13 Ekim 2016 Perşembe

Kamuoyuna Açıklama

Kamuoyuna Açıklamam: Hak, Adalet, Kardeşlik, Barış İstemek Suç mu?
Bugün Kocaeli Valiliği tarafından tarafıma tebliğ edilen bir yazıyla memuriyetten açığa alındığım bildirilmiştir. Geçen gün Facebook sayfamda bir paylaşım yapmıştım. 1 Eylül 2015 barış gününde İstanbul Avcılar'da Barış annelerinin düzenlediği “anneler ağlamasın” adlı barış çağrısı eyleminde çekilmiş, ölen PKK'lı da olsa asker de olsa ağlayanın analar olduğunu anlatan bir fotoğrafın altına,
"Bu fotoğrafa bakıp niye bu savaşın bitirip tüketmekten başka anlamı olmadığını anlarsınız.
Analar aynı, bayraklar farklı!
Ölünce farkımız kalmıyor birbirimizden!
Çocuklarımızın tabutu yan yana duracağına, dirisi yan yana dursun, eşitçe, kardeşçe ve omuz omuza!” diye yazmıştım.
Bunun üzerine hakkımda bir linç kampanyası başlatıldı. Vermek istediğim barış mesajı yerine anlamak istedikleri üzerinden bir yaygara ürettiler. Bana suç duyurusu yapana ben suç duyurusu yaptım, çünkü ben düşünce özgürlüğü içinde fikir açıkladım, onlar iftira ve hakaret etti. Hakkımda Kocaeli Kamu Hastaneler Birliği’nin başlattığı soruşturma sonrası, savunmam dahi alınmadan Valilik tarafından açığa alındığım bildirildi.
Benim paylaşımımda suç bulunduğunu söylemek, evrensel tüm hukuk metinlerini ters yüz etmektir, insan aklına ihanettir. Hak, adalet, demokrasi ve barış istemek suç mu? “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” isteğinin neresinde suç buldunuz? Bunca demokrasi nöbetinden çıkan sonuç bu mu? İnsanların ölmemesini, anaların ağlamamasını isteyen bir metinden suç çıkarabiliyorsanız, orada çiviler çıkmıştır. Güç, hukuk değildir.
Hakkı, adaleti, barış talebini dillendirdiğim için bu karar alınmıştır. Hayatımın büyük bölümünde demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesi verdim. Her adalet ve barış mücadelesine destek verdim, kimliğine bakmaksızın mazlumlarla dertlendim, zulüm içeren kararları hep eleştirdim. Bu kararla boyun eğeceğimi sanan varsa yanılır. Bu hukuksuz karara karşı mücadele edeceğim ve sonuç ne olursa olsun ilkelerimden vazgeçmeyeceğim.
“Hakkın söylenmesini rızkı keserek sağlayalım” diyene cevabım şudur. Asıl ben hak bildiğimi söyleyemediğim zaman yaşayamam. Kamu idaresi adına bu karara atılmış imza, nezdimde sadece ve sadece haksızlık, hukuksuzluktur. Dünya fanidir, hesap günü çok ağırdır, unutmayınız.
İnsan hakları mücadelem her hâl ve şartta devam edecektir. Mallar ve canlar ile sınandığımda ve üzücü sözler işittiğimde bana düşecek olan, sadece hak üzerine sabır, sebat ve mücadeledir.
Saygılarımla

