18 Ekim 2016 Salı

Çıkar Savaşı

Ortadoğu'da 3. dünya savaşı sürüyor. Adına “terör merör” diyorlar. Aslında korkunç bir paylaşım savaşı var. Üstelik taraflar belli değil. Her an her şekilde değişebiliyor.
Koca koca devletler; kendileri karşı karşıya gelmiyorlar. Arkadan destekledikleri örgütlerle, küçük devletlerle işi bitirmeye çalışıyorlar. Yani maşa kullanıyorlar. Ama her an maşaların arkasındaki ülkeler değişiyor. Değişmeyen tek şey, çıkar.
Ortadoğu'daki savaşa; kimi “din savaşı”, kimi “mezhep savaşı”, kimi “sınır savaşı”, kimi “demokrasi savaşı” diyor.
Yalan!
Savaşın adı çıkar savaşı…
Büyük devletler, küçük devletler, örgütler her biri kendi çıkarına koşuyor. Örgütler devletleri, devletler büyük devletleri, büyük devletler küçük devletleri, örgütleri kullandığını söylüyorlar. Yani kimin eli kimin cebinde belli değil.
Bu ortamda dava denilen bir şey yok. Ha birileri çıkar da “davamız şu” diyorsa hikâyedir.
Ortadoğu'daki petrol yatakları yarın kurusa, bir damla petrol akmasa, doğal gazların arkası gelmese, herkes tası tarağı toplar, çeker gider.
Ortadoğu’nun ırksal, mezhepsel, dinsel, ideolojik yapıları kendi davasında gibi görünüyor. Ama değil.
Bütün bu hengâmede olan çocuklara oluyor. Kadınlara oluyor. Savaşa girmeyen insanlara oluyor. Yani kabak yine garibanın başına patlıyor.
Ortadoğu'da yapılacak iş, savaşı körüklemek değil, herkesi barışa ikna etmek.
Özellikle bölge halklarını, örgütlerini, devletlerini... Nihayetinde yabancılar işgal güçleridir.
Mehmet Çoban

Nazım’a Vera Olmak

Nazım'a Vera olmak, Vera'ya Nazım olmak.
Tahir'e Zühre, Kerem'e Aslı, Mem'e Zin olmak,
Leyla'ya Mecnun, Şirin'e Ferhat, Arzu'ya Kamber olmak.
Söze his, hisse şiir olmak,
Evvela aşka müptela,
Aşka ait olmak
Sevdanın kara sıfatına layık olmak.
Sevdanın kara sıfatıyla karalanmak,
Baştanbaşa aşk olmak,
Aşkta anlam bulmak,
Aşkta sığınak bulmak,
Bütünüyle aşk olmak,
Aşk olmak, aşk olmak...
Nazım'a Vera olmak! Vera’ya Nazım olmak…
Nazım'ın Vera'sı,
Keremin Aslı'sı,
Kafka'nın Milena'sı,
Tahir'in Zühre'si olmak.
Aşka ait,
Aşkta saklı olmak, aşka bulaşmak,
Leyla'nın Mecnun'u,
Zin'in Mem'i,
Arzu'nun Kamber'i olmak,
Sevdaya avaz avaz mazhar olmak,
Aşkın doruklarında aşkı solumak,
His olmak,
Söz olmak,
Şiir olmak,
Aşk olmak, sevda olmak,
Evvela sevdanın kara sıfatına layık olmak.
Özde Nazım’a Vera olmak,
Mem’e Zin olmak,
Kafka’ya Milena olmak.
Fatma Turan

