18 Ekim 2016 Salı

Yeni Hayat

Yeni Hayat, başında Nâzım Yoldaş’ın bulunduğu Türk komünistleri merkez komitesinin ekonomik ve toplumsal meseleleri ele alan yayın organının adıdır. Nâzım Bey, diğer Türk komünistleri ile birlikte, 29 Eylül 1921’de Kemal’in emri ile 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.
Ankara’daki Millet Meclisi hükümeti, partinin “Türk Halk Komünist Partisi” adı altında yeniden kurulmasına izin vermiştir. Partinin merkez komitesi haftalık yeni gazetesini çıkartmaya başlamıştır.
Yeni Hayat gazetesinin ilk sayısında şu yazılar yer almıştır:
“Hedefimiz” (başyazı), Antant Devletleri’nin İstanbul’u 16 Mart’ta İşgal Etmesi”, “18 Mart Paris Komünü”, “Kapitalizmin Dünya Krizi” (Varg’ın makalesinin çevirisi), “Sosyoloji, Fahişelik ve Onunla Mücadele” (Feminist Rus Kollontai’ın makalesinin çevirisi), “Frederic Engels’in Komünist Manifesto Projesi”.
Derginin bu “İçindekiler” kısmı onun yönelimini ele veriyor. Kanaatimizce “Hedefimiz” yazısından da bir alıntı yapmak faydalı olacak:
“Sonuç itibarıyla bir tarafta yaşlanmış hâliyle eski dünya, diğer tarafta da aydınlatan fikirlerin sunduğu yeni bir hayat. Biz hangi taraf için mücadele etmeliyiz?
Her ne kadar zor olsa da yürüteceğimiz çalışmanın konusunu dünyada yaşanan olayların analizi teşkil etmeli. Bu konu da kaçınılmaz olarak ekonomi ve ahlâk alanında tüm korkuları yaşamakta olan Ortadoğu ve yeni Türkiye olmak zorunda. Göreceğiniz üzere, bu yeni sayımızda materyalist öğretileri takdim ediyoruz.
Avrupa ve Amerika’da kapitalist dünyanın felâkete sürüklenmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bizler her daim Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve diğer ülkelerde emperyalizme karşı gerçekleştirilen ayaklanmalara sempatiyle yaklaşıyoruz, onları bu ülkelerin gelişimi için gerekli adil ve hukukî araçlar olarak görüyoruz. Bizim görevimiz, bağımsızlığı hedefleyen bu mücadeleleri desteklemek. Bu olayları ekonomik açıdan, eleştirel düzlemde ele almayı sürdürüyoruz. Yaşanan gelişmeleri halkımızın ufkunu genişletmek amacıyla ve dünya devriminin çıkarları adına Marksist açıdan inceliyoruz. Gazetemiz, sınıftaki yanlış anlamaları ortadan kaldırma, Ortadoğu ve bilhassa Türkiye’deki en büyük yanlışlardan birini giderme konusunda kararlıdır. Bu yanlış, halk adına hareket eden iktisadî örgütlenmelerin yokluğudur.
Yeni Hayat’ın 5 no’lu, 15 Nisan tarihli sayısında ayrıca Cenevre Konferansı’nda Türk komünistleri merkez komitesinin dünya proletaryasına ve komünist partilerine yaptığı çağrıyı da bulmak mümkün.
Novyi Vostok [Yeni Doğu] Cilt I
Revue du Monde Musulman, Aralık 1922, s. 209-10

