6 Eylül 2016 Salı

Kripto Ermeni Olmak

Şahsen Antepli bir Türkmen olduğum halde, her zaman farklı inanç ve kimlikleri anlamaya ve saygı göstermeye çalıştım. Hatta yakın zamanda kendi büyüklerimizi değerlendirirken, anneannemin o dönemde marifetli, okumuş bir hamamcının kızı olması nedeniyle, “nenem 'Ermeni' olabilir mi?” dediğim için teyzem ve ablam uzun zaman benimle konuşmadı.
Keşke bir Ermeni nenem olsaydı!
Bundan dolayı mutlu olurdum. Bu nedenle "kripto Ermeni" olmama zaten gerek yoktur. İkincisi, Kürt kimliğini kullanmak bana değil, Kürtlere saygısızlıktır. Kürtlerle birlikte büyümüş olmama rağmen hâlâ Kürtçeyi öğrenememiş olmamda kendi eksikliğimdir.
Kripto Ermenilik ve/ya gizli Ermenilik: Gizlice Ermeniliği uygularken topluma karşı farklı bir dini uyguluyormuş gibi görünmek. Evet ne kadar acı değil mi, doğduğun topraklarda hâlâ korkudan kimliğini saklayanlar varsa, bu, onlardan çok bizim ve bu ülkeyi yönetenlerin ayıbıdır.
Bir de bunu hâlâ başkasını suçlamak için kullanan zihniyetin kendi geçmişine bakması yararlı olabilir. Bilindiği gibi, bu coğrafya, çok çeşitli halkların yaşadığı ve zamanla bir kısmının zorla asimile edildiği, bir kısmının 6/ 7 Eylül Olayları gibi malına mülküne el konarak doğduğu topraklardan koparıldığı bir Anatolya’dır. Bu ülkede insanları Ermeni, Yahudi, Rum, Ezidi, Süryani, Alevi ve Kürt diyerek aşağılamaktan lütfen artık vazgeçelim. Hepimizin insan olduğumuzu unutmayalım, unutturmayalım ve yeni acılara fırsat vermeyelim.
Tevfik Özkorkmaz
06.09.2016

