22 Ağustos 2016 Pazartesi

Aks

Bölgede Sykes-Picot’ya düşman ve karşıt olan iki eğilim var: PKK ve IŞİD. Düne kadar sınır çalışmaları yapan, “sınır varsa suç vardır” diyen kimi akademisyenlerin Gaziantep’te patlayan bomba sonrası dile getirdikleri “sınırlara duvar örülsün” talepleri iki eğilim arasındaki gerilim eliyle biçimleniyor.
Ülke ekonomi-politik, jeopolitik ve biyopolitik açıdan belirli çelişkilerin tezahürü olarak varoluyor. Bu üç alanın uzmanları türüyor, gevezeliklerini yarıştırıyorlar. Hepsi de başta belirlenen Misak’a bağlılar. AKP ile IŞİD ilişkilendirmesi doğrudan kemalizme eklemleniyor. IŞİD saldırıları sonrası herkes polisleşiyor, “duvarlar çekilsin” deniliyor, “tüm insanlar birbirinin muhbiri olsun” talebinde bulunuluyor.
Sonra Erdoğan, Gaziantep saldırısı ardından, “ezanlar susmayacak” diyor, bu laf ondaki örtük IŞİD zihniyetine bağlanıyor. Esasında söz konusu laf, ezanın millileştirilmiş olduğunu ifade ediyor. Tayfun Atay “ehvenişer, şerlerin en kötüsüdür” lafının Mustafa Kemal’e ait olduğunu biliyor ve bu lafı bu yüzden veciz bir ifade olarak öneriyor. Erdoğan’daki IŞİD gösterilerek Kemalist devlet aklanıyor. AKP zaten bunun için var. Bugün “kemalizm otuzlarda bitti” ya da “ben sosyalistim-komünistim, kemalizmle ne alakam var!” denilmesinin bir anlamı bulunmuyor.
IŞİD konusunda kim konuşuyorsa, (misal Eren Erdem) belirli gerçekleri örtbas etmek amacıyla konuşuyor. Zira AKP, IŞİD’in muhatabı olamayacak kadar acz içerisinde bir yapı. O, Erdoğan’ın saraya alınması ile lağv edilmiş bir parti. Dolayısıyla “IŞİD” derken emperyalizmden söz etmeyenler yalan söylüyorlar. Saray gladyosundan söz edenler, gerçek gladyoyu temize çıkartıyorlar.
Emperyalizmden söz etmeleri mümkün değil, çünkü “anti-emperyalizm” lügatten epey zaman önce çıkartıldı. Artık arkaik, geri bir terim olarak alay konusu ediliyor. Özneler, ne kendilerini özne kılan süreçlerin sorgulanmasına izin veriyorlar ne de o süreçleri sorgulayabiliyorlar. Hepsi de biraz daha hayatta kalabilmek için içte ve dışta esen rüzgârlarla şişiriyorlar yelkenlerini. Tüm yapılar bu sürece katkı sunan birer operasyonel unsura dönüştürülüyor. Halkla, gerçekle, acıyla, dertle, öfkeyle temas kurmak aşağılık bir şey olarak görülüyor.
Her şeyi ve herkesi kendisine kul-köle etme derdindeki küçük burjuva yaklaşım, devlet ve demokrasi katında kendi muadillerini buluyor. Bugün “ABD bölgedeki gericiliklerin kökünü kazımak ve Kürd’ü özgürleştirmek için geldi” diyenlere rastlanıyor. Onca direniş türküsü orkestraya mağlup oluyor. Yirmi yıl önce liberallerin sözlerini AKP gerçeğe döküyor ama AKP’nin kitleyi tutması için onun hâlâ faşist bir yapı olarak sergilenmesi gerekiyor. Sol, ne faşizme ne de liberalizme had bildirebiliyor, çünkü haddini onlar tayin ediyor.
Solun trajedisi, “Bana bak! Hey Avanak! Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz dağlarla dalgalarla kütleleri ileri atamaz.” diyen Nâzım’ın şiirlerini bağlama-gitar eşliğinde besteliyor olmasında karşılık buluyor. Bugün o Nâzım’ın yeni yoldaşları “IŞİD de PKK de bozguna uğrayacak” diyor. Batonu kim sallıyor, ona bakmak gerekiyor. İlericilik edebiyatı üzerinden Sovyetler’e bağlanmış, sosyalist olmuş kesimler bu küçük burjuvalıklarını her dem bugünü aşağılayarak, apolitikleşerek gizleme yoluna gidiyorlar. Bugünkü güç ilişkilerine ne akıl erdirebiliyorlar ne de o ilişkiler içinde halkın gücü olarak yer alabiliyorlar. Kucağındaki kediyi okşayıp senfoni dinlemeyi sosyalizm zannediyorlar.
