4 Eylül 2016 Pazar

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme-II

Derin sessizlik ve anlamlı kayıtsızlığın nedeni ne olabilir?
Üç partinin ortak tavrını irdelemeliyiz ve bu sorunun nedenlerini bulmaya çalışmalıyız. Benim kanaatim, çakaldan kuzu, kuzudan da çakal doğmaz, eşyanın tabiatına aykırı olduğu için.
Darbeleşmenin olduğu iki “İslamcı” kuvvetten demokratik açılım beklemek de eşyanın tabiatına aykırıdır. “Hâlbuki mesele çok açık. Bir dönem iktidarın ortağı olan karanlık Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı kanlı ve korkunç darbe girişimine uğrayan AKP hükümeti ve kamuoyu, paralize olan ordunun bu yapısıyla artık gidemeyeceğini en açık haliyle gördü. Değişim ihtiyacı tavan yapmıştı. Sonuçta, çoğumuzun aklen ve kalben istemediği, ama hükümetin zorunlu olduğunu ileri sürdüğü OHAL şartlarında ve KHK’yla da olsa, askerin mevcut yapılanmasını değiştiren bazı hayırlı adımlar atıldı”[1]
Birincisi Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı “kanlı ve korkunç darbe girişimi” tespitine katılmadığımı yazının başında vurgulamıştım. Hatta bakış açılarımızı belirleyen de darbeye bakış açısı olduğudur. Bu nedenle esas ayrılık buradan başlamaktadır ve zaten Erdoğan iktidarının en güzel yaptığı da bu kafa karışıklığını yaratabilme becerisi ve yeteneğidir.
Bir insan bir şeyi hem aklen hem de kalben istemiyorsa ama buna rağmen olumlu şeyler bekliyorsa, bu “yetmez ama evet” anlayışının bir devamıdır. Zaten bu politikanın mimarı da AKP ve lideri Erdoğan’dır. Mevcut iktidarın bugüne ulaşmasında bu bakışın çok önemli katkı sunduğunu da bir kez daha vurgulayalım. Bu rejimin kendi krizidir. Parlamenter sistemin fiilen yok edildiği, ihtiyaç duyulduğunda bir süs gibi kullanıldığı yerde hangi demokratik olumlu şeyler bekleniyor, bende bunu anlamıyorum!
Darbe anında koşarak dört partiye ortak bildiri imzalatanların samimiyeti ortada. İşi bitti mi kâğıt mendil gibi kullanıp burnunu silip atmaktadır. Bunlar samimi iseler sözde “düşmanına” karşı en geniş cepheyi kurması gerekirdi. Bu cephenin platformu da meclis olmalıydı ve tüm dünyaya parlamenter sistemi çalıştırarak darbecilere karşı mücadele yürüttüğünü göstermeliydi. Bu soruların hiç birinin cevaplanma şansı yok, çünkü bunların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek, kendi tezgâhını güçlendirmek, koymuş oldukları hedefe ne olursa olsun tüm araçları kullanarak ulaşmaktır.
“Genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olanın iktidara da yaramasından daha tabii ne olabilir, onu da bilmiyorum.[2] Gerçekten bir toplumun demokratik olması, o ülkede var olan sorunların toplumsal uzlaşmayla çözülmesinin yapısal temellerinin olması demektir. Ancak böyle bir toplumda genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olan iktidara da yarar. Demokratik olmayan bir toplum, eşitsizliklerin çelişkilerin yoğun ve uzlaşmaz olduğu bir toplumdur. Burada hak ve adalet kavgası çok çetin ve kanlı olur. Bu nedenle topluma ve demokratik siyasete yararlı olan, genel olarak iktidara yaramaz, bunun nedeni farklı koşulların ve çelişkilerin çok keskin olmasıdır.
Aynı bizim ülkemizde olduğu gibi. Orduda reform süreçleri ve ittihatçılığın genel siyasi kültürümüze etkileri, artı ve eksileri ile derinliğine yüzleşilmesi gereken bir vakadır. Bu devlet hâlâ “komitacı” zihniyetle yönetilmeye çalışılmakta ve toplum zapturapt altına alınmaya devam etmektedir. Osmanlı dönemiyle kurulacak tarihsel analoji -iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunun ileri sürülmesi- için iki ayrı dönemin toplumsal yapı bakımından birbirinden temelden farklı olduğunu unutmamak gerektiği kanısındayım.
Tarihsel işlevini yitirmek üzere olan emperyal feodal Osmanlı İmparatorluğu’yla günümüz Türkiye toplum yapısının temelden farklı oluşunu mutlaka dikkate almak gerek. Osmanlı’nın gerileme dönemlerine denk gelen reformların iki temel kaygıyla yapıldığı kanısındayım. Birincisi feodal bir imparatorluğun son zamanlarında yapısal arayışlara girilmesi, ikincisi ise bizatihi sarayın kendi güvenliğini garantiye alma isteğidir. III. Selim zamanında başlayan askerî reformların başlangıcı Nizam-ı Cedid ve II. Mahmut zamanında kurulan Sekban-ı Cedid'dir .Nizam-ı Cedid’in kurulması ve geliştirilmesi yeniçerilerin isyanıyla ve III. Selim’in ölümüne yol açmıştır. Sekban-ı Cedid’e karşı çıkan yeniçeriler bunu da kaldırmışlardır. Olgunlaşan koşulların etkisiyle II. Mahmut planlı bir şekilde yeniçerileri ezerek ortadan kaldırmıştır. Bu önemli olay “Vakayı Hayriye” olarak anılır, tarihe bu şekilde geçmiştir.
“Mustafa Kemal, ‘asker kalmak isteyen siyaseti, siyasetçi olmak isteyen orduyu bırakacak!’ şeklinde kestirip atmasıyla bu ikiliğe son verdi.”[3] Aynı Mustafa Kemal, “Sivas’ta yapılan bir toplantıda başta Mustafa Kemal olmak üzere Ali Fuat, Karabekir gibi asker üyelerin ısrarı, Hakkı Behiç ve Alfred/Ahmet Rüstem gibi sivillerin de gönülden desteklenmesiyle Milli Mücadele'de ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yönetilmesinde ordunun yetkilerinin belirleyici olması kararlaştırılmıştır.”[4] Bu karar, seçimle gelmiş cemiyetlerin yetkisini ve inisiyatifini tamamen yok etmekte ve kırmaktadır. Bu örneği vermemim nedeni, aynı kişilerin farklı koşullarda farklı karar aldıkları ve bunlara bir anlam yüklerken ve/ya tarihsel analojiler yaparken hangi konjonktürde yapıldığının dikkate alınması içindi.
Bu nedenle AKP'nin orduyla ilgili yaptırımlarını tarihsel olarak verilen olaylarla bağ kurarak aktarmak olsa olsa zorlama bir destek arayışıdır. “27 Mayıs bir darbeyse, o dönemin olumlu adımlarına nasıl yaklaşalım?”[5] Aynen; 27 Mayıs bir askerî darbedir ve karşı çıkılmalıdır. 27 Mayıs’ı darbe görmeyenler olabilir. Üniversite özerkliği, planlama, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi çok önemli adımlar da o dönemde atılmıştı. Bunlar da doğrudur. O döneme baktığınızda iktidarda kim olursa olsun zaten toplumsal uyanışın ve kapitalist üretim ilişkilerinin hızla gelişmeye başladığı, köyden kentlere hızla yaşanan göç dalgası zaten yöneticileri yapısal çareler aramaya ve bu doğrultuda kararlar almaya zorlamıştır. Bu olguları mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yine çarpıcı olması açısından yakın tarihimizden bir örnekle konunun daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. 24 Ocak Kararları, yapısal dönüşümleri içeren bir programdı. Bu sistemin içinde -devrimciler hariç- hiç kimse 24 Ocak Kararları’na itiraz etmedi. Yapılması zorunlu olan yapısal reformların sistem için gerekli olduğu ve mutlaka bu kararların acilen alınması gerektiği söylendi. 24 Ocak Kararları'nın ana hatları şu şekildedir: %32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT'lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış. Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış. Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış. Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir. İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. İşte 12 Eylül askerî darbesi bu kararların uygulanabilmesi için yapıldı.
Şimdi “bu reformlar yapılması zorunlu ve gereklidir” diyerek 12 Eylül askerî darbesini sevimli gösterebilir miyiz? Ya da “bakın, ne güzel yapısal reformlar uygulanıyor, bunu niye görmüyorsunuz?” diyebilir miyiz?
Dinamiklerin zorlamasıyla yapılan değişimleri darbenin ilerici ve/ya gerici olması gibi yanlış sonuçlara götürülmesi de bu nedenledir. Toplumsal dinamiklerin gelişmesi karşısında ister sivil ister askerî idare bu kararları almak zorundaydı. 27 Mayıs askerî darbesinin de böyle kavranması ve analiz edilmesinin daha doğru olacağı kanısındayım.
“Eğer bunlar reform sayılamayacaksa, o zaman orduda reform anlamına gelecek şeyler ne? Yoksa biz, AKP eliyle orduda bir restorasyona mı şahit oluyoruz?[6] Evet aynen; bizler mevcut koşullarda AKP eliyle orduda bir restorasyona şahit oluyoruz. Reformların mutlaka önemi vardır. Yeni toplum projeleri olanların eski devlet aygıtını ele geçirme bakışı olamaz. Geçmiş tecrübelerde gösteriyor: eski devlet aygıtını parçalamadan onun restore edilmesi tekrar eskiyi üretir. Bu anlamda devrimciler “musluk tamircisi” değildir.
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal/İttihat Terakki ve Bolşevizm, s. 267.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Mecburi İstikamet