16. Türk Devletinin 0.1 Sürümü

Kurucu babalar, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini, İslam’ın devletleştirilmesi (buna laiklik adını verdiler), Kürtlerin bastırılması ve asimilasyonu, Hristiyan azınlıkların tasfiyesi kaideleri üstüne inşa ettiler.
Hristiyan azınlıklar, hızlı işleyen bir süreçte yeni devletin hükümranlık alanından büyük ölçüde tasfiye edildiler. Arda kalan son derece az bir nüfus yoğunluğu da her türlü hakları elinden alınmış olarak etkisizleştirildi.
Yeni devletin ‘Türk’ milleti temelli inşası süreci, ideolojik referanslarını da Türklük efsanelerinde buldu. Bu gelişmenin yanısıra İslam da yeni devletin bir kurumu olarak yukarıdan aşağı biçimlendirildi. Osmanlı bakiyesi İslamî elitler artık iktidarın çeperlerine itilmişlerdi. Ve onlara ve etki alanlarına artık, ancak sosyal uyanışın bastırılması gereken kritik dönemlerde ihtiyaç duyulacaktı. Bu süreçte, politik İslam bir yandan devlet operasyonlarının yan unsuru olarak sosyal uyanışa karşı pozisyon alırken, diğer yandan devlet kadroları ve kurumlarında, siyaset alanında etki alanlarını genişletmeye yönelik olarak -ideolojik vasattan da güç alarak- örgütlendiler.
Kürtler, kendilerine dayatılan çerçeveye yönelik itirazlarını birçok kez isyanlarla ya da legal siyaset alanında yaptıkları çıkışlarla ifade ettiler. Karşılığı şiddet, yok sayılma ve asimilasyon politikaları oldu.
2000’lere gelindiğinde, artık bu terazi bu sıkleti çekemez olmuştu. Kürtler varlıklarının ve siyasî ve kültürel haklarının anayasal bir statüye kavuşturulmasını talep ediyorlar. 1923 çerçevesini zorluyorlar.
Modern(!) İslamî elitler koalisyonu 2002’de toplumsal ideolojik vasatın da yoğun desteği ile eskimiş rejimin bir kısım mağdurlarını da arkasına alacak etkili manevralarla AKP şahsında iktidarı ele geçirdiler.
Yeni Devlet…
17. Türk devletinin inşası sürecini yaşıyoruz. Belki de daha doğru bir deyimle 16. Türk devletinin 0.1 sürümünün inşası sürecini. Eski rejim sahipleri, büyük ölçüde tasfiye edildiler. Kalanlar ise politik İslam’ın ideolojik referansları ve tahakkümü altında Saray iktidarı ile bütünleşmiş görünüyorlar. Saray ise devletin kimi tabularıyla -örneğin Kürt politikasının tasfiyesi ve yok sayılması- temelinde uzlaşmış görünüyor.
Bütün devlet kurumları, eğitim başta olmak üzere yargı, emniyet ve askerî bürokrasi, İslam’ın bir mezhebinin mensupları tarafından yeniden kurgulanıyor. Devlet ideolojisi, fiilen ve resmen adım adım dinselleştiriliyor. Yeni iktidar sahipleri Diyanet İşleri Başkanlığı şahsında devletleştirilen ‘devlet’ İslam’ını devraldı, bu kurumu devletin temel kaidesi haline getirmeye, etki alanını sınırsızlaştırmaya uğraşıyor.
Parlamento alanında MHP yedeklenmiş, CHP tabiatına uygun olarak ‘devlet çıkarları temelinde’ büyük ölçüde paralize edilmiştir. HDP, bütün nefes boruları ve halka seslenme imkânları elinden alınarak köşeye sıkıştırılmış, kadrolarına ve üyelerine yönelik gözaltı ve tutuklama girişimleri ile siyaset alanının dışına itilmeye çalışılmaktadır.