16 Ekim 2016 Pazar

Unutulan Mektup

Daha önceki iki yazımızda [Unutulmuş Köylüler, İşçiye Pasaport] Çarlık Rusya'sını hafızalarda tazeleyerek, dönemin koşullarını anlamaya ve hatırlamaya çalıştık. Aynı süreçte siyasi ortam nasıldı ve Marksistler ne konuşuyor, ne tartışıyordu?
Bu tartışma günümüz bakış açılarını da etkilediği için bu konuyu seçtik. Bu dönem aynı zamanda K. Marks’ın fikirlerinin Rusya'ya ulaşmaya başladığı yıllardı. Kapital’in ilk Rusça çevirisi 1872 yayımlandı ve tartışmalar da yoğunlaşmıştı. O dönem en çok tartışılan konu, Marksın önsözünde yazdığı “Değişmez bir zorunlulukla […] sanayi açısından daha gelişmiş bir ülke, az gelişmiş olana, ancak onun kendi geleceğinin bir resmini sunar."[1] tespitiydi.
Bu çok ciddi tartışmalara neden olmuştu ve bu tespite göre, sosyalist bir topluma ulaşmak için kapitalizmin bir ön aşama olarak zorunlu olduğuydu. Üretim araçlarının hızla gelişmesine bakarak, en az çalışmayla yeterli yaşam araçlarını sunan yeni bir toplum için gerekli olan nesnel temelleri kapitalizmin sunduğunu gösteriyordu. Böyle olması, özellikle Narodnikler açısından tam bir hayal kırıklığıydı. Bu Sosyalist toplumun ahlaki temelleri ve kurumlarını, Rus köylüsünün eşitlikçi ve kolektivist değerinde görmeyen ve yok sayan bir anlayıştı.
Eski bir Narodnik ve Çerny Peredel lideri olan G. Plehanov’un İsviçre'ye 1880 yılında gelmesiyle eski fikirleri de değişmeye başladı. Arkadaşı Vera Zazuliç'le Zemlya i Volya grubuna katıldı. Bu grupla 'şiddet' konusunda farklı düşünerek ayrıştı ve obşçina'nın toprağın paylaşılmasını talep eden Çerny Peredel grubunu kurdu.
K. Marks’ın fikirlerinden etkilenerek 1883 yılında bu grubun adını da değiştirerek Emeğin Kurtuluşu yaptı. Bu değişim sadece adla sınırlı değildi. Program da temel bir değişiklik gerçekleştirdi. Eşit toprak dağıtımını desteklemek yerine, tarımın sanayileşmesi ve devletleştirilmesini savunarak köylülüğü değil, az sayıdaki proleteryanın rolüne vurgu yaptı. Bu değişiklik Plehanov'un bir uçtan bir uca savrulmasıydı.
Bir süre K. Marks’ın Fransa köylüsünü önemsemeyen bakışını mekanik bir indirgemeci anlayışla Rusya koşullarına uygulamaya çalıştı. Sonra Plehanov, Rus köylü sınıfının küçük burjuva ve baştan aşağıya gerici bir sınıf olduğunu ve toptan yok edilmesi gerektiği kanısına vardı. Burada bir kez daha bu kanıya nasıl gelindiğinin devrimci hareketler açısından öneminin altını çizmek gerek.
Tartışmamızın esasını bu değişikliğe neden olan olguları incelemek ve yorumlamak teşkil edecektir. Birinci yazımızda Fransa köylüsünün özel mülkiyetçi olduğunu ve bununla Rus köylüsünün aynı kefeye koymanın yanlış olacağına değinmiştik. Katıksız kolektivist bir köylüyle özel mülkiyetçi köylüyü aynı kefeye koymak, iki farklı karakteri ve kültürü görmemektir. Ayrıca bu küçük bir ayrıntı değil, aksine tartışma da çok önemliydi.
Plehanov; Avrupalı sosyalistler arasında etkisi hızla yayılan ve K. Marks, F. Engels ve K.Kautsky'yle birlikte önde gelen önemli bir Rus teorisyeniydi. Bu durumu II. Enternasyonal'de saygınlık kazanmıştı. Plehanov temel tezini; Marksın o küçük alıntıdaki değerlendirmesine dayandırarak; Rusya’da sosyalist bir toplumun maddi ve kültürel temellerinin geliştirebilmesi için uzunca bir zamana ve kapitalist gelişme aşamasından geçmeye ihtiyaç ve böyle bir aşamanın yaşanması gerektiği olarak belirliyordu. Bu bakış II.Enternasyonal’i fazlasıyla etkilemişti. Bu kadar etkili olmasını sağlayan ise Plehanov ve Kautsky'nin ortak bir bakışa sahip olmasıydı.
Halbuki toplumsal süreçleri ekonomik ve kanunsal kalıplara sokmak hem dogma ve indirgemeci anlayışı geliştirmekte hem de Marksizmi kısırlaştırmaydı. Hal böyle olunca her yeni gelişme ve olguları yok sayarak bu dogmanın içine sokmaya çalışmak kanımca bugünümüze çok büyük bir zarar verdi.
"Plehanov çok sayıda Marksçı düşünceyi katı olduğu kadar basit de olan kaba formüllere indirgemiştir."[2] Yıllar sonra tarihsel bir olayı tekrar tartışmak durumundayız. Bu nedenle en ufak bir yanılsama ve önyargı yaratmamaya ve eldeki verileri objektif koşullarda ele almaya ve sormak istediğimiz soruları daha cesur sormaya ihtiyaç olduğu kanısından hareketle, devam edelim.