Gün gelir, hayat yol ayrımlarını çıkartır karşına. Çoklu seçenekler sunar ve en az iki yol vardır. İster iki olsun ister on iki, ancak birisini seçebilirsin. Ya yıllardır bildiğin, öğretilen, ezberletilen, şartlı refleksler ile örülü hayatı yaşamayı seçer ve binlercesi ile aynı zorunlu gidiş yolunu yürümeye devam edersin. Ya da sürüden ayrılan kuzuyu kurtların kaptığı bir devirde, sürüde kalıp koyun olmayı içine sindiremezsin. Anayol'dan ayrılır, ara yollarda ilerler ve bir patikaya (keçi yolu) ulaşırsın. O vakit bir tepede bir taşın üzerinde oturur şehre bakarsın ve dersin ki “gitmeli buralardan.” Basıp gitmeli bu şehirden, şehir üstüne basıp geçmeden. Huzur nerede ise orayı bulmalı ve koşarak gitmeli. Kimsenin ismini, cismini bilmediği, görenin ismin ile seslenmediği bir yer mutlaka olmalı. Yüzün yok, adın yok, plakan, telefonun, sosyal güvenlik numaran yok.
Ara ara yağmurun düştüğü, çoğu zaman günlük güneşlik bir kasaba veya bir köy bulacaksın. Toprağın insanlığa sunduğu hediyelerine hormon karışmamış, güneş ve yağmur ile beslenerek büyümüş başakların doldurduğu, göz alabildiğince uzanan tarlalar olacak. Bir an önce oraya gideceksin ve bu gitmek kimsenin yüreğini acıtmayacak. Öncelikle geniş hacimli bir sırt çantası edineceksin. İçine uyku tulumu, bir miktar giyecek, başucu kitapları, bol miktarda sigara ve çay bir de termos koyacaksın. Sıcak su ihtiyacı bir yerlerden karşılanır elbet. Belki yol üzerinde ecdadın yadigârı bir çeşmeye rastlanır, yakınına bir ateş yakılıp su ısıtılır ve çay demlenir. Bir omuza çantayı diğer omuza gitarı asmalı yollara düşeceksin. Ey sen serseri mayın ilk hedef Akdeniz, ileri!
Evet güneye doğru yola koyulacaksın. Anadolu'nun bağrında gün be gün ilerleyeceksin. Yolda karşılaşılan köylerde mola vereceksin. Bir kahveden içeri girip, “Selamünaleyküm” dediğin zaman kahve sakinlerinin selamına topluca “aleykümselam” diyerek karşılık vermelerinin verdiği keyfi yaşayacaksın. İnsanlar ile konuşacak, dertleşecek, hikâyelerini dinleyeceksin. Onlarla birlikte tarlada pamuklar toplayacaksın. Toprağın üzerine serilen örtünün etrafında toplanıp çayı, ekmeği, domatesi, peyniri, kısaca Allah ne verdiyse bölüşeceksin. İkrama ikram ile karşılık verip üç beş nota tıngırdatacaksın. Herkes gidip gece çökünce uyku tulumuna girip, şehirde lüks içinde olduğun yanılgısından kurtulup, gerçek konforu bulmanın verdiği huzur ile uykuya dalacaksın.
Sabah ezanı ile uyanıp köy meydanında bir ağaç gölgesinde kahvehanenin açılmasını beklerken, her sabah yaptığın gibi randevu defterini açmak yerine bir şiir kitabı ile günü karşılayacaksın. Birkaç şiir sonra kahvehaneye gidip köy ekmeği ile kahvaltını yapacaksın. Kahvaltıdan sonra istikamet üzere yola koyulacaksın. Belki yol yeni bir köye götürür, belki dağlara, kimbilir. Kimbilir belki de gül bahçelerine. Dağlar, tepeler, vadiler, nehirler geçilir bir dere kıyısında mola verilir. Suyun kenarında oturur iken aklına büyük şehirde sular kesilince yaşadığın sıkıntılar gelir. Duş alamaz, yemek yapamaz, ellerini bile yıkayamazsın. Standartların getirdiği alışkanlıklardan dolayı su kesintisi dünyanın sonudur sanki. Dere kenarında çimenlere uzanacaksın, bulutların resmi geçidini izleyeceksin. Gözlerini kapatınca şehirde iken yaptığın gibi kariyer planlarını değil, seni mutluluğa ulaştıracak yolun hayalini kuracaksın. En doğal ve en yeşil yatağı bulmuş iken biraz da kestireceksin. Susuzluklarını gidermek için dereye gelen kuzuların sesleri uyanacaksın ve tekrar yollara düşeceksin.
Sen oturduğun taşın üzerinde bunları düşlerken yanında geçen bir toplu taşıma aracının korna sesi ile kendine gelirsin. Bakarsın ki kente akşam çökmek üzere. Şehir ışıklarını yavaş yavaş yakmaya başlamış. Çıkarsın düş bahçelerinden, kalkarsın oturduğun yerden. Kente öfkeli bir bakış atarsın. Dönersin gerisin geriye devam edersin kapitalizm ile yüzleşmeye.
Hakan Cörtoğlu