Ham Çökelek

İki silâh, iki slogan patlatmak kimseyi devrimci yapmıyor. Bunlar, sadece mevcut karmaşanın zihinde karartılması ve iç rahatlama işlevini görüyor.
İki taktik, iki strateji dile dolayınca kimse örgütçü olmuyor. Bunlar, ancak mevcut ataletin ve teslimiyetin kılıfı olarak kullanılabiliyor.
Kürd’ün onca yıl yaptıklarının binde birini yapmadan, kısa yoldan, tüm gelire, kazanca el koymaya niyetlenmek, bu tüccar zihniyeti bir sonuç üretmiyor.
Lenin’in yürüdüğü yollara, patikalara adımını dahi atmadan Lenin’cilik oynamak, kimseyi Leninist de kılmıyor.
Lenin’in İki Taktik’te “burjuvazi çara karşı devrim diyor, bu devrim bile geridir” dediği biliniyor. Lenin’i bilenlerse, Fethullah’ın veya başka batılı güçlerin “devrim” sloganlarından heyecana kapılıyorlar. Lenin’in başarıcı, kariyerist küçük burjuva siyasete kurban edilmesine izin vermemek gerekiyor.
1997 kadar 2007’de de bölgesel kimi gelişmeler yaşanmış. 1991-93 arası dönemde sol örgütler çeşitli yönelimler içerisine girmiş. Bunlara dair orta yerde verilmiş tek bir hesaba rastlanmıyor. Aynı ekipler, aynı şefler siyasete kaldıkları yerden devam ediyorlar. 2005-07 arası dönemde hangi örgüt ne demiş, ne tür bir yönelime girmiş, ayrışma yaşamışsa neden yaşamış, bunların değerlendirilmesi gerekiyor.
Kısa günün kârı, kolaycı çözümler her daim burjuvazinindir.
Burjuvaya öykünerek uçabileceğine, devlet gibi herkesi sokabileceğine inananların bu türden kolaycı çözümlere meyilli oldukları görülüyor. Böylesi bir momentte kimin kimlerin mitingine gitmeme kararı aldığına, bu kararı neden verdiğine bakmak zorunlu.
Kürd’ün kendi özgül bir gündemi olduğu açık. “Biz vurduk, faşizm birleşti” diyorlar. Demek ki “zulmün artsın ki zeval bulasın” diyenlerle o zulme maruz kalanlar arasında her daim bir açı var. Kürd’ün bu açıyı önemsemesi mümkün değil, çünkü kendi acısı var.
Bu açıdan kimlerin hangi köşe başlarını tuttuğu sorgulanmalı. AKP Türkiye’sinin veya Ortadoğu Türkiye’sinin yeniden kurgulanması bağlamında belirli yönelimler içine giriliyor. Kürd’ün iradesine itimat ediliyor. “Türkiye’de tek demokrasi sorunu Kürd sorunudur” deniliyor. Buradan Taraf operasyonlarına destek veriliyor, Silivri önlerinde bekleniyor, o gazetede sosyalistler kalem oynatıyor, Önder Aytaç ve Emre Uslu ve Mehmet Baransu ve Ayşe Hür öncü kabul ediliyor. Sonrasında da bugüne gelindiğinde “darbeden söz etmek yetmez ama evetçiliktir” deniliyor. Kendisindeki marazı başkasına yansıtmak kurnazlığın ama daha çok acziyetin dışavurumu.
Emre Uslu, bir seçim öncesi, sabahın köründe bir tweet atıyor, başbakanın miting için alandaki ağaçları kestiği haberini üfürüyor, koca koca örgütlerin elindeki sol basın bu habere atlıyor ve gündeme flaş haber olarak taşıyor. Yalan olup olmadığına bakılmıyor bile. Daha doğrusu o koca koca örgütler örgüt olduklarını unutuyorlar. En azından mitingin yapıldığı yere bir üyesini gönderme gereği bile duymuyor. Bu tür olaylara yüzlerce kez şahit olunuyor. Buna Fethullahî muhalefet deniliyor.
Kanatlı kanatsız, tüm devlet süreci bu şekilde örgütlüyor. Burjuvazinin, CIA’in veya AB’nin Soros veya Fethullah dolayımıyla yürüttüğü muhalefet, kendisini sosyalist hareketi de içine katarak örgütlüyor. Kısa günün kârını düşünen, Lenin’le ancak başarı ve kariyer dolayımı ile ilişki kurabilen şefler, tüm militanlarını bu toplam muhalefete bağlıyorlar. Ham çökelek işte bu noktada boğaza duruyor. SoLsitesi tam da bu sebeple Atilla Taş’tan medet umuyor. “Onun ben fakirdim, o yüzden Fethullah gazetesinde yazdım” sözlerini “beni aradıklarında Çeşme’de tatildeydim” cümlesiyle birlikte servis ediyorlar. Çeşme’de yoksulların tatil yapamadığını unutmanın adı SoLoluyor.
O hâlde temel mesele, sınıflar mücadelesi bir kenara, sınıfsal ayrımların, farklılıkların, gerilimlerin unutulmuş, unutturulmuş olması. Örgütlenilen toplam muhalefet, tüm kesimleri bireylere bölüyor, bireylerin meslekî imkânlarına sesleniliyor, küçük burjuvazinin değer düşümü konusunda yaşadığı sancılara bakılıyor ve döne dolaşa bizler, “burjuvazi bu mevzileri terk etti, bayrağı biz devraldık” yalanına ikna edilmeye çalışılıyoruz.
Bu ikna gayreti, bizim de işimize geliyor. Sınıfsal ayrımları, farklılıkları, gerilimleri unutmak, görmezden gelmek bizim de hoşumuza gidiyor. Cem Yılmaz’ın ve diğer mizahçıların ufak insanların sancılarıyla alay eden dilini küfrederek seviyoruz. Belirli bir düzlem oluşuyor ve biz kendimizi hiç olmadığımız, hiç olamayacağımız bir burjuva veya devlet bürokratı gibi hissetme imkânına kavuşuyoruz. Bu yalan bizi bir süre daha oyalıyor. Oyalanmamızın istendiği açık.
Taktik ve stratejiler havalarda uçuşuyor. Tayyip’te kendi günahlarını, hasetlerini, kinlerini ve öznelliklerini buluyorlar. Onunla ancak bu öznellikle mücadele edilebileceğini söylüyorlar. Devrimi ve devrimciliği kendi cismani varlıklarına indirgiyorlar. “Ya bendensin ya değilsin” diyerek tekfire başlıyorlar. Devrimci olanın hizasını kendi varlığından çekiyorlar. Küçük burjuva, Tayyip’te ancak kendi küçük burjuvalığını görebildiği ölçüde harekete geçebiliyor. Esasında onda toplam, kolektif, sınıfsal bir düşmanlığı görmek ve buna göre mevzilenmek gerekiyor. Lenin bunu söylüyor.
Sınıfı, yoksulu, mazlumu görmeyince kuru bir İslam düşmanlığı hâsıl oluyor. Sahil şeridinin laik toplamına sesleniliyor. Sınıflar mücadelesi ve sınıfsal ayrımlar zihinde ve pratikte silindiğinden, döne dolaşa, CHP’ye yedekleniliyor. Bu sefer de yeni dönemin Mehmet Baransu’su olan İsmail Saymaz önder kabul ediliyor. Ana rahmi olarak bu devleti kuranları ve işletenleri bir biçimde (düşman) kardeş kabul edenler, devletin kuruluşunda yerin dibine gömülen yoksul mazlum halkın sınıfsal direncine küfretmeyi öğreniyor. Ve en fazla CHP ile birlikte AKP’den iş ve imkân dileniliyor.
Havaya savrulan yumruk düşmana erişmiyorsa, sahibine zarar veriyor. Daha yumruk bile olmadan, başkalarının yumruğunu sallamaksa, düşmanı besliyor.
Yusuf Karagöz