Plehanov’un geçmişte savunduğu görüşlere karşı bu kadar acımasızca saldırması doğru değildi, “bunu neden yapıyor?” sorusunu sormak gerekiyordu. 1884 tarihli "Fikir Ayrılıklarımız" adlı broşüründe Rusya'nın sosyalizme ulaşabilmeyi umut edebilmesi için önce kapitalizmin obşçina'yı ortadan kaldırması gerektiği ve öfkesini küçük burjuva ve idealist bulduğu Narodniklere yöneltmesi oldukça düşündürücüydü.
Tarihsel bir vaka da "Mektup" olayıdır. O tarihsel koşullarda bir fikrin daha da gelişmesi ve olgunlaşmasına yardımcı olmak varken, tam tersine dünya devrimci hareketini olumsuz anlamda etkiledi. Bu etkinin hâlâ kalıcı izler bıraktığına inandığım için bu konuyu tekrar gündeme taşıyarak, olayın tüm detaylarını verileriyle ele alarak objektif olmaya çalışacağız.
K.Marks, -ironiktir- söylenenin tam tersinin kastedildiği ifadesiyle, Rus Marksistlerin Rus köylü sınıfını ve obşçinayı küçük gören görüşlere katılmıyordu. Marks, Rusya'daki taraftarların Narodonik nefretini de paylaşmıyordu. Avrupa'daki kapitalizmin gelişmesi hakkındaki tahminlerinin mekanik olarak Rusya'ya uygulanabileceğine kesinlikle inanmıyordu.
Marks ölmeden iki yıl önce 1881 yılında Vera Zasuliç'e yazdığı bir mektupta, kapitalizm tam olarak ortaya çıkması için son derece gerekli olan' tarımsal üretimin' kamulaştırılmasının 'radikal bir şekilde' sadece İngiltere'de, bir ölçüde batı ülkelerinde gerçekleştiğini söyler. Mektubun devamında; "Dolayısıyla bu sürecin 'tarihsel kaçınılmazlığı' kesinlikle Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlıdır. […] Bu yüzden Kapital’de sunulan çözümleme kırsal komünün -obişçinanın- sürüp süremeyeceği konusunda nedenler göstermez, ama bununla ilgili yaptığım özel çalışma ve özgün kaynaklardan elde ettiğim veriler, bu komünün Rusya'da toplumsal canlanmanın dayanağı olduğuna beni ikna etmiştir, fakat böylesi bir işlev görebilmesi için en başta her taraftan ona hücum eden zararlı etkilerin ortadan kaldırılması gerekir, ancak o zaman onun için gerekli olan içsel gelişmenin normal şartları sağlanmış olur."[3]
Marks'ın daha ayrıntılı açıkladığı bu görüşe göre, toprağın ortak mülkiyetine dayanan yeni toplum özünü oluşturabilir ve obşçina başlangıç noktası olabilir diyor. Bu fikri kabul etmeyen Plehanov ve Kautsky, ısrarla "tarihsel kaçınılmazlığı" İngiltere ve gelişmiş Avrupa ülkeleri için söylenmesine rağmen katı ekonomik şemada ısrar etmiş, hatta bu ısrarlarını tamı tamına 43 yıl sürdürmüşlerdir, tam 43 yıl Marks’ın fikirlerine sansür uygulamışlardır. Rus devriminde bu katı bakışın zararı oldukça net olarak ortaya çıkacak mıydı? Bu soruyu kısaca ele almaya ve tartışmaya devam edelim.
Rus Marksistleri bu şematik aşamacı ve kalkınmacı anlayıştan oldukça etkilendi ve buna göre şekillendiler. Köylülüğe bu önyargılı katı bakış hem var olan obşçinaköy komün potansiyelini doğru ve kendine özgü değerlendirmeyi engelledi hem de işçi sınıfının en yakın temel müttefiklerinden biri olan köylülüğü ve Narodnikleri yok saydı.
Tek bir ülkede yeni bir toplum deneyi daha baştan kendi içinde zaaflarıyla yol almak durumunda bırakıldı? 3 Mart 1918[*] tarihinde Almanlarla Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı, buna karşı olan Sol Sosyalist Devrimciler-SR Bolşeviklerle ittifaktan çekildi. Akla devrimin temel gücü köylülüğü temsil eden sol sosyalist devrimcilerin böyle kolayca kaybedilmesi devrim güçlerini zayıflatmış ve yeni toplumun inşa süreçlerinde sosyalist topluma dayanak olan köylülük tam tersi 'küçük burjuva' ve 'yok edilmesi gereken düşman' görülerek çok ciddi bir yanılsama ve hata yapılmıştı.
Zaten bir zaman sonra bu bakış Stalin'in hızlı kollektivizasyon politikasıyla hayata geçirildi ve köylülük bir şekilde ezilerek sanayi toplumu kuruldu.
Tevfik Özkorkmaz
16.10.2016
Dipnotlar
[*] 3 Mart 1918 tarihinde Rusya ile Almanı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı arasında imzalanmıştı. İttifak Devletleri yenilmesi üzerine geçersiz kalmış bir barış antlaşmasıdır.
[1] Devrimci Halk Hareketleri Tarihi / 1905-1917'ye Rus Devrimleri, s. 57, Murray Bookchin. Dipnot Yay.
[2] A.g.e., s. 60.
[3] A.g.e., s. 61.