Olmayanların Şehri

çıkardım defterimi,
bir iki sözcük aradım,
yollar bozuk sallanıyoruz ikide bir,
bir sokak lambasına dalıyorum,
uzun uzun bir kadını düşünüyorum,
olmayan saçlarını,
dudaklarını,
ve tabi ki boynunu.
alçaklık mı oldu bu?
olmayanların şehrinde,
yalnız bir yakışıklıydım.
düşlenmemse henüz suç sayılmamıştı.
aslında olmayanların şehrinde,
henüz hiçbir şey suç sayılmamıştı.
kimseler yokken olmayanların şehrinde,
ben en güzeldim.
ve adıma daha hiçbir kanunda yasak konulmamıştı.
bende bunu fırsat bildim,
boynunu düşündüm.
kulaklara fısıldamalık şiirler biriktirmiştim.
komik oldu sanki bu!
bir şiirde olmamalı bunlar diye düşündüm.
ama kim dedi ki bu yazdıklarım bir şiirdir?
yüreğe dokunmayan ve
bir kulağa fısıldanmayacak kadar kötü sözcükler!
ama hani o sevmelerin vardı ya
rengârenk çiçekler ekiyorum,
olmayanların şehrine,
birkaç yere.
mavi bulutlar çiziyorum
bembeyaz gökyüzüne.
ama daha yasaklanmamıştı hiçbir şey
hem de hiçbir şey
ben de senli hayaller kuruyordum.
sokak ortasında vurulması yasaklanıyor sonra çocukların.
vurulacak tek çocuk kalmamışken.
yasaklar başladı böylece.
mesela gülmek yasaklandı.
kimseler kalmamışken şehirde.
ben yasakları görür görmez sana koşmaya başladım
koşmamla yıldızlar kaymaya başladı gökyüzünde.
şairler artık söz söylememeye yemin etti
bağırdım.
sussam da zaten haykırdı diyorlar!
sonra bir kirpi görüyorum
bir deliğin içinde dikenlerini bırakıp
bir tavşana sarılıyor.
ben sana koşuyorum.
olmayanların şehrinin en yakışıklısı
en sakallısı, ben
sana koşuyorum.

köstebek görüyorum birkaç tane,
dedikodusunu yapıyorlar kirpi ile tavşanın.
bir köstebek neden kötü konuşun ki?
soracak kimse bulamıyorum olmayanların şehrinde.
gittikçe alıştığım yalnızlığımı,
                                        unutuyorum.
*
kanın damardan çıkması yasaklanıyor.
bu yasak beni daha da korkutuyor.
sana daha hızlı koşuyorum.
senle aramızdaki mesafeyi ise
ölçecek ne bir tanım,
                   ne de kimse vardı,
olmayanların şehrinde.
seni de düşünmem yasaklanır diye korkuyorum,
tanımlanmamış bir mesafeyi
ölçülmemiş bir zaman aralığında bitirmek için daha hızlı koşuyorum.
boynunu düşünmem de yasaklanırsa,
özgürlüğüm alınmış gibi kalırsam,
annemin sevda kelimeleri yabancı bir dilmiş gibi gelirse bana
o zaman nasıl severim
nasıl severim saçlarını.
yasaklar artıyor olamayanların şehrinde.
kimseler yokken ben sana koşuyorum.
Ali Eren Demir

