11 Ağustos 2016 Perşembe

Minyeli Abdullah

Size Minyeli Abdullah’tan bahsedeyim.
Hani Hekimoğlu İsmail denen adamın yazdığı, Berhan Şimşek denen tırşikçinin başrol oynadığı.
Kemalizmi iğneleme mahiyetinde İhvan ve Nasır ikilemini yansıtan bir film.
Abdullah, memurdu ve memuriyetten oldu.
İstasyonda hamal oldu “ipiyle”, sırtındaki küfesiyle eşya götürüp getirdi.
Nasır devrimi onu emniyet komiseri yaptı.
Bir gün bir vakada karşısına hırsızlıktan burjuvaya mensup biri gelince orada iş değişti. Minyeli, cezada ısrar edince bürokrasi devreye girip ona “sen kimsin?” diye sordu.
Abdullah hepsini karşısına alınca, komite ona “sen kime güveniyorsun?” deyince Minyeli, “beyefendi ben önce Allah a sonra ipime güveniyorum.” dedi.
Evet, güvenecek ipi olmayanlar, “Allah bize yetmiyor mu?” diyor bugün.
Kusura bakmayın ama yetmiyor gördüğünüz üzre.
Güvenecek ipi olmayanlar cüret edemezler...
İhsan Polat

Dünün ‘Cemaatçi’leri Bugünün Mağdurluğuna Oynuyor

15 Temmuz tarihinden itibaren istisnasız televizyon ekranlarına çıkan aydın, akademisyen, bürokrat, asker, polis, sivil, sağcı, solcu, Kemalist, laik, ulusalcı, Cumhuriyetçi, Kürt, Türk, Arap, dindar, dinsiz, taraflı, tarafsız, ya da gazete ve internet sitelerinde yazan çizenlerden kimin ağzını açsan veya mikrofon uzatsan, hemen hemen herkesin ortak fikri; ‘eğer bu darbe girişimi başarılı olmuş olsaydı, bu karanlık yapı, bu karanlık örgüt ilk önce bizi yok edecek, bizi kurutacak ve bizim suyumuzu sıkacaktı' gibi cümlelere şahit olmaktayız.
Peki kardeşim, bu yapı yıllardır iktidarda idi ve hatta iktidar ötesi bir güce sahipti. O gün size dokunmayan güç bugün neden dokunsun? O gün dokunduğu güçler ortada değil mi?
Aleyhine atıp tuttuğunuz bu karanlık örgüt, istediğini aziz, istediğini rezil ederken, istediğini yükseltip istediğini alçaltırken, istediğini içeri tıkıp istediğini içeriden çıkartırken size hiç dokunmadı.
Şimdi edebiyat yapan siz edepsizler…
'Cemaat'in hüküm sürdüğü, parlatıldığı, göklere yükseltildiği, ‘Mehdiyet hareketi' olarak görüldüğü, paraya hâkim olduğu, gücü elinde bulundurduğu, itibarlı görüldüğü, vatan millet sevdalısı görüldüğü, öpücük yağmuruna tutulduğu, yerlere göklere sığdırılamadığı, hakkında konferanslar tertiplendiği, ‘dinlerarası diyalog' organizasyonları tertiplediği, toplantılar düzenlediği, uluslararası organizasyonlar düzenlediği, para bastırdığı, medyayı elinde bulundurduğu, algı operasyonlarını yaptığı, dinle oynadığı ve değiştirmeye yeltendiği, icazet makamı kabul edildiği, iş dünyasını yönlendirdiği dönem de sizler o gün;
Kafası çalışmayan öğrenci iken en güzel ve gözde üniversitelere yerleşmediniz mi?
Ticareti kötü giderken ya da iflas bayrağı çekmek üzereyken, bir anda parlayıp ülkenin sayılı işadamları konumuna gelmediniz mi?
Bir gazete veya dergiye abone olabilecek gücünüz yokken, gazete ve dergi sahibi olmadınız mı?
Veresiye yazan mahalle bakkalı iken, üretim tesisleri açan veya marketler zinciri sahibi olmadınız mı?
Öğretim üyesi iken, hızlı bir yükselişle doçent ve profesör olmadınız mı?
Uzman iken astsubay, astsubay iken subaylığa terfi olmadınız mı?
Normal düz memurken, genel müdürlükle müşerref olmadınız mı?
Trafik polisiyken, başkomiserliğe yükselmediniz mi?
Çoban bile olamazken, millete vekil olmadınız mı?
İtibarın ‘i'sinden nasip alamamışken, bir anda en itibarlı yer ve konumu işgal etmediniz mi?