5 Eylül 2016 Pazartesi

Nehir Yatağı

Emek örgütleri denince hemen DSİK ve KESK anlaşılıyor, Türk-İş’in adı dahi geçmiyor.
Bunun nedeni muhtemelen Türk-İş’in iktidar yanlısı tutumları. Bu görüşe göre de iktidara karşı olmak, yandaş olmak emek örgütü olmayı belirler. Çok mekanik bir yaklaşım bu.
Sonuçta emek örgütü denince ilk akla sendika gelir. Sendikaların işlevi ise işçi sınıfının ekonomik, demokratik, siyasal, sosyal haklarının mücadelesini vermektir. Kiminle, elbet işçilerle birlikte.
Lafı uzatmadan KESK, DİSK gibi konfederasyonlar Türk-İş ve diğer sendikalar emek örgütleridir, işçi sınıfının sendikal örgütleridir.
Başlarında sendika bürokratlarının olması, işçi sınıfının temel sorunlarını atlasalar da bu gerçek. Yoksa şimdi yapılmak istendiği gibi, sendikaların varlığı anlamsızlaştırılır.
Sendikal örgütlerin altı boştur, örgütlenme ve sendikal bilinçli işçi sayısı azdır. Sendikalı işçi sayısı abartılıdır. Diyelim belirtilen rakamlar doğrudur, üye olan işçi sendikadan beklenti içindedir, hak alma, ekonomik durumunu düzeltme amacını güder.
Örgütlü değil, sadece üyedir ve sendikasına güvenmemektedir. Bugün sendikaların bürokrat yöneticileri farklı biçimlerde de olsa işçi sınıfının mücadelesinin önüne set çekmişlerdir.
Var olanı saptamak yetmiyor, işyerlerinde sendikal bilincin yükseltilmesi, sınıf bilincinin yükseltilmesi zorunlu.
“Biz sosyalizm istiyoruz” lafı Tuzla’daki işçiyi güldürmüyorsa da onun bu lafı ciddiye alması pek mümkün değil. O işçinin sorunu geçinememektir, iş güvencesidir, iş guvenliğidir.
Sendikası arkasında durmayan metal işçisi, bugün umutsuzluğa düşse de, verdiği mücadele işçi sınıfının hanesine deneyim olarak geçer.
Umutsuzluk egemen olsa da işçilerin arasında asıl olan, onların yürümeye, mücadeleye başladıklarında hangi nehir yatağına sürüklenecekleridir.
Hayrettin Çönge

