleri.
2010’lar Türkiye: Türk sessiz devriminde Gülen’le Akp’nin Ergenekon koduyla eski egemenleri indirişi. Sonrasında sessiz devrimcilerin karşılıklı tasfiye sürecinde kılıçları çekmesi. Her üç örnekte de eskiyi indirenler, yenide birbirlerine karşı acil bir indirme-bindirme sürecine girdiler.
Baharın mütemmim cüzü haline gelen bu olay, geri addedilen/"Türkiye’yi model alsın” denilen ülkelerde değil, modelin kendisinde de yaşanmış oldu. Bu darbelerin ortaya çıkışında dış faktör, yani Amerika’nın iteklemesi mi daha baskındır? Yoksa turuncu devrimin-baharın doğası ille de bu darbeleri patlatacaktır?
Lideri alma tarzı turuncu devrimin-darbelerin ilki Sırbistan’dı. Yıl 2000. Miloseviç’i indiren turuncu devrimciler, batıyla yaptıkları-yapacakları yeni anlaşmalar zarfında, Miloseviç’ten farklıydılar. Onu indirip Lahey’e teslim etmek üzere anlaşmışlardı. Aşağı yukarı her turuncu devrimde-darbesinde bu yeni anlaşmalar, yeni koşullar masası açılır.
Türkiye’de de çok erken sayılabilecek bir tarihte, darbeden sadece 2-3 hafta sonra vaka gerçekleşti. Nato’ya selam çakan, “bizi Suriye’ye savaşa sokacaklardı” denilen darbecilerin darbesi kırılır kırılmaz, bu kez darbeyi kıranlar, ABD ile birlikte Suriye operasyonunu yapma hakkını ele aldı.
Yasin Şafak

1 Ekim 2016 Cumartesi

Siyonistseverler

Siyonist Peres’e Gözyaşı Döken Siyonistsever Lider ve İktidarlar
İslam ülkelerinin başında bulunan sözde lider ve iktidarların Siyonistlere olan aşk ve muhabbetini tarif edebilecek, yazıya dökebilecek, duygu, düşünce ve hislerini anlatabilecek, ne bir dil, ne bir cümle, ne bir kelime, ne de bir kalem vardır!
Öyle bir aşk ki; o aşkın ne bir benzeri ne de bir dengi vardır!
Geçmişten günümüze böyle bir aşka tanık olmadığımız gibi tarifi de mümkün olmayan bir aşktır bu!
Kara sevda mı, tutku mu, his mi, samimiyet mi, duygu mu, sadakat mi, bağlanma mı, duyuları yitirme mi, körelme mi?
Anlam veremediğimiz bir hissin harekete geçimi ve esir alması mı bilemedim gitti...
Sıradan bir aşk olmayıp tüm duyguları kontrol altına almış, beyni esir tutmuş, zihinlerini perdeleyip gözlerini köreltmiş, el ve ayaklarını felç etmiş, dillerini lal etmiş, hatta yaşamlarına son vermeye razı etmiş benzersiz bir aşk!
Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun ve tarihte masallara konu olmuş nice aşklar, bu aşkın yanında bir hiç ve kıyaslanması durumunda hakaret ve ihanet sayılabilen bir aşk!
Tarihte böyle bir aşka rastlamak imkânsız ve olanaksızdır.
Tabii böylesine ateşli ve ihtiraslı bir aşkın olamayacağını veya çok abarttığımızı düşünenler de olabilir.
İşte böyle düşünenler de bir kaç soru ile düşüncelerinden vazgeçecekler, hatta benim bu aşkı tarif etmemde ne kadar zayıf ve yetersiz olduğumu fark edecekler.
Siyonistlerin genelde dünya üzerindeki İslâm ülkelerine kazık atmadıkları sömürmedikleri bir ülke var mı? Yok...
Kendi çıkarları adına kullanmadıkları lider ve iktidar var mı? Yok...