Hiçbir şeyiniz yokken, ‘A.Ş.’ler patronu olmadınız mı?
İki kelimeyi bir araya getiremezken, tüm televizyon kanallarının gülen yüzü ve aranan sunucusu, programcısı, yapımcısı olmadınız mı?
Millete kaset hazırlayıp medyaya servis edilirken, hepiniz başka kadınlarla eğlenip zevkin doruklarını yaşamadınız mı?
Bunların “kara” dediğine “kara”, “ak” dediğine “ak” demediniz mi?
İçeriye tıkılması gereken sizler, dışarıda eğlenmediniz mi?
Bu yapılanlara “yanlış” diyenleri, vatan hainliği ile suçlamadınız mı?
Ceplerinizde çay parası yokken, beş yıldızlı otellerde konaklamadınız mı?
“Cennetin yolu İran'dan geçse yolumu değiştiririm” sözüne binaen, İran'ı düşman ve kâfir görmediniz mi?
Kürt halkına ve Şiilere iftira ve hakaret içerikli “Tek Türkiye” dizisini kendinden geçerek izleyen izleyici kitlesi olmadınız mı?
Hepiniz memur, bürokrat, vali, bakan, genel müdür, TV programcısı, kahraman, yazar, çizer, aydın, prof, işadamı, sanatçı, kanaat önderi, vekil, göbeği şişkin, ensesi kalın, iki üç kadını aynı anda idare eden, birer ‘baron’ olmadınız mı?
Lüks arabalara binen, lüks yerlerde yiyen, içen, konaklayan, lüks mağazalardan giyinen, bilmem burun ve dudaklarınızı beğenmeyip estetik operasyonlar geçirenlerden olmadınız mı?
Ne zaman çay ocaklarında çalışan garson, lokantada bulaşıkçı, inşaatlarda sıvacı ve kalıpçı, sitelerde bekçi, minibüs ve otobüslerde muavin oldunuz ki?
Hepiniz 'Cemaat'in etkin ve asıl darbeyi gerçekleştirdiği o zaman da; rahat yaşam sürerken, tüm nimetlerinden faydalanırken, gününüzü gün ederken şimdi gücün, iktidarın eline geçtiği bu süreçte; ‘yok darbe girişimi başarılı olsaydı, ilk bize dokunacaktı' diye kendi kendinize iftira atmakta neyin nesi?
‘Cemaat'in iktidarı döneminde asıl darbe yapılmıştı zaten. O darbe de mağdur olanlar belli değil mi?
Bu mağdurlar, mazlum Kürt halkı, emperyalist ve Siyonist karşıtı inkılâbi müminler, ‘İnkılâp' ve ‘Direniş' yanlıları ile irili ufaklı birkaç İslamî yapı ve şahıslar değil miydi?
Bugün edebiyat ve laf kalabalığı yapan sizler; güç nerede ise oraya yanaşmaya çalışan hayâsız ve omurgasız tiplersiniz.
Dün ‘Cemaatçi', bugün ‘iktidarcı', yarın güçlü olan kim olacaksa ‘o'cu olabilecek omurgasız, haysiyetsiz tiplersiniz.
Dün İsrail'e düşman, bugün dost, dün Rusya'ya düşman, bugün dost olabilecek, düşünme yetisini kaybeden ve paradan, makamdan başka bir şey düşünemeyen zavallılarsınız.
'Cemaat'in bu pisliklerini, kirliliğini, zulmünü, kumpaslarını, ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran yüce Allah, elbette yarın da sizin kimlere hizmet ettiğinizi, kimlere kul ve köle olduğunuzu, kirli ilişkilerinizi, çapsızlığınızı, çirkefliğinizi, neye taptığınızı, kimleri ilah edindiğinizi de ortaya çıkaracak güç ve kuvvettedir.
Nasıl ki; gerçek ‘28 Şubat' mağdurları ortada iken, ‘28 Şubat'ı destekleyen 'Cemaat' ve bireyleri, ‘28 Şubat' mağdurları edebiyatı yapıp, bugün gerçek anlamda rezil ve rüsva oldularsa, bugün de 'Cemaat'in mağdurları olmuş insanlar ortada iken, 'Cemaat'le yıllarca kol kola giren, tüm imkânlarından yararlanan siz yalancılar da rezil ve rüsva olacaksınız!
‘28 Şubat'ın gerçek mağdurları nasıl şerefini koruduysa, 'Cemaat'in de mağdurları şerefini koruyacak.
İnşallah mağduriyet sırası; kendi kendine iftira eden, selfi çeken, edebiyat yapan, Suriye'yi yıkan ve her zaman güçlüden yana tavır alıp mazluma tekme atanların olacaktır.
İlahi adalet yerini bulacaktır!