“Feto"cuysa Vurun Kahpeye

Yeter Artık Cadı Avı Bitsin!
Özgürlük sana yapıldığı zaman değil, başkasına yapılan haksızlığa karşı çıktığında özgürlüktür.
Kendi arkadaşına, akrabana haksızlık yapıldığı zaman sesin gür çıkıyorsa, aynı şartları yaşayan ve sesi duyulmayan sessizlerin çığlığı olabiliyorsan, varsın ve özgürsün.
Bu, mazlum ve insan olmanın vazgeçilmez gereğidir. Devlet ve sivil toplum hem de tek tek bireyler, bu çifte standartçı, düşmanca anlayıştan kurtulmalı. Sürekli başka düşmanlar yaratarak kendimizi yaşatmaya çalışmakla böyle bir anlayışın sonu olmadığı gibi topyekûn bu illetten kurtulma şansını da elimizden kaçırmış oluruz.
15 Temmuz'dan beri artarak devam eden Fethullah Gülen şahsındaki linç harekâtı durmalı. Yüzbinleri bulan mağduriyetler "feto"cu diyerek yapılamaz, yargılanamaz. Bu harekât siyasi ve keyfidir, insan haklarına aykırıdır. Ayrıca suçun şahsiliği ilkesinin uygulanması gerekir. Çünkü bu ilke herkes için gereklidir. CB. Erdoğan'ın bu ilkeye çok ihtiyacı olacaktır. İster cumhurbaşkanı ol istersen başbakan, ister 657'lik bir devlet memuru, istersen fabrikada bir işçi, çarşıda esnaf, okulda öğrenci, tarlada köylü, akademide hoca, tiyatroda sanatçı, gazetede gazeteci, fikrinden dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.
Bir partiye, derneğe, herhangi bir sivil toplum kuruluşuna ve cemaate üye oldukları ve fikirlerini propaganda yoluyla yaymaktan dolayı hiç kimse suçlu sayılamaz ve yargılanamaz. Herhangi bir parti ve örgüte yataklık yapmaktan dolayı hiç kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.[*] Herhangi bir parti ve/ya örgüte para yardımı veya servetini bağışlaması suç değildir ve yargılanamaz. Sadece devletin uygun gördüğü kurumlara bağış yapmak zorunluluğu olmadığı gibi, diğer kurum ve bireylere de yapılan ayni ve nakdi yardımlar suç sayılamaz ve aynı zamanda yargılanamaz.
Bu yukarda saydıklarımız demokratik bir toplumun vazgeçilemez yaşamsal insan haklarıdır. Bu nedenle de kimsenin lütfuna bağlı değildir. Bizler bu toplumun bireyleri olarak kendi haklarımıza sahip çıkmazsak, gelecek nesiller karşısında suçlu duruma düşeriz.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi basına açıklama yapıyor ve “kişisel olarak tanıdığımız meslektaşlarımızın FETÖ ya da herhangi bir terör örgütüyle hiçbir ilişkisinin olmadığını biliyoruz.” diyor.[**]
Bu açıklamayı okuduğumda gerçekten ürperdim. Böyle bir özgürlük anlayışını saygı değer hocalarımız nasıl savundular? Bu açıklama, “feto’cu diğer terör örgütleriyle bağlantılı olanlara ne isterseniz yapın” anlamına gelir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım “düşman”lık temelindeki çifte standart tam da buydu. Sözde “düşman” da olsa onun da hakları olduğunun ve bu hakların yok sayılmasının bir insan hakları ihlali olduğunun altı çizilmelidir. Gücün şatafatın ve keyfi siyasetin körlüğüyle bu ihlalleri yapmak suçtur. Bu konuda ısrar suça daha fazla ortak olmak demektir. Yaptığınız insan hakkı ihlalidir, hatadır ve acilen bu hatadan dönülmesi gerekir.
Özgürlük gerçek manasıyla ne siyasal ne de sınıfsaldır tüm canlılar için geçerlidir. “Sağcılar asılsın solcular asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz ve/ya “solcular asılsın sağcılar asılmasın” diyebilir miyiz, diyemeyiz. Sonuçta “kimse asılmasın” diyerek idam cezası kaldırıldı.
Ne kadar da canımız yansa da demokratik hukuk devletinde bu kültürü içselleştirip yaşam tarzına dönüştürmeliyiz. Nasıl vatandaşlık doğal bir haksa "feto’cu terörist" diyerek tamamen konjonktüre bağlı siyasi, keyfi, kin ve nefrete dayanarak, düşmanlık temelinde “bu ‘hainler’ vatandaşlıktan çıkarılsın” demek yanlışsa, yarın da aynı yanlışı bir başkası diğerine yapacaktır. Bu kısır döngüyü kırmak için yaşanan acı tecrübelerden dersler çıkararak, toplumsal uzlaşmayı sağlamak ve kamuoyunu rahatlatmak gerekir.
Bu sahte özgürlük anlayışı ve tuzağından kurtulmak, toplum ve bireylerinin korkmadan, ürkmeden duygu ve düşüncelerini söylediği ortamları yaratmak gerek. Gelecek kuşağımızı daha sağlıklı eğitme ve yetiştirme şansını yitirmemek adına bunu istemek de hakkımızdır!
Kesin bir ifadeyle; 15 Temmuz’dan dolayı “feto”cu diyerek hiç kimseyi yargılayamazsınız ve onların haklarını gasp edemezsiniz. On binleri bulan insanların haklarını savunmak, gerçek özgürlük burada başlar. Egemen ideolojinin “feto’cu terörist” söylemiyle sürdürdüğü tuzağı aşamayanlar, cadı avına da güçlü bir şekilde karşı çıkamaz!
Bu tarz bir özgürlük anlayışı en çok da iktidarın işine yaramakta ve ona milyonlara varan toplumun farklı dinamiklerini sindirme, ezme ve yok etme noktasında “haklı” bir zemin sunmaktadır.
Suç varsa mutlaka ceza da vardır. Burada temel sorun “suç” ortamını yaratan sorunların çözümüdür. Eğer bu sorunlar çözülmüyor, tam tersine artarak devam ediyorsa, cezalarla bir yere varılamaz.
Tevfik Özkorkmaz
05.09.2016
Dipnotlar
[*] Bir zamanlar mahkemede yargılanan bir Kürt vatandaşımız, savcının 'terörist'lere yataklık yapma suçuna istinaden hazırladığı fezlekesini okurken vatandaşımız savcının sorduğu soruya “yatak verdim, bunun da suçu mu olurmuş” diyerek tavrını ortaya koyar.
[**] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 03.09.2016 tarihli Basın açıklaması.