AKP’li gazeteciler IŞİD’in ve PKK’nin “yalancı cennet” çağrılarını eleştiriyorlar. Herkesi bugüne, bugündeki güç ilişkilerine kul-köle etme derdindeler. Fethullah ile ideolojik ilişki kuranların hepsi zorunlu olarak bugünün misakına bağlanıyorlar. Orkestra bu şekilde yol alıyor. Özetle, herkes bugünden kaçırılıp tekrar bugündeki güç ilişkileri önünde diz çöktürülüyor.
Düne kadar herkesi CHP hizasına boncuk gibi dizme derdinde olan İrfan Aktan, Ahmet Şık üzerinden, bu sefer AKP’yi işaret ediyor. Aktan, Cemil Bayık’ın “Gülenciler milliyetçi ve Kürt düşmanı. Biz onlarla temasa geçerek onları bu çizgiden uzaklaştırmak istedik ama onlar yanaşmadılar.” sözünü aktarıyor. Siyasi akıl bu eksende ilerliyor. Herkes birbiri üzerinden gizli mesajlar bırakıyorlar semaya.
İsmail Saymaz MİT raporlarına ulaştığını dile getiriyorsa, MİT mensubu olduğunu ikrar ediyor demektir. Saymaz, “IŞİD Türkiye’nin sorunudur, güvenlik görevlilerine saldırıyor” derken ya yeni milli mutabakat dâhilinde AKP’yi aklamakta ya da Kemalist kurgunun faili/ajanı olarak belirli gerçekleri gizlemektedir. O güvenlik güçleri bir koldan da İslamî direniş imkânlarını IŞİD eliyle temizlemektedir. Bu noktada soru şudur: PKK eliyle tasfiye edilen bir şeyler var mı?
Devlet misakından vazgeçemez. Kazığı oraya çakmıştır. Hareket planının genişliği konusunda belirli ayarlamalar yapmak zorunludur. Ama her şeyden önce o kazığın o çakılı olduğu yerden çıkmaması gerekir. Müslüman, sosyalist ve Kürdî tüm yönelimler bu yönde törpülenmelidir. Kazığın varlık sebebi budur. Küçük burjuva siyaset o kazığı belkemiği hâline getirenlerin siyasetidir.
O kazık, misak-ı milli, Sovyetler’i içeren bir güçler ilişkisinin semeresidir. Sovyetler devredışı kaldıktan sonra yaşanan girdap birçok kesimi içine çekmiştir. Eski bir TKP’linin değerlendirmesine göre, partisi 12 Eylül’de CHP ile Halk Birliği hükümeti kurma hayallerine kapılmıştır. Burada da mihenk taşı Sovyetler’dir. Güçler ilişkisinde birçok solcunun tahayyülünde Sovyetler’in yerini Kürd ve Kürdistan almıştır. O da birileri ile yeni Türkiye’yi kurma derdindedir.
Onca CHP flörtü, CHP kitlesine oynama, laiklik için dayanışma girişimleri döne dolaşa devletin kâdim kazığına bağlanmıştır. Uğur Mumcu öldürüldüğü gün, “kimse cenazesine gitmesin, bu adam MİT ajanıydı” diyenler, bugün ilericiliğin bayrağı olarak Uğur Mumcu’yu anmaktadırlar. MİT de emperyalizm gibi görünür olmaktan çıkıp silikleşmiştir. Bu öznelerin varlık sebebi buradadır.
Graham Fuller’in Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabının alt başlığı “Türkiye: Müslüman Dünyada Eksen Ülke”dir. Bu eksenin geçmişin misak-ı milli denilen kazıkla gerilimli bir ilişki içerisinde olduğu iddia edilebilir, ama bu gerilim ciddi yanılsamalara yol açmaktadır. Müslüman dünyadaki eksen ülkenin o misaktan vazgeçmesi mümkün değildir. IŞİD konusunda söz söyleyenlerin gözlerden ırak tuttuğu gerçek budur.
Bugün o eksen ülke Yahudi olmaklığı ile bölgede belli konularda eli kolu bağlı olan İsrail’le anlaşmış, onun varlığını meşrulaştırmış, Kudüs’ü başkent olarak kabul etmiş, Filistinlileri hareketi dâhilinde bir kez daha kıyıya köşeye fırlatmıştır. Bugünkü Gazze saldırıları o anlaşmanın sonucudur.
O aks, eksen, kazık, ezilen halklardan, sömürülenlerden yana hareket edemez, varolamaz. Aksa, eksene, kazığa tek laf etmeyenler, kitleleri onlara bağlamak derdindedirler. Aks, eksen ve kazık, egemenlerin ölçüsünü ve ölçeğini vermektedir. Kürd, ölçüyü aştığında IŞİD; İslam ölçüyü aştığında Kürd; sosyalistler ölçüyü aştığında AKP devreye sokulacaktır. Türk tarih tezinden mülhem Kürd tarih tezi geliştirerek “Kürdler on bin yılın intikamını alıyor” naraları atmanın anlamı yoktur. Ezilenlerin efendilerin kazığına bağlanmasına izin verilmemelidir. Had bildirmek için had bilmek şarttır.
Bahri Dikmen