AKP Şirket Gibi

Kitap çalışmasının nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız?
2012-2014 yılları arasında Kağıthane üzerine ve Türkiye’deki siyasi partilerle ilgili farklı araştırmalarda çalışmıştım. Bu sırada bazı soruların etkisi altındaydım: AKP’nin otoriter yönetim pratikleri daha da görünürleşmiş, neoliberal ekonominin yarattığı tahribatlar daha yakıcı bir hal almaya başlamıştı. Fakat AKP seçim süreçlerini atlatarak, bir şekilde toplumsal desteğini sürdürmeye devam ediyordu. Varolan açıklamaların kendisi de doyurucu cevaplar sunmuyordu. Bu nedenle, gölgede bırakılmış bir alana, yerel toplumsal ilişkilere ve sıradan partili aktörlere bakmanın daha açıklayıcı olabileceğini düşündüm. Sanayi Mahallesi gibi ücretli çalışanların yoğun olduğu, eski gecekondu ve işçi semtinde parti örgütlülüğünün izini sürmeye çalıştım.
Çalışmanızda Sanayi Mahallesi ve çevresinin siyasal-tarihsel arka planını anlatıyorsunuz. Nasıl bir değişim söz konusu?
Kağıthane 1990’lara kadar sol tabanın güçlü olduğu bir semtti. SHP’nin, yerel yönetimleri kazandığı ve yükselişe geçtiği yerlerden biriydi. Fakat beklenmedik biçimde, SHP’li kadroların deneyimsizliği ve politik kültüre hâkim burjuva rekabetçi anlayış nedeniyle Refah Partisi (RP) adayı çıkış yapmayı başarmıştı. RP’li belediye başkanı, o dönem yerel halka hitap ederken sol siyasal jargonu da kullanmıştı. “Halk meclisleri”, “seçtiklerini denetle”, “insan kardeşliği”, “hak”, “özgürlük” gibi söylemler bunun örnekleri arasındadır. Fakat sosyal demokrat kadrolar, Kağıthane Direnişi gibi eylemlilikler yaratsa da, hızlı biçimde tasfiye edildi. Ayrıca, zamanla RP içindeki liberallerin susturulması da sağ eğilimi belirginleştirdi. AKP’nin kurucu kadroları da bunun öncülüğünü yaptı. AKP döneminde mahallelerdeki sosyal politik atmosfer değişti. Daha önce merdiven altı denilen, tabelası olmayan ve illegal görülen İslami örgütlerin ve ağların büyük çoğunluğu bugün resmi bir çatı altında, vakıf adı altında yerellerde boy gösteriyor. Bunlar olurken muhalif siyasal çevreler, marjinal olarak kodlanıp meşrulukları sorgulanıyor.
Kentsel süreçler açısından nasıl bir değişim yaşandı?
Bu çok çarpıcı. Sanayi Mahallesi adını, oto sanayi sitesine ve fabrikalara yakınlığından dolayı almıştır. 2000’li yıllarda, sanayilerin İstanbul’un çevre bölgelerine taşınmaya başlamasıyla mahallenin çehresi değişti. Sanayi Mahallesi, bugün rezidansların, alışveriş merkezlerinin, büyük giyim mağazalarının arka bahçesi konumundadır. Aynı zamanda kentsel dönüşümü bölük pörçük ve sessiz sedasız yaşayan yerler arasındadır. 2015 yılında belediye meclisinde alınan kararla, Sanayi Mahallesi adının Sultan Selim olarak değiştirilmesi tesadüf değildir. Sanayi ismi, hem sınıfsal profili yansıtan hem de kentsel dönüşüm sürecinde pazarlama açısından demode bir isim olarak görülmektedir. Hem de Sultan Selim daha mezhepçi ve iktidarın kendisini daha rahat sembolize ettiği bir temsile sahiptir.
Kitabınızda, Sanayi’nin yeni müteahhitlerinden bahsediyorsunuz...
AKP döneminde, inşaat lokomotif sektör olarak kodlandı. Daha da önemlisi yeni yerel sermaye grupları yaratıldı. Kağıthane ve Sanayi Mahallesi’nde 2007’den sonra inşaat sektörüne atılanlar ya da faaliyet alanlarını geliştirenler bunun örnekleri arasındadır. Bu kesimler ‘yeşil sermaye’ ya da ‘tarikat sermayesi’nden başka bir grubu işaret ediyor. Esnaflık, mühendislik yapan ya da ticaretle uğraşan farklı meslek ve iş gruplarından gelenler için inşaat yeni bir iş faaliyeti oldu. AKP’nin ilçe yönetimi ya da belediye meclis üyeleri arasındaki bu kişiler, bölgedeki kentsel dönüşüm propagandasını ve faaliyetlerini yürütüyor.
Kitabınızda, “Parti, yerelde siyasetin kapsamını daraltıyor ve onu uzmanlık gerektiren bir iş olarak geniş kesimlerin yapamayacağı bir tanıma ve koşullara bağlıyordu. ‘Millet iradesi’yle ifadesini bulan oy vermek ve temsil siyaseti de bu yüzden biricikti” değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Partinin yerellerdeki gücünü oluşturan, bölge halkına ulaşmasını sağlayan partili aktivistlerin/aracıların nasıl mobilize olduğu sorusu önemli. Bu kesimler, siyasal faaliyetlerini, özgürleştirici bir anlayış ya da pratikle yapmıyorlar. Bir şirket gibi işleyen partide insanların CV’lerine bakılıyor, performansları değerlendiriliyor, yaptıklarını raporlamaları bekleniyor. Bu anlamda, bölge halkına taşıdıkları siyasetin kapsamı da çok dar. İnsanların hayatlarını ilgilendiren yakıcı konular, siyasetin dışına itiliyor. Siyaset, hizmete ve icraata indirgenirken, siyasal katılım da oy verme işlemine indirgeniyor. Çünkü kodladıkları siyaset kravatlı, takım elbiseli büyük adamların uğraşabileceği bir iş, ayrıca dış mihrakların ve çeşitli lobilerin karıştığı komplolarla dönen bir güçler savaşı. Buna göre “Ben sizin yerinize ve adınıza oradayım, gerekeni yaparım” deniliyor. Burada siyaset herkese açık olmayan, ekonomik ve kültürel başta olmak üzere sermayeler gerektiren ayrıcalıklı bir alan. Dolayısıyla temsil siyaseti içinde geniş halk kesimleri salt birer seçmene indirgeniyor. Millet iradesi de bu anlamda her şeyin üstünde bir güç olarak kutsanıyor ve aslında tahakküm aracına dönüşüyor.