4 Eylül 2016 Pazar

Darbe ve Ordu Konusunda İki Farklı Değerlendirme-II

Derin sessizlik ve anlamlı kayıtsızlığın nedeni ne olabilir?
Üç partinin ortak tavrını irdelemeliyiz ve bu sorunun nedenlerini bulmaya çalışmalıyız. Benim kanaatim, çakaldan kuzu, kuzudan da çakal doğmaz, eşyanın tabiatına aykırı olduğu için.
Darbeleşmenin olduğu iki “İslamcı” kuvvetten demokratik açılım beklemek de eşyanın tabiatına aykırıdır. “Hâlbuki mesele çok açık. Bir dönem iktidarın ortağı olan karanlık Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı kanlı ve korkunç darbe girişimine uğrayan AKP hükümeti ve kamuoyu, paralize olan ordunun bu yapısıyla artık gidemeyeceğini en açık haliyle gördü. Değişim ihtiyacı tavan yapmıştı. Sonuçta, çoğumuzun aklen ve kalben istemediği, ama hükümetin zorunlu olduğunu ileri sürdüğü OHAL şartlarında ve KHK’yla da olsa, askerin mevcut yapılanmasını değiştiren bazı hayırlı adımlar atıldı”[1]
Birincisi Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı “kanlı ve korkunç darbe girişimi” tespitine katılmadığımı yazının başında vurgulamıştım. Hatta bakış açılarımızı belirleyen de darbeye bakış açısı olduğudur. Bu nedenle esas ayrılık buradan başlamaktadır ve zaten Erdoğan iktidarının en güzel yaptığı da bu kafa karışıklığını yaratabilme becerisi ve yeteneğidir.
Bir insan bir şeyi hem aklen hem de kalben istemiyorsa ama buna rağmen olumlu şeyler bekliyorsa, bu “yetmez ama evet” anlayışının bir devamıdır. Zaten bu politikanın mimarı da AKP ve lideri Erdoğan’dır. Mevcut iktidarın bugüne ulaşmasında bu bakışın çok önemli katkı sunduğunu da bir kez daha vurgulayalım. Bu rejimin kendi krizidir. Parlamenter sistemin fiilen yok edildiği, ihtiyaç duyulduğunda bir süs gibi kullanıldığı yerde hangi demokratik olumlu şeyler bekleniyor, bende bunu anlamıyorum!
Darbe anında koşarak dört partiye ortak bildiri imzalatanların samimiyeti ortada. İşi bitti mi kâğıt mendil gibi kullanıp burnunu silip atmaktadır. Bunlar samimi iseler sözde “düşmanına” karşı en geniş cepheyi kurması gerekirdi. Bu cephenin platformu da meclis olmalıydı ve tüm dünyaya parlamenter sistemi çalıştırarak darbecilere karşı mücadele yürüttüğünü göstermeliydi. Bu soruların hiç birinin cevaplanma şansı yok, çünkü bunların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek, kendi tezgâhını güçlendirmek, koymuş oldukları hedefe ne olursa olsun tüm araçları kullanarak ulaşmaktır.
“Genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olanın iktidara da yaramasından daha tabii ne olabilir, onu da bilmiyorum.[2] Gerçekten bir toplumun demokratik olması, o ülkede var olan sorunların toplumsal uzlaşmayla çözülmesinin yapısal temellerinin olması demektir. Ancak böyle bir toplumda genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olan iktidara da yarar. Demokratik olmayan bir toplum, eşitsizliklerin çelişkilerin yoğun ve uzlaşmaz olduğu bir toplumdur. Burada hak ve adalet kavgası çok çetin ve kanlı olur. Bu nedenle topluma ve demokratik siyasete yararlı olan, genel olarak iktidara yaramaz, bunun nedeni farklı koşulların ve çelişkilerin çok keskin olmasıdır.
Aynı bizim ülkemizde olduğu gibi. Orduda reform süreçleri ve ittihatçılığın genel siyasi kültürümüze etkileri, artı ve eksileri ile derinliğine yüzleşilmesi gereken bir vakadır. Bu devlet hâlâ “komitacı” zihniyetle yönetilmeye çalışılmakta ve toplum zapturapt altına alınmaya devam etmektedir. Osmanlı dönemiyle kurulacak tarihsel analoji -iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunun ileri sürülmesi- için iki ayrı dönemin toplumsal yapı bakımından birbirinden temelden farklı olduğunu unutmamak gerektiği kanısındayım.
Tarihsel işlevini yitirmek üzere olan emperyal feodal Osmanlı İmparatorluğu’yla günümüz Türkiye toplum yapısının temelden farklı oluşunu mutlaka dikkate almak gerek. Osmanlı’nın gerileme dönemlerine denk gelen reformların iki temel kaygıyla yapıldığı kanısındayım. Birincisi feodal bir imparatorluğun son zamanlarında yapısal arayışlara girilmesi, ikincisi ise bizatihi sarayın kendi güvenliğini garantiye alma isteğidir. III. Selim zamanında başlayan askerî reformların başlangıcı Nizam-ı Cedid ve II. Mahmut zamanında kurulan Sekban-ı Cedid'dir .Nizam-ı Cedid’in kurulması ve geliştirilmesi yeniçerilerin isyanıyla ve III. Selim’in ölümüne yol açmıştır. Sekban-ı Cedid’e karşı çıkan yeniçeriler bunu da kaldırmışlardır. Olgunlaşan koşulların etkisiyle II. Mahmut planlı bir şekilde yeniçerileri ezerek ortadan kaldırmıştır. Bu önemli olay “Vakayı Hayriye” olarak anılır, tarihe bu şekilde geçmiştir.