"Toplumsal Uzlaşma": Saray'ın Yalan Rüzgârı mı?

“Bizim toplum balık hafızalıdır” klişesini hepimiz biliriz. Toplumsal hafızamızın da bireysel hafızamız gibi seçici olduğu yadsınamaz. Toplumlar da büyük acılar ve felaketleri, travmatik olayları “unutmaya” eğilimlidir. Yaralarını böylece sarar ve yaşamaya ancak böyle devam edebilir.
Ancak bu “unutma” faaliyetine, çoğu zaman, bu tür büyük acı ve felaketlerin birinci dereceden sorumlularının -çoğu zaman devletlerin- manipülasyonlarının eşlik ettiğini de biliyoruz. Örneğin 6-7 Eylül İstanbul azınlıklarını tasfiye kalkışması, bizzat zamanın devlet güçleri tarafından organize edilmiştir. Bu gerçeği 30 yıl sonra öğrenebildik. Hakeza ’38 Dersim Katliamı’nın arkasındaki gerçekleri hafızamızın derinliklerinden -kimilerimiz hariç tabii ki- 65 yıl sonra açığa çıkarabildik… Egemen siyaset odaklarının bu tür “unutturma” manipülasyonları her durumda büyük felaketler ve acılar sonrasını beklemez.
Egemen siyaset odağı açısından bu manipülasyonların, iktidarını tehlike altında hissettiği, bu nedenle 180 derecelik siyaset değişiklikleri ihtiyacı içinde, yakın geçmişi unutturma, artık “değiştiği” imajını yaratarak yeni müttefikler edinmek ve böylece iktidarını tahkim etmek için kullanışlı olduğu açıktır. Bu anlamda o kritik ana kadar son derece tekelci ve zorba iktidar, birdenbire son derece esnek, hoşgörülü ve birleştirici olduğu gibi bir algı yaratma çabasına girişir ve bu yolda adımlar atmaya başlar. O zorba ve tekelci iktidar ne kadar uzun bir geçmişe sahipse, başka bir deyimle, bu iktidarın olumsuz izleri toplum içinde ne kadar derin izler bırakmışsa; sanılanın aksine toplum, hemen yerini geçmişi unutma ve bir çeşit umuda bağlanmaya hazırdır. Muktedir, her zaman geleceğe yönelik bu toplumsal iyimserliği istismar eder. Ta ki iktidarını yeniden tahkim ettiği ve tırnaklarını yeniden çıkarmaya hazır olduğu ana kadar…
Peki geçmişin zorba iktidarı da değişemez mi? Kritik zorluklarla ve son derece travmatik tehlikelerle karşılaşan iktidar o ana kadar izlediği çizgiden başka bir “yol” tutturamaz mı? Bu soruya prensip olarak olumsuz yanıt vermek mümkün değil, şüphesiz. Nitekim siyasi tarih, bırakınız değişmeyi, kenara çekilebilme esnekliği gösterebilmiş iktidarlara da tanıklık etti.
Bu uzun girişten sonra meramımızı somut olarak tartışmak zorundayız. 15 Temmuz’da muhatap olduğu darbe girişiminden sonra Saray iktidarının daha uzlaşmacı ve “milli birlikçi” tutumu hangi türden bir siyasi girişime işaret ediyor? Daha açık ifadeyle, muktedir, artık iktidar etmede yaşadığı ciddi zorlukları tek başına aşamayacağı bilincine ulaşmıştır ve muhalif toplum kesimlerinin ve siyasetin desteğine samimi olarak ihtiyaç duymaktadır. Ya da iktidar kendisi için ciddi tehlikelerle dolu olan dönemi bir tür takiyye yaparak ve uzlaşmacı görünerek aşmaya çalışmaktadır; 14 yıllık tekçi, despotik iktidar alışkanlığının değiştiğini gösteren bir işaret yoktur. Her kritik soru da olduğu gibi cevap için yaşanan pratiği analiz etmek elzem.
Muktedirin “toplumsal uzlaşma, milli mutabakat, birlik ve beraberlik” çağrıları kesinlikle ve tartışmasız olarak belki de ülkenin yaşadığı bütün sorunların kaynağı olan Kürt sorununun siyasi temsilcilerini kapsamamaktadır. HDP’nin dışlanması bir siyasi partinin ya da birtakım siyasilerin dışlanmak istenmesinin ve hatta 6 milyonluk bir seçmen kitlesine işaret eden bir temsiliyetin yok sayılmak istenmesinin ötesinde bir anlama ve içeriğe sahiptir. Bu tercih “nasıl bir Türkiye” tasavvuruna sahip olduğunuzla ilgilidir. Ve bütün uyarılara rağmen ısrarla sürdürülen tecrit politikası görüşmelere çağırmama, mitinge davet etmeme, anayasa komisyonuna almama, daha da ötesinde itibarsızlaştırma kampanyası- ülkenin korkunç tehlikelerle dolu bir bölünme sürecine girmesinin muktedir tarafından göze alındığının göstergesidir. Bu tehlikeli gelişmeyi daha da tehlikeli kılan bir başka gösterge de ana muhalefet partisinin meselenin ciddiyetiyle orantısız bir şekilde sergilediği yasak savma tutumu -“ben eleştirdim, bence yanlış..vs”- dâhilinde ortaya koyuyor olmasıdır.
Bu tür toplumsal uzlaşma çağrılarına iktidarın-14 yıllık tarihinde sıklıkla yaşadığımız despotik uygulamaların, katmerleşmiş olanlarının eşlik ettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. OHAL ilanı, ilan edilme gerekçesiyle bağdaşmayan ülkenin geleceğini ipotek altına alan kararnameler, onbinlerce insanın bir cadı avı başlatıldığı görünümü veren bir şekilde gözaltına alınması, tutuklanması, işlerinden atılmaları… Bahaneyle bir bütün olarak muhalefeti tasfiye amacı taşıdığı inkar edilemeyecek uygulamalar; gazeteci, yazar, öğretim üyesi tutuklamaları, gazete kapatmalar, kayyum atamaları, dizginsiz özelleştirme girişimleri vb. İşkencelerin ve gözaltında kayıpların sıklaşması…
Son derece yakıcı bir istek olan ülke içi BARIŞ talebi iktidarın ilgi alanında değildir. İç savaş ihtimalini ortadan kaldıracak barışçıl girişimler yerine savaşçı politikalarda ısrar edilmektedir. Paramiliter güçlerin inşa edildiği gözlemlenmekte ve toplumsal gerilimi düşürücü çabalar yerine sokağa hâkim olma, sokağın mobilizasyonu meselesi ön plana çıkmaktadır. Hakeza bölgesel barış çabaları da, iddiaların aksine, fiiliyata henüz yansımış değildir.
İktidar medyası, hedef gösterici, provokatif ve dezenformasyon amaçlı yayın çizgisini ısrarla sürdürmektedir.
Ana çizgileriyle özetlediğimiz bu süreç, muktedirin “toplumsal uzlaşma ve milli mutabakat” çağrılarının samimiyeti konusunda derin şüpheler uyandırmaktadır, şüphesiz. Anlaşılan demokratlar, sosyalistler, bütün ezilenler kendi göbeğini kendisi kesecek. İhtiyaç, en geniş demokratik cephe. Barış, özgürlük ve eşitlik taleplerini temel alan bir program temelinde, laik ve halkların kardeşliğine dayanan bir demokratik Türkiye’ye doğru. Barışçıl ve toplumun bütününe seslenen bir üslupla…
Cengizhan Güngör