Karaburun Bilim Kongresi Katılımcılarının Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA
3 Eylül 2016,
Karaburun
1 Eylül Barış Günü gece yarısı Türkiye’de akademiye darbe yapıldı. Darbecileri tasfiye amacıyla yürürlüğe konulduğu iddia edilen OHAL, açıkça akademide barışı, demokrasiyi, özgür düşünceyi savunanlara da yöneldi. Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) 2.346 akademisyen kamu görevinden ihraç edildi ve binlerce ÖYP’li araştırma görevlisinin iş güvencesi ortadan kaldırıldı. İhraç edilen akademisyenlerden 41’i, Ocak 2016’da ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ başlıklı barış bildirisinin imzacılarıdır. Kocaeli Üniversitesi’nden 19, Ankara Üniversitesi’nden 7, Niğde ve Adıyaman Üniversiteleri’nden 4’er, Gazi Üniversitesi’nden 2; Tunceli, Muş Alparslan, İTÜ, Manisa Celal Bayar ve Eskişehir Anadolu Üniversiteleri’nden 1’er Barışın Akademisyeni kamu görevinden men edildi. Ayrıca çok sayıda KESK üyesi akademisyen de aynı hukuksuz ihraç kararına maruz kaldı.
Akademide OHAL, ne bu KHK ile ne de 15 Temmuz’da başladı. İnsan, toplum ve doğa yararına bilimi savunan, eleştirel ve özgür düşünceden yana olan bilim emekçilerinin tasfiyesi Ocak ayından bu yana sürüyordu. Devlete vatandaşlarının yaşam hakkını koruma görevini hatırlatan ve çatışma sürecinin çözümü için barış masasına geri dönülmesini talep eden akademisyenlerin 130’u akademik çalışma alanlarından tamamen veya geçici olarak uzaklaştırılmıştır.
Adil bir soruşturma ve yargılama süreci olmadan gerçekleştirilen ve insanların hayatlarını geri dönülmez bir şekilde etkileyen bu uygulamalar, hiç kimse için ve hiç bir koşulda kabul edilemez.
Bilimsel ve özgür düşünceye vurulan bu son darbe, sadece güvencesizleştirilen ve işten atılan akademisyenlerin özlük haklarına, araştırmalarına ve öğrencilerine değil, toplumun geleceğine yapılmış bir saldırıdır. Akademi, iktidar odaklarından bağımsız olmalıdır; bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar. Tam da bu yüzden akademiden uzaklaştırılan arkadaşlarımızın bilimsel faaliyetlerinden alıkonmaları mümkün olmayacaktır! Büyütülen savaşa ve yaygınlaşan hukuksuzluğa karşı yaşayan, yeşerten, yaşatan bilimi ve bilim insanlarını savunmaya ve onlarla dayanışmayı büyütmeye devam edeceğiz!
- OHAL’e, ve bu kapsamda derinleşen hukuksuzluğa ve keyfi uygulamalara derhal son verilmelidir.
- İşten atılanlar görevlerine geri alınmalı ve darbe girişimine dâhil olduğu iddia edilen akademisyenler adil bir soruşturma ve yargılama süreci ile tespit edilmelidir.
- ÖYP’li araştırma görevlilerinin 50/d kadrosuna geçirilmesi kararı geri alınmalı ve eğitim haklarının gaspı durdurulmalıdır.
- Barış bildirisi imzacılarına ve KESK üyesi akademisyenlere yönelik baskı ve saldırılara derhal son verilmeli, gasp edilen hakları koşulsuz iade edilmelidir.
Özgür ve bilimsel düşünceyi hedef alarak yok etmeye çalışanlar tarihe hesap vereceklerdir.
11. Karaburun Bilim Kongresi Katılımcıları

