11 Eylül 2016 Pazar

İslam’a Savaş Açmış Müslümanlık

Şüphesiz İslam dini ile Müslümanlık birbirinden farklı şeylerdir. İslam dini, Allah’ın yarattığı şu koca kâinatı içine alan “zamanüstü evrensel sistem ve düzen”dir. Müslümanlık ise daha çok örf ve âdetlere dayanan, din bilgisinin eksiğiyle, bildiklerini anladığı kadarıyla değerlendirip, bilmediklerini anlamadığı şekliyle yaşamayı ifade eder. Öz’ünde tam ‘İslam’ olmuş kimseye Müslüman denilmesi beklenirken, günümüzde ise Müslümanlık, geleneksel ve toplumsal bir kimlik halini almıştır.
Dolayısıyla Müslüman kimliği, tam anlamıyla İslam’ı temsil etmediği gibi, bazen de bilerek ya da bilmeyerek karşı İslam’ı ifade eder. Bu hâl, siyasi görüşlerin dinin bir parçası veya dinin siyasi görüşler uğruna feda edilmesiyle başlayan “İslam’a savaş açma” durumuna kadar gidebiliyor. Daha çok kendilerini Allah’a adayan, Allah’a satan kimse olmak yerine, yanlış bilgi üzerine kurulu Müslümanlık uğruna, her şey için Allah’ı satan konumuna düşülmüştür.
“Neo-haricilik” diyebileceğimiz bu Müslümanlık, “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini bile aslında “Bizim verdiğimiz hüküm Allah’ın hükmüdür” anlayışı üzerinden okumaktadır. Bugün İslam coğrafyasında Radikal İslam ile sözde Ilımlı İslam’ın bileşkesi olan Siyasal İslam’ın iflasına şahit oluyoruz. Bu kaos ortamının sorumlusu da yine Müslümanlardır. İslam, Müslümanlar eliyle dünyada itibarını kaybediyor. İktidar, güç, otorite, şiddet ve hatta terör ile özdeşleşen bir algının tek müsebbibi dış güçler olmasa gerek.
Gelinen noktada ‘dış güçlerin’ eliyle kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı ulus-devlet anlayışı, İslam milletlerinin yeni dini haline gelmiştir. Dış güçler, bu faşist soykırımcı anlayış, imanın bir parçası halini almış. Asya’nın manevi dinamikleri, batının maddi ve seküler anlayışına peşkeş çekilmiş. Zaten bir süre sonra bu, dinin kendisi olarak görülmeye başlıyor.
Eğer eleştirilecekse, en başta iktidar hegemonyaların başat unsuru olan milliyetçiliğin, din ile soslanmış haline karşı çıkılmalıdır. Sadece iktidarlarda değil, taassuba sebep olan ve inandığı dinin cahili, Kur’an’a bütüncül olarak bakamayan Müslümanlık anlayışı, toplumun tamamına sirayet etmiş durumdadır. Gittikçe İslam yerine Müslümanlık bir din haline gelmeye başlıyor. Burada, yanlış ameller üzerine yeni bir itikad inşa ediliyor. Bu anlamda dinî söylemler çok tehlikelidir.
Bugün bu coğrafyanın kanayan yarası olan Kürt sorunu hâlâ yerinde duruyor. Suriye ve Irak’tan, Afganistan ve Mısır’a kadar İslam coğrafyası birbiri içinde binlerce sorunla boğuşuyor. İslam’ın medeniyet şehirlerinde her gün bombalar patlıyor. Kürt şehirleri başta olmak üzere İstanbul, Bağdat, Şam ve şimdi de Medine’de bulutlar yükseliyor. Müslüman toplumların İslam ile arasındaki makas gittikçe açılıyor. Kur’an’ın adalet ve barış mesajı ve Peygamber’in toplumsal iradesi göz ardı ediliyor.
Bu Müslümanlığın en güncel halini temsil eden IŞİD ise aslında sadece bir örgüt değil, Müslümanların büyük çoğunluğunun zihinsel altyapısını oluşturan hastalıklı bir ruhtur. Bedir Savaşı gibi İslam’ın en kritik zaferinden sonra bile Hz. Muhammed ‘büyük cihad’a çağrı yapmıştır. O da kendi nefsimizle beraber inşa ettiğimiz şehirlerde ortak yaşamın mücadelesidir. Bugün ise cihad ve şehitlik gibi kavramlar, İslam’a karşı olarak şiddetin ve savaşın meşruiyet aracı olmuştur.
Üstünde insanların öldüğü, kan gölüne çevrilmiş toprağa vatan denmez, İslam memleketi hiç denmez, tam tersi, adaletin ve barışın tesis edildiği, ölümün değil yaşamın olduğu her yer insanlığın vatanıdır. Müslümanların kanla karışmış bu zihniyetine karşı en büyük cihad, Doğru İslam’ı müdafaa etmektir.
Kendisi gibi düşünmeyenlerin canını, malını ve her şeyini mubah görenler, İslam’a savaş açmışlardır. Yüz binlerce Kürd’ü ve mülteciyi yurdundan edip ardına yıkılmış şehirler bırakmak, savaşta ısrar edip şehirlerde bombalar patlatmak insaniyet ve İslamiyet adına utanç vericidir.
Tüm bunlara rağmen zalimin zulmüne rıza gösteren ve iktidara ve güçlüye göre saf tutan, kralın soytarısı olmak için yarışanlar bilsin ki küfür devam etse dahi zulüm devam etmez. Müslüman olup da, İslam adına yine İslam’a savaş açanlar hiç şüphe yok ki kaybedecektir.
Sefa Mehmetoğlu