13 Ekim 2016 Perşembe

Kamuoyuna Açıklama

Kamuoyuna Açıklamam: Hak, Adalet, Kardeşlik, Barış İstemek Suç mu?
Bugün Kocaeli Valiliği tarafından tarafıma tebliğ edilen bir yazıyla memuriyetten açığa alındığım bildirilmiştir. Geçen gün Facebook sayfamda bir paylaşım yapmıştım. 1 Eylül 2015 barış gününde İstanbul Avcılar'da Barış annelerinin düzenlediği “anneler ağlamasın” adlı barış çağrısı eyleminde çekilmiş, ölen PKK'lı da olsa asker de olsa ağlayanın analar olduğunu anlatan bir fotoğrafın altına,
"Bu fotoğrafa bakıp niye bu savaşın bitirip tüketmekten başka anlamı olmadığını anlarsınız.
Analar aynı, bayraklar farklı!
Ölünce farkımız kalmıyor birbirimizden!
Çocuklarımızın tabutu yan yana duracağına, dirisi yan yana dursun, eşitçe, kardeşçe ve omuz omuza!” diye yazmıştım.
Bunun üzerine hakkımda bir linç kampanyası başlatıldı. Vermek istediğim barış mesajı yerine anlamak istedikleri üzerinden bir yaygara ürettiler. Bana suç duyurusu yapana ben suç duyurusu yaptım, çünkü ben düşünce özgürlüğü içinde fikir açıkladım, onlar iftira ve hakaret etti. Hakkımda Kocaeli Kamu Hastaneler Birliği’nin başlattığı soruşturma sonrası, savunmam dahi alınmadan Valilik tarafından açığa alındığım bildirildi.
Benim paylaşımımda suç bulunduğunu söylemek, evrensel tüm hukuk metinlerini ters yüz etmektir, insan aklına ihanettir. Hak, adalet, demokrasi ve barış istemek suç mu? “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” isteğinin neresinde suç buldunuz? Bunca demokrasi nöbetinden çıkan sonuç bu mu? İnsanların ölmemesini, anaların ağlamamasını isteyen bir metinden suç çıkarabiliyorsanız, orada çiviler çıkmıştır. Güç, hukuk değildir.
Hakkı, adaleti, barış talebini dillendirdiğim için bu karar alınmıştır. Hayatımın büyük bölümünde demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesi verdim. Her adalet ve barış mücadelesine destek verdim, kimliğine bakmaksızın mazlumlarla dertlendim, zulüm içeren kararları hep eleştirdim. Bu kararla boyun eğeceğimi sanan varsa yanılır. Bu hukuksuz karara karşı mücadele edeceğim ve sonuç ne olursa olsun ilkelerimden vazgeçmeyeceğim.
“Hakkın söylenmesini rızkı keserek sağlayalım” diyene cevabım şudur. Asıl ben hak bildiğimi söyleyemediğim zaman yaşayamam. Kamu idaresi adına bu karara atılmış imza, nezdimde sadece ve sadece haksızlık, hukuksuzluktur. Dünya fanidir, hesap günü çok ağırdır, unutmayınız.
İnsan hakları mücadelem her hâl ve şartta devam edecektir. Mallar ve canlar ile sınandığımda ve üzücü sözler işittiğimde bana düşecek olan, sadece hak üzerine sabır, sebat ve mücadeledir.
Saygılarımla