Demokrasi ve özgürlük yanlısı laisist muhalefet hiçbir kural tanınmadan bütün renkleriyle, medyasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, akademisyenleri, öğretmenleri, memurları, yazarları ve sanatçılarıyla yok edilmek istenmektedir. Medya organlarına işletmelere ve yerel yönetimlere kayyım atanmaktadır. Siyaset alanı çapaklarından arındırılarak tekelleştirilmekte, iktidar dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istemektedir.
İktidar sahipleri, bugüne kadar gerek muktedirler arasındaki çatışmalardan doğan, gerekse de etkin muhalif çıkışlardan -Gezi ve Kürt direnişi- oluşan ciddi badireleri başarıyla atlatmış görünüyor.
Saray iktidarını diktatoryal amaçları doğrultusunda konsolide ederken, dev güçler arasındaki uluslararası hegemonya mücadelesinin yarattığı manevra alanını etkin bir pragmatizmle lehine kullanmayı becerebilmektedir. Kimi zaman ABD’yi dikkate alarak Rusya’yı; Rusya’yı hesaba katarak ABD’yi kollamakta ve böylece bu tehlikeli sularda sörf yapmayı -iktidarı için en büyük tehlikenin de emperyal güçlerin arasındaki çatışmaların giderek sertleşmesi olduğunun da altını çizmek gerekir- becerebilmektedir. Dönülmez denilen keskin virajları alabilmekte, bir günün Esed’i daha sonra Esad, ‘öldürmeyi iyi bilen İsrail’i’ dost olabilmektedir. IŞİD’i desteklemekten ‘DAEŞ’e karşı silahlı operasyonlara geçebilmektedir.
İktidar, üretime dayanan ciddi bir sosyal uyanışla da karşılaşmıyor olması ya da o gelişmeyi engelleyici ekonomik, sendikal ve politik anti-demokratik polisiye tedbirleri alıyor olması dolayısıyla da rahat bir durumdadır.
İktidar, dayandığı kadroların yetersizliği, güvenilmez müttefikler, uluslararası camiada giderek büyüyen olumsuz algısı, küçük de olsa bir türlü bastırılamayan aktif ve potansiyel muhalefet odakları dolayısıyla zorluklar içerisindedir aynı zamanda. Ancak rüzgâr hâlâ ondan yana esmektedir, seçmen desteği devam etmektedir ve inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutmaktadır. Diktatörlük rejimi büyük ölçüde inşa edilmiştir.
Elde Ne Var?
-Parlamento alanında Bir kısım CHP milletvekilinden ve HDP’den oluşan, etkinliği sınırlanmış sesi duyulamayan bir muhalefet.
-Bastırılamayan Kürt talepleri.
-Büyük baskılarla işinden gücünden atılan ya da atılma tehdidi altındaki akademisyen, sanatçı, gazeteci ve yazarlar.
-Dar bir militan kitlesine, harekete geçirme becerisine sahip sivil toplum örgütleri ve bir kısım sendikalar.
-Yine kitlesel temsiliyeti sınırlı genç aktivistler.
-Yine yoğun baskılar altında sesleri boğulmaya ve kürsüleri elinden alınmaya çalışılan sosyalist parti ve kuruluşlar…
O Zaman Ne Yapılacak?
Öncelikli olarak bu tabloyu önümüze koymak; demokrasi, özgürlük ve laiklik için mücadelenin uzun soluklu olacağını kabul etmek gerekiyor.
Hemen ardından her ne kadar ihtimal dâhilinde olsa bile emperyal güç çatışmaları arenasında bir emperyal odak tarafından bu iktidarın tasfiye edilmesi beklentisinden uzaklaşmak gerekiyor. Birincisi ilkesel olarak, ikincisi bu tür bir tasfiye sürecinin daha anti demokratik süreçleri tetiklemesinin kaçınılmaz olması bakımından…
Üçüncüsü, ekonomik kriz beklentilerine bel bağlamaktan ve “Gezi gelecek dertler bitecek” hayalinden…
Gerisini bilahare tartışalım...
Çok mu karamsar bir yazı oldu?
Cengizhan Güngör