Altan Biraderler ve Hazin Son

Bence ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyorlar…
A. Altan...
Bir dönemin muktedirlerinin hazırladığı proje gazeteciliğinin -rakibi saf dışı etme projesinin- genel yayın yönetmeni. Yönetmenliğine AKP destekçiliğiyle başladı. 'Askeri vesayete(!)' karşı mücadelede bugünün saray iktidarına, o zaman şartsız kayıtsız omuz verdi. Gözü öylesine kararmıştı ki ya da öylesine bir gazetecilik(!) şehvetine kapılmıştı ki kendisine bavullarla gelen uydurma bilgi ve belgeleri yayınlayarak devasa bir komplonun tetikçisi oldu. Birçok insanın mağduriyetine yol açan sürecin köşe taşlarının döşenmesine yardımcı oldu.
Ta ki, gazetesinin 'gerçek' sahibi o günkü iktidarla boğaz boğaza gelene kadar. O andan itibaren sert muhalefet yürütmeye başladı. Çok geçti. İnandırıcılığını tamamen yitirmişti. İtibarını sıfırlamıştı.
En büyük hassasiyeti olduğunu iddia ettiği askerî vesayetin temel direği şahsiyetler, kendi gazetesinin destek verdiği davaların bir bir çökmesiyle serbest kaldılar. Uydurma delillerle ve aleni hukuksuzluklarla açılan davalarda birçok masum insanla aynı torbaya doldurulan gerçek darbeci ve kontracılar da 'aklanmış' olarak tahliye oldular. Askerî vesayete karşı mücadele niyetiyle hararetle destek verdiği, görmezden geldiği hukuksuzluklar ve provokatif yayıncılık nedeniyle gerçek suçlular da 'ak'landılar. Tam tersi askerî vesayet şimdi eskisinden daha güçlü. Bu da onun ilahi cezası, kişisel azabı herhalde... İşin acıklı tarafı odur ki; bir zamanlar hararetle desteklediği saray iktidarı askerî vesayetle bütünleşti.
Benim için bu hazin deneyden çıkardığım iki hisse şu: En büyük tehlike, kötülük diye bellediğiniz hedefe karşı mücadelede her türlü aracı mubah, her türlü provokasyonu göz yumulabilir, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu 'ayrıntı' görürseniz, her türlü ortaklığı içinize sindirebilirseniz; sonuç olarak o kötülüğü güçlendirmiş, o tehlikeyi büyütmüş olursunuz. Bugün olan budur. Hedefinizi gerçekleştirmek için başvurduğunuz araçlar, sandığınızın aksine, hiç de önemsiz ve tali değildir. Makbul ve doğru olmayan araçlar sizi hedefinize ulaştırmaz. Ya da araçlarınızın niteliği sizin hedefinize ulaştıktan sonra nasıl bir kimlik kazanacağınızın da işaretlerini verir.
İkincisi, gazetecilik halkın doğru bilgilendirilmesidir ve bu meslekte ne olursa olsun gerçekler esas alınır. Gazeteci için en tehlikeli alan bir yandan kimi iktidar sahiplerinin maddi çıkarlarının genişletilmesi mücadelesi(!) vermekse; diğer yandan muktedirler arasındaki çatışmaların koçbaşı rolü oynamaya soyunmaktır.
M. Altan…
Onun temel hassasiyeti ‘ne olursa olsun AB üyesi olmak’ noktasında düğümleniyordu. Onun için bu ideal, memleketi her türlü ‘dertten’ -askerî vesayet dâhil- kurtaracak(!) bir mahiyet arzediyordu. Bu amaca müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Her konuşması ve hatta paragrafının ana teması, AB üyeliğiydi. İlginçtir, bu tutkusu onun aynı zamanda aşil topuğuydu, tam da oradan yakalandı. Sonradan saray iktidarı haline gelen AKP hükümetinin ilk yıllarında, AB’ye üye olmak için gösterdiği çabalar(!) ve azim(!) M. Altan’ı mest etmişti. O da böylece ‘politik’ kariyerine ‘AKPperverlikle’ başladı, diğer kardeşi gibi… İktidar sahipleri AB üyeliği hedeflerinden uzaklaştıkça o da muhalif olarak konumlandı. Gezi Direnişi’nden sonra kendisine sunulan her türlü olanağı sert bir muhalefet yürüterek kullandı.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, M. Altan saf kötülüğün ‘aleti’ olmadı. Bir tertibin ve provokasyonun içinde yer almadı. Belki onun için günün moda deyimi ‘kandırılma’ ve iyi niyetlerinin kurbanı olma sıfatı kullanılabilir.
Bu son cümle, diğer kardeşin bilinçli bir kişisel seçim ve iradeyle iktidar sahipleri çatışmasının ve provokasyonun aleti olduğu iddiası taşımaz. Bunu naçizane ben bilemem. Olsa olsa ve sadece yayın politikasıyla yüzlerce masum insanın -ve dolayısıyla yakınlarının çektiği acıyla- mesleğinden olmasıyla, yıllarca hapiste kalmasıyla, hapishanede ölmesiyle, intihar etmesiyle oluşan ‘saf kötülüğün’ müsebbiplerinden biri olduğu anlamını taşır.
Sonuç Olarak…
Altan Kardeşler’in birlikte yola çıktıkları arkadaşları Yıldıray Oğur, Melih Altınok, M. Esayan… vb’nin demir attıkları zavallı ve sefih konum dikkate alındığında; onların vardığı yer yine de bir ‘olumluluk’ olarak işaretlenebilir. Bu da benim ‘saflığımın’ yol açtığı bir not düşme kaygısı olsun.
Cengizhan Güngör