Kadınların parti çalışmasına katılmaları ve parti içerisindeki konumları hakkında neler diyeceksiniz?
AKP kadınları mobilize etmeyi başaran ve kadın kollarının aktif olduğu bir parti. Parti ağlarıyla ev kadınları, yoksul kadınlar evlerinden çıkıp bambaşka bir dünyaya giriyorlar. Kadınlar kendi hayatlarını kısıtlayan, sınıfsal ve mekânsal sınırlardan sıyrılma fırsatı buluyor. Mahallelerinden çıkıyorlar, milletvekilleriyle tanışıyorlar, farklı konulara dair eğitimler alıyorlar. Parti örgütlülüğüyle, kendi potansiyellerini kullanabilecekleri kanallar ediniyorlar. Mesela bir ev kadını, “Eskiden evdeydim, oturuyordum. Şimdi kendimi daha çok işe yarar hissediyorum” demişti. Kadınlar kendilerine üniversiteli gibi bakıldığını ve toplumda daha saygın konumlara geçtiklerini düşünüyorlar. Fakat parti içindeki iktidar alanı yalnızca erkeklere açık. Karar alma mekanizmalarında, erkekler var ve yerel siyasette onların rekabet ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. Kadınlar muhafazakâr aile ve toplum değerleri izin verdiği ölçüde hareket ediyorlar.
Görüştüğünüz gençlerin AKP’ye bakışı nasıldı?
AKP onların gözünde modernist, kravatlı ve markalı bir siyaseti temsil ediyor. Mahalle gençleri için parti, geleceklerini kurgulayabilecekleri sınıfsal kısıtlarını aşıp, “büyük adam” olmalarını sağlayacak bir imkânlar ağı. Partili kimlikleriyle, sembolik düzeyde bile “iktidar”ı temsil etmenin onlara statü kazandırdığı anlaşılıyor.
AKP’ye katılan BBP ve MHP kökenli kişilerle de görüşmeleriniz var. Buna dair tespitiniz nedir?
Parti örgütü içinde MHP, BBP kökenlilerle birlikte SP ve HAS Partililer de vardı. Bu, AKP’nin muhafazakâr, İslamcı, milliyetçi cenahta irili ufaklı farklı siyasal grupları kendisine çektiğini, onlara hitap etmeyi başardığını gösteriyor. AKP’yi pek çok açıdan eleştirseler de partiyi destekliyorlardı. AKP’nin alternatif oluşumlara şans bırakmadığını, Erdoğan liderliğinin de düşman gördükleri cenah karşısında siyasi kıvraklıklara sahip olduğunu düşünüyorlardı.
AKP’nin semtteki Kürtlerle ilişkisine dair, “Partiye ikincil abi konumlarda dâhil olabilen Kürtlerinse, partiye sınıfsal, dinî, mezhepsel ve politik angajmanları sayesinde seçilmiş oldukları anlaşılmaktadır” diyorsunuz, bu tespite nasıl ulaştınız?
Benim çalışmayı yaptığım sırada AKP’nin Kürt sorununa bakışına dair olumlu bir tablo çiziliyordu. Oysa yerellerde, parti tabanının mesafeli bir tutumu vardı. Kağıthane’de hatırı sayılır bir Kürt nüfus vardı. Parti kademelerinin oluşumunda hemşerilik kriterine dikkat edilmesine rağmen parti kadroları arasında Kürtler görünür değildi. Üstelik mahalledeki Kürtlere dair sorularım dahi hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Partililer semtte yaşayan Kürtlerle ilgili sürekli örgüt üyesi ya da onlar ibarelerini kullanmışlardı. Kürt meselesini, terör sorunu olarak ifade etmişlerdi. Kürtlere, politik angajmanlarına göre makul ya da tehlikeli olarak bakılıyordu. Dinî kimliğiyle öne çıkarılan kesimlere “Kürt değil Hanefî olarak bakıyoruz” denilmişti. Partiyle ilişkilenebilen Kürtlerse partide iktidar alanının dışında, tali konumlarda yer alıyorlardı. Mahalle yönetimlerinde birkaç Kürt esnaf vardı. Belediye meclis üyeleri arasında Kürt yoktu, ilçe yönetiminde ise görünür değillerdi.
Kitabınızı şu ifadelerle bitiriyorsunuz: “Gözlerimizi dışarıda ve yukarıda duran bir iktidar anlayışından aşağıya çevirmek, iktidarın güç aldığı toplumsal ilişkilere ve bunların nasıl üretildiğine bakmak başka yereller için de bir öneri olabilir”
AKP ile ilgili iktidar kavrayışımız, hep üst düzey siyaset sınırları arasında kalıyor. Siyasetteki dönüşümün de yukarıdan gerçekleşeceğine dair zımni bir inanca bel bağlamış durumdayız. Oysa AKP’nin hâlâ ayakta kalmasının önemli nedenlerinden biri toplumsal alanda sağladığı desteğin ve değişimin kendisi. Dolayısıyla, iktidarın yeniden üretim dinamiğine yerellerden bakmak önemli görünüyor.
Son olarak ne diyeceksiniz?
AKP, İstanbul için düşünülecekse, yerel ağlarını sıkı tutmaya çalışan, gençlik ve kadın kollarıyla mahalle örgütlülükleri olan bir yapı. Karşımızda örgütlü bir yapı olduğunu görmemiz önemli. Bu açıdan, alerji haline gelmiş “örgütlü olma” kavramlarının yeniden düşünülmesi, alternatif-muhalif siyasal duruş ve hedefler için elzem duruyor.
Şerif Karataş