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Galatasaray’ın Sağ Bek Sorunu

Burjuva siyaset açısından ideolojik âlemde mevzi, akademiden medyaya doğru kayıyor. Ol sebeple akademi medyatik hatta geriliyor. “Marksist akademisyen” dedikleri kişilerin Marksizme ve Marksist teoriye tek bir katkısı yok. Uluslararası planda sözü geçen tek bir isme rastlanmıyor. Bölgeye ve ülkeye dair analizler konusunda Türkiye dışındaki aydınların daha çalışkan oldukları açık. Ülkedekiler de sadece onlardan beslenebiliyor. Bunlar ancak maaş saymayı biliyorlar ve sadece gündelik varlıklarını, kişisel vasıflarını önemsiyorlar.
Bu akademi alanını hüküm altında tutan ana dinamikse Birikim. Muhsin Kızılkaya’nın “beni AKP’ye örgütledi” dediği Birikim’in bir eli Abant toplantılarında, bir eli Cemaat kanallarında. Ve tüm sol akademisyenler orada imzası görünsün diye çabalıyorlar. Birikimi tasfiye etmeye ahdetmiş Birikim, bu akademisyenlerin tecimsel kapısı oluveriyor. Halis emellerle yola çıkan dergi faaliyetleri bile kendisine gerekli çıta olarak Birikim’i alıyor. Bu tuzağa dikkat etmek gerekiyor. Herkes bu şarampolden yuvarlanıyor. Davutoğlu akademisyenlere zam verdiğinde o radikal muhalif akademisyenlerin internet âleminde kedi-bebek videolarına ricat etmelerinin sebebi burada. “Kitabım çıksın, imzam yaldızlansın” diye örgütlenilen Birikim’ciliğin bir geleceği yok.
Bu tip âlimler, devletin ve burjuvazinin savunma hattında duracak isimleri, bu isimlerin zihnini tayin etmeye çalışıyorlar. AKP’yi fırsat belleyip “burjuvazinin, kapitalizmin birikimini sahiplenmek”ten bahsediyorlar. Mekânlar ortaklaşınca zihin de birleşiyor.
Mustafa Koç’a taziye kaleme alan Taner Timur 15 Temmuz sonrası şunları söylüyor: “Peki ya Erdoğan, diyeceksiniz? O da kandırılmadı mı? Üstelik iktidar olarak bu Çete’ye ‘ne istedilerse’ vermedi mi? Doğru, ama o hiç olmazsa üç yıldır ayıldı; pisliği temizleyip duruyor.” Yazının sonunda da “Yarın Yenikapı’ya!” çağrısı yapıyor. Akademinin düzeyi bu.
Eski Cemaatçiler bir “metafizik gerilim”den söz ediyorlar. Tersten, bu ifade, devletin kendisine itiraz edecek öfkenin içe doğru örgütlenmesi olarak okunabilir. “Küfür” düzeninde yaşama imkânlarını, günahlarını, vebalini Fethullah üstleniyor. O, “Kıtmir” olarak, söz konusu gerilimi örgütsel bir katalizöre çeviriyor. Bu milletin başka kıtmirlere ihtiyacı bulunmuyor. Metafizik âlemi de kendisine örgütlemeyi bilen devlete yeni kullar üretmemek gerekiyor.
TKP’de Gezi sonrası yaşanan gerilim, “Fethullah’ın borusunu öttürecek miyiz, öttürmeyecek miyiz?” meselesiyle alakalıydı. O örgütsel katalizör, birçoklarına cazip geldi. Bugün “öttürelim” diyenler, 15 Temmuz’daki tepkiyi “karşı-devrimcilik” olarak niteliyorlar, yani bu anlamda darbenin bir “devrim” olduğunu düşünüyorlar. Üstadları ise hâlâ CHP tabanını örgütleme hayalleri görüyor. Dönüştürmeden, hazırlop, kısa günün kârı denilerek yürütülen bir ideolojik çalışma, herkesin sağa örgütlenmesi ile sonuçlanıyor. Çünkü CHP, sosyalistlerin “40 yıllık” değil, 93 yıllık meşgalesi. Ve bu meşgale her daim sınıf mücadelesinden azade bir faaliyet olarak yürütüldü.
Fethullah’taki “metafizik gerilim” politikası bu solcularda da var. Gündelik hayatta her türlü küçük burjuvalığın, burjuva hayat tarzının gizlenmesini sağlayan bir pratik, örgütler ve şefleriyle kurulan ilişkide de mevcut. Yani alt ve ara kadrolar, bu zımni anlaşma dâhilinde, verili sömürü-zulüm düzenine uyumlu bir hayat yaşayabiliyorlar. Kur’an’ın karşısına sol diye bir şeyi çıkartıyorlar, oraya kazık çakıyorlar, herkesin onun etrafında dönmesini istiyorlar. Çünkü sol, ya burjuva dininin ya da devlet dininin kılıfı. O yüzden Kur’an’la boğuşuyorlar. Kur’an’ın burjuvaziyi ve devleti karşıya atmasına; kendi solculuklarının eleştirilmesine asla izin vermiyorlar.
Sol-sağ ayrımına abananların alt-üst ayrımını örtbas ettiğini görmek gerek. AKP’ye karşı bir tür solculuk vazedenlerin, bu ayrımı her daim sumen altı etmeleri zorunlu. Bunlar, devletin ve burjuvazinin savunma hattına adlarını yazdırmak istiyorlar. Her zaman Sabri gibi işe yaramaz ama vazgeçilmez olma arzusundalar.