21 Ağustos 2016 Pazar

Son Tango

Tezgâhçı usta(!) derdin nedir? Ne yapmak istiyorsun?
Bu topraklar; Ermeni'yi kırdınız öksüz kaldı, şimdi kadîm Kürt halkını yok ederek yetim mi bırakmak istiyorsunuz? Halkların lanetini yaşamak istemiyorsanız, kırım planından vazgeçin.
Bu coğrafyada Kürtlere onlarca yıl kültürel asimilasyon tüm zalimliğiyle uygulandı ve hâlâ yapılmaya devam ediliyor.
30 Kasım seçiminden sonra, Kürdistan’da başlatılan yıkım politikasının devamı topraksızlaştırma ve fizikî bir Kürt soykırımıdır.
Tezgâhçı ustanın yeni planı budur. Bölgesel dengenin kendisini rahatsız etmemesi için şantaj dâhil her türlü diplomatik çabayı hızla yürütmektedir. MGK'da yapılacak toplantıda büyük bir ihtimalle bu planın detayları masaya yatırılacak ve uygun zaman kollanacaktır.
Rusya ve İran görüşmeleri hızlandı ve bu müttefikleri memnun edecek bir girişimde olunacağı çelişkili bir şekilde ifade edildi. TV ve gazetelerde altı aya kadar Suriye ile sorunlar biteceği ve daha aktif bir rol alacaklarını Başbakan Binali Yıldırım açıkladı.
Diplomasinin altın kuralı, bir taşla aynı anda birbirine bağlı birçok sorunu çözme yeteneği ve iradesidir.
Suriye iktidar kuvvetlerinin Kürtlere ilk defa saldırması ve MGK toplantısının ardından Gaziantep’te düğüne yapılan bombalı saldırı sonucu çok sayıda insanımızın hayatını kaybetmesi planın uygulamaya konulduğunu göstermekte.
“Türkiye’ye güçleri yetmeyenlerin, etnik ve mezhep temelli hassasiyetler üzerinden vatandaşlarımızı birbirlerine karşı kışkırtma senaryoları tutmayacaktır.”[1] diyor Erdoğan. Olayın yapıldığı yerden hareketle, provokasyondan bahsediliyor olması oldukça dikkat çekici.
“Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana ilk kez doğrudan iç savaşla, işgalle tehdit edilmektedir. Tehdit, açıkça, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Türkiye'nin müttefiklerinden gelmektedir. Tehdit doğrudan Washington merkezlidir, Brüksel merkezlidir.”[2] Sürekli bir “iç savaş ve işgal” söylemi bunun gerçekçi, mevcut duruma uymadığı ve esas planı gizlemeye yönelik olduğu kanısındayım.
Sözde darbe girişimi bastırılıp “Feto” şahsında kamuoyu yönlendirilerek tarihsel bir adım atıldı. Bu adımın devamında planladıkları fizikî Kürt soykırımıdır. Bu kırımın sonuçlarına karşı hem ülke içinde hem de bölgesel ve uluslararası kamuoyu nezdinde çıkabilecek tüm sorunların nasıl tolere edileceği detaylarına kadar planlanıyor. Tabii ki yaşam planlardan ibaret değildir, evdeki hesap çarşıya uymaya bilir.
15 Temmuz darbe girişimi farklı değerlendirildi ve çeteci güçlere milli beraberlik adı altında destekler sunuldu.
Sözde darbe girişimi bastırılıp “Feto” şahsında kamuoyu yönlendirilerek tarihsel adımın-soykırımın-psikolojik zemini hazırlandı. HDP o gece bu oyunu bozabilir ve bu darbenin nasıl bir tezgâhçı usta işi olduğunu kamuoyuna anlatabilirdi.
Tam tersi, dört partinin imzaladığı bildiriyle hem kendi kamuoyuna hem de uluslararası kamuoyuna müthiş bir olumlu tablo sunuldu. Bir araya gelmeyen siyasi parti liderlerinin koşarak büyük bir gayretle imza atmaları bile kimseyi düşündürmedi.
Bu darbenin asıl amacının çok ciddi bir sorun olan Kürt sorununu acilen çözmek olduğu kavranmadı veya görülmedi. Tezgâhçı ustanın “çok acelemiz ve zamana ihtiyacımız var” demesinin altında bu tarihsel olayın planını uygulama heyecanı var. Kızıldereliyi yok eden başkomutan olarak tarihe geçmek istiyor.
Tezgâhçı usta hem kandırılıyor, aynı zamanda kamuoyunu da kendisi bir güzel kandırarak hedeflerine adım adım ilerliyor. Bu iradenin ne yapacağını kavramadan yapılan her hareket, sonuçta gene muktediri güçlendirmekte ve tezgâhını örümcek ağı gibi kurarak tüm siyasi güçleri kendisine bağlamakta ve etkisiz hale getirmektedir. Bakalım bu çekirgenin kaçıncı sıçrayışı olacak?
Defalarca bunu yaparak başarıya ulaşan tezgâhçı usta son hamlesini yapmak istiyor. Bu hamlenin kendi geleceği ve de ülke geleceği açısından ne kadar önemli olduğunun farkında ve sürekli altını kalın çizgilerle çizmekte. Son tango.
Muktedir, önündeki engelleri yıllardır adım adım, tek tek temizleyerek yol aldı. Şimdi önünde sürekli bir engel olan Kürt özgürlük hareketi ve güç birliği yapan devrimci demokratların engelini kaldırmak ve Kürdistan’da fizikî bir soykırım yaparak bölgesel güç konumunu korumak ve büyüterek çıkmanın planı içindedir.
Özgürlük hareketi ve devrimci demokratlar “Erdoğan bu planı yapamaz, uygulayamaz” deyip hafife alırsa, çok ciddi tarihsel bir hata yapar ve siyasi tarihe kara bir dipnotu düşülmüş olur.
Tekerlek kırıldıktan sonra bir şey söylemenin anlamı kalmaz. Meşru zeminde bölgesel ittifakların yeniden gözden geçirilmesi, eksik ve zaafların tespiti yanı sıra en geniş ittifakları sağlamak çok önem kazanmıştır. Zalimin gücü varsa mazlumun da dostları olmalı.
Özellikle Kürdistanî Kürtlerin kendi arasındaki sorunları uzlaşma ve birlik kültürüyle yapması, bu konuda eski hatalardan ders çıkarması, birlikte hareket etmede ısrarlı, birleştirici ve hoşgörülü olması gerekli. Bölgesel bir mücadele içinde Kürtlerin kendi arasında bölünmesi ve çatışması en çok da Kürtlere soykırım planlayanların işine yarar ve onların ekmeğine yağ sürer.
Irkçı bir avuç şovenist hariç herkesin kendi geleceğine sahip çıkması gerek. Patlayan bombalar iç ve dış çatışmalardan bir ekmeği bile bulamayacağımız günleri yaşamamak için, milliyetçisi, ulusalcısı, devrimci ve demokratı inançlarını yaşamak isteyen tüm müslümanların ayrımsız bu planı bozmak için omuz omuza olma ve bu oyunları bozma zamanı. Diktatör istemiyoruz! Savaş istemiyoruz!
Tevfik Özkorkmaz
Dipnotlar
[1] Hürriyet gazetesi. 21.08.2016
[2] Yeni Şafak gazetesi. İbrahim Karagül. 21.08.2016.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Yaşayacağız

“Okul bahçesinde yapılan bir sokak düğününe canlı bomba saldırısı yapıldı.”
Hayatın edebiyattan üstün olduğunu söylerler ya hep, evet, bu cümle işte o hayatın melun galibiyetiydi.
Hikâyeyi bitirmek kolaydır, karakterleri bir bir öldürürsün, onlara trajik sonlar yazarsın ve samimiyetsiz bir kurguyla kendi yarattığın çöplüğe gönderirsin. Ama bilen bilir, bazen kalemi tutan biri olsa bile ölmeyen karakterler vardır. Kurguyu neresinden tutarsanız tutun, ne şekilde öldürmek isterseniz isteyin, onlar kendi kelime yollarını kurmuştur artık; Yaşayacaklardır.
Geçtiğimiz yolun sancısı kimseyi yanıltmasın. Biz öteki saftayız. Kendi kelime yollarını açan, özgür hikâye kahramanlarının safındayız. İki kere iki dört'ün küstahlıktan başka bir şey olmadığını bilenlerin safındayız. İki kere ikinin beş ettiği hikâyelerin kahramanlarıyız... Yaşayacağız!
İmgesu Ünal