Çıkar Savaşı

Ortadoğu'da 3. dünya savaşı sürüyor. Adına “terör merör” diyorlar. Aslında korkunç bir paylaşım savaşı var. Üstelik taraflar belli değil. Her an her şekilde değişebiliyor.
Koca koca devletler; kendileri karşı karşıya gelmiyorlar. Arkadan destekledikleri örgütlerle, küçük devletlerle işi bitirmeye çalışıyorlar. Yani maşa kullanıyorlar. Ama her an maşaların arkasındaki ülkeler değişiyor. Değişmeyen tek şey, çıkar.
Ortadoğu'daki savaşa; kimi “din savaşı”, kimi “mezhep savaşı”, kimi “sınır savaşı”, kimi “demokrasi savaşı” diyor.
Yalan!
Savaşın adı çıkar savaşı…
Büyük devletler, küçük devletler, örgütler her biri kendi çıkarına koşuyor. Örgütler devletleri, devletler büyük devletleri, büyük devletler küçük devletleri, örgütleri kullandığını söylüyorlar. Yani kimin eli kimin cebinde belli değil.
Bu ortamda dava denilen bir şey yok. Ha birileri çıkar da “davamız şu” diyorsa hikâyedir.
Ortadoğu'daki petrol yatakları yarın kurusa, bir damla petrol akmasa, doğal gazların arkası gelmese, herkes tası tarağı toplar, çeker gider.
Ortadoğu’nun ırksal, mezhepsel, dinsel, ideolojik yapıları kendi davasında gibi görünüyor. Ama değil.
Bütün bu hengâmede olan çocuklara oluyor. Kadınlara oluyor. Savaşa girmeyen insanlara oluyor. Yani kabak yine garibanın başına patlıyor.
Ortadoğu'da yapılacak iş, savaşı körüklemek değil, herkesi barışa ikna etmek.
Özellikle bölge halklarını, örgütlerini, devletlerini... Nihayetinde yabancılar işgal güçleridir.
Mehmet Çoban

Nazım’a Vera Olmak

Nazım'a Vera olmak, Vera'ya Nazım olmak.
Tahir'e Zühre, Kerem'e Aslı, Mem'e Zin olmak,
Leyla'ya Mecnun, Şirin'e Ferhat, Arzu'ya Kamber olmak.
Söze his, hisse şiir olmak,
Evvela aşka müptela,
Aşka ait olmak
Sevdanın kara sıfatına layık olmak.
Sevdanın kara sıfatıyla karalanmak,
Baştanbaşa aşk olmak,
Aşkta anlam bulmak,
Aşkta sığınak bulmak,
Bütünüyle aşk olmak,
Aşk olmak, aşk olmak...
Nazım'a Vera olmak! Vera’ya Nazım olmak…
Nazım'ın Vera'sı,
Keremin Aslı'sı,
Kafka'nın Milena'sı,
Tahir'in Zühre'si olmak.
Aşka ait,
Aşkta saklı olmak, aşka bulaşmak,
Leyla'nın Mecnun'u,
Zin'in Mem'i,
Arzu'nun Kamber'i olmak,
Sevdaya avaz avaz mazhar olmak,
Aşkın doruklarında aşkı solumak,
His olmak,
Söz olmak,
Şiir olmak,
Aşk olmak, sevda olmak,
Evvela sevdanın kara sıfatına layık olmak.
Özde Nazım’a Vera olmak,
Mem’e Zin olmak,
Kafka’ya Milena olmak.
Fatma Turan