Alt-üst ayrımını, gerilimini örtbas edenler, yücedeki örgüt şefleri. Onlar toprak ayaklarının altından her kaydığında buna sebep olan gerilimi egemenler lehine gizleme yoluna gidiyorlar. Ve hep CHP sahiline çekiliyorlar. Orada muhalif, delişmen bir tip olarak hikâyeye dâhil oluyorlar. Onlarda Marx ve Lenin’in her daim sola saldırdığı, “ben solcuyum” dediğine tanık olunmadığı gerçeğine ilişkin tek bir lafa rastlamak mümkün değil.
Dolayısıyla sahnede “ben marksistim deyince Duhringci olmaktan çıktığını sananlar derneği” ile “ben marksistim deyince Kautsky’ci olmaktan çıktığını sananlar derneği” arasında bir kavuklu-pişekâr atışması söz konusu. Bunlar oyunda kalmak istiyorlar ve “savunma hattı konusunda bana muhtaçsın” mesajı gönderiyorlar sağa-sola. Devlet, burjuvazi ve emperyalizm iç içe ve sağ da sol da onların sağı solu.
Ortada örgüt ya da parti yok, dernekler var. Bu dernekler, CHP tabanına göz dikmişler. Hepsi de bir ağızdan Atatürk’ün İnönü’ye yazdığı mektubu paylaşıyorlar. Oysa Halk TV, aylardır en basit belgeselde bile İnönü’ye açıktan giydiriyor. Kemalizmin bütün günahını, suçunu İnönü’ye yükleme derdinde olan AKP’nin yanına hizalanılıyor. “Derin devlet” Fethullah’la; “sığ devlet” İnönü ile arınmak istiyor. Bu sayede en sosyalist bile “tek yol devrim” sloganını terk edip, “tek yol aslanlı yol” sloganına geri çekiliyor. Lafız değil pratik önemli.
TV kanallarına çıkan paşalar da zaten Avrasya hattına girilmediğinden, sadece ülkenin bölge bağlamındaki hareket planını genişletmesinden söz ediyorlar. Buna destek de soldan geliyor: “Rusya, Batı’nın alternatifi görülmemeli, AB’den çıkmak, NATO’dan ayrılmak ilerleme sağlamaz.” uyarısı yapılıyor. Tüm alttakilere, ezilenlere “bu yüksek siyaset taklalarına biat et” deniliyor.
Alt-üst ayrımını, gerilimini görmezden gelenlerin solculuğunu son üç yıldır Fethullahçılar örgütledi. Bunlar hâlâ fotomontajla, Tayyip’in başını Putin önünde eğdiğini göstermeye çalışıyorlar. Dünün Putincileri, bugünkü taklalarının hesabını vermiyor. Tayyip ve İslamcılık edebiyatı ile devletin hamleleri, burjuvazinin seyri, emperyalizmin mevzileri karartılıyor. Her şey Tayyip’in şahsiliğine, İslam şahsi ideolojik yüke indirgeniyor.
Tayyip, Fethullah’ın “metafizik gerilim”ini kendisine örgütlüyor. Bunun şahsi ikbal ve gelecekle olduğunu düşünmek yanıltıcı. Devlet ne diyorsa onu yapıyor. Orta sınıf, küçük burjuva güdüler, onun dolayımıyla devlete örgütleniyor. Ona itiraz edenler sadece şahıs görüyorlar, çünkü bu güdüleri bizzat kendileri örgütlemek istiyorlar. Mülkiyet baki olduğu için bu tip kişiler sadece aynı düzlemde rekabet edebiliyorlar. Tayyip’te kendilerinden çok şey gördükleri kesin.
Bugün TV kanallarında, otobüslerde, trenlerde göze sokulan “komik videolar”da küçük insanların büyük olma arzularıyla, “büyük, yetenekli insanlar”ın üstünlüklerine dair hikâyeler boca ediliyor. Solcuların kaleme aldığı mizah programlarında küçük insanlarla alay etmek öğretiliyor. İdeoloji ve dil buradan örgütleniyor. Cahil Müslüman halk bu sayede aşağılanıyor. Kimi Müslümanlara akıllı (küçük) burjuvalar olmak öğretiliyor. AKP, emekçi direncini toprağa gömmek için var ediliyor. Onun kontrol altına alınması noktasında bu partiyi aşağılamak Fethullahçılar üzerinden bilince çıkartılıyor. Sap saman ayrılmıyor, çünkü Fethullah, AKP karşıtı emekçi direncini de örgütlemek istiyor. Darbe teşebbüsüne karşı itirazı “karşı-devrimci” görenler bunu asla anlamıyor. Fethullah, “kıtmir”, yani günahı üstlenmiş kişi olarak, orta sınıfa sesleniyor. Sola bu yüzden sıcak geliyor. Tayyip’in seslendiği alttakiler, mazlumlar, yoksul emekçiler kimsenin gündeminde değil. İnternet âleminde bunları aşağılamak, alaya almak, küçümsemek öğretiliyor.
Devletin boşluk kabul etmesi mümkün değil. AKP yüzünden devletin zarar gördüğünü söyleyen bir solculuğun tartışılması zorunlu. Bu açıdan AKP devlet dairesindedir, Cemaat kadar. AKP’ye vurup o devleti paranteze, cebe, çantaya atmak çıkışsız. Devlete karşı devrimci bir hattı örgütlemeyi göze alamayanlar, devletin savunma hattına örgütlenmeyi tercih etmişlerdir. Emekçiler açısından bu iradenin bu topraklarda bir geleceği yoktur.
Hüseyin Yusuf Kuzu