Toplumsal Dönüşüm

İki yakası bir türlü bir araya gelemeyen insanların kentinde, iki yakayı birleştiren köprüden geçerken tam karşıda beliren gökdelenleri görünce insan çekip gitmek istiyor bir an evvel. “Bu şehir benim şehirim değil” diyor. Ve soruyor bu şehre, “şehirlerin sultanına nasıl kıydınız efendiler?” Kirletirken denizi, katlederken ormanlarını kaç para kazandınız? Lafa gelince Osmanlı torunu olmakla övünürken, Osmanlı’nın en büyük mirasını nasıl tükettiniz?
Sadece betonlaşmak ile kalsa bir nebze kabul edilebilir, sineye çekilebilir fakat eski binaların yok olması gibi eski simalar da birer birer terk ediyor sahneyi. Seyyar lahmacuncular, simit tablaları, boyacı sandıkları nadir görülür oldu. Evet, boyacılar sabit mekânlarda mesleklerini icra ediyorlar. Simitler camekânlarda, değişik yiyecekler daha sıhhatli ortamlarda satılıyor. Sağlıklı göründüğü kadar erişimi de kolay. Canımız simit çekince pencereden simitçi gözetlemiyoruz artık. Ne istersek gerek internetten gerek hiper marketlerden temin edebiliyoruz. Diğer yandan eski kentimizin, eskimez sandığımız yüzlerini de göremez olduk. Mahallelerden sütçü, yoğurtçu geçmiyor, okul kapısı önünde görmeye alıştığımız macuncu amcalar da yok. Kentsel dönüşüm binalardan önce sosyal hayat ile başlamış, yeni fark ediyoruz. İnsanları bir araya getiren, dertlerin, sevinçlerin, günlük hayatın ve birçok şeyin paylaşım merkezi ibadethaneler bile ruhtan soyutlanıp sadece taş binalar haline geldi. İçeri gir, ibadetini yap, çık git! Sizleri bilmem ama ben yaşadığım semtte lunapark olduğu, denizin doldurulup üzerine yol ve tesisler yapılmadığı, deniz görmek için birkaç kilometre yürümek zorunda olmadığım, arkadaşlarımla sandal kiraladığımız, üstelik pek uzak sayılmayacak geçmişte kalan o günleri ve o kenti özlüyorum.
Düşüncelerim, konuşmalarım size anlamsız gelebilir. Ama inanın, siz de pencereden bakarken yaşlı bir teyzenin elinden tuttuğu torunu ile parka gelişini, minik çocuğun elindeki pamuk şeker ile tebessüm ederek banka oturmasını görseniz, son yıllarda hayat ile kurduğunuz ilişkiyi gözden geçirirsiniz. Kim bilir belki Wittgenstein’in Norveç’e kaçıp, ıssız bir kulübede dünyadan kopuk yaşamayı seçmesi gibi bir karar da verebilirsiniz. Hiç düşündünüz mü alışveriş merkezlerinden birisinde bulunan pahalı bir dükkândan, internet sitelerinden değil de semt pazarından, mahalle esnafından alışveriş yapmayalı ne kadar zaman geçti? Bundan binlerce yıl sonra medeniyetimize ait kalıntılar bulunacak. Bizim AVM denilen beton yapıları ve bilgisayarları kutsal saydığımız konusunda kesin fikirler oluşacak. Kimse bilmeyecek, modern hayatın bizi ne kadar duygusuz ve kendi özünden kopuk bıraktığını. Öyle “bunlar küreselleşmenin sonuçları, kahrolsun kapitalizm” nutukları atacak değilim. “Lanet olsun ecnebice tabelalara” da demeyeceğim. Dünya bir şekilde dönüyor ve hiçbir şey umurumuzda değil. Umurumuzda olan sadece şu veya bu şekilde yaşamak. İnsanın doğasında olan bu ama insan için doğal olan bu şekilde yaşamak mı düşünmek lazım. Nostaljik söylemlerde bulunup “çocuklar artık misket biriktirmiyorlar” demeyeceğim. Bütün bunları bir metropol yaşayanı olarak söylüyorum. Mutlaka bir yerlerde halen macun satılıyor, ayakkabı boyacıları şehri dolaşıyor, çocuklar sokakta iki taşla yaptıkları kaleye gol atmaya çalışıyorlardır. Anneler, teyzeler halen evde salça, turşu, tarhana yapıyorlardır. Biz büyük şehir insanları her şeyin hazırına alıştık. Üşenmezsek marketten alıyoruz, yorgunsak telefonla sipariş veriyoruz. Eve gelen yemekler, ütü ve çamaşır hizmeti veren servisler, dondurulmuş gıdalar vesaire vesaire. Vakitten kazanıyoruz ve bilindiği üzere vakit nakittir. Nakit denilen objeye duyulan ihtiras değil mi bizi bu hale getiren?
Velhasıl bir avuç tozu paketleyip, üzerine çorba yazdıkları günden beri biz, “biz” değiliz!
Hakan Çörtoğlu

İkinci Camp David

Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yeniliyoruz: “Kahrolsun İsrail!” Ahdimizi yineliyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Rahman, Rahim, Allah’ın adıyla
Onların malları ve evlâdları seni imrendirmesin; Allâh onlara dünyâda, bunlarla azâbetmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” [Tevbe Suresi 85. Ayet]
Sevgili dostlar, değerli basın mensupları;
İkinci bir Camp David imzalandı. Duydunuz mu?
Camp David’de varılamayan hedeflere bu anlaşmayla varılmak isteniyor, haberiniz var mı?
Kudüs-ü Şerifimiz’i artık işgalci İsrail’in sözde başkenti olarak görüyorlar, farkında mısınız?
Siz demokrasi nöbetlerinde tekbirler getirirken, uğruna kıyama kalktığınız adamlar Kudüs-ü Şerefimiz’in Mescid-i Aksamız’ın geleceği ile oynuyorlar.
Mavi Marmara şehitlerine fiyat biçiyorlar, kişi başına 2 milyon dolar alarak, siyonistlere, kardeşlerimizden dilediğini öldürebileceğini söylüyorlar. Yine de Türkiyeli şehitlere torpil geçmişler. Filistinli şehitlerimiz için onu da istemiyorlar. Artık İsrail dilediği kadar kardeşimizi öldürebilir. Fiyat belli ve Siyonistlerin parası çok nasıl olsa…
Katiller mahkemeye verilemeyecekmiş. Şaşkının birisi mahkemeye vermeye kalkarsa ve aleyhlerine bir tazminat çıkarsa, onu da sizin ödediğiniz vergilerden Türk devleti ödeyecekmiş. E ne de olsa Siyonistlerin üzerimizde hakları var(!) Onların bütün pisliklerinin tazminatını, kabullenivermiş bizimkiler.
Ne bekliyordunuz? Siyonist devleti, halkında Müslüman bulunan ülkelerden ilk tanıyan da bunlar değil miydi? Biz bunların olacağını söylemiştik. NATO gözlemciliğine kabul ettirildiğinde İsrail’le yatağa girildiğinden bahsetmiştik. Şimdi kucağınıza ihanetin nur topu gibi meyvesini verdiler. Bez bağlamak size düşer efendiler!
Nasıl susuyorsunuz? Tepkisizliğinizin nedeni ne? Neyi bekliyorsunuz? Yoksa Kudüs’ten daha öncelikli, Aksa’dan daha değerli, uğrunda mücadele vereceğiniz değerler mi buldunuz? Nasıl aldanıyorsunuz?
İşin farkında olmayanlar. Hakikaten anlaşma metnini hâlâ okumadınız mı? Okuduysanız eğer, bu metni hangi niyetlerle ve beklentilerle te’vil ediyorsunuz?
Gazze ambargosunun kaldırılması karşılığında anlaşma yapılacağı söylenilmişti size. Bu anlaşma metninin ambargo kaldırılacağını veya delineceğini nasıl anlıyorsunuz? Şimdi soruyoruz tekrar tekrar: Nasıl aldanıyorsunuz?
Akademik tahliller yapmıyoruz. Bilmez misiniz ki uluslararası ilişkiler yazılı metinlere tabidir. Özel görüşmeler sözlü vaadler ve özürler bir anlam ifade etmezler. Bizim aleyhimize olanı yazıyla yazıyorlar, bizi kandırmak istediklerinde sözle anlaşıyorlar. Özür dilendiğini iddia ediyorlar, ama metinde özre dair hiçbir şey göremiyoruz. “Ambargo kalkacak” dediler, onu da göremiyoruz. Sizi hakikatle birebir yüzleşmeye davet ediyoruz.
Bizim bunlardan olumlu bir beklentimiz yok zaten. Biz vicdanlı insanlara, onurlu Müslümanlara sesleniyoruz. Haydi! Sesinizi İşgalci Siyonist İsrail’e karşı yükseltin. Onların rüyalarında yeniden korku olun! Unuttuysanız hatırlatıyoruz: “Kahrolsun İsrail!”
Tarihin bir ibret levhası olduğu sonu kan ve zulümle bitecek heyecanların bulunmadığı tevhit ve adalet üzere kurulu bir dünyada yaşama umudu ile hepinizi 468. haftada aynı yer ve saatte buluşmak üzere Allah’a emanet ederiz.