Önce kahraman ilan edip sonra işleri bitince çöpe atmadıkları lider var mı? Yok…
Bir verip yüz almadıkları bir ülke var mı? Yok...
İslam ülkelerinin başına kendilerinin cevaz vermediği lider ve iktidarlara müsaadeleri var mı? Yok...
Lideri lidere düşman, kendilerine kul köle yapmadıkları var mı? Yok...
Ya da özelde Filistin ve Araplar noktasında bakacak olursak…
Filistin'in topraklarına konmadılar mı?
Filistin'i işgal etmediler mi?
Namuslarını paymal etmediler mi?
Namuslarını kirletmediler mi?
Çocuklarını öldürmediler mi?
Kadınlarının saçlarından tutup yerlerde sürüklemediler mi?
İhtiyar, çocuk ve sakatlarını kurşuna dizmediler mi?
Cezaevlerini Filistin topraklarında Filistinlilerle tıka basa doldurmadılar mı?
Ekili tarlalarına el koymadılar mı?
Onlara hayvan muamelesi yapmadılar mı?
Toplu katliamlar işlemediler mi?
Bunun gibi sayamadığımız ve hatta dile getirmeye utandığımız çirkeflikleri reva görmediler mi?
E bu yapılanlara rağmen Siyonistlere karşı duyulan aşk ve muhabbet daha da alevlenmedi mi?
Siyonistlere olan aşk daha da gözle görülür hale gelmedi mi?
Siyonistler daha da sevimli ve saygın hale getirilmedi mi?
Şimdi Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun'un aşkı İslâm ülkelerinin başında bulunan lider ve iktidarlarının Siyonistlere olan aşkının yanında bir hiç kalmaz mı?
Siyonistler öldürdükçe, işgal ettikçe, tecavüz ettikçe, onurlarını ayaklar altına aldıkça, hayvan muamelesine tabi tuttukça, kullanıp attıkça onlara olan bağlılığı, sadakati eksiltmek yerine; çoğaltmadı mı, sevdirmedi mi, gözlerini köreltmedi mi?
Şimdi nasıl bir aşk ve sadakat olduğunu anladınız galiba...
Yıllardır onlara zulmeden, hakaret eden, mallarını, canlarını, topraklarını, namuslarını, evlatlarını, evlerini, emeklerini, kendilerine helal kılan Siyonist rejimin elebaşlarından; cani, canavar, alçak, vampir, katil, Peres'in ölümünün ardından Mahmut Abbas'ın, Suudi Arabistanlı, Bahreynli yetkililer ve diğer köle ruhluların beyanat ve tavırları ne ile izah edilebilir?
Mahmut Abbas'ın “Peres'in ölümü bölge barışı için büyük bir kayıp” demesini mi, Peres'in kuyulanması sırasında iki gözünün iki çeşme gibi akmasını mı, hüzünlü olması, yas tutmaya çalışmasını mı, babasını kaybetmiş gibi derinlere dalmasını mı, hangisini, neyle izah edebiliriz?
Bahreyn iktidarının Allah'u Teâlâ'dan barış ve savaş insanı olarak tanımladıkları Peres'e rahmet dilemesini mi,
Suudi liderin zaten konuşacak ve üzüntüsünü dile getirebilecek mecalini kaybettiğini mi, neyi nasıl izah edelim?
Türkiye'den Sinirlioğlu'nun şerefli katılımını mı,
Irak Kürdistan'ının göz yaşartan tavrını mı?
Bunlar en ateşli ve tarif edilmemiş aşk değil de nedir?
Normal bir gözle baktığımızda Simon Peres katilinin ölümü, başta Filistin, Arap ülkeleri ve diğer İslâm ülkelerinde bayram coşkusu, her cami avlusunda ve İslamî derneklerde lokum dağıtmayı gerektirirken, İslâm ülkelerinin başındaki lider ve iktidarlar yas tutmuş, karalar bağlamış ve bu duruma üzülen birer ‘aşağıların aşağısı' olmuşlar, insanlıktan nasibi olmayan Peres'den daha aşağı bir konumuna düşmüşlerdir.