9 Ağustos 2016 Salı

Ortaoyunu

Avrupa’da kimi Neonazi grupları, kadını aşağılık bir varlık gördüğü ve böylesi bir varlıkla yan yana olmak istemediği için kendi içlerinde eşcinselliğe ciddi bir alan açıyorlar. Kendilerini “üstinsan” olarak görenlerin bu refleksine doğasevicilik ve hayvansevicilik gibi akımlar dâhilinde de rastlanıyor. İdeolojisi buralardan beslenen kimi solcuların İslam’a ve İslamcılığa düşman kesilmesi gayet doğal bir gelişme. Onlar da “üstinsan” olmakla, her tür ideolojiyle yüklenmiş insanı “aşağılık” kabul ediyor. Doğa, hayvan, kadın vs. bu aşağılama pratiği için bir araç olarak kullanılıyor.
Bunun bir tezahürü de Şırnak’ta çadırlarda kalan kadınlar için düzenlenen “iç çamaşırı” kampanyası. Kendilerini sadece düşünen birer klitoris-vajina olarak gören kimi feministler (bu örnek dâhilinde İstanbul Feminist Kolektifi) aşağılayıcı bir dil ve yöntemle Kürd kadınına bu şekilde düşünmeyi öğütlüyor, ötesine tahammül edemiyor, Kürd kadınını maruz kaldığı zulümden ve o zulmün toplumsal-tarihsel niteliğinden soyutlayıp soyut, yüce bir "Kadın"a kapatıyor. Bir Kürd’ün tepkisinde dile geldiği biçimiyle, “Hababam Sınıfı” filminde doğuya erotik film afişi gönderenlerin, Van depreminde kullanılmış sutyen postalayanların yanına düşüyor. Dolayısıyla aşağıdaki resimde görüldüğü üzere, bunların Şengal’deki Ezidî kadınlarla kurduğu ilişkinin mesafesi Senegal kadar olabiliyor. Bilinçaltı dışa vuruyor, Avrupalı misyonerlerin zihni Kürd’e dayatılıyor. Kürd, Kürd olmanın çapaklarından arındırılmak isteniyor. O misyonerler bunu emrediyor. Herkesi yüce katına çağırıyor.
Bugün gelinen noktada sol-sosyalist çevreler, mevcut koşullar üzerinden, tüm iddialarından vazgeçmiş durumda. Hepsi düne kadar eleştirdikleri ulusalcıların, CHP’lilerin, cumhuriyetçilerin, en iyi hâliyle liberal demokratların hattına gerilediler. “Kamusal vicdanı” anımsatan Yasin Durak da bu geri dili kuşanmanın ekmeğine sürdüğü yağı artıracağını düşünüyor. AKP ve IŞİD bahanesiyle herkes bir tür sosyal demokraside ve liberalizmde ikbal görüyor. Siyaset açılan yuvalara, çatlaklara yerleşmeye indirgeniyor. İslamcılık geleneğinde bir çatlak anlamına gelen ve “sınırsız, sınıfsız İslam toplumu” diyen Metin Yüksel, bu ikbal düşkünlerince eziliyor, bastırılıyor. İslam konusunda Batılı oryantalistler kadar cahil olan kimi solcular, faaliyetleriyle o batının devletine hizmetkâr oluyorlar.
Yasin Durak, “Fethullahçılık İslamcılığın Dik Alasıdır” derken Kemalist efendilerini, ekmeğini yediği müesses nizamı aklama yoluna gidiyor. Durak’ın tespiti doğru ise, Fethullah muhbirlerinin-itirafçılarının ifadesiyle, Cemaat’in kuruluşuna tanıklık eden Vehbi Koç, MİT müsteşarı Fuat Doğu, CIA vs. de İslamcı. Eğer Yasin Durak’ın akademiye kapak atmasını sağlayan tezin danışman hocası Yasin Aktay İslamcı ise Yasin Durak da İslamcı! O, özünde iktidarın ele geçirilmesi konusunda devletin sergilediği dirence ortak oluyor. Devletin köklerinde varolduğunu zannettiği "solculuğa" sarılıyor, herkesi o köklerden beslenmeye davet ediyor.
Bu anlamda Birgün ve Durak, mevcut durumu fırsata çevirmek adına CHP’ci bir tür solculuğa alan açmaya çalışıyor. O solculuk, CHP kuyruğunda Taksim’e koşuyor, Kılıçdaroğlu, Tayyip’in yanına koşunca arabeske bağlayıp sevgiliye ucu yanık bir mektup yazıyor. Şimdilerde Cemaat üzerinden AKP’ye vuranların, özellikle son üç yıldır Cemaat’i neden siyaset ve istihbarat kaynağı olarak gördüklerinin hesabını vermeleri gerekiyor. Hâlâ, utanmadan “Haziran Türkiye’si”nden bahsediyorlar. Oysa üç kuruşluk politik çıkarlar için Gezi’yi ve Haziran’ı iğdiş edenler kendileri. Önce seçim, ardından Fethullah rüzgârıyla yelkenlerini şişirmek isteyenler, “yoğurdum kara” bile demiyorlar. Kaleme aldıkları bildiride CHP’ye değil, Kılıçdaroğlu’ya vuruyorlar. Haziran meclislerine örgütleyecekleri CHP’lilerin olduğunu düşünüyorlar, ama bir yandan da seksen sonrasında CHP’nin içine yolladıkları kadroları eliyle CHP batağına çekiliyorlar.