“Mustafa Kemal, ‘asker kalmak isteyen siyaseti, siyasetçi olmak isteyen orduyu bırakacak!’ şeklinde kestirip atmasıyla bu ikiliğe son verdi.”[3] Aynı Mustafa Kemal, “Sivas’ta yapılan bir toplantıda başta Mustafa Kemal olmak üzere Ali Fuat, Karabekir gibi asker üyelerin ısrarı, Hakkı Behiç ve Alfred/Ahmet Rüstem gibi sivillerin de gönülden desteklenmesiyle Milli Mücadele'de ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yönetilmesinde ordunun yetkilerinin belirleyici olması kararlaştırılmıştır.”[4] Bu karar, seçimle gelmiş cemiyetlerin yetkisini ve inisiyatifini tamamen yok etmekte ve kırmaktadır. Bu örneği vermemim nedeni, aynı kişilerin farklı koşullarda farklı karar aldıkları ve bunlara bir anlam yüklerken ve/ya tarihsel analojiler yaparken hangi konjonktürde yapıldığının dikkate alınması içindi.
Bu nedenle AKP'nin orduyla ilgili yaptırımlarını tarihsel olarak verilen olaylarla bağ kurarak aktarmak olsa olsa zorlama bir destek arayışıdır. “27 Mayıs bir darbeyse, o dönemin olumlu adımlarına nasıl yaklaşalım?”[5] Aynen; 27 Mayıs bir askerî darbedir ve karşı çıkılmalıdır. 27 Mayıs’ı darbe görmeyenler olabilir. Üniversite özerkliği, planlama, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi çok önemli adımlar da o dönemde atılmıştı. Bunlar da doğrudur. O döneme baktığınızda iktidarda kim olursa olsun zaten toplumsal uyanışın ve kapitalist üretim ilişkilerinin hızla gelişmeye başladığı, köyden kentlere hızla yaşanan göç dalgası zaten yöneticileri yapısal çareler aramaya ve bu doğrultuda kararlar almaya zorlamıştır. Bu olguları mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yine çarpıcı olması açısından yakın tarihimizden bir örnekle konunun daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. 24 Ocak Kararları, yapısal dönüşümleri içeren bir programdı. Bu sistemin içinde -devrimciler hariç- hiç kimse 24 Ocak Kararları’na itiraz etmedi. Yapılması zorunlu olan yapısal reformların sistem için gerekli olduğu ve mutlaka bu kararların acilen alınması gerektiği söylendi. 24 Ocak Kararları'nın ana hatları şu şekildedir: %32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT'lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış. Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış. Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış. Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir. İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. İşte 12 Eylül askerî darbesi bu kararların uygulanabilmesi için yapıldı.
Şimdi “bu reformlar yapılması zorunlu ve gereklidir” diyerek 12 Eylül askerî darbesini sevimli gösterebilir miyiz? Ya da “bakın, ne güzel yapısal reformlar uygulanıyor, bunu niye görmüyorsunuz?” diyebilir miyiz?
Dinamiklerin zorlamasıyla yapılan değişimleri darbenin ilerici ve/ya gerici olması gibi yanlış sonuçlara götürülmesi de bu nedenledir. Toplumsal dinamiklerin gelişmesi karşısında ister sivil ister askerî idare bu kararları almak zorundaydı. 27 Mayıs askerî darbesinin de böyle kavranması ve analiz edilmesinin daha doğru olacağı kanısındayım.
“Eğer bunlar reform sayılamayacaksa, o zaman orduda reform anlamına gelecek şeyler ne? Yoksa biz, AKP eliyle orduda bir restorasyona mı şahit oluyoruz?[6] Evet aynen; bizler mevcut koşullarda AKP eliyle orduda bir restorasyona şahit oluyoruz. Reformların mutlaka önemi vardır. Yeni toplum projeleri olanların eski devlet aygıtını ele geçirme bakışı olamaz. Geçmiş tecrübelerde gösteriyor: eski devlet aygıtını parçalamadan onun restore edilmesi tekrar eskiyi üretir. Bu anlamda devrimciler “musluk tamircisi” değildir.
Tevfik Özkorkmaz
04.08.2016
Dipnotlar
[1] Atilla Aytemur, “Sol TSK’daki Değişikliğe Nereden Bakıyor?”, Serbestiyet, 31.08.2016.
[2] A.g.m.
[3] A.g.m.
[4] Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal/İttihat Terakki ve Bolşevizm, s. 267.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Mecburi İstikamet