Politika, Kıvılcımlı ve Siyasal İslam

Günümüzde siyasal mücadelenin geldiği nokta, resmî görüşü aşamamakta. Sosyalistlerin, özgürlük ve demokrasi güçlerinin, muhaliflerin sığ, dar, şabloncu, dogmatik yanları, devleti ele geçirme çabalarının, ulus-devlete, onun iktidarlarına yaradığını, ulus devletin mabedinde yok edilen muhalifliği, sosyalizmi “kazandıran” 2013 Diyarbakır Newroz bildirisi ve Gezi’nin ortaya çıkışı ve 7 Haziran çizgisine günümüzde gelemediklerini görmekteyiz.
Sistem-devlet karşıtlığını, muhalifliğini Erdoğan’a, Fethullah'a indirgeyen politik analizin kendilerine kaybettirdiğini görememektedirler. Buradan da toplumsal yapımızda halk, millet, sınıflar manipülasyonunu ortaya çıkarttığı gerçeği ile yüzleşmemektedirler.
Muhalifler, sosyalistler, demokratlar, mücadeleci İslamcılar, AKP-Erdoğan-Fethullah ekseninde kaldıklarını, bunun da sisteme, mevcut iktidara yaradığı gerçeğini bir türlü “görememektedirler. Önlerinde duran, İmralı tutuklusu Sayın Öcalan’ın ortaya çıkarttığı 2013 Newroz açıklaması, Gezi ve 7-Haziran çizgisine bir türlü gelinememektedir. AKP-CHP-MHP anlayışı hüküm sürmekte, sistemi ters yüz eden 7-Haziran çizgisi ve onun çatışmasızlık, meşru müdafaa hattına, Ağrı-Diyadin anlayışına dönmemekte ısrar edilmektedir.
Ulus-devletin bürokratik cihazının zaptı üzerine çıkan bu mücadelenin nasıl mabedinde sosyalizmi yok ettiğini, devleti ele geçirme anlayışının devlet tarafından daha ele geçirilmeden bile nasıl enerjisinin boşalttığını görmek gerekmektedir. Tüm bunları gören konumda olan, Erdoğan’dır. Tüm stratejisi ve taktikleriyle, o, 7 Haziran darbesi ile darbe içindeki darbesiyle günümüze kadar getirmesini bilmektedir.
Muhaliflerin, özgürlük-demokrasi güçlerinin sadece miting yapma anlayışı, yalnızca Erdoğan’ın darbesine yaramaktadır. Devletin ele geçirilme mücadelesinde, Erdoğan ve Fethullah’ın devlet tarafından ele geçirildiklerini görmekteyiz. Özünde devletin atamalara dayalı sisteminin, bürokratik yanının, valiler ve kaymakamların atanması meselesinin panzehri şudur: açıklık, demokratik işleyişin, seçme-seçilmenin temel alınması, devlet işleyişinde yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi, tüm grupların açık programlarını halka kabul ettirip oy almaları. Onlar, demokratikleşmenin yaşama geçmesi, özgürlük, eşitlik, adalet temelinde, ahlaklı, tutarlı olmak zorunda kalacaklardır.
Çoğunluk dilinin resmi dil olması ile diğer kesimlerin kendi dillerini, tarihlerini, edebiyatını öğrenmesi farklıdır. Bu, AB’nin tipik standardıdır. Ermeniler kendi okullarına, Kürtler kendi okullarına değil, sınıfların ayrılmasıyla her dilden kendi tarihini, edebiyatını öğrendiği bir anlayışa gelinmelidir. Demokrasilerde eşit vatandaşlık ilkeleri doğrultusunda onların iradelerini yansıtmayan, fikirlerini örgütleyemeyen bir ortam, tam da darbeye açık bir ortamdır. Kendi valisini, yöneticisini seçen basit bürokratik, militer olmayan, denetlenebilir bir devlet cihazına kimse darbe yapamaz.