16 Ekim 2016 Pazar

Unutulan Mektup

Daha önceki iki yazımızda [Unutulmuş Köylüler, İşçiye Pasaport] Çarlık Rusya'sını hafızalarda tazeleyerek, dönemin koşullarını anlamaya ve hatırlamaya çalıştık. Aynı süreçte siyasi ortam nasıldı ve Marksistler ne konuşuyor, ne tartışıyordu?
Bu tartışma günümüz bakış açılarını da etkilediği için bu konuyu seçtik. Bu dönem aynı zamanda K. Marks’ın fikirlerinin Rusya'ya ulaşmaya başladığı yıllardı. Kapital’in ilk Rusça çevirisi 1872 yayımlandı ve tartışmalar da yoğunlaşmıştı. O dönem en çok tartışılan konu, Marksın önsözünde yazdığı “Değişmez bir zorunlulukla […] sanayi açısından daha gelişmiş bir ülke, az gelişmiş olana, ancak onun kendi geleceğinin bir resmini sunar."[1] tespitiydi.
Bu çok ciddi tartışmalara neden olmuştu ve bu tespite göre, sosyalist bir topluma ulaşmak için kapitalizmin bir ön aşama olarak zorunlu olduğuydu. Üretim araçlarının hızla gelişmesine bakarak, en az çalışmayla yeterli yaşam araçlarını sunan yeni bir toplum için gerekli olan nesnel temelleri kapitalizmin sunduğunu gösteriyordu. Böyle olması, özellikle Narodnikler açısından tam bir hayal kırıklığıydı. Bu Sosyalist toplumun ahlaki temelleri ve kurumlarını, Rus köylüsünün eşitlikçi ve kolektivist değerinde görmeyen ve yok sayan bir anlayıştı.
Eski bir Narodnik ve Çerny Peredel lideri olan G. Plehanov’un İsviçre'ye 1880 yılında gelmesiyle eski fikirleri de değişmeye başladı. Arkadaşı Vera Zazuliç'le Zemlya i Volya grubuna katıldı. Bu grupla 'şiddet' konusunda farklı düşünerek ayrıştı ve obşçina'nın toprağın paylaşılmasını talep eden Çerny Peredel grubunu kurdu.
K. Marks’ın fikirlerinden etkilenerek 1883 yılında bu grubun adını da değiştirerek Emeğin Kurtuluşu yaptı. Bu değişim sadece adla sınırlı değildi. Program da temel bir değişiklik gerçekleştirdi. Eşit toprak dağıtımını desteklemek yerine, tarımın sanayileşmesi ve devletleştirilmesini savunarak köylülüğü değil, az sayıdaki proleteryanın rolüne vurgu yaptı. Bu değişiklik Plehanov'un bir uçtan bir uca savrulmasıydı.
Bir süre K. Marks’ın Fransa köylüsünü önemsemeyen bakışını mekanik bir indirgemeci anlayışla Rusya koşullarına uygulamaya çalıştı. Sonra Plehanov, Rus köylü sınıfının küçük burjuva ve baştan aşağıya gerici bir sınıf olduğunu ve toptan yok edilmesi gerektiği kanısına vardı. Burada bir kez daha bu kanıya nasıl gelindiğinin devrimci hareketler açısından öneminin altını çizmek gerek.
Tartışmamızın esasını bu değişikliğe neden olan olguları incelemek ve yorumlamak teşkil edecektir. Birinci yazımızda Fransa köylüsünün özel mülkiyetçi olduğunu ve bununla Rus köylüsünün aynı kefeye koymanın yanlış olacağına değinmiştik. Katıksız kolektivist bir köylüyle özel mülkiyetçi köylüyü aynı kefeye koymak, iki farklı karakteri ve kültürü görmemektir. Ayrıca bu küçük bir ayrıntı değil, aksine tartışma da çok önemliydi.
Plehanov; Avrupalı sosyalistler arasında etkisi hızla yayılan ve K. Marks, F. Engels ve K.Kautsky'yle birlikte önde gelen önemli bir Rus teorisyeniydi. Bu durumu II. Enternasyonal'de saygınlık kazanmıştı. Plehanov temel tezini; Marksın o küçük alıntıdaki değerlendirmesine dayandırarak; Rusya’da sosyalist bir toplumun maddi ve kültürel temellerinin geliştirebilmesi için uzunca bir zamana ve kapitalist gelişme aşamasından geçmeye ihtiyaç ve böyle bir aşamanın yaşanması gerektiği olarak belirliyordu. Bu bakış II.Enternasyonal’i fazlasıyla etkilemişti. Bu kadar etkili olmasını sağlayan ise Plehanov ve Kautsky'nin ortak bir bakışa sahip olmasıydı.
Halbuki toplumsal süreçleri ekonomik ve kanunsal kalıplara sokmak hem dogma ve indirgemeci anlayışı geliştirmekte hem de Marksizmi kısırlaştırmaydı. Hal böyle olunca her yeni gelişme ve olguları yok sayarak bu dogmanın içine sokmaya çalışmak kanımca bugünümüze çok büyük bir zarar verdi.
"Plehanov çok sayıda Marksçı düşünceyi katı olduğu kadar basit de olan kaba formüllere indirgemiştir."[2] Yıllar sonra tarihsel bir olayı tekrar tartışmak durumundayız. Bu nedenle en ufak bir yanılsama ve önyargı yaratmamaya ve eldeki verileri objektif koşullarda ele almaya ve sormak istediğimiz soruları daha cesur sormaya ihtiyaç olduğu kanısından hareketle, devam edelim.