Bob Avakyan Eleştirisi -VI

“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi
Bob Avakyan’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmıştır: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong. Avakyan, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya geçiş yapmak istiyorum” der ve sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici faaliyetine itiraz eder. (Avakyan söylemez ama Lerner, Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı faaliyetler içerisindedir aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır. Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak tanımlar. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur. Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)
Avakyan, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte birini) Lerner’in Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak [The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the Religious Right] isimli çalışmasına ayırır.[1] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla, bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakyan, Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160), ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.
Avakyan’a göre, Lerner, “kapitalizmin temel çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır: “örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere “adil ücret” vermelerini, pazarda mal satanlara ise “adil fiyat” belirlemelerini emrettiğinden bahsetmektedir. “[…] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı ifade eden ana özelliklerden biridir.”[2]
Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden ilkelerdir, bunlar dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır.” demektedir. Avakyan, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakyan tarafından hâlâ açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)
Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini” söyler. Buna karşılık Avakyan “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu, Avakyan’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir yaklaşımdır (s. 189).
Bu sebeple Avakyan, belli bir yere kadar Devrimci Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan, Avakyan’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.
Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus, dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadır. Oysa Avakyan, (henüz tanımladığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.
Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması
Son olarak Avakyan, Armstrong’un Kısa Bir Mit Tarihi [A Short History of Myth] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin niteliğine dair yorumunu sorgular.[3] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir görüş kazandırmaktadır.”[4] Armstrong’un kitabı Yontma Taş Çağı’nda avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar, devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.
Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik, kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “bizler mit üreten yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)
Ne var ki Avakyan, Armstrong’un “mitik inanç eskiden bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla” eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist gibi, Avakyan’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı? Avakyan, Tüm Tanrılardan Kurtulun [Away With All Gods] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun olurdu.
Sonuç bölümünde Avakyan, evrim teorisinin doğru olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra bu ülkelerde insanlar akın akın neden dinî hareketlere koştu? İnsanlara ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden işlemiş olabilir mi?
Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek
Avakyan, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç ikna edici değil.
Devrimci Komünist Partisi Avakyan’ın “takdir, terfi ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtma yönünde, misyonerlere has bir çaba içerisinde. Tahminimce onun ileride nasıl biri hâline geleceğini göreceğiz.
Belki de günün sonunda Avakyan, Armstrong’un “bir mit doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.
Ben Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen kurtarıcılardan da kurtulalım.”
Pavel Andreyev
[1] New York: HarperCollins, 2006
[2] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164
[3] Edinburgh: Canongate Books, 2005
[4] Armstrong, s. 10