Vatandaşın fikir özgürlüğü ve onların iradelerini yansıtan devlet anlayışında darbe yapılamaz. Bu anlayışı geliştirdiğinde namussuzlar bile çoğunluğun oyunu almak zorunda olacağı için namuslu olma durumu ortaya çıkacaktır. Merkezî bürokratik yapının hüküm sürdüğü koşullarda, demokratikleşmenin yok olduğu yerde, gerek Fethullah’ın gerek Erdoğan’ın bu alandan dalarak darbe yaptıkları gerçeğini herkesin görmesi lazım.
Özgürlük ve demokrasi güçlerine yenilen Erdoğan’ın işlettiği, 7 Haziran darbesiyle başlayan sürecin devamı 15 Temmuz’dur. Bunun panzehri açıklık, kendi yöneticisini kendisi seçmedir. Devletin olduğu yerde her şey açık hale geldiğinde, darbeye teşebbüs edip darbe yapanları devlet ele geçirecektir.
Ne Fethullah ne de Erdoğan, bürokratik alana atama yapamayacağı için onlara emir veremez duruma gelecektir. Demokratik yan, seçme-seçilme darbelerin panzehridir. Darbecilerin bürokratik, atamacı, devlet cihazından güç aldığı kesindir. Burada başbakanın vekillerin mahkemeye çıkmaları ile ilgili sarf ettiği sözlerde hukuka, yargıya müdahale suçu işlenmektedir. Yine içişleri bakanı, “ya herro ya merro” diyerek, vekillerin zorla mahkemeye getirileceklerini söylemektedir. Evet, 12 Eylül hukukunda bile yargıya bu şekilde müdahale edilmemişti. Bunların hepsi, darbe içindeki darbeden güç alarak iktidarlarını sürdürme telaşıdır.
Devlet, yaptığı işkenceyi kabullenmez, maalesef günümüzde işkence fotoğrafları iletilerinin servis edildiğini görmekteyiz. Şu anda kendi burjuva hukukunu bile uygulamıyorlar. Fethullah sermayesi Tüsiad-Müsiad arasında bölüşülmektedir. Devlet, hukuku ayaklar altına alırsa, devletin devlet olma dayanakları ortadan kaldırılmış olur.
Gelelim muhaliflere, demokrasi güçlerine. Demokrasi güçleri nezdinde, seküler anlayışın aklın önüne çıkartılması, günümüzde burjuvaziye hizmet etmektedir.
Dr. Kıvılcımlı Eyüp Sultan Camii konuşmasında helali haramı anlatırken, Marksizm ile İslam’ı sentezlemesi, Marksist anlayışı, artık değeri sömürüyü helal haram ile anlatması, seküler anlayışta görülen din karşıtlığına en büyük cevap olmuştur. Bizde bu ilktir. Marksizmi böyle yorumlayan başka bir marksist daha yoktur. Gerçi Goethe’ci ve Voltaire’ci anlayış, dinsel alanda korumacı bir anlayıştır. Din burjuvazinin elindedir. Dr. Hikmet’teki Marksizm, İslam’ı özgürlükle, eşitlikle, paylaşımla sentezlemiş, dini bireye indirmiştir.
Yine Demir Küçükaydın ise bir TV tartışmasında sosyalizme saldıran konuşmacıya “yanlış örnek verilemez” demiştir. “Muaviye’yi de İslam’dan mı sayacağız?” diyerek, kendini Doktor gibi diğer sol sosyalistlerden, Marksistlerden ayırmıştır.
Bu yazıda belirttiğim gibi, muhalifler, özgürlük ve demokrasi güçleri, özgürlükleri, seçme-seçilmeyi, açık demokratik anlayışları savunarak stratejilerini ve taktiklerini özgürlükler üzerinde temellendirmelidir. Demokratik bir proje, programla kitlesel yanımızla darbelere karşı durulmalı, sistemin karşısına demokratik işleyişle, özgürlüklerle, dünyanın, Ortadoğu’nun en demokratik özgürlükçü anlayışına evrilecek dünya cumhuriyetler birliği, demokratik cumhuriyetler veya sosyal cumhuriyetler anlayışı ile çıkılmalıdır.
Veysel Saka