Plehanov’un geçmişte savunduğu görüşlere karşı bu kadar acımasızca saldırması doğru değildi, “bunu neden yapıyor?” sorusunu sormak gerekiyordu. 1884 tarihli "Fikir Ayrılıklarımız" adlı broşüründe Rusya'nın sosyalizme ulaşabilmeyi umut edebilmesi için önce kapitalizmin obşçina'yı ortadan kaldırması gerektiği ve öfkesini küçük burjuva ve idealist bulduğu Narodniklere yöneltmesi oldukça düşündürücüydü.
Tarihsel bir vaka da "Mektup" olayıdır. O tarihsel koşullarda bir fikrin daha da gelişmesi ve olgunlaşmasına yardımcı olmak varken, tam tersine dünya devrimci hareketini olumsuz anlamda etkiledi. Bu etkinin hâlâ kalıcı izler bıraktığına inandığım için bu konuyu tekrar gündeme taşıyarak, olayın tüm detaylarını verileriyle ele alarak objektif olmaya çalışacağız.
K.Marks, -ironiktir- söylenenin tam tersinin kastedildiği ifadesiyle, Rus Marksistlerin Rus köylü sınıfını ve obşçinayı küçük gören görüşlere katılmıyordu. Marks, Rusya'daki taraftarların Narodonik nefretini de paylaşmıyordu. Avrupa'daki kapitalizmin gelişmesi hakkındaki tahminlerinin mekanik olarak Rusya'ya uygulanabileceğine kesinlikle inanmıyordu.
Marks ölmeden iki yıl önce 1881 yılında Vera Zasuliç'e yazdığı bir mektupta, kapitalizm tam olarak ortaya çıkması için son derece gerekli olan' tarımsal üretimin' kamulaştırılmasının 'radikal bir şekilde' sadece İngiltere'de, bir ölçüde batı ülkelerinde gerçekleştiğini söyler. Mektubun devamında; "Dolayısıyla bu sürecin 'tarihsel kaçınılmazlığı' kesinlikle Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlıdır. […] Bu yüzden Kapital’de sunulan çözümleme kırsal komünün -obişçinanın- sürüp süremeyeceği konusunda nedenler göstermez, ama bununla ilgili yaptığım özel çalışma ve özgün kaynaklardan elde ettiğim veriler, bu komünün Rusya'da toplumsal canlanmanın dayanağı olduğuna beni ikna etmiştir, fakat böylesi bir işlev görebilmesi için en başta her taraftan ona hücum eden zararlı etkilerin ortadan kaldırılması gerekir, ancak o zaman onun için gerekli olan içsel gelişmenin normal şartları sağlanmış olur."[3]
Marks'ın daha ayrıntılı açıkladığı bu görüşe göre, toprağın ortak mülkiyetine dayanan yeni toplum özünü oluşturabilir ve obşçina başlangıç noktası olabilir diyor. Bu fikri kabul etmeyen Plehanov ve Kautsky, ısrarla "tarihsel kaçınılmazlığı" İngiltere ve gelişmiş Avrupa ülkeleri için söylenmesine rağmen katı ekonomik şemada ısrar etmiş, hatta bu ısrarlarını tamı tamına 43 yıl sürdürmüşlerdir, tam 43 yıl Marks’ın fikirlerine sansür uygulamışlardır. Rus devriminde bu katı bakışın zararı oldukça net olarak ortaya çıkacak mıydı? Bu soruyu kısaca ele almaya ve tartışmaya devam edelim.
Rus Marksistleri bu şematik aşamacı ve kalkınmacı anlayıştan oldukça etkilendi ve buna göre şekillendiler. Köylülüğe bu önyargılı katı bakış hem var olan obşçinaköy komün potansiyelini doğru ve kendine özgü değerlendirmeyi engelledi hem de işçi sınıfının en yakın temel müttefiklerinden biri olan köylülüğü ve Narodnikleri yok saydı.
Tek bir ülkede yeni bir toplum deneyi daha baştan kendi içinde zaaflarıyla yol almak durumunda bırakıldı? 3 Mart 1918[*] tarihinde Almanlarla Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı, buna karşı olan Sol Sosyalist Devrimciler-SR Bolşeviklerle ittifaktan çekildi. Akla devrimin temel gücü köylülüğü temsil eden sol sosyalist devrimcilerin böyle kolayca kaybedilmesi devrim güçlerini zayıflatmış ve yeni toplumun inşa süreçlerinde sosyalist topluma dayanak olan köylülük tam tersi 'küçük burjuva' ve 'yok edilmesi gereken düşman' görülerek çok ciddi bir yanılsama ve hata yapılmıştı.
Zaten bir zaman sonra bu bakış Stalin'in hızlı kollektivizasyon politikasıyla hayata geçirildi ve köylülük bir şekilde ezilerek sanayi toplumu kuruldu.
Tevfik Özkorkmaz
16.10.2016
Dipnotlar
[*] 3 Mart 1918 tarihinde Rusya ile Almanı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı arasında imzalanmıştı. İttifak Devletleri yenilmesi üzerine geçersiz kalmış bir barış antlaşmasıdır.
[1] Devrimci Halk Hareketleri Tarihi / 1905-1917'ye Rus Devrimleri, s. 57, Murray Bookchin. Dipnot Yay.
[2] A.g.e., s. 60.
[3] A.g.e., s. 61.