11 Ekim 2016 Salı

Kerbela

Bugün Kerbela’nın yasını değil, gururunu, onurunu yaşama günüdür.
Zulme, barbarlığa, insanlığın yok edilişine karşı çocuk, bebek, kadın, 72 kişiyle sadece ölümü bile bile zulme karşı isyanın yıldönümüdür.
Emevi zihniyetiyle İslam özünü kaybederken, Hüseynî duruşla İslam’ın tekrar yeşerdiği Muhammed’in, Ali’nin, Selman’ın, Ebuzer’in mücadelesinin arşa çıktığı yerdir Kerbela.
Neden Ehlibeyt’in kurtuluş gemisi olduğunu anlamada en önemli olaylardan biridir o.
Kerbela, sadece Alevi-Şiilerin değil, hangi etnik köken, mezhep, din olursa olsun, bütün mazlum halkların ezilmiş, ötekileştirilmiş insanların sesidir.
Ehlibeyt’i canice katlettikten sonra Muhammed’in ailesine salavat getirip namaz kılanlar, bugün yine Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta “Heyhat minel zille” diyenleri Yezit’i aratmayacak bir zulümle katletmeye devam ediyor.
Fakat bizim tarihimizde Hüseyin, Zeynep, Ali Asğar’ın duruşunun onuru olursa, yezitler hiçbir zaman ne bu dünyada ne de diğer dünyada rahat nefes alacaktır.
Kerbela’yı anlamak, kan-yaş dökme, yas tutma değil, Hüseyin gibi, en zor zamanda bile zulme karşı mücadeleyi bırakmama günüdür.
İşte dünya tarihindeki en anlamlı, en onurlu bu isyan, İslam’ın gerçek özünü yansıtan ve insanlığa miras kalan en büyük değerlerden biridir.
Hüseyin Güven

Ceviz Mevsimi

Bu gece yarısı var dolunayın.
Düşünüyorum da
düşlerimde andığım her şey,
zaten biraz yarım.
Biraz mı dedim?
Çok yarım,
elektriğin henüz gitmediği yerler gibi yani.
Yarım,
karanlık
ve çok.
Tek bir ışık bile tamamlamıyor yarım karanlığı
yarım kalıyor bi sokağın
en güzel
   en çiçekli yokluğu.
Ama o sokağa bakan bir balkon gibi...
Ama nasıl bir bilseniz!
Hani nasıl kalmışsa bir evin caddeye bakan balkonu
öyle yarım kalıyor.
Bıraksalar tüm şehri sığdırabilirdim karanlığıma.
Yarım kalıyor
ama nasıl anlatsam...
Böyle
   birkaç kez
      birkaç yerden.
         farklı zamanlarda.
Yarım kalmış
   faili meçhul bir cinayetin
      bulunmamış adaleti gibi
         yarım kalmış.
Bir ayın tam ortasındayım
yazım yarım kalmış.
Ceviz mevsimi yaklaşıyor.
Ben ise
   ölçsem ölçsem
      yine eksik bir yarım kadar
bir piyanonun yarım bir melodisi gibi.
Hani bir çocuğun vuruluşu nasıl kalıyorsa
devlet tutanaklarında
öyle yarım kalmış defalarca kez.
Yarım kalmış bir umut gibi
    sınır boylarında otuz üç kez.
yarım kalan bir ekmekle
bir dolunay arıyorken gözlerim
yarım kalmış
    işte her şey gibi.
Ali Eren Demir