10 Eylül 2016 Cumartesi

Salvador Allende’nin Son Konuşması

Bu konuşma, demokratik yollardan seçilmiş hükümete karşı ABD eliyle gerçekleştirilen başarılı darbe koşullarında, 11 Eylül 1973 saat sabah 9:10’da yapıldı. Cumhurbaşkanlığı sarayı La Moneda içinde barikat kuran Cumhurbaşkanı Allende, Şili demokrasisini savunurken canını verdi.
Dostlarım,
Hiç şüphe yok ki, bu sizlere seslenmek için son fırsatım. Hava Kuvvetleri Magallanes Radyosu’nun vericilerini bombaladı. Sözlerim sitem değil, hayal kırıklığı yüklü. Umarım, ettikleri yeminlerine ihanet edenler, Şili’nin askerleri, birer unvandan ibaret başkomutanları, kendi kendini Donanma Komutanı ilân eden Amiral Merino ve daha dün Hükümet’e sadakatini ve bağlılığını sunan, bugün ise kendini Carabinero’ların [paramiliter polisin] başı ilan eden General Mendoza ahlâken cezalarını bulurlar. Bu gerçekler karşısında bana kalan tek şey işçilere şunu söylemek: teslim olmayacağım!
Bu tarihî geçiş sürecinde halka olan sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim. Ve onlara, binlerce Şililinin tertemiz vicdanına serptiğimiz tohumların kuruyup gitmeyeceğinden şüphem olmadığını söylüyorum. Güç onların elinde ve bize üstün gelecekler, ancak toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir. Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.
Ülkemin işçileri: adalete olan büyük özleminizin ancak bir sözcüsü olan, Anayasa’ya ve kanunlara bağlı kalacağına söz vermiş bu adama gösterdiğiniz sadakat için teşekkür ederim. Sizlere seslenebildiğim bu son anda, yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte, Silâhlı Kuvvetler’in kendi geleneğinden kopmasına varan iklimi yarattılar. Bu geleneğin kurucuları General Schneider ve Komutan Araya da, bugün dışarıdan aldıkları yardımla, kendi kârları ve imtiyazları üzerindeki korumayı sürdürmek adına iktidarı yeniden ele geçirmeyi ümit eden aynı toplumsal kesimin kurbanlarıdır.
Her şeyden önce size sesleniyorum, ülkemin mütevazı kadınlarına, bize inanan köylü kadınlarımıza, çocuğunu esirgediğimizi bilen annelere… Size sesleniyorum, Şili’nin fikir işçilerine, kapitalist toplumun avantajlarından bahsedip duran meslek örgütleri ve sendikalar tarafından yaratılan kargaşaya karşı çalışmaya devam eden yurtseverlere…
Ülkemin gençlerine, bu toprakların şarkılarını söyleyenlere, bize neşelerini ve mücadele ruhunu verenlere sesleniyorum. Size sesleniyorum, ülkemizde faşizmin saatlerdir iş başında olması sebebiyle zulüm görecek olan Şili’nin insanlarına, işçilere, köylülere, aydınlara… Harekete geçmesi gerekenlerin sessizliği karşısında faşizm, terörist baskınlar düzenliyor, köprüleri havaya uçuruyor, demiryollarını kesiyor, gaz ve petrol borularını imha ediyor.
Hepsi bu suçlara ortaktır. Tarih onları yargılayacaktır!
Şurası kesin ki Magallanes Radyosu susturulacak. Sakin ve metalik sesim sizlere ulaşamayacak. Sorun değil. Sesimi duymaya devam edeceksiniz. Her zaman yanınızda olacağım. En azından, onurlu ve ülkesine sadık bir adam olarak hatırlanacağım.
Halkım kendisini savunmalı, ancak kurban etmemelidir. Halkım, kendisinin yok edilmesine veya kurşunlarla delik deşik edilmesine izin vermemeli, ancak aşağılanmaya da müsaade etmemelidir.
Ülkemin işçilerine, Şili’ye ve yazgısına inanıyorum. Başka insanlar, ihanetin galebe çaldığı bu karanlık ve acı anı yenecekler. Şunu aklınızdan çıkartmayın, önünüze er ya da geç gene büyük yollar açılacak ve özgür insanlar, yeni bir toplum inşa etmek için o yollardan yürüyeceklerdir.
Yaşasın Şili! Çok yaşa halkım! Yaşasın işçiler!
Bunlar benim son sözlerim, kendimi feda edişimin boşuna olmadığından eminim. Sonunda, en azından, bu fedanın bir ahlâk dersi olarak, işlenen ağır suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracağından eminim.
Santiago Şili, 11 Eylül 1973
İspanyolcadan çeviri: Yoshie Furuhashi