13 Ekim 2016 Perşembe

Kamuoyuna Açıklama

Kamuoyuna Açıklamam: Hak, Adalet, Kardeşlik, Barış İstemek Suç mu?
Bugün Kocaeli Valiliği tarafından tarafıma tebliğ edilen bir yazıyla memuriyetten açığa alındığım bildirilmiştir. Geçen gün Facebook sayfamda bir paylaşım yapmıştım. 1 Eylül 2015 barış gününde İstanbul Avcılar'da Barış annelerinin düzenlediği “anneler ağlamasın” adlı barış çağrısı eyleminde çekilmiş, ölen PKK'lı da olsa asker de olsa ağlayanın analar olduğunu anlatan bir fotoğrafın altına,
"Bu fotoğrafa bakıp niye bu savaşın bitirip tüketmekten başka anlamı olmadığını anlarsınız.
Analar aynı, bayraklar farklı!
Ölünce farkımız kalmıyor birbirimizden!
Çocuklarımızın tabutu yan yana duracağına, dirisi yan yana dursun, eşitçe, kardeşçe ve omuz omuza!” diye yazmıştım.
Bunun üzerine hakkımda bir linç kampanyası başlatıldı. Vermek istediğim barış mesajı yerine anlamak istedikleri üzerinden bir yaygara ürettiler. Bana suç duyurusu yapana ben suç duyurusu yaptım, çünkü ben düşünce özgürlüğü içinde fikir açıkladım, onlar iftira ve hakaret etti. Hakkımda Kocaeli Kamu Hastaneler Birliği’nin başlattığı soruşturma sonrası, savunmam dahi alınmadan Valilik tarafından açığa alındığım bildirildi.
Benim paylaşımımda suç bulunduğunu söylemek, evrensel tüm hukuk metinlerini ters yüz etmektir, insan aklına ihanettir. Hak, adalet, demokrasi ve barış istemek suç mu? “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” isteğinin neresinde suç buldunuz? Bunca demokrasi nöbetinden çıkan sonuç bu mu? İnsanların ölmemesini, anaların ağlamamasını isteyen bir metinden suç çıkarabiliyorsanız, orada çiviler çıkmıştır. Güç, hukuk değildir.
Hakkı, adaleti, barış talebini dillendirdiğim için bu karar alınmıştır. Hayatımın büyük bölümünde demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesi verdim. Her adalet ve barış mücadelesine destek verdim, kimliğine bakmaksızın mazlumlarla dertlendim, zulüm içeren kararları hep eleştirdim. Bu kararla boyun eğeceğimi sanan varsa yanılır. Bu hukuksuz karara karşı mücadele edeceğim ve sonuç ne olursa olsun ilkelerimden vazgeçmeyeceğim.
“Hakkın söylenmesini rızkı keserek sağlayalım” diyene cevabım şudur. Asıl ben hak bildiğimi söyleyemediğim zaman yaşayamam. Kamu idaresi adına bu karara atılmış imza, nezdimde sadece ve sadece haksızlık, hukuksuzluktur. Dünya fanidir, hesap günü çok ağırdır, unutmayınız.
İnsan hakları mücadelem her hâl ve şartta devam edecektir. Mallar ve canlar ile sınandığımda ve üzücü sözler işittiğimde bana düşecek olan, sadece hak üzerine sabır, sebat ve mücadeledir.
Saygılarımla