Cellâdına âşık, tecavüzcüsüne hayran ve bu halini değiştirmeye gayreti olmayanın bu durumu tarif edilmemiş bir tutku, bir bağlılık değil de nedir?
Peres'in ölümüne üzülen, ağlayan, ah çeken, rahmet dileyen, barış elçisi gören, dua eden, kuyulanması için Kudüs'e gidip iştirak eden, ismi, cismi, ırkı, dini, mezhebi, konumu, ülkesi, siyasi görüşü ne olursa olsun bizim nazarımız da Siyonist, halkların ve insanlığın düşmanı, ‘esfele safilin', onursuz ve kimliksizdirler. Birer köleden farksızdırlar.
Peres'in akıbetini şeker dağıtarak kutlayan İslâm İnkılâbı gençlerine selâm,
Cenaze törenine katılanlara da lanet olsun...
Bahir Aydın

Marx Neden Ateist Değildi?

Bilgi ile kanaat arasında neredeyse hiçbir sınır kalmadığı, kanaat teknisyenlerinin cafcaflı retoriği ile dört bir yandan çevrelendiğimiz şu zamanlarda, Karl Marx, başlıktaki soruyu bugün cevaplamak zorunda kalsa, homurdanarak herhalde şöyle derdi: “Gazete yorum sayfalarından uzak durmak için!”
Lakin ben iyi bir Marx öğrencisi değilim. 20 Mayıs tarihli Radikal’deki “Marx Neden Ateist Değildi?” başlıklı yorumu okuduktan sonra, bazı hususlarda bildirilmiş kanaatlerin izahatla düzeltilmesi gerektiğini düşündüm.
Önce şunu söyleyeyim: fikirlerle yaşamayı seçmiş insanların, uğraştıkları zanaata dair bir takım sorumlulukları olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu sorumluluklardan biri de, mesela gazete gibi bir ortamı kullanarak, ahaliye fikir arz etmeden önce, bu fikirler hakkında doğruluk, sarihlik, gerekçelendirilebilirlik gibi kıstaslarla kontroller yapmak olmalı. Atalay Girgin’in “Marx’ın ateist olmaması” ile ilgili aktardığı fikirlerin bu kıstasları sağlayamadığını, iyi temellendirilmemiş kanaatler olarak ahalide Marx’ın pozisyonu hakkında ciddi bir yanlış-tanıma etkisi yarattığını düşünüyorum.
Hedef Merak Uyandırmak
Fikirlerle yaşayan birinin kanaat tüketicileri piyasasına arz ettiği fikirlerle sansasyon ve heyecan hedeflemesi, kabul edilebilir gözükmüyor bana. Sol entelektüel üretim içinde modalaşan tabirle, “ezber bozmak” adına bir flaş haber veriliyor: Marx ateist değildi, yanlış biliyorsunuz! Bütün yorum, bu önermeyi gerekçelendirmeyi değil, manşetin merak uyandırıcı, şaşırtıcı biçimini güçlendirmeyi amaçlamış.
Girgin’in yazısında Andy Blunden’in aynı başlığı taşıyan makalesindeki argümanları arayıp durdum. Niye ateist değil? Makalenin reklâmı ve ezber bozmanın önemi dışında, bu argümanları bulamadım. Diğer yazıları ışığında da kendini sosyalist gören biri olduğunu düşündüğüm Blunden’in makalesini yine de sürprizler bekleyerek okudum.