Devletin Geni

28 Mayıs 1960 tarihinde, darbeden bir gün sonra Çetin Altan şunları yazıyor: “Silâhlı Kuvvetlerimizin Büyük Ata’nın yıllar arkasından akseden manevi direktifi ile yaptığı bu hareket, demokrasimizin en sağlam teminatı olarak tarihimize geçecek ve hürriyetlerden kendi sefil benlikleri için faydalanmak isteyen gafillere her zaman için unutulmaz bir ders olacaktır.”
Altan, aynı yazıda Demokrat Parti’nin “hukuk dışı komisyonlar kurduğundan” söz ediyor. Aynı Altan’ın oğlunun, “Ergenekon” çatısı altında benzer komisyonlara taşeronluk yaptığı biliniyor. “Altan geni”nde bunlar yazılı. Doğalında gözaltına alınması da medyatik bir girişim, o gene bu devlet her daim muhtaç.
Zira medyanın işi bu. O gende kodlanmış olanı gizlemek, medyanın ana işi. Devletle aynı genlere sahip. Machiavelli’nin ifadesiyle, “insanların yürüdükleri yolları izlerseniz, büyük servet ve güç elde edenlerin bunları ya güç ya da dolandırıcılıkla temin ettiğini ve bunu yaparken de kimi ‘dürüst’ isimleri söz konusu eylemleri gizlemek için kullandıklarını görürsünüz.” O hâlde dürüst gazeteciler, devletin ve burjuvazinin perdesi, pislikleri altına süpürdükleri halıdır. Altan Biraderler’in kıymete binmesi, bu açıdan hayra alamet değildir.
Onlar, devletin bağırsaklarını temizlemek olarak tarif edilen sürecin baş aktörleridir. Gözaltına alınışları bile bu sürecin parçasıdır. Devlet, ulaşamadığı yerleri başkalarına taşere etmek, oradaki işlerin yürütülmesi için kimi isim ve çevreleri görevlendirmek zorundadır. O, kişilerde gördüğümüz türden sabit, mutlak bir ideoloji ile hareket etmez. Devlet başlı başına maddi bir ideolojidir. Tüm kirli çamaşırların ortalığa saçılmasına sevinmeden önce bir kez daha düşünmek gerekir.
Özellikle son üç yıldır yapılan tüm hamleler, açığa çıkan belgeler, AKP üzerinden yaşanan tartışmalar, devlet içre gelişmelerdir. Kendi maddîliği ve diyalektiği vardır. Halel getirecek, gidişata zarar verecek tüm ihtimalleri gözden geçirmek ve buna uygun adımlar atmak zorundadır. Bir yandan azınlık olmanın gerilimiyle, kitlesel zeminini sürekli yoklamaya, bir yandan da az olmanın yaldızlanmasına yönelik ideolojik argümanlar üretmeye mecburdur. Devletin topraklarında ancak ona layık olabilenler yaşayabilecektir. Bu, herkese yüklenen bir bilinç hâlidir.
15 Temmuz sonrası TV’ye eski bir istihbaratçı, Fethullahçıların kozmik odaya girmelerinin bir nedeninin, savaş durumunda, seferberlik hâlinde halkı örgütleyecek, isimlerini sadece devletin bildiği kişilere dair bilgileri almak için olduğunu söylemiştir. Demek ki devlet, bir iç teşkilât-ı mahsusaya sahiptir. Zira söz konusu gelenek, Anadolu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri’nin ardındaki iradeye işaret etmektedir. Mondros sonrası Anadolu’yu örgütleyenler, İttihatçılara bağlı ajanlardır. 6-7 Eylül ve daha birçok mevzuda bunların varlığı sorgulanmalıdır. Çetin Altan’ın bahsini ettiği “direktif”i bizim gibi fukaralar değil, ancak Altan gibiler bilebilir.
Kemalist zihniyet, 12 Eylül, Türk-İslam sentezi ve emperyalizm diyerek, bu gerçeği örtbas etme derdindedir. Özünde devlet denilen, ideolojinin kendisidir, kemalizm, başka bir şey değildir. Liberalizm, solculuk, ilericilik konusunda hangi köklere, hangi temellere yaslanılıyorsa, orada illaki devlet vardır. Liberallerin sesi çok çıkıyorsa, şimşek ve gök gürültüsü arasındaki ilişki gibi, ardından bir zulüm dalgasını beklemek gerekir.