16. Türk Devletinin 0.1 Sürümü

Kurucu babalar, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini, İslam’ın devletleştirilmesi (buna laiklik adını verdiler), Kürtlerin bastırılması ve asimilasyonu, Hristiyan azınlıkların tasfiyesi kaideleri üstüne inşa ettiler.
Hristiyan azınlıklar, hızlı işleyen bir süreçte yeni devletin hükümranlık alanından büyük ölçüde tasfiye edildiler. Arda kalan son derece az bir nüfus yoğunluğu da her türlü hakları elinden alınmış olarak etkisizleştirildi.
Yeni devletin ‘Türk’ milleti temelli inşası süreci, ideolojik referanslarını da Türklük efsanelerinde buldu. Bu gelişmenin yanısıra İslam da yeni devletin bir kurumu olarak yukarıdan aşağı biçimlendirildi. Osmanlı bakiyesi İslamî elitler artık iktidarın çeperlerine itilmişlerdi. Ve onlara ve etki alanlarına artık, ancak sosyal uyanışın bastırılması gereken kritik dönemlerde ihtiyaç duyulacaktı. Bu süreçte, politik İslam bir yandan devlet operasyonlarının yan unsuru olarak sosyal uyanışa karşı pozisyon alırken, diğer yandan devlet kadroları ve kurumlarında, siyaset alanında etki alanlarını genişletmeye yönelik olarak -ideolojik vasattan da güç alarak- örgütlendiler.
Kürtler, kendilerine dayatılan çerçeveye yönelik itirazlarını birçok kez isyanlarla ya da legal siyaset alanında yaptıkları çıkışlarla ifade ettiler. Karşılığı şiddet, yok sayılma ve asimilasyon politikaları oldu.
2000’lere gelindiğinde, artık bu terazi bu sıkleti çekemez olmuştu. Kürtler varlıklarının ve siyasî ve kültürel haklarının anayasal bir statüye kavuşturulmasını talep ediyorlar. 1923 çerçevesini zorluyorlar.
Modern(!) İslamî elitler koalisyonu 2002’de toplumsal ideolojik vasatın da yoğun desteği ile eskimiş rejimin bir kısım mağdurlarını da arkasına alacak etkili manevralarla AKP şahsında iktidarı ele geçirdiler.
Yeni Devlet…
17. Türk devletinin inşası sürecini yaşıyoruz. Belki de daha doğru bir deyimle 16. Türk devletinin 0.1 sürümünün inşası sürecini. Eski rejim sahipleri, büyük ölçüde tasfiye edildiler. Kalanlar ise politik İslam’ın ideolojik referansları ve tahakkümü altında Saray iktidarı ile bütünleşmiş görünüyorlar. Saray ise devletin kimi tabularıyla -örneğin Kürt politikasının tasfiyesi ve yok sayılması- temelinde uzlaşmış görünüyor.
Bütün devlet kurumları, eğitim başta olmak üzere yargı, emniyet ve askerî bürokrasi, İslam’ın bir mezhebinin mensupları tarafından yeniden kurgulanıyor. Devlet ideolojisi, fiilen ve resmen adım adım dinselleştiriliyor. Yeni iktidar sahipleri Diyanet İşleri Başkanlığı şahsında devletleştirilen ‘devlet’ İslam’ını devraldı, bu kurumu devletin temel kaidesi haline getirmeye, etki alanını sınırsızlaştırmaya uğraşıyor.
Parlamento alanında MHP yedeklenmiş, CHP tabiatına uygun olarak ‘devlet çıkarları temelinde’ büyük ölçüde paralize edilmiştir. HDP, bütün nefes boruları ve halka seslenme imkânları elinden alınarak köşeye sıkıştırılmış, kadrolarına ve üyelerine yönelik gözaltı ve tutuklama girişimleri ile siyaset alanının dışına itilmeye çalışılmaktadır.
Demokrasi ve özgürlük yanlısı laisist muhalefet hiçbir kural tanınmadan bütün renkleriyle, medyasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, akademisyenleri, öğretmenleri, memurları, yazarları ve sanatçılarıyla yok edilmek istenmektedir. Medya organlarına işletmelere ve yerel yönetimlere kayyım atanmaktadır. Siyaset alanı çapaklarından arındırılarak tekelleştirilmekte, iktidar dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istemektedir.
İktidar sahipleri, bugüne kadar gerek muktedirler arasındaki çatışmalardan doğan, gerekse de etkin muhalif çıkışlardan -Gezi ve Kürt direnişi- oluşan ciddi badireleri başarıyla atlatmış görünüyor.
Saray iktidarını diktatoryal amaçları doğrultusunda konsolide ederken, dev güçler arasındaki uluslararası hegemonya mücadelesinin yarattığı manevra alanını etkin bir pragmatizmle lehine kullanmayı becerebilmektedir. Kimi zaman ABD’yi dikkate alarak Rusya’yı; Rusya’yı hesaba katarak ABD’yi kollamakta ve böylece bu tehlikeli sularda sörf yapmayı -iktidarı için en büyük tehlikenin de emperyal güçlerin arasındaki çatışmaların giderek sertleşmesi olduğunun da altını çizmek gerekir- becerebilmektedir. Dönülmez denilen keskin virajları alabilmekte, bir günün Esed’i daha sonra Esad, ‘öldürmeyi iyi bilen İsrail’i’ dost olabilmektedir. IŞİD’i desteklemekten ‘DAEŞ’e karşı silahlı operasyonlara geçebilmektedir.
İktidar, üretime dayanan ciddi bir sosyal uyanışla da karşılaşmıyor olması ya da o gelişmeyi engelleyici ekonomik, sendikal ve politik anti-demokratik polisiye tedbirleri alıyor olması dolayısıyla da rahat bir durumdadır.
İktidar, dayandığı kadroların yetersizliği, güvenilmez müttefikler, uluslararası camiada giderek büyüyen olumsuz algısı, küçük de olsa bir türlü bastırılamayan aktif ve potansiyel muhalefet odakları dolayısıyla zorluklar içerisindedir aynı zamanda. Ancak rüzgâr hâlâ ondan yana esmektedir, seçmen desteği devam etmektedir ve inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutmaktadır. Diktatörlük rejimi büyük ölçüde inşa edilmiştir.
Elde Ne Var?
-Parlamento alanında Bir kısım CHP milletvekilinden ve HDP’den oluşan, etkinliği sınırlanmış sesi duyulamayan bir muhalefet.
-Bastırılamayan Kürt talepleri.
-Büyük baskılarla işinden gücünden atılan ya da atılma tehdidi altındaki akademisyen, sanatçı, gazeteci ve yazarlar.
-Dar bir militan kitlesine, harekete geçirme becerisine sahip sivil toplum örgütleri ve bir kısım sendikalar.
-Yine kitlesel temsiliyeti sınırlı genç aktivistler.
-Yine yoğun baskılar altında sesleri boğulmaya ve kürsüleri elinden alınmaya çalışılan sosyalist parti ve kuruluşlar…
O Zaman Ne Yapılacak?
Öncelikli olarak bu tabloyu önümüze koymak; demokrasi, özgürlük ve laiklik için mücadelenin uzun soluklu olacağını kabul etmek gerekiyor.
Hemen ardından her ne kadar ihtimal dâhilinde olsa bile emperyal güç çatışmaları arenasında bir emperyal odak tarafından bu iktidarın tasfiye edilmesi beklentisinden uzaklaşmak gerekiyor. Birincisi ilkesel olarak, ikincisi bu tür bir tasfiye sürecinin daha anti demokratik süreçleri tetiklemesinin kaçınılmaz olması bakımından…
Üçüncüsü, ekonomik kriz beklentilerine bel bağlamaktan ve “Gezi gelecek dertler bitecek” hayalinden…
Gerisini bilahare tartışalım...
Çok mu karamsar bir yazı oldu?
Cengizhan Güngör