Aşura

Zeynep’e, Meryem’e, Hacer’e, Asiye’ye, Sümeyye’ye, Nikomedyalı Barbara’ya ve direnişleri görünmez kılınmış bütün kadınlara selam olsun!
Ali Şeriati, İslam'ın devrimci mücadelesinin izlerini üç hat üzerinden sürer: İlk olarak, inanmanın bedelinin çok ağır olduğu bir dönemde Peygamber'in hakikat mücadelesine omuz veren Mekke dönemi Müslümanları; ikinci olarak, Ali sonrası toplumsal ve siyasi yozlaşmaya karşı duran Ebu Zer, Hucr bin Adiy ve Ammar'lar; son olarak ise Kerbela'da Hüseyin ve yoldaşlarının açtığı yol. Bu yol bugün hâlâ kalbinde devrim ateşi yanan Müslümanlar için biricikliğini korumaktadır.
Ancak bu devrimci hattın örülmesinde birçok kadın öncünün emeği ve kanı din adamları tarafından görünmez kılınmış, Müslüman kadınların tarihsel hafıza ile ilişkileri kesilmiştir.
Peygamber ilk vahyi aldığında evine dönüp Hatice'den kendisini örtmesini istemiştir ve Hatice Peygamber’i yüreklendirici sözler söyleyip Müslüman olarak hem Peygamber’e hem de onun haklı davasına sahip çıkmıştır. İslam'ın ilk inananı bir kadın olduğu gibi, kanıyla ilk bedel ödeyeni de bir kadındır.
Maruz kaldığı işkenceye rağmen hakikati haykırmaya devam eden Sümeyye, katilleri tarafından yoksul ve güçsüz bir kadın, dolayısıyla kolay teslim alınabilecek bir kurban olarak hedef alınmış fakat zalimin kılıcı altında dahi büyük bir direnç ve kararlılık göstermiştir. Sümeyye hem sınıfsal konumu bakımından, hem de kadın olması sebebiyle dönemin toplumsal koşullarında son derece zor olan bir şeyi başarmış, Mekke'nin mülk sahibi statükocu ve kavmiyyetçi erkeklerine karşı tek başına devrimci bir üs olmuştur.
Asiye de tıpkı Sümeyye gibi kibirli ve saldırgan erkekliğe karşı boyun eğmemiş, Firavun ile evliliğini ve saraydaki lüks hayatını devam ettirebilecekken inandığı hakikat uğruna ölmeyi tercih etmiştir.
Dönemin dinî, siyasî ve askerî gücünü temsil eden Firavun'un karşısına dikilip adalet ve tevhid mesajını haykıran Asiye, Kuran'da tüm kadın ve erkekler için bir rol model olarak sunulmuştur. [Tahrim Suresi, 11. Ayet]
Ataerkil din ve tarih yorumu hakikat mücadelesinde kadınların emeğini hiçleştirmek konusunda ortaklaşmıştır. İlki adaleti örgütleme rolünü sadece erkeğe has kılarken, ikincisi toplumlarda adaleti örgütleyenlerin tümünün zaten erkek olduğu yanılsamasını pekiştirmektedir. Bu nedenle, kurak bir vadide yalnız bırakılmış Hacer'in iki tepe arasında kaygı dolu koşuşturmalarını, iftira ve dedikodularla yıpratılmış Meryem'in doğum sancısı ile bir hurma ağacına sarılışını, Zeynep'in ellerine bağlanmış zincirlerle şehir şehir dolaştırılarak aşağılanmasını hatırlamak kendi başına devrimci bir eylem olarak kabul edilmelidir.
Zeynep, Yeşil Saray'a savaş esiri olarak getirildiğinde dahi boyun eğmemiş, sessiz kalmamış, asıl yenilginin zalimleşmek ve haktan uzaklaşmak olduğunu haykırmıştır. Savaş alanından susuzluktan ve yorgunluktan bitap düşmüş bir halde çıkartılan Zeynep, örtüsü üzerinden çekilmiş ve elleri zincirlenmiş olarak halkın önünde teşhir edilmiş, aşağılanmıştır. Buna rağmen, Zeynep Kerbela'nın mesajının Kerbela'da kalmayarak çağlara yayılmasını sağlamış ve her fırsatta Saray Dini ile Ezilenlerin Dini arasındaki perdenin yırtıldığı Aşura Günü’nü anlatmaya devam etmiştir.
Zeynep'in tüm baskı ve tehditlere, aşağılanma ve hakaretlere karşı ısrarla yaydığı Kerbela bilgisi, o günün geçmişte yaşanmış, bitmiş elim bir olay olarak anılmasına ve bugün hâlâ zulmü, kibri, adaletsizliği meşru gören egemenlere karşı güçlü bir miras olarak güncelliğini korumaktadır.
Bu mirası sahiplenen kadınlar olarak, siyasî yozlaşmanın ve ekonomik adaletsizliğin giderek derinleştiği bir toplumda, savaşın ve sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada, sessiz kalmamız ve bize sunulan karanlığa razı olmamız mümkün değildir.
Bize unutturulmak istenen ve bu nedenle ya mücadelesi görünmez kılınan ya da mücadelesinin taşıdığı mesaj çarpıtılan kadın öncüleri bir bir hatırlayacak ve onların tarihe kaydettiği hakikati kucaklayacağız.
Devrimci kadınlar Nikomedyalı Barbara'dan Meryem'e, Hacer'den Asiye'ye, Hatice'den Fatıma'ya uzun bir zincirdir ve Zeynep bu zincirin en güçlü halkasıdır!
Ezilenlerin gasp edilen hakları için,
Adil ve insanca bir düzen için,
Hüseyin gibi, Zeynep gibi ayağa kalk!
Kadın-erkek herkes için,
Onurlu bir yaşam mümkündür!