Liberallerle kurulan rabıta, birey eksenli düşünmenin bir sonucudur. Devlet denilen eterin, havanın, kimyanın içerisinde bireye daha rahat nefes aldıracağı vaadinde bulunan liberaller, özünde o eteri birey şahsında perçinlemekte, bireye yedirmekte, düşman kuvvetleri tasfiye etmektedir. Liberallerin asli saldırdığı husus, yirminci yüzyılda ezilenlerin, emekçilerin güç ve kudret elde etme geleneğidir. Belirli sembollere, kişilere, fikirlere kapatılan bu gelenek, liberalizme çok şey borçludur. Liberalizm silâha karşıdır, çünkü ardından dağ gibi bir devlet durmaktadır. Dolayısıyla solda ve Kemalistlerde görülen, liberalleri emperyalizm uşaklığı ile eleştiren anlayış, eksik ve yanlıştır. Bu anlayış, içteki yerleşik emperyalizme her daim kördür. Liberalizme yönelik her salvo ve saldırı ile bu gerçek üzerindeki perde daha da kalınlaştırılır.
Solun, sınıf, ezilenler, kitle gibi kolektif bir ekseni kalmadığından, liberallerin, Tarafçılığın imkânlarından istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu çizgi, Fethullah çatısı altında daha da uzatılmış, devlet bu gerilimde yeniden örgütlenmeyi bilmiştir. Bugün bu liberal çizgi, sözde bir IŞİD militanının Rus oligarklarının sahibi olduğu Independent gazetesi aracılığıyla aktardığı sözlerine mağribî bir hücum gerçekleştirmektedir. Bunlar bizi, IŞİD militanının “Arap diktatör” ifadesini kullandığına inandırmak niyetindedir. ABD ve İngiltere’deki şirket medyasının, kendi emperyalist devletlerinin pisliklerini halı altına süpürmek için kullanıldığı açıktır. Belli ki gazete, ABD’deki bir devlet yetkilisiyle görüşmüş, haberin reklâmı için IŞİD süsü verilmiştir.
Bu medyanın yerli versiyonları da Batılı üstatları gibi herkesi Erdoğan alerjisine örgütlemek derdindedir. Bu puslu ortamda kimse, “onca insan ekmeklerinden olurken, HDP neden açlık grevinde?” sorusunu sormamaktadır. Devrim gerçeğinde, Rojava’da neden zorunlu askerlik uygulaması olduğunu, bunun için bir Arap köyünün neden silâhlarla basılıp gençlerin alındığını sorgulayana da rastlanmamaktadır. Gözüne ışık tutulmuş tavşana dönüştürüldüğümüz bu koşullarda, perdeyi yırtmamız ve gerisine bakmamız istenmemektedir. Mesela kimse, “ülke eyaletlerle yönetilsin” diyen eski generalin cumhurbaşkanı danışmanı olmasına bakmamakta, onun sakalına küfretmek salıverilmektedir. Perde gerisinde, gizli odalarda görüşülenler konusunda herkes bilgisiz olmak ve bu konuda belirli bir memnuniyet içerisinde hareket etmek zorundadır. Geriye sadece allı pullu cümleler ve sığ bir edebiyat kalmaktadır.
Altan’daki kemalizmin bir gelenek olarak, sol içerisinde kırılması mümkün değildir. Bir şirket CEO’su, bir paratoner ya da başka kimliklerde karşımıza çıkan Erdoğan, özünde kemalizm için vardır. Yeniden format atılan, makyajlanan Erdoğan şahsında devlet, hürriyetin de eşitliğin de kendisiyle mümkün olduğunu tüm zihinlere bir kez daha ezberletecektir. Kimsenin “hürriyeti kendi sefil benlikleri için kullanmalarına” izin verilmeyecektir. Sahilde denize girme, iş, mevki ve kimlik sahibi olma konusunda devlet, sahip olduğu kudreti döne döne anımsatacaktır. Bugün hapse girenler, o kudret için tekrar çıkartılacaktır. O vakit o kudrete karşı mücadele etmek tümüyle imkânsızlaşacaktır. Ezilenlerin, sömürülenlerin kendi tarihsel güç imkânlarını devlete peşkeş çekmek, büyük bir vebal, günah ve suçtur.
Yusuf Karagöz