Bob Avakyan Eleştirisi -VI

“Solcu” Bir Hahamın Uzun Eleştirisi
Bob Avakyan’ın kitabının son kısmı, iki din âlimine karşı yürüttüğü polemiğe ayrılmıştır: Rabbi Michael Lerner ve Karen Armstrong. Avakyan, konuya geçiş cümlesi için, “Lerner’in kitaplarına dair tartışmaya geçiş yapmak istiyorum” der ve sonrasında hahamın dinlerle ilgili ilerici faaliyetine itiraz eder. (Avakyan söylemez ama Lerner, Berkeley İfade Özgürlüğü Hareketi’nin üyelerinden biridir ve uzun süredir savaş karşıtı faaliyetler içerisindedir aynı zamanda halk arasında bilinen bir aydındır. Cornel West, onu “önemli bir aydın ve neslimizin manevî lideri” olarak tanımlar. Birkaç yıl önce Maneviyatçı İlericiler Ağı’nı kurmuştur. Eskiden Katolik rahibe olan Karen Armstrong ise Tanrı’nın Tarihi’ni Buda ve Muhammed ile ilgili çalışmaları da içeren, dünya dinleri ile alakalı konu başlıklarında çok sayıda eser ortaya koymuş bir isimdir.)
Avakyan, kitabının 43 sayfasını (yaklaşık beşte birini) Lerner’in Tanrı’nın Sol Eli: Ülkemizi Dindar Sağdan Geri Almak [The Left Hand of God: Taking Back Our Country from the Religious Right] isimli çalışmasına ayırır.[1] Bu kitapta Lerner, (Demokrat Parti içerisindeki solcuları da içerecek biçimde) tüm “sol”un din karşıtı oldukları suçlamasından kurtulmaları, dindar sağın ve onun savaş yanlısı, bilim karşıtı, gerici “aile değerleri” anlayışının karşısına maneviyat temelli bir savaş karşıtlığıyla, bilim yanlısı, ilerici bir gündemle çıkması gerektiğinden bahseder. Avakyan, Lerner’le birlik olmayı gerektirecek çok şeyin bulunduğunu kabul eder (s. 160), ama onu birkaç hususla ilgili olarak eleştirmekten de geri duramaz.
Avakyan’a göre, Lerner, “kapitalizmin temel çelişkisinin toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyet arasında cereyan ettiğini anlamamaktadır” (s. 163). Aktardığı kadarıyla, Lerner, bu tip şeyler yazmak suretiyle, “az çok feodalizmi romantize eden şeyler” söyleyip durmaktadır: “örneğin o, Ortaçağ Kilisesi’nin işçi istihdam edenlere “adil ücret” vermelerini, pazarda mal satanlara ise “adil fiyat” belirlemelerini emrettiğinden bahsetmektedir. “[…] Başkalarıyla ilgilenmek, Hristiyan olmayı ifade eden ana özelliklerden biridir.”[2]
Haham Lerner, dindar sağdaki herkesin “kötü dürtüler”e sahip olduğu iddiasında değildir. Bu noktada “büyük çoğunluğu motive eden ilkelerdir, bunlar dünya için en iyi olanı isteyen insanlardır.” demektedir. Avakyan, bu yaklaşımı “epey çocuksu” bulur ve tekrar tekrar Lerner’in Hristiyan Faşizmini anlamadığını söyler (oysa bu kavramın Avakyan tarafından hâlâ açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.)
Lerner, “güvenli, yasal ve nadir bir eylem” olması sebebiyle kürtajı destekler ve onun kadına “duygusal açıdan çok acı verdiğini” söyler. Buna karşılık Avakyan “doğru değil” der (s. 186). Dindar bir isim olarak Lerner, “içimizden akıp giden hayatın mucizesine” inanan biridir. Bu, Avakyan’ın, gülüp geçtiği, alay ettiği (s. 187), alkışlarla protesto ettiği bir yaklaşımdır (s. 189).
Bu sebeple Avakyan, belli bir yere kadar Devrimci Komünist Partisi ile çalışmış olan (Bizim Adımıza Savaşmayın Kampanyası’na imza atan) Lerner’e saldırır. Saldırmasının sebebi, onun ateist ve komünist olmaması, DKP’nin “Hristiyan Faşist” kavramını desteklememesidir. İnsan, Avakyan’ın polemiğinin Lerner’in siyonizminden veya İsrail’in NATO’ya girişine destek olmasından neden bahsetmediğini merak ediyor.
Kitabın tüm bu bölümünde görünüşte ana husus, dindarların (DKP öncülüğünde gerçekleşecek) devrimi yapmada bir rol alıp almayacakları, almalarının gerekli olup olmadığıdır. Zira dindarlar da emperyalist savaşa karşı çıkmakta, ülke içerisindeki baskılara ve ekonomideki erimeye itiraz etmekte, en geniş ittifakın sağlanmasına katkı sunmaktadır. Oysa Avakyan, (henüz tanımladığı) Hristiyan Faşizmi tehdidine karşı bir savunma olarak, ateizmin popülerleşmesine odaklanmak niyetindedir.
Mitler Tarihinin Yanlış Anlaşılması