16. Türk Devletinin 0.1 Sürümü

Kurucu babalar, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini, İslam’ın devletleştirilmesi (buna laiklik adını verdiler), Kürtlerin bastırılması ve asimilasyonu, Hristiyan azınlıkların tasfiyesi kaideleri üstüne inşa ettiler.
Hristiyan azınlıklar, hızlı işleyen bir süreçte yeni devletin hükümranlık alanından büyük ölçüde tasfiye edildiler. Arda kalan son derece az bir nüfus yoğunluğu da her türlü hakları elinden alınmış olarak etkisizleştirildi.
Yeni devletin ‘Türk’ milleti temelli inşası süreci, ideolojik referanslarını da Türklük efsanelerinde buldu. Bu gelişmenin yanısıra İslam da yeni devletin bir kurumu olarak yukarıdan aşağı biçimlendirildi. Osmanlı bakiyesi İslamî elitler artık iktidarın çeperlerine itilmişlerdi. Ve onlara ve etki alanlarına artık, ancak sosyal uyanışın bastırılması gereken kritik dönemlerde ihtiyaç duyulacaktı. Bu süreçte, politik İslam bir yandan devlet operasyonlarının yan unsuru olarak sosyal uyanışa karşı pozisyon alırken, diğer yandan devlet kadroları ve kurumlarında, siyaset alanında etki alanlarını genişletmeye yönelik olarak -ideolojik vasattan da güç alarak- örgütlendiler.
Kürtler, kendilerine dayatılan çerçeveye yönelik itirazlarını birçok kez isyanlarla ya da legal siyaset alanında yaptıkları çıkışlarla ifade ettiler. Karşılığı şiddet, yok sayılma ve asimilasyon politikaları oldu.
2000’lere gelindiğinde, artık bu terazi bu sıkleti çekemez olmuştu. Kürtler varlıklarının ve siyasî ve kültürel haklarının anayasal bir statüye kavuşturulmasını talep ediyorlar. 1923 çerçevesini zorluyorlar.
Modern(!) İslamî elitler koalisyonu 2002’de toplumsal ideolojik vasatın da yoğun desteği ile eskimiş rejimin bir kısım mağdurlarını da arkasına alacak etkili manevralarla AKP şahsında iktidarı ele geçirdiler.
Yeni Devlet…
17. Türk devletinin inşası sürecini yaşıyoruz. Belki de daha doğru bir deyimle 16. Türk devletinin 0.1 sürümünün inşası sürecini. Eski rejim sahipleri, büyük ölçüde tasfiye edildiler. Kalanlar ise politik İslam’ın ideolojik referansları ve tahakkümü altında Saray iktidarı ile bütünleşmiş görünüyorlar. Saray ise devletin kimi tabularıyla -örneğin Kürt politikasının tasfiyesi ve yok sayılması- temelinde uzlaşmış görünüyor.
Bütün devlet kurumları, eğitim başta olmak üzere yargı, emniyet ve askerî bürokrasi, İslam’ın bir mezhebinin mensupları tarafından yeniden kurgulanıyor. Devlet ideolojisi, fiilen ve resmen adım adım dinselleştiriliyor. Yeni iktidar sahipleri Diyanet İşleri Başkanlığı şahsında devletleştirilen ‘devlet’ İslam’ını devraldı, bu kurumu devletin temel kaidesi haline getirmeye, etki alanını sınırsızlaştırmaya uğraşıyor.
Parlamento alanında MHP yedeklenmiş, CHP tabiatına uygun olarak ‘devlet çıkarları temelinde’ büyük ölçüde paralize edilmiştir. HDP, bütün nefes boruları ve halka seslenme imkânları elinden alınarak köşeye sıkıştırılmış, kadrolarına ve üyelerine yönelik gözaltı ve tutuklama girişimleri ile siyaset alanının dışına itilmeye çalışılmaktadır.
Demokrasi ve özgürlük yanlısı laisist muhalefet hiçbir kural tanınmadan bütün renkleriyle, medyasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, akademisyenleri, öğretmenleri, memurları, yazarları ve sanatçılarıyla yok edilmek istenmektedir. Medya organlarına işletmelere ve yerel yönetimlere kayyım atanmaktadır. Siyaset alanı çapaklarından arındırılarak tekelleştirilmekte, iktidar dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istemektedir.
İktidar sahipleri, bugüne kadar gerek muktedirler arasındaki çatışmalardan doğan, gerekse de etkin muhalif çıkışlardan -Gezi ve Kürt direnişi- oluşan ciddi badireleri başarıyla atlatmış görünüyor.
Saray iktidarını diktatoryal amaçları doğrultusunda konsolide ederken, dev güçler arasındaki uluslararası hegemonya mücadelesinin yarattığı manevra alanını etkin bir pragmatizmle lehine kullanmayı becerebilmektedir. Kimi zaman ABD’yi dikkate alarak Rusya’yı; Rusya’yı hesaba katarak ABD’yi kollamakta ve böylece bu tehlikeli sularda sörf yapmayı -iktidarı için en büyük tehlikenin de emperyal güçlerin arasındaki çatışmaların giderek sertleşmesi olduğunun da altını çizmek gerekir- becerebilmektedir. Dönülmez denilen keskin virajları alabilmekte, bir günün Esed’i daha sonra Esad, ‘öldürmeyi iyi bilen İsrail’i’ dost olabilmektedir. IŞİD’i desteklemekten ‘DAEŞ’e karşı silahlı operasyonlara geçebilmektedir.
İktidar, üretime dayanan ciddi bir sosyal uyanışla da karşılaşmıyor olması ya da o gelişmeyi engelleyici ekonomik, sendikal ve politik anti-demokratik polisiye tedbirleri alıyor olması dolayısıyla da rahat bir durumdadır.
İktidar, dayandığı kadroların yetersizliği, güvenilmez müttefikler, uluslararası camiada giderek büyüyen olumsuz algısı, küçük de olsa bir türlü bastırılamayan aktif ve potansiyel muhalefet odakları dolayısıyla zorluklar içerisindedir aynı zamanda. Ancak rüzgâr hâlâ ondan yana esmektedir, seçmen desteği devam etmektedir ve inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutmaktadır. Diktatörlük rejimi büyük ölçüde inşa edilmiştir.
Elde Ne Var?
-Parlamento alanında Bir kısım CHP milletvekilinden ve HDP’den oluşan, etkinliği sınırlanmış sesi duyulamayan bir muhalefet.
-Bastırılamayan Kürt talepleri.
-Büyük baskılarla işinden gücünden atılan ya da atılma tehdidi altındaki akademisyen, sanatçı, gazeteci ve yazarlar.
-Dar bir militan kitlesine, harekete geçirme becerisine sahip sivil toplum örgütleri ve bir kısım sendikalar.
-Yine kitlesel temsiliyeti sınırlı genç aktivistler.
-Yine yoğun baskılar altında sesleri boğulmaya ve kürsüleri elinden alınmaya çalışılan sosyalist parti ve kuruluşlar…
O Zaman Ne Yapılacak?
Öncelikli olarak bu tabloyu önümüze koymak; demokrasi, özgürlük ve laiklik için mücadelenin uzun soluklu olacağını kabul etmek gerekiyor.
Hemen ardından her ne kadar ihtimal dâhilinde olsa bile emperyal güç çatışmaları arenasında bir emperyal odak tarafından bu iktidarın tasfiye edilmesi beklentisinden uzaklaşmak gerekiyor. Birincisi ilkesel olarak, ikincisi bu tür bir tasfiye sürecinin daha anti demokratik süreçleri tetiklemesinin kaçınılmaz olması bakımından…
Üçüncüsü, ekonomik kriz beklentilerine bel bağlamaktan ve “Gezi gelecek dertler bitecek” hayalinden…
Gerisini bilahare tartışalım...
Çok mu karamsar bir yazı oldu?
Cengizhan Güngör