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme

“Ey dünya, sen bize neyi soruyorsunuz. Şahsımı almaya ya da vurmaya gelenler günlerce Marmaris’in ormanlarında gizlendiler. Bizim jandarmamız onları vurmadı. Vurabilirdi. Yakaladı.” Günlerce ormanda gizlendiler! Bu, Erdoğan’ın adli yıl açılışındaki konuşmasında bu 'sözde darbeyi' nasıl önceden bildiğinin ve kışkırttığının kendi ağzıyla itirafıdır.
Darbecilerin almaya ve vurmaya geldiğini, günlerce ormanda gizlendiklerini bilen Erdoğan, demek her şeyi bilmekte. Bu konuşmasıyla “sözde Darbe' şüpheleri iyice pekişmektedir. Neyse konumuz darbeyi tartışmak değil. Fakat her her vesileyle darbeyi değerlendirme durumunda kalıyoruz, bu da kaçınılmaz.
Bu 'sözde darbe' devrimcilerin farklı değerlendirmeler yapmasına farklı pencereden bakarak soru ve sorgulamalar yaparak yaşanan süreci kavramaya ve/ya analiz yapmasına vesile olmuştur. Burada fikirlerine değer verdiğim mücadele arkadaşım sevgili Atilla'nın hem darbe günü hem de orduyla ilgili değerlendirme ve sorularına farklı açılardan cevap vermeye çalışacağım. Her iki yazıyı dikkatle okumaya çalıştım eğer algılama eksikliği olursa Aytemur'un hoşgörüsüne sığınıyorum.
“Lafı uzatmayayım, kimsenin ölmediği direniş caddesinde selamlaşabileceğim, iki çift laflayacağım kimseye rastlamadan, sabah beş civarında, yine uzaklardan gelen uçak, helikopter, ambülans sirenleri ve silah sesleri arasında eve doğru yola koyuldum. İnsanlar meydana akmaya devam ediyordu. Müthiş bir organizasyonla harekete geçmiş filan değillerdi. AKP ilçe örgütü yöneticisi ve üyeleri ile belediye mensupları yavaş yavaş duruma nüfuz etmeye ve yönlendirmeye çalışıyorlardı.”[1]
Darbe gecesi ev halkının da karşı çıkmasına rağmen gece yarısı 00.30'da evden çıkarak o geceyi tanıklık etmesi ve bir fiil yaşamaya çalışmasını saygıyla karşılıyorum. Tam da burada aklıma gelen, neden bu saate kadar beklediğini maalesef yazmamış olduğu için subjektif bir yorumda bulunmak istemiyorum. Kendi adıma söyleyeyim: darbenin gerçek bir darbe olduğuna inansaydım, kime karşı yapıldığına bakmadan, anında dışarı çıkar ve tank paletlerinin altında ezilsem ve tek başıma olsam da karşı çıkardım!
Atilla'nın söylediği gibi, saatlerce bir tane tanıdık yüz görememesi ne karanlıktan ne de geç saatlerden dolayı kaçırmış olmasından değil, benim gibi düşünen genel sol tandanslı insanların darbenin gerçek bir darbe olduğuna inanmamasındandır. Evet bu darbeyle AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyenler de olabilir ama bir tek tanıdık yüz görmemesini AKP karşıtlığıyla izah etmenin doğru olmadığı kanısındayım. Atilla'nın algılaması ve bakışı kendisinin hangi gözle baktığı ve yorumlayışıyla ilgili olduğu için yanlışlığına ve/ya doğruluğuna bakmadan saygı duyarım. Zira tam da aynı olayı farklı açılardan algıladığım ve yorumladığım için ikimizin de göremediğini farklı açılardan görmeyi ve kavramayı sağlar kanısındayım.
İkinci yazıda orduyla bağlantılı olması aynı bakışın bir devamı olarak karşımıza çıkmakta haklı olarak bu temelde sorular sorup sorgulamalar yapmakta ve farklı değerlendirmeler tartışmaya değer katmakta.
“Değişimi, Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı ‘bulunmaz bir siyasal iklim ve fırsatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin kendi siyasal gündemleri yönünde, gerçekleştirdikleri hakiki sivil darbenin somut tezahürü’ olarak değerlendirenlerin varlığı, olayları kavrama kapasitem hakkında beni şüpheye düşürüyor.”[2]
Neden şüpheye düşüyor, çünkü karşılıklı iki eski ortağın darbeleşme kavgasını izlediğimiz için nasıl bir sivil darbe olur, akla pek uygun gelmiyor! Atilla'nın kavrama kapasitesine göre şüpheye düşüyor olması, darbe gecesi ve darbenin Erdoğan’a ve AKP'ye yapıldığı kanaatinden dolayı farklı algılayan ve yorumlayanı şüpheye düşürmesi, bir açıdan pozitif diğer açıdan da negatif olduğu için anlamlı ve irdelenmesi gerekir. Zira aynı geceyi binlerce insan bu ikilemi bir şekilde yaşamıştır. O geceyi yaşayan ve evlerinde izleyen çok sayıda devrimci, demokrat insanın kafasında bu ve buna benzer soru işaretlerinin uçuştuğu ve fırtınalar koptuğu, çelişkiye düştüğü söylenebilir. Bu nedenle bu tartışmanın sadece Atilla’yla sınırlı olmadığının altını çizmek isterim.