Son olarak Avakyan, Armstrong’un Kısa Bir Mit Tarihi [A Short History of Myth] isimli çalışmasını ele alır ve onun mitin niteliğine dair yorumunu sorgular.[3] Armstrong’a göre “mit […] doğrudur, zira o olgulara dair bilgiler vermektedir, ayrıca hayatın anlamına dair derin bir görüş kazandırmaktadır.”[4] Armstrong’un kitabı Yontma Taş Çağı’nda avcılıkla, onun inanç ve ritüelle ilişkisine dair bir tartışma ile başlar, devamında da Cilâlı Taş Çağı’nda yeryüzünün ve tarımsal emeğin miti nasıl biçimlendirdiğini, bildiğimiz hâliyle dinin milattan önce 800 civarında mitin içinden nasıl çıkıp geliştiğini inceler.
Açık ki burada bahsi edilen “doğruluk, sembolik, kültürel, antropolik ve psikolojiktir. Bu noktada “bizler mit üreten yaratıklarız, bizim acil ihtiyaçlarımızın ötesini görme tutkumuzun önemini anlamamız için mite ihtiyacımız vardır. Bizler, miti sadece bir ‘kaynak’ olarak kullanmıyoruz, ona dünyaya bir kez daha kutsal bir şey olarak hürmet etmemize katkı sunduğu için ihtiyaç duyarız.” Böylelikle Armstrong, tanrı ve tanrıçalara düz mânâda inanmaya ihtiyaç duymadığımızı söylemekte, insanlık tarihinde mitin yaygınlığına dair bir gözlemde bulunmaktadır. Sonunda da bugün mitin işlevinin bir roman içerisinden alınanlarla ifa edildiğini söylemektedir (buna şunu eklemek mümkün: bu işlev, liderlerin mitlerde görülen vasıfları kendi hanelerine yazma girişiminde ve günümüzde politik hayat içerisinde mevcut irrasyonel ama güçlü inanışlar eliyle ifa edilmektedir.)
Ne var ki Avakyan, Armstrong’un “mitik inanç eskiden bir yönüyle doğruydu” tespitinden rahatsız olur ve Armstrong’u “pragmatizmle ve araçsalcılıkla” suçlar, “gerçekliğe dair öznel bir tanımda bulunmakla” eleştirir (s. 203). İnsan tabii merak ediyor, Armstrong da birçok Marksist gibi, Avakyan’ın Lenin’deki mitte bulunan her türden hakikati inkâr etmeyi rasyonel bulan “felsefî rölativizm”e yönelik itirazına başvuracak mı? Avakyan, Tüm Tanrılardan Kurtulun [Away With All Gods] başlıklı kampanyasında Armstrong’un çabasını tümüyle yanlış anlamaktadır. Belki de kitabın bu entelektüel seviye ile son bulması daha uygun olurdu.
Sonuç bölümünde Avakyan, evrim teorisinin doğru olduğunu yineler; dinin kitlelerin afyonu olduğunu, insan doğasının sabit değil, zaman içerisinde değiştiğini, insanların sosyalist devrim yoluyla özgürleştirilebileceğini söyler. Bunların hepsi kesinlikle doğru. Peki ama insan sormaz mı, SSCB ve Çin’de sosyalist devrimler yenilgiye uğradıktan sonra bu ülkelerde insanlar akın akın neden dinî hareketlere koştu? İnsanlara ateizm telkin etme gayretleri neden hayal kırıklığı yaratacak ölçüde eksik kaldı ve hızla tersine döndü? Dinî inanca ait bu olgulara yönelik kusurlu bir analiz üzerinden söz konusu süreç, biraz kaba ve hassasiyetleri gözetmeden işlemiş olabilir mi?
Bayağılığın Kürsüsüne Çıkıp Vaaz Vermek
Avakyan, bu kitabında herhangi bir teorik sıçrama gerçekleştiriyor mu? Yoksa sırtını yaslayıp, ağdalı bir bayağılığın kürsüsünden vaaz mı veriyor? Üç İbrahimî dini gayet iyi anladığını söylüyor, ama bu tespitin beni hiç ikna etmediğini söylemeliyim. Elinden geleni yaptığı açık. Bu dinleri benimseyen insanlara empatiyle yaklaşıp onları Tanrı merkezli dünya görüşlerinden vazgeçirmeye çalışabilirdi. Hristiyan Faşistlerin belirli insanlara soykırım uygulayacağı ve öngörülebilir bir gelecekte teokrasiyi hâkim kılacakları üzerinden, Amerikan halkını tehdit ettiğini söylüyor, ama bu yaklaşımı da beni ikna etmedi. 237 sayfanın ardından bu kitabın “önemli bir toplumsal mesele” hâline gelebileceği, hatta gelmesi gerektiği iddiası da hiç ikna edici değil.
Devrimci Komünist Partisi Avakyan’ın “takdir, terfi ve popülerleşme kültürü”nü kabul etmiş durumda. Parti, yazarı büyük bir düşünür ve lider olarak tanıtma yönünde, misyonerlere has bir çaba içerisinde. Tahminimce onun ileride nasıl biri hâline geleceğini göreceğiz.
Belki de günün sonunda Avakyan, Armstrong’un “bir mit doğrudur, çünkü etkilidir” sözüne inanacak. Belki de bu kitap ve onun üzerinden yürütülen kampanya, “sahneye çıkıp muazzam bir tesire yol açacak.” Ama açık konuşmam gerek ki ben bu iddiaya ancak güler geçerim.
Ben Bultmann ile aynı fikirdeyim. Her şeyi mitsel niteliğinden arındırmamız gerek. Tanrılardan kurtulalım elbette! Ama bunu onlarla aynı safta olduğumuz sırada yapalım, tüm “o her şeyi küçümseyen kurtarıcılardan da kurtulalım.”
Pavel Andreyev
[1] New York: HarperCollins, 2006
[2] Lerner, s. 59, akt.: Avakian, s. 164
[3] Edinburgh: Canongate Books, 2005
[4] Armstrong, s. 10