Bugün Cemaat muhbirleri, meseleyi özel bir şahsın kendinden menkul bir cürmüne indirgiyorlar, görevleri bu. Misal, Fethullah’ın Özal’ı, Demirel’i ve Tayyip’i kıskandığından bahsediyorlar. Oysa Fethullah, devlet tarafından, hükümet partilerinin kontrol ve disiplin altında tutulması için kullanılan bir aparat. O devlet, emperyalistlerle kolkola olan ittihatçı subaylar kadar, o emperyalistlerin iç ve dış ajanları ile faaliyet imkânı buluyor. O hâlde Fethullah’ta İslam görüp kaşınanlar, ondaki devleti ve iç emperyalizmi gizlemiş oluyorlar, görevleri bu.
Selahattin Demirtaş ise tipik bir CHP’li gibi konuşuyor grup toplantısında. “AKP nitelikli, yetişmiş eleman ihtiyacı sebebiyle Fethullah’ın önünü açtı. Amaç, dini muhafazakâr kesimin devleti ele geçirmesini sağlamaktı” diyor Demirtaş. Bu hamle ve devamında ilân edilen, Taksim Manifestosu'na nazire yapan “12 Maddelik Yol Haritası” yeniden inşa edildiği söylenen devletin bu inşa sürecine eklemlenmek. CHP kanalından Haziran, AKP kanalından HDP girmek istiyor bu sürece. “Bizi saraya ve Yenikapı’ya neden çağırmadınız?” diye feveran edenler, “biz zaten gelmezdik” diyorlar şimdilerde. Demirtaş konuşmasında “Fethullah’la birlikte görülmeyen herkesi itibarsızlaştırdınız, Fethullah’la ilişkisi olmayan tek parti HDP’dir” diyor, bu mevzu Diyarbekir belediyesindeki Ekrem Dumanlı görüşmesini, “nezaket ziyareti”ini, “Fethullah’a selam söyleyin” mesajını ya da seçimlerdeki Cemaat desteğini de içeriyor mu, merak konusu. Özetle, HDP ve Haziran, batan gemi olarak CHP’yi yağmalamak derdinde, ama kimse ol ganimeti nereye, hangi limana götürecek, onu söylemiyor. Cümlesi de avama güzel masallar anlatmakla meşgul.
Burada Demirtaş, devleti her elmalı şekere kanıp istenilen yere götürülen "saf bir çocuk" olarak görüyor. Tipik CHP’li bir siyasetçi olarak konuşup CHP tabanını avlayabileceğini düşünüyor. “Saf çocuk” gördüğü devlete böylelikle sahip çıkıyor. Onun anasına-babasına mesaj göndermiş oluyor. Çelişkili bir ifadeyle, devleti ele geçirmekle suçladığı Cemaat’in ve AKP’nin karşısına “devleti yeniden organize edelim” diyerek çıkıyor. Ülke yönetiminde sahip oldukları konum ile bu noktada rol kapmak istediğini söylüyor. Alper Taş ise aynı telden “Türkiye’yi kurmak”tan söz ediyor. Rol paylaşımı bu minvalde. HBDH ise “krizin kaosa sürüklendiğini” “ülkeyi ve toplumu kaostan kendisinin çıkartabileceğini” söylüyor. Bu laf, krizi derinleştirip devrim yapmakla yükümlü bir örgütün ağzından çıkıyor.
Mizahi dile geri döndüğüne göre, Demirtaş sinyali almış görünüyor. Yenikapı’ya çağrılmama, fotoğraflarda yer almama meselesi, HDP’nin ifa ettiği ve etmeyi sürdüreceği misyon ile ilgili. O “saf çocuk” görülen devlet, olsa olsa, filmlerdeki içine şeytan kaçmış “çocuk”. Oyunu bitmemiş, bitmeyecektir.
Eskiden kıt da olsa rastladığımız devlet analizlerinin bugün devre dışı kalmasının sebebi, herkesin oynanan bu ortaoyununun seyircisi olmasıdır. Ele geçirilecek bir mevki olarak saf, temiz ve ari görülen/gösterilen devletin perde gerisinde neler yaptığı, o yapılanların kapitalizmle ve emperyalizmle bağları kimseyi ilgilendirmemektedir. Sahnede görülen atışmalarla oyalanmak yeterli, o devlete işmar etmek tek çözümdür. Dolayısıyla kimse, o devletin sınıfsal niteliğine, tarihsel konumuna, toplumsal hareket planına tek laf etmemektedir. Siyaset, devlet katında, demokrasi kılıfı altında işleyen bir pratiğe indirgenmiştir. Her türlü teorik-ideolojik tespit-değerlendirme, o devleti aklama amaçlıdır. Çünkü herkes bir biçimde, ülkenin kurucu iradesindeki teorik-ideolojik donanım ve içerikten memnundur. Kendilerini üstün kıldığını düşündükleri her şeyi ona borçlu olduğunu düşünmektedir. Şezlongda yatan da tankın önüne yatan da mevcut durumunun üstünlükçü yanını borçlu olduğu gücün önünde diz çöktürülmektedir. O güce karşı kudret devşireceğimiz yerler, ortaoyununda rol alanların, almak isteyenlerin durduğu yerler değildir.
Bahri Dikmen