Atilla'nın da kafasında böyle darbe olur mu sorusu var, hatta bu soru nedeniyle evde beklediğini, beklediğimizi düşünüyorum. Ne de olsa darbeler görmüş geçirmiş bir kuşağın insanlarıyız, hani bir söz vardır: “ben insanın gözünden anlarım.” Evet bizler de bir darbe nasıl olur, başarısız darbe girişimi nasıl olur, anlarız. Darbeyle ilgili değerlendirmem anı anına kendi Facebook sayfamda var.
“Darbeden sonra OHAL ilan eden hükümet, ilk iş olarak bir ‘kanun hükmünde kararname’ (KHK) ile TSK’nın komuta ve kuvvet yapılanmasında değişiklik yaptı. Ağırlığını okulların teşkil ettiği askeri kurumların çoğu siyasi iradenin kontrolü altında alındı.
Askeriye alanında yapılan Cumhuriyet döneminin bu en kapsamlı değişimi karşısında, yıllardır orduda reform isteyen soldan, özellikle de sosyalist soldan kayda değer bir ses çıkmadı. Bu sessizlik, görmezden gelme ve/ya geçiştirme halinin bir nedeni ve anlamı olmalı diye düşünüyorum.”[3]
Bu sözde darbe girişimini teşvik eden ve planlayıp uygulayanların bizzat Erdoğan olduğunu görememek, darbenin kimin işine yaradığına bakmayı da imkânsızlaştırıyor. Örneğin; “Çünkü askerî darbe girişimleri, askerî darbe döneminin zihniyeti ve kanunları ile ortadan kaldırılamaz, aksine askerî darbe dönemlerinin zihniyeti daha da pekiştirilir.” diyen 2.346 akademisyenin görevine son verildi.
Yüzbinleri bulan soruşturma ve işten atmalar, 12 Eylül döneminde bile yapılmamıştı. 12 yıl birlikte olduğu atanan her devlet memurundan bizzat haberdar olan Erdoğan, değerli ortağı Fethullah Gülen hocanın ne yaptığını başbakanlık döneminde bilmiyor muydu?
Demokratikleşmenin olmadığı ortamda hangi reformlar olmuştur? Ve/ya demokratik hakların tamamen bitirildiği bu koşullarda Erdoğan mı orduda reform yapacak?
“Aldatıldık” demek, neyi ve hangi gerçeği çözer ve hangi olayın açıklanmasına yarar? Bu soruların cevabı yok. Ama darbeden sonra “OHAL ve KHK'lerin Osmanlı ve devamı olan Cumhuriyet ordusunu reforma tabii tutmasına neden sessiz kalınıyor?”[4] diyerek, sosyalist ve devrimcilere yüklenmeyi de doğru bulmuyorum.
“Bilindiği gibi sol, özellikle de sosyalistler, hemen her zaman, demokratik bir siyasal rejimde ordunun rolünün tamamen yurt savunmasıyla sınırlanmasını ve iç güvenlikten elini çekmesini istemiştir.”[5] Değerli arkadaşım ülkemizde, senin de belirttiğin gibi, demokratik bir siyasal rejim mi var? Varsa biz neden göremiyoruz? Evet dediğin gibi, demokratik bir rejim olsaydı, senin görüşlerinin altına imzamı koyardım, ama maalesef yok. Bu ülkenin korkak burjuvaları, kendi demokratik rejimini savunmaktan bile acizken bu görevi de yine sosyalistlerin ve Kürt devrimcilerinin yapıyor olması bir tesadüf müdür?
“Ayrıca, TBMM genel kurul ve komisyon çalışmalarında bu partinin temsilcilerinin sözü edilen konulardaki eleştirileriyle epey etkili oldukları da biliniyor. Ancak, TSK’nın Cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı en geniş çaplı değişikliğin son darbe girişiminin hemen ardından yapılmasına rağmen, HDP’nin eşbaşkanlarının, Meclis grup başkan vekillerinin ve parti basın sözcülerinin kayda değer bir yorum yapmaması ister istemez dikkat çekti.”[6]
Atilla, “HDP, ÖDP ve Yeşiller Partisi’nin darbe sonrası bu kadar kapsamlı reformların olduğu anda neden suskunlar?” diyor. Basit bir yaklaşıma sırtını yaslayan Atilla, liberal değerlendirmelerle beyinleri âdeta mevcut Erdoğan diktasına mahkûm etmeye çalışıyor. Tüm medya alanları, tek bir adamın düşüncesini savunmakla ve/ya karşı çıkanları etkisiz ve bozmaya çalışmakta. Sözde demokrasi görünümlü bu kadar etki ve güce sahip hangi devlet ve devlet adamı vardı? Atilla bu gerçeğe gözlerini kapatıyor.
-Devam Edecek-
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] A.g.m.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