Çöl Çiçekleri

Küçük çocuktan al haberi!
Eylül'ün son sıcağında dalgın dalgın yürürken baba ve yanında 4-5 yaşlarındaki kız çocuğunun yüz ifadesinden çok ciddi bir şeyi anlatıyor olması dikkatimi çekmişti. Aramızdaki mesafe azalınca, küçük kız aynı yüz ifadesiyle, “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor” lafını duyunca durdum ve dikkatle izlemeye başladım, karşı kaldırımda benden habersiz bir iki kez aynı ciddiyetle, “insanlar değil, Türkiye'nin kazanması gerek” demeye devam ediyordu.
Aklıma takıldı, bu yaşta bir kız bu kadar ciddiyetle babasına ne anlatıyordu? Hangi nedenden dolayı böylesine ciddi ve kararlı el kol hareketleriyle neyi sorguluyordu? Konunun ne olduğu mutlaka önemliydi. Olduğum yerde dakikalarca çakılıp kaldım, sözleri âdeta kulağımda çınlıyordu: “ama baba insanların kazanması değil, Türkiye'nin kazanması gerekiyor!”
Evet, ülkemizin geleceği pırıl pırıl küçük bir kızımız bizlere söylediği ve/ya söylemeye çalıştığı bir şeyler vardı. İçimden bu sese kulak vermek gerektiğini düşünmeye başladım.
Bölgede karamsar ve gelecek kaygısı yaşanıyor. Hem ülkemiz hem de coğrafyamız ateş çemberinde yanarken nasıl bir adım atılmalı? Ve bu ateş çemberinden yanmadan yıkılmadan geçebilecek miydi?
Bu ülkenin kurucu ata-dedeleri doğruları ve yanlışlarıyla torunları için bir şeyler yapmaya çalıştılar. “Torunlar ülkeyi ne kadar düşünmüşler?” sorusunun anlamı ve önemi kalmamıştır. Sonuçları itibariyle günümüze gelen bir yığın sorun ağırlaşarak önümüzde duruyor!
Toplumda derin yaralar açan katmerli sorunları aşmak için ne yapmalı? Yaşam küçük kızımızın anlatmaya çalıştığı gibi bireysel değil, kazanmanın topluca, kolektif olmasıydı. Kolektif olması, aynı zamanda bireysel kurtuluşun da, kazanmanın da kaçınılmaz diyalektik birliğidir.
Kazanmanın ve problemleri çözmenin bölge ve ülke boyutlu olması tam da yeni toplumun ortaklaşa felsefesini anlatıyor. Öyle sözde değil, gerçek manada acıda, neşede, iyi günde kötü günde, tasada, kıvançta, özgürce, korkmadan, ürkmeden, sinmeden, farklılıkları yaşatarak zenginleşen, gelecek kaygısı yaşamadan güle oynaya yarınlarımızı kurmak için anamızın ak sütü gibi helal emek ve alın teri dökmektir.
Bu küçük kızımızın yaşıyla yaşıt bölgemizde, okyanusta küçük adalar ortaya çıktı. Bunların adı Rojava, Kobani, Afrin, Derik'ti. Adlarının Kürtçe olması sakın aldatmasın, bu adacıklar demokratik özerk bölge halklarının hepsini bağrında barındıran, içinde Kürtler, Araplar, Süryaniler, Asuri, Arami, Türkmenler ve Çerkeslerin özgürce kendisini ifade ettikleri yerel iktidar alanlarıdır. Bu adacıklar herhangi bir kavmin-ulusun ve de inancın dar yapısıyla sınırlı değil, halkların, inançların özgürce ve kendi iradesiyle bir araya geldiği bir alandır.
“Bu adacıklar bizi ilgilendirmiyor” demek, kendi geleceğimizi yok saymak ve görmemekle eşanlamlıdır. Ortadoğu ateş çemberinde düşeni içine alan bataklıkta taze bir fidan, vahada açmış bir çöl çiçeğini gözümüz gibi korumalıyız.
Bu fırsatçı, bencil, yarışmacı, kalkınmacı, doğayı ve çevreyi yıkıp talan eden acımasız sistemin bağrında gelecek toplumunun nüveleri payandaları olan, Rojava, Kobani, Afrin, Derik… Bölgemizde açan bu nadide çöl çiçekleri koparılmadan, ülkemizin ve bölgemizin kazanması gerek. Bu kazanç, küçük kızımızın da söylediği gibi, hepimizin kazancıdır.
Tevfik Özkorkmaz
10.09.2016

Dost-Düşman

2013 yılında memuriyetten açığa alındım: O zaman Fetö yoktu. Olmam gereken yerde olduğum için açığa alındım. Bunu derinleştirmeyelim. Bu başka bir konu.
Açığa alındığım günden bu yana hemen hemen 3 yıl geçti. Bunun bir kısmı hapiste geçti, gerisi inşaatlarda...
Bu süre içinde memuriyete dair birçok şeyi unuttum. Kravatı, saç-sakal tıraşını, ayakkabı boyasını, müzekkere yazmayı, seçmen kaydetmeyi, çay fişini, yıldız masayı falan...
Ama bazı şeyleri de unutmadım:
Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi, Yörük Ali Efe’yi, Karayılan’ı, Konya’yı, Manifesto’yu, Ne Yapmalı?’yı, Kesintisizler’i, sıcak bir selamı, dostça bir nasihati, kısa bir mektubu... yani dostlarımı ve düşmanlarımı...
Dostlarım yine dost... Düşmanlarım yine düşman...
Velhasıl “bir şey kaybetmedim” diyorum gönül rahatlığıyla!
Emre Kesikhalı