Gün gelir, hayat yol ayrımlarını çıkartır karşına. Çoklu seçenekler sunar ve en az iki yol vardır. İster iki olsun ister on iki, ancak birisini seçebilirsin. Ya yıllardır bildiğin, öğretilen, ezberletilen, şartlı refleksler ile örülü hayatı yaşamayı seçer ve binlercesi ile aynı zorunlu gidiş yolunu yürümeye devam edersin. Ya da sürüden ayrılan kuzuyu kurtların kaptığı bir devirde, sürüde kalıp koyun olmayı içine sindiremezsin. Anayol'dan ayrılır, ara yollarda ilerler ve bir patikaya (keçi yolu) ulaşırsın. O vakit bir tepede bir taşın üzerinde oturur şehre bakarsın ve dersin ki “gitmeli buralardan.” Basıp gitmeli bu şehirden, şehir üstüne basıp geçmeden. Huzur nerede ise orayı bulmalı ve koşarak gitmeli. Kimsenin ismini, cismini bilmediği, görenin ismin ile seslenmediği bir yer mutlaka olmalı. Yüzün yok, adın yok, plakan, telefonun, sosyal güvenlik numaran yok.
Ara ara yağmurun düştüğü, çoğu zaman günlük güneşlik bir kasaba veya bir köy bulacaksın. Toprağın insanlığa sunduğu hediyelerine hormon karışmamış, güneş ve yağmur ile beslenerek büyümüş başakların doldurduğu, göz alabildiğince uzanan tarlalar olacak. Bir an önce oraya gideceksin ve bu gitmek kimsenin yüreğini acıtmayacak. Öncelikle geniş hacimli bir sırt çantası edineceksin. İçine uyku tulumu, bir miktar giyecek, başucu kitapları, bol miktarda sigara ve çay bir de termos koyacaksın. Sıcak su ihtiyacı bir yerlerden karşılanır elbet. Belki yol üzerinde ecdadın yadigârı bir çeşmeye rastlanır, yakınına bir ateş yakılıp su ısıtılır ve çay demlenir. Bir omuza çantayı diğer omuza gitarı asmalı yollara düşeceksin. Ey sen serseri mayın ilk hedef Akdeniz, ileri!
Evet güneye doğru yola koyulacaksın. Anadolu'nun bağrında gün be gün ilerleyeceksin. Yolda karşılaşılan köylerde mola vereceksin. Bir kahveden içeri girip, “Selamünaleyküm” dediğin zaman kahve sakinlerinin selamına topluca “aleykümselam” diyerek karşılık vermelerinin verdiği keyfi yaşayacaksın. İnsanlar ile konuşacak, dertleşecek, hikâyelerini dinleyeceksin. Onlarla birlikte tarlada pamuklar toplayacaksın. Toprağın üzerine serilen örtünün etrafında toplanıp çayı, ekmeği, domatesi, peyniri, kısaca Allah ne verdiyse bölüşeceksin. İkrama ikram ile karşılık verip üç beş nota tıngırdatacaksın. Herkes gidip gece çökünce uyku tulumuna girip, şehirde lüks içinde olduğun yanılgısından kurtulup, gerçek konforu bulmanın verdiği huzur ile uykuya dalacaksın.
Sabah ezanı ile uyanıp köy meydanında bir ağaç gölgesinde kahvehanenin açılmasını beklerken, her sabah yaptığın gibi randevu defterini açmak yerine bir şiir kitabı ile günü karşılayacaksın. Birkaç şiir sonra kahvehaneye gidip köy ekmeği ile kahvaltını yapacaksın. Kahvaltıdan sonra istikamet üzere yola koyulacaksın. Belki yol yeni bir köye götürür, belki dağlara, kimbilir. Kimbilir belki de gül bahçelerine. Dağlar, tepeler, vadiler, nehirler geçilir bir dere kıyısında mola verilir. Suyun kenarında oturur iken aklına büyük şehirde sular kesilince yaşadığın sıkıntılar gelir. Duş alamaz, yemek yapamaz, ellerini bile yıkayamazsın. Standartların getirdiği alışkanlıklardan dolayı su kesintisi dünyanın sonudur sanki. Dere kenarında çimenlere uzanacaksın, bulutların resmi geçidini izleyeceksin. Gözlerini kapatınca şehirde iken yaptığın gibi kariyer planlarını değil, seni mutluluğa ulaştıracak yolun hayalini kuracaksın. En doğal ve en yeşil yatağı bulmuş iken biraz da kestireceksin. Susuzluklarını gidermek için dereye gelen kuzuların sesleri uyanacaksın ve tekrar yollara düşeceksin.
Sen oturduğun taşın üzerinde bunları düşlerken yanında geçen bir toplu taşıma aracının korna sesi ile kendine gelirsin. Bakarsın ki kente akşam çökmek üzere. Şehir ışıklarını yavaş yavaş yakmaya başlamış. Çıkarsın düş bahçelerinden, kalkarsın oturduğun yerden. Kente öfkeli bir bakış atarsın. Dönersin gerisin geriye devam edersin kapitalizm ile yüzleşmeye.
Hakan Cörtoğlu