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Darbe Senaryo mu?

Felsefede sorular cevaplardan önemlidir. Çünkü sorular tartışmanın yönünü belirleyen asıl etmenlerdir. Cevaplar ikincil, tali bir yol izlemektedir.
15 Temmuz gecesi orduya alkış tutanlar, darbe başarısızlığa uğrayınca, “bu Tayyib’in senaryosudur” demeye başlamışlardır. Nitekim kendini Marksist görenler de bu tartışmanın içinde boğulmuşlardır.
Halktan insanlar olarak darbenin gerçek bir darbe mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu tartışacak bilgilere sahip olmadığımızı ifade etmek lazım. Açıkçası bir Marksist, bununla ilgilenmez. Marks, bizden yüz elli sene önce toplumun işleyiş yasalarını ortaya koymuştur. Bizlerin bu Marksist mantık çerçevesinde söyleyeceklerimiz nettir ve gerçeğin kendisidir.
Marks, kapitalizmin çelişkilerinden bahsederken, temel olarak artı-değerin paylaşımına dikkat çekmiştir. Yani işçinin ürettiği üründen üretilen artı-değer (genel olarak kâr olarak bilinir, ancak Marksist iktisatta artı-değer bütün giderler çıktıktan, yani maliyet çıktıktan sonra geriye kalan değere “artı-değer” denir) işçi ile patron arasında paylaşılır. Tarihin temel çelişkisi, patron ile işçi arasındaki çelişki, işte bu çelişkidir. Bu artı-değerden işçi mi yoksa patron mu daha fazla alacaktır? Toplumun ezen-ezilen kavgası bu temelde yürür.
Bir diğer çelişki ise işçiler ile işsizler arasında olan çelişkidir. Bu çelişki ise asgari ücret denen açlık sınırının belirlenmesinde rol oynar. Yani işçiler, daha doğrusu örgütsüz işçiler, daha fazla ücret istediklerinde, patronlar işçileri bu işsizler ordusu ile tehdit eder. Der ki; “eğer beğenmiyorsanız bu ücretleri, çıkın gidin!” Marks’ın deyimi ile “işsizler ordusu yedek işçi ordusudur.” Çalışan işçiler eğer ücretlerinden memnun olmazlarsa, hemen kapı dışarı edilirler. Çünkü toplumda işsizler ordusu vardır.
Nihayet kapitalizmin son çelişkisi ve konumuzu ilgilendiren çelişkisi ise kapitalistlerin kendi arasındaki çelişkisidir. Bunlar ise yaratılan artı-değeri sadece kendiler almak için müthiş bir rekabet içindedirler. İşte Gülen cemaati ile ‘’Erdoğan devleti’’ arasındaki çelişki buraya tekabül etmektedir. İşçilerin alın terini paylaşamayan iki burjuva sınıfının çatışmasıdır bu. Bu noktada emekten yana olanların “darbeye hayır” demesi, onları Erdoğan’ın kucağına itmemelidir. Haftalardır darbe karşıtı gösteri yapanlar durup düşünmelidir. Erdoğan neden kutsal değerlerin, dini-milli değerlerin yüceltilmesinden bahsediyor da işsizlikten, yoksulluktan, asgari ücretten bahsetmiyor? Neden işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesinden, iş güvenliği kurallarının iyileştirilmesinden söz etmiyor?
Çünkü Erdoğan yoksul halkı değil, işçileri sömüren kapitalist düzeni temsil ediyor. Burada kalkıp “darbe gerçek mi senaryo mu?” diye tartışmak bizim sınıfın işi değildir ve “aklımız ermez ona”.
Biz sofradaki ekmek kadar somut düşünmeliyiz. Bir atasözünde ifade edildiği gibi: “Filler tepişir, altta çimenler ezilir”. Maalesef üstteki fillerin kavgasından dolayı bizim sınıfın insanları, bizim sınıfın insanlarını ezdi. Kısacası bizim başımızda hep bir darbe vardı. Yoksulluk darbesi.
Önüne geçip canımızı feda ettiğimiz tanklar, üzerimize kurşun sıkan askerî jetler bir senaryo mu değil mi, bilemeyiz ama sabahın köründe işe gitmek, ay sonunu getirememek, kirayı ödeyememek, her bir yana borçlu olmak, günde 12 saat çalışmak, hastaneye gidememek bizim hayatımızın kendisidir ve biz bu oyunu bozmak zorundayız. Asıl oyun hayatımız üzerindedir asıl senaryoda...
İlhan Çıtak