Neyse ki karşıma, Marx’ın Yahudiliği ve masonik bağlantıları ile ilgili pespaye bir komplo analizi değil, benim bildiğim, kendine Marksist diyen hemen herkesin ayırdında olduğu bir temel argüman çıktı: Marx’ın, en açık hâliyle Alman İdeolojisi’nin iki cildinden takip edilebilecek “felsefe” eleştirisi, teolojik spekülasyonu ve çağdaşı olan Fransız ve Alman materyalizmini (ki Marx, ateist düşünceden, Hegel ilhamlı bu Hıristiyanlık eleştirisini anlıyordu) aynı düzlemde karşısına alır, daha devrimci, daha tarihsel, daha “bize dair” bir maddecilik adına... Kafayı Tanrı’nın varlığı ispatlarını yanlışlamakla bozmuş bir idealist maddecilik de, Marx’ın 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nın girişinde açıkça ifade ettiği gibi, teoloji gibi “bir başka soyutlama” biçimidir.
Ateizm Düşman Kardeşinin İdeolojik İkizidir
Tanrı’dan boşalan kutsallık tahtına "insan"ı oturtan, spekülatif bir uğraş olarak ateizm, düşman kardeşinin ideolojik bir ikizidir. Ateizmin felsefî pozisyonundan kutsadığı İnsan, somut insan yaşamlarını olumlayıcı, pratik bir insan felsefesinde yaşamaz, bir tür “negatif teoloji” ikonası hâline gelir.
Yani, Blunden’in Marx’tan sarih biçimde aktardığına göre, sosyalistlerin meselesi, örgütlü dinlerin sabit fikirleri ile felsefî düzlemde uğraşmak, dindarlığın her biçiminin uzlaşmaz düşmanlığını yapmak olamaz. Sosyalistler, insanı kucaklarken, teolojiden olduğu kadar idealist maddecilerin koltuk felsefesinden de kopar, fikirlerinin insana dairliğini dünya içindeki gerçek mücadeleler içinden çıkarırlar. Örgütlü din, muktedirlerin çıkarlarını kollamalarına, halkın da çıkarlarını yanlış tanımasına hizmet ettiği zaman devrimci eleştiri ve müdahalenin konusu olur.
Bu menzilde Marx ve Engels’te ziyadesiyle sert (özellikle “Hıristiyan Sosyalizmi” ucubesine karşı) ama somut bir ecclesia (kilise) eleştirisi vardır zaten, ki günümüzde AKP’nin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yahut Harun Yahyacılık gibi örgütlü dezenformasyon akımlarının, dini nasıl bir iktidar teknolojisi olarak kullandıklarının ifşaatı için ilham verici bir eleştiridir.
Sosyalistlerin Meselesi Din Düşmanlığı Değil
Marx’ın yine pek yanlış anlaşılmış meşhur “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesini hatırlarsak, sosyalistlerin meselesi, din düşmanlığı, toplumu dindarlıktan temizlemek değildir. Mücadele, bu dünyada ızdıraptan ızdıraba savrulanların kurtuluşu ölümden sonra arama ihtiyacını anlamsız kılacak, ızdırapsız bir dünya yaratmak için olmalıdır. Marx’ın makalesinden yapılan şu alıntıda “Yahudi” yerine “Hanefî”, “Şafî” vs. de koyabilirsiniz:
“Toplum Yahudiliğin ampirik varlığını, pazarlıkçı ticareti ve bunun ön koşullarını aşarak dönüştürmeyi başarır başarmaz, Yahudi imkânsız hâle gelir, çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur. Çünkü o vakit, Yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanîleştirilmiştir ve çünkü insanın bireysel-duyusal varoluşu ile türsel-varoluşu [gattungsexistenz] arasındaki çelişki aşılmıştır.”
Marx ateist değildi, biliyorduk. Reel sosyalist rejimlerde tektanrılı din kurumlarına karşı o ülkelerdeki “resmî Marksizm-Leninizm görüşü” ne olursa olsun. Ama teolojiye ihtiyacı olmayan bir devrimci olarak, onun Tanrı hipotezleri ile de işi olmazdı. Zira Marx filozof da değildi. Biliyor muyduk?