11 Ekim 2016 Salı

Kerbela

Bugün Kerbela’nın yasını değil, gururunu, onurunu yaşama günüdür.
Zulme, barbarlığa, insanlığın yok edilişine karşı çocuk, bebek, kadın, 72 kişiyle sadece ölümü bile bile zulme karşı isyanın yıldönümüdür.
Emevi zihniyetiyle İslam özünü kaybederken, Hüseynî duruşla İslam’ın tekrar yeşerdiği Muhammed’in, Ali’nin, Selman’ın, Ebuzer’in mücadelesinin arşa çıktığı yerdir Kerbela.
Neden Ehlibeyt’in kurtuluş gemisi olduğunu anlamada en önemli olaylardan biridir o.
Kerbela, sadece Alevi-Şiilerin değil, hangi etnik köken, mezhep, din olursa olsun, bütün mazlum halkların ezilmiş, ötekileştirilmiş insanların sesidir.
Ehlibeyt’i canice katlettikten sonra Muhammed’in ailesine salavat getirip namaz kılanlar, bugün yine Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta “Heyhat minel zille” diyenleri Yezit’i aratmayacak bir zulümle katletmeye devam ediyor.
Fakat bizim tarihimizde Hüseyin, Zeynep, Ali Asğar’ın duruşunun onuru olursa, yezitler hiçbir zaman ne bu dünyada ne de diğer dünyada rahat nefes alacaktır.
Kerbela’yı anlamak, kan-yaş dökme, yas tutma değil, Hüseyin gibi, en zor zamanda bile zulme karşı mücadeleyi bırakmama günüdür.
İşte dünya tarihindeki en anlamlı, en onurlu bu isyan, İslam’ın gerçek özünü yansıtan ve insanlığa miras kalan en büyük değerlerden biridir.
Hüseyin Güven