Yeni Kerbela Yemen'dir

Yemen… Yasın, hüznün, matemin, hazineyi kaybetmenin, sevgiliyi yitirmenin, nefesten kesilmenin, el ve ayaktan düşmenin…
...yürüme takatinden kesilmenin, görmekten olmanın, hissetme duygusunu yitirmenin, değerliyi kaybetmenin…
…sudan çıkmış balığın durumuna düşmenin, kol ve kanatları kırılmış uçamayan kuşa benzemenin…
…boynu bükülmüş olmanın, verebileceği bir cevabı olamamanın, emanete sahip çıkamamanın, en sevgiliyi toprağa vermenin…
…anne sütünden kesilmiş bebeğin durumuna düşmenin, ciğeri param parça olmuş annenin, gözyaşlarına boğulmanın, içten içe kor bir ateş gibi yanmanın…
…karalar bağlamanın, tad alamamanın, sararmış yapraklara dönmenin, gök gürültülü yağmurlarda sırılsıklam ıslanmanın, kalbi sancımaların, dilin değil gözlerin çığlık çığlığa lisana gelmenin, yalnızlık ve kimsesizliği hissetmenin…
…son arzuyu yerine getirememenin, derde kedere ıslak imza basmanın, başını taşa toprağa yaslamanın, yastığı sesiz gözyaşları ile ıslatmanın…
…paylaşmak istediğini paylaşamamanın, kavuşmak istediğine kavuşamamanın, tanışmak istediği ile tanışmamanın…
…varmak istediği menzile varamamanın, dokunmak ve sarılmak istediğine sarılamamanın…
…duyguların, hayallerin, sevdaların söndüğü, sevdiklerini bir anda avuçlarında kayıp gittiğini görmenin…
…çıldırmanın, aklını yitirmenin, dağlara ovalara düşmenin, acıları tekrar tekrar yaşamanın…
…uykuya hasret kalmanın, yemeden içmeden kesilmenin, gözyaşlarından başka bir sermayeye sahip olmayanların, dert, elem, acı, hüzün, yas, matem ve ızdırabın yaşandığı bu ayda…
Yemen'de yeni Kerbela’ların yaşanıldığına şahit olduk...
Muharrem içinde Muharrem...
Aşura içinde Aşura...
Kerbela içinde Kerbela...
Yine referans aldıkları cedleri, İmam Hüseyin'in (a.s.) mirasına sahip çıkmak isteyenlerin yeni Kerbelaları...
Geçici ve fani dünyanın zevk ve rahatını, gelecek kaygılarını, evlerini, barklarını, çocuklarını, ailelerini, konumlarını bir kenara iterek...
Onurlu, şerefli, izzetli bir yaşam adına yeni Kerbelalar...
Yemen yeni Kerbela...
Dünya mustekbirlerine, Yezidlerine, Firavunlarına, Nemrutlarına, belamlarına, İblislerine, Emevilerine, Haricilerine, beyaz zulüm saraylarına karşı yekvücut olup;
Kerbela ruhunu, misyonunu, eylemini, tercih edenlerin yeni Kerbelası… Yemen.
Amerika, İsrail, Suud ile dost olmaya çalışanların acımasız ve vahşi operasyon ile saldırılarına maruz kalan yeni Kerbela...
Evet bu yas ayında sayıları bine yakın mazlum ve sivilin katledildiği Yemen...
Duyulmayan, gündeme gelmeyen, perde arkası edilen, medyaya düşmeyen yeni Kerbela...
Yezid'in torunları ile Hüseyin'in torunları...
Eksen kayması yaşamayan BOP, NATO İslamcıları nasıl Emevi ve Yezidlerin yoluna sıkı sıkıya biat ettiyse…
Yemen'in imanlı evlatları da bugün Peygamber’e, İmam Ali'ye ve İmam Hüseyin'e biatli...
Dün nasıl Osman'ı katleden grup, Osman'ın kanlı gömleğini sokak sokak gezdirip hesabını İmam Ali den sormaya çalıştılarsa…
Bugün de aynı katiller, Şam, Halep ve Musul'un hesabını Yemen'den sormaya çalışıyorlar...
Fakat Yemen, birilerinin düştüğü hataya düşmemenin bedelini ödüyor...
Dünün Muaviye, Yezid ve Hind'lerini tanıdığı gibi, bugünün Amerika, İsrail, Suud ve dostlarını da tanıyor.
O yetmediği gibi; dünün Ali’lerini, Hüseyin’lerini tanıdığı gibi, bugünün Ali ve Hüseyin’in evlatlarını da tanıyor.
İşte bu, günümüz zalimlerini tedirgin ettiği için tüm şimşekleri üzerine çekiyor...
Birileri gibi, tarihteki İmam Hüseyin'e methiye dizip, günümüzdeki Hüseyin'in evlatlarına ihanet etmiyor.
Birileri gibi, tarihteki Yezid'e lanet okuyup, günümüz Yezid evlatlarına şakşakçılık yapmıyor.
Birileri gibi, tarihteki İmam Ali’ye muhabbet duyup, günümüz Ali evlatlarına karşı cephe almıyor.
Günümüzdeki zalimlere muhabbet tellallığı, tarihteki zalimlere ise lanet okumakla vicdanı rahatlatma seanslarına katılmıyor.
Muharremde yas tutmanın, Peres'e, Şaron'a, zalimlerin diğer dost ve müttefiklerine lanet okumayı zaruri kıldığına inanıyor...
Peygamber’in kokusuna doyum olmayan çiçeğinin dalından kopartılmasını bayram değil yas ve matem olmasına inanıyor...
Osman'ın kanlı gömleğini dolaştıranları ve niyetlerini iyi biliyor…
Nuh'un karadaki gemisine binmenin deniz üzerinde yolcu bekleyen belamların, Nemrutların gemisinden daha güvenli olduğunu iyi biliyor...
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki; böyle yas ve matemli aylarında yine zamanın Yezid ve evlatlarının saldırılarına hedef olup
Bine yakın mazlum sivil çocuk kadın ve ihtiyarlarını Allah'a kurban sunuyorlar...
Hiç kimseden de yardım olayı gündeme getirme isteklerinin olduğunu sanmıyorum...
Çünkü olayı işleyenler, bizzat Yemen ile aynı Allah'a, aynı Peygamber’e, aynı Kuran'a, aynı dine inandığını iddia eden, ayakları kaymış alçaklar, Yezidler ve dostlarıdır.
Tarihte Osman'ın kanlı gömleğini gezdirenleri, Medine'nin münafıklarını, Beni Sakife'yi, Gadir-i Hum'u Kerbela'yı okuyan ve irdeleyenler, Yemen'in tarafını ve Yemen'e bomba yağdıran tarafı iyi tahlil eder. Yemenliler de zaten bunu anladığı için bu bedeli ödüyor.
Allah Yemenlileri, Peygamber’in okşamaya ve öpmeye bile kıyamadığı mübarek başı, vücudundan ayırıp Yezid'e götüren ve sonradan da hiç utanmadan sıkılmadan Peygamber’den şefaat dilemeyi isteyen alçaklar durumuna düşürmesin... Allah Yemenlileri muzaffer kılsın…
Allah'ın rahmet ve bereketi Yemen'de Hüseynî şiara bağlı olanlara, laneti de; işe zalimin zulmünden değil, mazlumun mezhebini sorgulayanlardan başlayan ve günümüzün deşifre olmamış ‘Medine münafıklarına' olsun...