Yenikapı’da Sınıf Mücadelesi

Sınıf mücadelesi eğer burjuvazi/sermaye ile işçi sınıfı, emekçiler, ayaktakımı vs. arasında doğrudan cereyan eden bir mücadele olsaydı, muhtemelen komünist siyasetin işi epeyce kolaylaşırdı. Ama bu mücadelenin doğasını belirleyen çok sayıda faktör mevcut.
“Sınıf mücadelesi” dediğimiz şey, temelde ya da belki son kertede, bizim şeylere nasıl baktığımızla ilgili bir mesele, bu anlamıyla da bir yöntem ve üslup sorunu.
Çevremizde olan biten pek çok şeyi nasıl gördüğümüze, onlara nereden baktığımıza ilişkin bir sorunsal. Bu, tabii ki bir partinin ya da örgütün her şeyin bilicisi olduğu ve bilinçsiz kitlelere bilinç taşıdığı anlamına gelmiyor, bunu yapmaya çalışanlara pek de yüz verilmediği ortada. Burada gerçekleşen, daha çok hayatın akışı içinde hem örgütlerin hem de kitlelerin bakışında yaşanan değişimler ve bunun özünü diyalektik ve diyalog oluşturuyor. Diğer bir ifade ile birbirlerinin dilini anlayıp iletişime geçebilmek, vs.
Burada iki önemli düzlem var; maddi hayat ve manevi hayat. Esasında Marx “din halkın afyonudur” önermesini ortaya koyduğunda, bu ikinci düzleme, manevi hayata gönderme yapmaktadır. Burada olan, kitlelerin, halkın ya da işçi sınıfının din vasıtası ile uyuşuk bir duruma geçmeleri değildir. İnsanlar gayet kendi maddi hayatlarının farkındadırlar, bunun her gün deneyimler ve ötesi her defasında yeniden üretirler. Asıl olan, dinin ya da başka bir maneviyat biçiminin insanların acılarını yatıştırması, kendi varlıklarını metafizik bir dünyada koruyacak olan sabrı sunmasıdır.
AKP iktidara geldiğinden beri sınıf mücadelesini başka bir eksende yürüttü (ortada bir mücadele olduğuna göre, bunu sadece komünistler yürütmüyor, başkaları da bunun bir aktörü), farklı bir bakış açısı, bakma biçimi geliştirdi. Maddi ve manevi hayatı birleştirecek bir düzlem oluşturdu.
Geçmişte kendisini sistemin dışında hisseden pek çok kesim bu süreçte kendilerini daha merkezde hissedecek yeni bir bakışa sahip olmaya başladı. Böylelikle geçmişte rahatsız oldukları pek çok uygulama, onlara bugün meşru ve haklı görünmeye başladı. Bir zamanlar kendi ulaşamadıkları mekânlarda yapılan ve onları rahatsız eden mekânlar, mesela Çeşme, Bodrum başta olma üzere yağmalanan bütün kıyı şeritlerine karşı bugün onlar için açılan yeni mekânları meşru gördüler. Hürriyet’in yıllar önce attığı “halk plajlara akın edince vatandaş denize girmedi” ideolojisini bu yeni eksende yerle bir ettiler ya da bunun böyle olduğuna inandılar. Yani sömürü ve yağma düzeni devam ederken, buna ilişkin bakış açısında bir değişim yaşandı.
Sorun şu ki bugün AKP’ye oy veren, Demokrasi Mitingleri’nde “Allahu ekber” sloganlarıyla nöbet tutan kitleler, yıllardır komünistlerin örgütlemeye çalıştığı, yani ortak bir amaç için ortak bir duygulanım ve düşünce dünyasına eklemeye uğraştığı kitlelerdi.
Bu kitlelerin büyük bir çoğunluğu Gezi Parkı Direnişi’ne destek vermedi, aksine onun karşısında yer aldı, çünkü onun çağrıştırdığı şey, gene bu direnişe katılanların büyük bir çoğunluğunun böyle bir yönelimi olmasa da, kazanmış oldukları mevcut durumu kaybedip yeniden çepere itilecekleri yönündeydi. Burada maneviyatın yanında maddi olan da bir o kadar belirleyici oluyor ve bu yüzden mevcudun sürmesini istiyorlar, Gezi Parkı’nın mevcut durumunun sürmesini ya da kendi yaşam biçimlerine dokunulmamasını isteyenler de olduğu gibi. Edindikleri bu yeni bakış açısından memnuniyet duruyorlar.
Şimdi asıl mesele, genel olarak ülkedeki komünist siyasetin birincisinde zayıf ama doğru bir biçimde Gezi Direnişi’nde yer alırken, yani geniş kitlelerin mevcudunu koruma hareketinde, ikincisinde niye yer almadığı ya da alamadığı. Kuşkusuz bunun pek çok cevabı ve bir kısım haklı görünebilecek cevapları olabilir. Ne var ki buradaki temel sorun, aslında son kertede belirginlik kazanacak sınıf mücadelesinin asıl bileşenlerinde yer almakta. Bu anlamda işçi sınıfının, emekçilerin, ayaktakımının büyük çoğunluğunun demokrasi nöbetinde olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yüzden Gezi Direnişi’ne büyük destek veren Cihangir, Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka, Alsancak gibi yerler bugün epeyce suskun. O gün susan sınıf, bugün başka bir dilde konuşuyor. Bunu kendi dilimize tercüme etmek, anlamak ve en ilkel kitle iletişim aracı olan karşılıklı diyalogu fazlası ile yaratmamız gerekiyor. Bu iş biz bilirizci, tepeden bakıcı, aşağılayıcı siyaset biçimleri ile olmuyor. Zarafet ve nezaket gerektiriyor. Şeylere ortak bir bakışı komünist bir ufuktan ancak böyle örgütleyebiliriz.
Burak Bakır

Kofluk

Bir zamanlar Fethullah Gülen cemaati siyasetini İsrailci, Amerikancı, devletçi, seçkinci ve gizlici olması nedeniyle Peygamber sünnetine aykırı bir yerde gördüğümüzü söylerdik (epey eski zamanlar -hatta tarihöncesi sayılır bu hıza göre. Bu temel eleştirilere hikâyât-ı muhkemin üzerine çıkarmalarını da ısrarla ekleyen arkadaşlarım vardı, unutmayalım.)
Ama bize denirdi ki: “Filistin’in derdi size mi kalmış; “Amerika’ya karşısınız da ne yapacaksınız ki”; “devlete kafa tutulmaz”; “halk ne ya, güçlü olanları ikna etmelisin”; “darülharpte değil miyiz ki...”
Bu itirazları dile getirenler, yine aynı yolda ve devletin kendi cemaatini kurma yoluna, bir şeyler karşılığı, katkı veriyorlar.
Arkadaşlar lütfen uyanık olun.
Kimsesizlerle cemaat olun, cem olun.
Peygamberler sünneti ücretsizlik ilkesiyle hakkı söylemek üzerinedir. Yine de herkes kendi yolunu bilir, ne diyelim.
Bu arada artık başkaları da, hatta eleştiri sahipleri de, yeni devlet cemaatine katkı veriyorlar. O da uzun mesele.
Acayip bileşimler var ortada. Bu şartlarda acil olan, artık Gülen cemaatine değil, müslümanların şu anki siyasi pratiğinin kofluğuna dönük eleştiridir.
Sinan Kızılkaya