19 Ağustos 2016 Cuma

Kâinat İmamı Reis’e Karşı

Türkiye Solunun Tükenmeden Önce Seyrettiği Son Film: Kâinat İmamı Reis’e Karşı
15 Temmuz sonrası çok pespaye analizler okudum bizim cenahta. Ama açık ara en beterleri “Erdoğan darbeden çok güçlenerek çıktı, şimdi siyasi hedeflerini rahatça gerçekleştirecek” kümesine girenlerdi. Neyse ki milli mutabakat arayışı ihtiyacı bu yenilgici analizleri şimdilik susturdu. Bu türden analizlerin kanımca en kötü yanı bunların bütünüyle yanlış olmasına rağmen hakikaten reisin nihai olarak siyasi hedeflerine ulaşma ihtimalinin göz ardı edilemeyecek olması. Ama bu ihtimal eğer gerçekleşirse (başka pek çok faktörün yanı sıra) pespaye analizlerimiz üzerine kurulu yakın gelecekteki siyasi tercih ve hamlelerimizin sonucu olarak da gerçekleşecek. Bu tür analizler yarattıkları siyasi ataletle kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline geliyorlar. Dolayısıyla doğru analizlere ihtiyacımız var; örgütsel konforlarımızı tehdit ediyorlar diye olguları görmezden gelmediğimiz Türkiye’deki devrimci ve sosyalist geleneğin temel değerlerine yabancılaşmayan analizlere.
15 Temmuz’da ne oldu? Soyutlarsak “iki İslamcı blok birbirine girdi, biri kırıldı” deniyor. Ben ortada sadece bir tane toplumsal blok görüyorum. İlki bir kişi kültü etrafında toplanan milliyetçi mukaddesatçı Anadolu sağcılığına dayalı; içinde Suriye savaşında eğitilmiş mezhepçi ve/veya MHP’den tevarüs edilmiş yerel mafyöz operasyonel unsurların da olduğu dolayısıyla sokağa hamle edebilecek bir toplumsal blok. Karşısındaki ise kesinlikle toplumsal karşılığı olan bir ekip ya da dava değil, komünizmle mücadele günlerinden beri Atlantikçi güvenlik mekanizmaları ve onun Türkiye’deki uzantıları tarafından kollanan, toplumu değil devleti kontrolü hedefleyen mehdici bir kabal. Bu kabal 12 Eylül’den sonra semiriyor. AKP iktidarında ise ideal ortamı bulan bakteriler gibi geometrik bir biçimde büyüyor, bu defa AKP tarafından iyice semirtiliyor. Ekonomik ve politik gücü sayesinde toplumsal etkisi var ama hatırı sayılır toplumsal desteği yok. AKP ile aynı mahalleden insan devşiriyor. Tam da bu yüzden hapishanelerin önündeki insanlar 15 Temmuz’da sokakta olduklarını söylüyorlar ve hiçbiri içerideki yakınının bir “dava”sından bahsedemiyor. Ortada “haklıyız ya da çocuğum haklıydı” diyen kimse yok.
Dolayısıyla ortada bizlerin dışarıdan keyifle seyredebileceğimiz ikisi de birbirinin aynısı iki taraf arası bir it dalaşı yoktur. Bu Atlantik beslemesi mehdici kabalın hedefine ulaşamaması iyi olmuştur. “Hedeflerine ulaşsalardı üç aşağı beş yukarı şimdikine benzer bir otoriterizm olurdu” denemez. Bunu da her darbe demokratik idareden kötüdür” gibi bir klişeden dolayı söylemiyorum. Çünkü belli bazı toplumsal konjonktürlerde askerler tarafından özellikle emir komuta zinciri dışında gerçekleştirilen kalkışmalar pekâlâ desteklenebilir. Nitekim 25 Nisan 1974’ü (Portekiz Karanfil Devrimini başlatan askeri kalkışmanın olduğu gün) hayırla yâd ediyorum ve başka tarihsel örnekler de verilebilir. 15 Temmuz’da atlatılan varta büyüktür, arkasında ise sıvılaşmış bir devlet mimarisi bırakmıştır. Sermaye devletinin kurumları zayıftır. Tam da bu yüzden bir kişi kültüne dayanarak kitleler haftalarca sokağa çağırılmışlar ve siyasal yelpazenin kimi kesimleri ile milli mutabakat pazarlığı yapılmış ve yapılmaktadır. Bu ortamda Saray rejimine karşı mücadele ise (ki bu mücadele söz konusu sağcı toplumsal bloğu dağıtma görevini de içerir) hâlâ ortada duran, önceliğini koruyan ve siyasetle ahlakçılığı birbirine karıştırdığımız için bir türlü hakkıyla yerine getiremediğimiz bir görevdir. 15 Temmuz sonrasında ise 15 Temmuz olmamış gibi davranarak yerine getirilebilecek bir görev zinhar değildir ve bu yazının konusu da budur.
Milli mutabakat atmosferinin uzun erimli olamayacağı öngörülebilir. Fakat bu, milli mutabakat çabasının şu an için sahici olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’de sermaye sınıfının bir toplumsal muhalefet ihtimaline karşı buna ihtiyacı vardır. Sıvılaşmış devlet mimarisinin yeniden işler hale gelmesini sağlayacak yüksek bürokratlar ağaçta yetişmediğinden kısa vadede sermaye devletinin de buna ihtiyacı vardır. Öyle ki cezaevlerinde yıllarca haksız yere yatırdıkları ulusalcı ya da Avrasyacı subaylara şimdi filotillalar teslim edilmektedir. Solcu teorisyenlerin onca uyarısına rağmen Yenikapı’ya giden Kılıçdaroğlu’na parti içinden ve tabanından teessüfün ötesinde bir eleştirinin olmadığının farkında olmak gerekir ve bu sebepsiz değildir. CHPliler de atama beklemekte ve hatta almaktadır, bayrak mitinglerine aşina CHP tabanını milli mutabakat havası şu an için bozmamaktadır. CHP fantezisiyle yaşayanlar, gerçek CHP yerine muhayyel bir CHP üzerinden analizlerini yapıyorlar.