2 Eylül 2016 Cuma

CHP Takıntısı

“[…] CHP, sosyal demokrat kimlikli bir parti olarak; çoğulculuk ve katılımcılığı, insan haklarını, özgürlük ve hukuk devleti kurallarına sahip çıkmayı, Azınlık haklarına saygıyı, eşitlik ve adalet ilkelerini, dayanışmayı, barış ve hoşgörüyü, emeğin önceliği ve bütünlüğünü, çevrenin ve doğanın korunmasını, yani sosyal demokrasinin çağdaş evrensel değerlerini her koşul ve ortamda sahiplenir, politikalarında rehber olarak değerlendirir. […]”
[CHP Parti Programı’ndan]
Arkadaşlarım diyorlar ki, “kardeşim sana ne, neden CHP yönetimi ile uğraşıp duruyorsun? Sen sosyalist bir adamsın. Sen ‘size’ bak. Ayrıca bu bir devlet partisi, kurucu parti. Ondan ne beklenebilir ki?”
Haklılar mı, değiller mi?
Yukarıdaki parti programından aldığım pasaja bakarsanız, demokratların, sosyalistlerin bu partiden birtakım beklentileri olması doğal görünüyor. İddialı hedefler. Bu pasajdan öte daha iddialı hedeflerin belirlendiği CHP metinlerine de rastlamak mümkün kuşkusuz. Kaldı ki, içinde, tabanında binlerce demokratı barındıran bir parti. Parti meclisinde, milletvekilleri arasında birçok tutarlı demokrat var.
Diğer taraftan “devlet kurucusu” bir parti, evet! Genetik kodları, “ne olursa olsun aslolan devletin bekası” anlayışı tarafından şifrelenmiş. Bu da doğru. Geleneksel olarak diğer sosyal demokrat partiler gibi “işçi hareketleri temelinde yükselmiş/oluşmuş bir parti” değil. İşçi hareketiyle anlamlı bağları olan bir parti değil.
Meselenin farklı cephelerini yansıtan bu değerlendirmeler bir bütün olarak CHP’nin fotoğrafını yansıtıyor, kuşkusuz. Bu çelişkili bir manzara. Uzlaşmaz çelişkilerin partisi…
İyi de bu çelişkiler bir sosyalist olarak benim çelişkilerim değil ki. CHP’nin çelişkileri. Dolayısıyla diyorum; sosyalistlerin CHP’yi -bir kitle partisi olarak- etkilemeye çalışmasından daha doğal ne olabilir? Tabii ki, kendi özgün programlarından taviz vermeden, kuyrukçuluk yapmadan.
Peki umutsuz bir çaba mı? Hem evet, hem hayır! 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’li yıllar boyunca devam eden CHP’nin “değişim” sürecine bakarsanız, CHP’nin daha “iyi” zamanlarını da gördük, deyip umutlanabilirsiniz; ya da çeşitli dönemlerdeki kritik çıkışlarını dikkate alarak… Son zamanlarda yeniden nükseden “genelkurmay brifinglerine yönelik hassasiyetlerini” dikkate alarak da umutsuzluğa kapılabilirsiniz, tabii ki…
CHP’nin Yakalandığı Amansız “Kürt Kapanı”
HDP ile birlikte fotoğraf vermeme kaygısı, bu partiyi felç ediyor. “Terörizmle anılmak ve bölücülük” propagandalarına karşı bütün demokratik duyargaları etkisizleşiyor, bir tür zombi haline dönüşüyor. Yumuşak karınları burası… Aşilin topuğu gibi. Devlet refleksi ve muktedirler buradan yakaladığında CHP ökseye yakalanmış kuş gibi. “İçindeki devlet” şahlanıyor.
Bu nedenle, Kürt illerinin yerle yeksan edilmesi ona tesir etmiyor, sivillerin ölmesi, hukuksuz gözaltılar, kayıplar, kitlesel göçler onu ırgalamıyor. Dış ses “ama hendek kazmışlar, ama silâhları var” deyince iş bitiyor. “Nedeni, niçini” artık onları ilgilendirmiyor. “İyi de bu yaşlı amca ve teyzenin bu sabi sübyanın ne günahı vardı” diyemiyor. Barış için imza veren akademisyenler, aydınlar olmadık hakaretlere maruz kalırken, işten atılıp gözaltına alınırken yeri göğü birbirine katamıyor. Karnından konuşuyor…
Şimdi de “Millî Mutabakat” Kapanı
“Yahu kardeşim, sizler politik İslamcı iki hizip olarak memleketi uçurumun kenarına getirdiniz; kollayıp himaye ettiğiniz katiller sürüsü, faşistler elindeki olanaklarla halka demokrasiye saldırdı, sen ne mutabakatından söz ediyorsun” diyemiyor. OHAL ilanını hemen destekliyor,
On binlerce insanın işten atılması, açığa alınması, kitlesel tutuklamalar karşısında nutku tutulmuş durumda. Memleket OHAL ilanının gerekçeleriyle hiç ilgisi olmayan Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetiliyor, CHP felç. Cılız sesler, serzenişler, sitemler… Dünyanın tanıdığı edebiyatçı Aslı Erdoğan, Yazar Necmiye Alpay tutuklu, onlarca TV kanalı, gazeteler kapatılıyor, gazeteciler tutuklanıyor, el çabukluğu marifet muhalifler bertaraf edilmeye çalışılıyor CHP “kem küm”… Denize düşen Saray iktidarına cankurtaran simidi oluyor. Yargı esir alınmış, medya, akademya hançerlenmiş, paramiliter güçler organize ediliyor, kamu alanı bırakın İslam’ı, İslam’ın bir mezhebi tarafından fiilen yeniden yapılandırılıyor, fiilî bir başkanlık rejimi inşa edilmiş, CHP’nin haline bak.
Üstelik bütün bu tablo, 6 milyonun üstünde seçmenin oyunu alarak barajı geçip 59 milletvekiline sahip olmuş bir partinin tecridi ve dışlanmasıyla oluştu. Anayasa komisyonuna çağırmıyorlar, Meclisi tamamen devre dışı bıraktılar. “Efendim ama biz eleştirdik, ama biz karşı çıktık”. Yer miyiz, bilmem.
TSK, iktidarın emri, birtakım evrensel hegemon güçlerin gizli-açık onayıyla başka bir ülkenin topraklarına giriyor. CHP yönetimi, harekâtın gerçek hedeflerinin gizlenmesine bile bile rıza gösteriyor, onay veriyor… Bir savaş macerasına doğru pupa yelken… CHP yönetiminin temel sloganlarından “yurtta sulh, cihanda sulh” “yurtta savaş, cihanda savaş”a dönüşüyor; CHP dut…
Laf Oldu Torba Doldu!
Kendimizi mi yorduk? muhtemelen. Kader utansın; memleket öylesine kritik bir dönemde ve öylesine tehlikelerle dolu bir mecrada ilerliyor ki; CHP’nin o tarafta ya da bu tarafta tutum alması ülkenin kaderiyle ilgili.
Maalesef sosyalistlerin bugünkü varlığı ve etkinliği ülkeyi bu badireden kurtaracak düzeyde değil. Bu “hazırlıksız yakalanma” halinin nedenlerini bulmak çok önemli tabii ki, ancak bu başka bir yazının konusu olabilir.
Şu anda temel ve acil ihtiyacımız; Demokrasi Cephesi
Ne dersiniz?
Cengizhan Güngör