Olmayanların Şehri

çıkardım defterimi,
bir iki sözcük aradım,
yollar bozuk sallanıyoruz ikide bir,
bir sokak lambasına dalıyorum,
uzun uzun bir kadını düşünüyorum,
olmayan saçlarını,
dudaklarını,
ve tabi ki boynunu.
alçaklık mı oldu bu?
olmayanların şehrinde,
yalnız bir yakışıklıydım.
düşlenmemse henüz suç sayılmamıştı.
aslında olmayanların şehrinde,
henüz hiçbir şey suç sayılmamıştı.
kimseler yokken olmayanların şehrinde,
ben en güzeldim.
ve adıma daha hiçbir kanunda yasak konulmamıştı.
bende bunu fırsat bildim,
boynunu düşündüm.
kulaklara fısıldamalık şiirler biriktirmiştim.
komik oldu sanki bu!
bir şiirde olmamalı bunlar diye düşündüm.
ama kim dedi ki bu yazdıklarım bir şiirdir?
yüreğe dokunmayan ve
bir kulağa fısıldanmayacak kadar kötü sözcükler!
ama hani o sevmelerin vardı ya
rengârenk çiçekler ekiyorum,
olmayanların şehrine,
birkaç yere.
mavi bulutlar çiziyorum
bembeyaz gökyüzüne.
ama daha yasaklanmamıştı hiçbir şey
hem de hiçbir şey
ben de senli hayaller kuruyordum.
sokak ortasında vurulması yasaklanıyor sonra çocukların.
vurulacak tek çocuk kalmamışken.
yasaklar başladı böylece.
mesela gülmek yasaklandı.
kimseler kalmamışken şehirde.
ben yasakları görür görmez sana koşmaya başladım
koşmamla yıldızlar kaymaya başladı gökyüzünde.
şairler artık söz söylememeye yemin etti
bağırdım.
sussam da zaten haykırdı diyorlar!
sonra bir kirpi görüyorum
bir deliğin içinde dikenlerini bırakıp
bir tavşana sarılıyor.
ben sana koşuyorum.
olmayanların şehrinin en yakışıklısı
en sakallısı, ben
sana koşuyorum.

köstebek görüyorum birkaç tane,
dedikodusunu yapıyorlar kirpi ile tavşanın.
bir köstebek neden kötü konuşun ki?
soracak kimse bulamıyorum olmayanların şehrinde.
gittikçe alıştığım yalnızlığımı,
                                        unutuyorum.
*
kanın damardan çıkması yasaklanıyor.
bu yasak beni daha da korkutuyor.
sana daha hızlı koşuyorum.
senle aramızdaki mesafeyi ise
ölçecek ne bir tanım,
                   ne de kimse vardı,
olmayanların şehrinde.
seni de düşünmem yasaklanır diye korkuyorum,
tanımlanmamış bir mesafeyi
ölçülmemiş bir zaman aralığında bitirmek için daha hızlı koşuyorum.
boynunu düşünmem de yasaklanırsa,
özgürlüğüm alınmış gibi kalırsam,
annemin sevda kelimeleri yabancı bir dilmiş gibi gelirse bana
o zaman nasıl severim
nasıl severim saçlarını.
yasaklar artıyor olamayanların şehrinde.
kimseler yokken ben sana koşuyorum.
Ali Eren Demir