Küresel olarak yalıtılmış Saray rejiminin ise dışarıyla yeniden pazarlık için milli mutabakata ihtiyacı vardır. Milli mutabakat için pazarlık sürmektedir. Lâkin işler bu hafta yürüyebilir ama gelecek hafta için kimse garanti veremez. Zira her yönden sıkıştığı için Saray’ın pazarlık marjı yoktur. Sembolik jestlerle ve küçük ödünlerle özellikle CHP’yi ne kadar oyalayabileceği meçhuldür. Mehdici kabalın AKP içinden temizlenmesine dair daha hiçbir adım atılmadığı da unutulmamalıdır. Bu konuda başbakan bir genel af önerir gözükmektedir ancak reisin buna fit olup olmayacağı şimdilik belirsizdir. AKP içinde tasfiyenin şok dalgalarının bu kırılgan ortama fazla geleceğinden korkulduğu ortadadır.
Saray devlet idaresi ve kendi kadroları açısından bu kadar zayıfsa sadece (kimilerinin ima ettiği gibi) CHP genel merkezinin (ve ulusalcıların) öngörüsüzlüğü, cüret eksikliği ya da “sağcılığı” mı solun şu durumda siyaseten bu kadar etkisiz olmasının nedenidir? CHP tabanını CHP genel merkezinden bile daha iyi tanıyan, üç ülkede askeri ve siyasi faaliyet yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin düştüğü yanlışlara asla düşmeyen bizim cenahın teorisyenlerine halkımız niye kulak vermemektedir?
Ne kadar zayıf olursa olsun reisin bir alandaki kuvveti emsalsizdir: Demokratik meşruiyet. Burada demokrasiyi liberal temsili demokrasi anlamında değil, kadim Elen kent devletlerinde kullanıldığı anlamıyla kullanıyorum. Zira reisin liberal temsili demokrasinin ilke, kural ve kurumlarıyla bir işinin olmadığı ortada. Demos, sıradan halk, Aristo’nun dönemin tüm seçkinleri gibi pek güvenmediği o toplumsal kesim, kimi zaman çeşitli siyasi önderleri büyük bir coşkuyla takip eder. Demagog sözü zaten bu liderleri ifade eder, hatta bunlar için Tiran ifadesi de kullanılır. Gene de St. Croix ya da E. M. Wood gibi çok farklı geleneklerden Marksistler dönemin seçkin zümresinin sözcülerinin bu insanlara dair tespitlerine dikkatli yaklaşmamızı salık verir. Ne olursa olsun yüzde 60 mahallesinde Erdoğan’ın gücü geçmiş hiçbir sağcı siyasetçiyle kıyas kabul etmez. Onun gücü burada yatmaktadır, o zaman mücadele de bunu dikkate alarak verilmelidir. Tam da bu noktada kanaatim odur ki televizyonları itirafçı ve muhbirlerin ifrazatı kaplamadan önce seslerini duyabildiğimiz çeşitli kumpas mağdurlarının kendi meselelerini anlatarak AKP iktidarına çaktığı söylem, Batılı kurum ve kanaat merkezlerinin temsili liberal demokrasinin buradaki işleyişi konusundaki sert eleştirilerinin tercümesine dayalı söylemden çok daha etkili olmuştur.
Öyleyse konuyu biraz daha açalım. 15 Temmuz olmamış gibi yapmayan, en öne halkın güncel ve pratik sorununu koyan, kuvvetler ayrılığı, yasama dokunulmazlığı, laiklik gibi soyut siyasal ilkeleri de halka değen somut mevzular olarak gündemleştiren ve tabii ki memleketin devrimci ve sosyalist geleneğinin yarım asırda yarattığı değerleri unutmayan bir siyasi hat nasıl mümkün olacak? Buna bütünlüklü bir yanıt verecek olsam böyle yazılar yazmakla uğraşmam. Bununla birlikte bir iki noktayı belirtmeden geçemeyeceğim.
15 Temmuz’dan sonra, “NATO’dan çıkalım, İncirlik kapatılsın” gibi doksanların başında devrimcilerle ilk defa tanıştığımda kafama kazınan söylemlerin kimilerince bu dönemde öne çıkarılmamasını aklım almıyor. Anlıyorum tabii, “ikisi de Amerikancı iki İslamcı eşdeğer blok birbiriyle çatışıyor” deyince darbeye Atlantikçi güvenlik kurumlarının hiç değilse neocon kanadının tam destek verdiğini, şu an iktidarda olan ekibin ise en iyi ihtimalle tarafsız kaldığını Gülen cemaatinin bizzat bir Soğuk Savaş projesi dolayısıyla doğrudan Atlantik imalatı olduğunu görmek mümkün olmuyor. Ilımlı İslam’a Gülen üzerinden tutunan tövbekâr Milli Görüşçülerin Gülen’den farklı olarak şimdi Rusya’ya yönelik yaptıkları gibi bir manevra alanına sahip olduklarını unutuveriyoruz. Öngörü tespitin yerini alıyor: “o manevradan bir şey çıkmaz”. Evet çıkmaz. Ama bu manevranın şu an yapıldığı ve kamuoyunda karşılığı olduğu gerçeğini değiştirmez. O durumda da kamuoyu tam da bu konuları konuşurken iyi ezberlerimizi de unutuyoruz, solla özdeşleşen sloganları ulusalcılara daha da beteri sağcılara terk ediyoruz. Hatırlayalım Johnson mektubu bir “milli” meseleyle alakalıydı ve halkımızı antiemperyalist yapmamıştı. Amerikan düşmanı yapmıştı. Devrimcilerin ve sosyalistlerin siyasi müdahalesi ve mücadelesi o tepkiyi (ne kadarsa o kadar) antiemperyalist bir yönelime soktu. “NATO karşıtlığını fazla kaçırırsak reisçi mi oluruz” diye kendi abdestinden şüphelenen bir sol bu ülkenin devrimci geleneğinin mirasçısı olamaz. Bu noktada darbeciliğe karşı vicdani ret hakkının da gündemleştirilip talep haline getirilmesi gerektiğini belirtmek isterim.