1 Eylül 2016 Perşembe

AKP Neden Dağılmaz?

Kısa ve Orta Vadede AKP Neden Dağılmaz?
Bu yazımızda “iç dinamiklerin çelişmeleri hangi yönde gelişebilir?”i anlamaya, aklımıza gelen soruları cesurca sorarak cevaplar bulmaya çalışıyoruz.
Dıș faktörlerin çok yoğun etkilemeye başladığı bir dönemin içinde olmanın dayanılmaz hafifliğini görüyor, bu hususa dikkat çekiyoruz.
Ülkede iktidara hâkim ve tek güç olmaya çalışan örgütlü bir AKP vardır. Dokuz kez “seçim” kazanan iktidar olmanın avantajıyla sürekli çıtayı ve konsolide ettiği kitle tabanını kutuplaștırarak kemikleștiren ve İslamî muhafazakâr misyon yüklenen bir dava hareketinin yükseliși var. Bu hareketi ister beğenelim isterse beğenmeyelim ister küçük görelim isterse büyütelim, karșımızda çok ciddi bir AKP gerçeği bulunmakta. 2002 seçimleriyle iktidarı ele geçiren ve așağıdan yukarı devletin zirvesine ulașan AKP, 2014 cumhurbașkanlığı seçimiyle, 2023 yılını kazanma planlarını uygulamaya sokmuștur.
AKP'yi değerlendirme konusunda son seçimler dâhil çok ciddi iki hata yapılmakta ve hatalı bu bakıșın devam ettiğini görmekteyiz. Milli Görüș’ten bu yana sürekli gizli, açık bir küçümseme genele hâkim durumda. Bu bakış, mevcut gücün doğru analizini engellerken, farkında olmadan ona destek sunulmuş olundu.
Bașta aydınlarımız sanal ve ana medyada; muhalefet partileri kendi araçları üzerinden, anti-AKP temelli bir bakışla hareket etti. Sosyalist devrimciler de bu küçümsemeye katkı sundu. Kendi payıma bu anlayıșa bir șekilde șöyle destek olduğumu düşünüyorum: On altı devlet geleneğini içselleştiren, neo-kapitalist sistem koșullarında varlığını sürdüren, kendi iç siyasal krizlerini çözen derin devlet rejiminin merkez siyasal yelpazede sağ ve sol uçları nasıl maniple ettiğini acı tecrübelerle görmüștük. Muhafazakâr İslamcıları da bir șekilde maniple edeceği düșüncesindeydim ve 12 yıllık süreçte yanıldığımı görmekteyim. Aynı zamanda bir sosyalist olarak, tüm aksi iddalarıma rağmen, beynimin bu düzenle, rejimle uyumunu gördüm!
Bu küçümseme, dar bir AKP karșıtlığına dönüștüğü için, bir șeye karșı olma temelinde olușturulan alternatiflerin etkisiz ve yetersiz kaldığı ve topluma sunacakları alternatif projelerin eksik ve yeterince topluma anlatılamadığı görülmüștü. İkinci hata, AKP'nin dayandığı kitlenin konsolide edilmesinde tüm anti-AKP'cilerin müthiș bir desteği olmasıdır. Bu destek, küçümseyerek, alay ederek AKP'nin mağduriyetine sürekli zemin hazırlaması arayıp da bulamadığı fırsatı AKP'ye verirken, aynı zamanda o kitleyi de kemikleștirmiștir.
AKP'ye oy verenlerin çoğunluğunun ișçi ve emekçi olduğu gerçeği göz ardı edilmekte ve bu sınıf desteğinin nedenlerini araștırma zahmetinde bulunmadan, yukarıdan söylemlerle devam edilmesi, durumu kavramada nasıl zarar verdiği ortada.
Aynı zamanda bu bakıș AKP'ye oy vermeyen kitlenin üzerinde çok ciddi bir psikolojik baskı yaratarak küçümseme, korku karışımı, șuursuz tepkisel davranıșlara neden olmuștur. Basın ve sanal medyada söylediklerimize bolca örnek vardır.
Cumhurbașkanlığı seçiminden sonra tam 16 gün ülkede siyaset adına her șey donduruldu. Egemen sınıflar, kendi yasalarını bir kez daha krizden çıkmak için çiğnemișlerdi. Dava ve misyon uğruna her șey mubahtı. Havuz medyası, sakin ve hızlı yapılan değișimlere korkuyla karıșık methiyeler düzerken, AKP bünyesinde olası çelișkilerin çözülmeden dondurulduğu anlașılmaktadır.
AKP'nin en zayıf halkası șoklanan kendi iç çelișmesidir. Toplumsal dinamiklerin talep ve çıkıșları her zaman örtüşmez, bazen de yoğun bir çatıșma uyumsuzluk içine girer. Bu zayıf halkanın ne zaman kırılacağı, iç ve dıș faktörlerdeki gelişmelerin AKP iktidarı aleyhine dönmesiyle gündeme gelebilir. Kısa ve orta vadede iç faktörlerde böyle bir “tehlike” görülmüyor.[*] AKP'nin așil topuğu “seçim, sandık ve demokrasi” oyun ve yalanını bozmak ve sabırla uzun vadeli örgütlülüğü mücadele içinde ortaya çıkartmaktır. AKP'de hem “kitle” partisi hem de “dava” partisi olarak “mahşere” kadar ideolojik birlik olma misyonu ve pratiği așılanır. Parti lideri, kendi iç çelișme ve çatıșmalarını değișime dönüșüme yönlendirirken de davaya ve hedefe bağlılıkta çok büyük bir dikkat ve özen gösterir. Cumhurbașkanlığı ve Parti kongresinden sonra muhaliflerde genel kanı, AKP’nin de diğer partiler gibi DYP ve ANAP gibi dağılacağı yönündedir. Politikalar bu kanaat üzerine inşa edilmektedir. Bu, aç tavuğun kendisini buğday ambarında görmesine benzer.
Genel küçümseme aynı zamanda siyasi tembelliği, kolay kazanma ve siyasal yüzeyselliği de teșvik etmektedir. Bu tip tarihsel-dönemsel analojiler yaparken, tarihin tekerrürden ibaret olmadığı, aynı yerde aynı ağacın yanından girdiğin suyun bile aynı su olmadığı hatırda tutulmalı. Asıl olanın yeni dinamikleri çıkartan değișimin sürekli diyalektiğidir. Sürekli değișimin bizlere öğreteceği somut gerçeğin analizini derinlemesine yapamadığımız sürece sosyalistler de kendilerini aç tavuk gibi buğday ambarında görmeye devam edeceklerdi.
Kısa ve orta vadede AKP'nin dağılmasını beklemek, siyasetini bu naif bakışa ve çelișkiye dayandırmak, AKP'nin 2023 yılı projesine destek olmak demektir. AKP karșısında eski muhalefetin -CHP ve MHP’nin misyonu bitmiștir. AKP’ye 12 yıldır koltuk değneği olan muhalefetin gerçek yüzünü sıradan insanlar görmekte ve radikal direniș alanlarına barikat kurmaktadırlar. Toplumun çok ciddi parçası olup AKP’ye oy vermeyenler, küçümseme-korku karıșımına șimdi de umutsuzluk ve çaresizlik eklemiștir.
Her șey zıddıyla birlikte gelişir. Yașamsal gerçeğin güzelliği de burada yatar. Korku ve çaresizliğin gelişmesi, yeni alternatif arayıșlarını gündeme getirmektedir. HDP’nin son seçimdeki bașkan adayı Selahattin Demirtaș, yaygın bir kanı olarak, bașarılı olmuştur. Bu bașarıdaki faktör, adayın kendi tarzı ve topluma sunduğu yeni yașam programıdır.
AKP karșıtlığına düşmeden, birilerine karșı olma temelinden uzak, topluma ne istediğini anlatan bu tarz kazanmıștır. Milyonlarca insan mevcutlardan farklı toplum projeleri duymuș ve etkilenmiștir. Türkiyelileșme programı ve vizyonu toplumda cevap bulmuş, Kürt Özgürlük Hareketi'nin oy potansiyelini önemli oranda arttırmıștır. Kısa ve orta vadede AKP'nin karşısındaki gerçek ana muhalefet gücü HDP kendi tecrübesiyle ortaya çıkmıștır. Bu durumun kıymetini tüm sosyalist, demokrat, yurtsever, anti-kapitalist müslüman ve aydınların sahip çıkması ve gözü gibi koruyup geliștirmesi gerekir.
Halkların demokratik güçlerinin, tüm ezilenlerin, bașta ișçiler, emekçiler ve köylüler olmak üzere tüm çalıșan ücretlilerin ve kadınların ön saflarda liderlik rolleri alarak, inanç farkları ve ötekileştirmelere bakmadan, Alevi, Ezidi, Süryani, Ermeni, Yahudi, Sünni demeden, LGBT gibi farklılıkları, anti-kapitalist ve sistemden memnun olmayan herkesi kucaklayan program ve olgunluğa sahip halkların demokrasi şuralarında mevcut rejimin gerçek alternatifi örgütlenebilir.
Ülkemiz ve bölgemizin sınırlarında yangınlar hızla büyürken, kurtlar sofrasında çakal olup yem kapma hayalleri peşinde koşan AKP iktidarının ve onun maceracı politikaları karşısında kurbanlık koyun gibi oturup beklemeyeceğiz. Halkların demokrasi güçleri, her düzeyde örgütlenmeli ve Ortadoğu ateș çemberinde tarihsel rol alacaklar, kibirli ve ağabey tavırlarına girmeden, hoșgörü ve sabırla, yok saymadan, kıskanmadan, birbirini büyüten, ısrarla “yașamak direnmektir” diyen, șuralar yaratarak, birleșerek gerçek alternatif olabilirler.
Tevfik Özkorkmaz
1 Eylül 2014