Bir başka nokta eğitim konusunda. Açık ki cemaat yapılanmasının güçlenmesinin motorunu eğitim alanındaki yaygınlığı sağlıyor. Seksenlerin ortasından itibaren bunların önce dershaneleri sonra da Yamanlar Koleji gibi özel okulları itibar kazandı. İyi bir üniversiteye girebilecek başarılı yoksul çocukların neredeyse hepsi bunlara o zamanlar bir temas etmiştir. Dershanelerde isteyenin namaz kılmadığı ama onlarla daha az ilgilenildiği söylenirdi. Kurdukları okullar ise pekâlâ modern eğitim kurumlarıydı. O çocukların Türkiye’de sınıf atlamanın en kesin yolu olan iyi bir eğitim alma fırsatı için bu cemaate duyduğu minnettarlığının nasıl canavarca kötüye kullanıldığı ortada. Solcu falan olmayan Ersan Şen hoca bile devlet parasız yatılı okullarının Özal döneminden itibaren önce zayıflatılıp sonra da neredeyse ortadan kaldırılmasının bu yapılanmanın önünü açtığını dolayısıyla böyle devlet okullarının yeniden kurulması gerektiğini belirtmişken bizlerin parasız eğitim talebini en başa yazmamamız hem de laik eğitimden bahsediyorken anlaşılır değildir. Parasız eğitim mücadelesi üniversitedeyken beni ve kuşağımdan pek çoklarını hareketin içine çeken faktördü. Seksenlerde orta öğretimde hâlâ devletin Fen ve Anadolu liseleri özel okulların hepsiyle kapışırdı, neo-liberal politikalar bunları bitirdi. Bugün insanlarımız çocuklarını kendi cebinden okula gönderemediğinden bu cemaatlerin himmetine muhtaç. İmam hatip ya da değil onların derdi çocuklarını okutmak. Örneğin Yamanlar Koleji imam hatip değildi; solla özdeşleşmiş parasız eğitim talebi laik eğitim talebinden daha mı değersizdir?
Son bir nokta kamu idaresinden bu yapının temizlenmesine dair. Tabii ki ortada sızma yok. Hiç değilse AKP iktidara geldiğinden beri basbayağı yerleştirildiklerini biliyoruz. Biz de üniversitelerde paraşütle gelenleri, seçilmeden atananları gördük. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden TSK’ya kumpaslarla önlerini açtıkları da ortada. Bu kumpaslar için kendilerine siyasi otorite tarafından yol verildiği de. Dolayısıyla temizlik elzemdir ve hemen ekleyelim temizliği bu pisliği buraya getirenler yapamaz. Dolayısıyla bunların (düz üyeleri kastetmiyorum) kamudan tasfiyesi bizim meselemizdir. Bunların kamu idaresinde amir olarak geçmişte esas kimlerle uğraştığı bu yargının en önemli kanıtıdır. Kuşkusuz hukukun üstünlüğü ve masumiyet karinesi gibi ilkelere dikkat edilmelidir. Ama biz sadece bu ilkelere dikkat edilmesinden bahsettiğimizde kendimizi memleket meselesinde gene Alman ya da Amerikan gözlemci statüsüne koymuş oluyoruz. Arkadaşları anlıyorum, “sıra bize gelecek, şimdiden kendi celladımızın şakşakçısı olmayalım” diyorlar. Fakat kendi sorununa bu kadar gömülmüş bir kesim sosyalist siyaset değil ancak sosyalist kimlik siyaseti yapar. Kamuda liyakat sisteminin hayata geçirilmesini ve yakın geçmişte bu ilke çiğnenerek yapılan atamaların hukuk kuralları çerçevesinde geri alınmasını savunmak ve bu atamaları yapan siyasi sorumluların yargılanmasını talep etmek mümkün ve gereklidir.
2013’ten beri bizzat tanıdığım ve sosyalizm idealini paylaştığımız insanları katliamlarda kaybettim. Katillerini, ölümlerinden sorumlu olanları biliyorum. Unutmayacağım, affetmeyeceğim. Ama siyasi mücadeleyi kişisel duygularımla yürütemem. Ablalarım ve ağabeylerim bana “devrimciler halkın sorunlarıyla uğraşır, kendi sorunlarıyla halkı meşgul etmez” diye öğretmişti. Bizim sosyalizm idealimizi paylaşmasa da üniversite hastanesine malzeme alımında yolsuzluk yaptığı iddiasını onuruna yediremeyen Enver Arpalı’ya karşı sorumluluğumuz yok mu, yokluk içinde yetişip subay olan oğullarını bir kumpasla kaybeden Tatar ailesi sadece ulusalcıların ilgi alanına mı girmelidir? Mahallesindeki okulun da, yeşil alanın da sorununa kayıtsız kalmayan muhtar Mete Sertbaş, çok affedersiniz de 15 Temmuz gecesi b.k yoluna mı gitmiştir? Bunların katili olan yapılanmanın 17-25 Aralık öncesi suç ortağı olan rejimden hesap sormak için genel kamuoyunun ilgisini çekmeyeceğini bile bile illa 15 Temmuz’dan önce nereye yatırım yaptıysak oradan mı kavgaya devam edeceğiz? Burjuva demokrasisinin kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi en temel kavramlarının yanına biraz yetmişlerden kalma İskandinav sosyal devlet sosu sürünce ortaya sosyalist, onu geçtim halkçı program mı çıkmış oluyor? Biz ne zaman Guardian, NYT, Foreign Policy ağzıyla konuşmaya başladık?
Hadi, Kemal Kılıçdaroğlu ağzıyla konuşayım: “AKP’nin önüne yatan liberaldir” halleri ortada. Ama özür dilerim, liberal sayılmanın başka yolları da var. Yüzde 60 mahallesinden zaten kopuğuz, bu gidişle CHP seçmeninden de kendimizi soyutlarız. Kendi sorunlarımızla değil halkın sorunlarıyla ilgilenmenin vakti geldi de geçiyor. Dolayısıyla umarım bu son olur ve bir daha bu konuda bize dair yazı yazmam.