12 Eylül 2016 Pazartesi

İbrahim

İbrahim, aşağı barbar anahanlıktan kurbanlık koç kesen orta göçebe barbarlığa ve Kâbe’yi kurup kent tohumunu atan yukarı barbarlığa kadar bütün komünal toplum biçimlerini 300-500 kişilik aile efradıyla yaşamakla kalmaz, ilk Irak medeniyeti Sümer kentlerinden kalkıp, Anadolu’ya, savunmalar eşliğinde bezirgânlık yaparak göçerken, kıtalararası medeniyetleri de tanır.
Aşağı barbar geleneği (tanrılara yakarak çocuk kurban etme geleneği) İbrahim zamanında kaldırılmaya başlasa da yeniden etkinlik yollarını bulur:
“Allah İbrahim’i deneyip ona dedi: Ey İbrahim; şimdi oğlun İshak’ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde yakılan kurban olarak takdim et.”
İbrahim oğlunu kurban etme yerine, göçebeliğe geçtiklerinin sembolü olan Koç’u kurban eder. Ancak Kenanlılar neredeyse anahan geleneklerinde kaynaşmışlardır. Bu İsrailoğullarından ve daha sonra bile etkilerini göstererek, aynı ilk çocuğu kurban etme geleneklerini yeniden canlandırır.
Hacer’den olma İsmail’i ve Annesi Hacer’i Güney Ticaret Yolu üzerindeki Hicaz’da Mekke’nin olduğu yerde arada bir yoklayıp Kâbe’nin kuruluşuna ön ayak oluyor. Orada karargâhlaşıp zürriyetinin gelişmesini hedefliyor. (İslam’a göre Hacer’den olma İsmail’i) aşağı barbar geleneklerine göre kurban etmekten vazgeçme sentezini gösteriyor. Geleneklerin zincirlerini kırıyor ve elindeki sürüden bir koçu kurban edecek kadar hangi aşamada bulunduğunu anlıyor ve toplumuna benimsetiyor. (Bap 22)
Besbellidir ki İbrahim; zamanının olaylarını en iyi değerlendiren ve kendi toplumunu o dar boğazlardan geçirebilen ender bir liderdir. Anahanlığı da Göçebeliği de Medeniyeti de anlar. Toplumdan ileriye fırlayışı ve Yahudiler’e de Araplar’a da ata oluşu boşuna değildir.
Göçebelikten geri dönüşü tıkayan başka bir keskin prensibi de kurban olur. Artık tanrıya insan değil hayvan kurban edilecektir: (Tekvin, Bap 22)
Burada ilahlar; tarih öncesi geleneksel çoktanrılar, henüz terkedilmemiştir. Fakat başrolü oynamazlar. İbrahim tektanrıcılığı, İbrahim’in toplumunu büyük bir tarihsel devrim görevi büyülemediği ölçüde sarıp sarmalayamaz. İbrahim’in tektanrı sentezi kendi içinde büyür. İbrahim, tektanrı sentezini dayatmak yerine kendi toplumunu kendi seviyesine çıkarmak üzere eğitmek aşağı barbar geleneklerini kesip atmak, göçebelik, ticaret, sunaklar, KURBAN, temizlik, sünnet, derleniş işleriyle uğraşır. Bunları başardıkça tektanrı sentezini toplumunda sabırla mayalandırır. İbrahim’in tarihi prosesi, aşamaları, görevleri kavranmadıkça, O’nun tektanrıcı tutumu da toplumundaki gelişimi de anlaşılamaz.
Ama İbrahim o tektanrı senteziyle, çoktanrı karmaşasından, zincirlerinden kurtulmuş; yaşadığı olayları daha gerçekçi, determinist yorumlayarak yaratıcılığını pekiştirmiştir. Kurban olayına kadar Kenan diyarında tutunuşu, medeniyet ve onların uşağı kentler arasında yaşayabilmesi büyük bir başarıdır. Tarihsel devrim için toplumunun hazır olmadığını sezmesi, toplumunu koruması ve göçebelik-ticaret ekonomisinde ustalaştırışı ve uzun vadeli stratejiye oturtuşu, geliştirmesi o Filistin hengâmesinde büyük bir strateji ustalığı gerektirir...
Bu yüzden İbrahim’in sunakları sadece göçerliğinden gelmez; toplumunu eğitirken tektanrı sentezine sığınır; sentezine sığınırken kendisinden daha ilkel kalmış toplumunu eğitir...
Çünkü tektanrı ana fikri ne geleneklerde ne kutsal kitaplarda ve de tarihi gidiş içinde birdenbire olmuş gösterilemiyor. Sadece İbrahim ile birlikte tarihsel aydınlık kazanıyor; veya mitolojik sembollerden, masal karanlığından kurtuluyor. İbrahim bile kısmen Kurban-Hacer-İsmail-Kâbe olaylarında Mitolojik kalıyor.
Hikmet Kıvılcımlı
Allah-Peygamber-Kitapisimli çalışmasından seçki
Hikmet Kıvılcımlı Enstitüsü

Çarpıtma

Allah'a kesilen hayvanların etleri ve kanları ulaşmaz.
Ona ulaşan sizden sâdır olan takvadır.
[Hacc:37]
Ateist ve müşrik arkadaşların kurban ile ilgili yorumlarında çarpıtmalar var:
Evvela “kurban”a ihtiyacı olan bir Tanrı yok yukarıda. Kurban “Tanrı”yı razı etme meselesi değil. Kurban gayet devrimci bir eylem olarak, insanın sevdiği şeyi vermesi, muhtaç olanlara en sevdiği servetini paylaşmasıdır.
Kişinin kurbana ihtiyacı var; Tanrı'nın değil. Onu dünyaya bağlayan ve sevdiği şeylerden arınmasıdır. Eski insanların en değerli servetleri hayvan olduğu için onu verirlerdi.
İşin özünü bilmek icap eder… Gerçek mümin, ihtiyaç fazlası olan evini de arabasını da verir ve vermelidir.
Sanki Tanrı’nın ihtiyacı var da kesiliyormuş düşüncesi, çarpık bir din ve Tanrı anlayışının ürünüdür. Bu ateist arkadaşlar, Tanrı’yı göklerde bir yerde, elinde sihirli bir değnek ile âlemi idare eden bir gaddar varlık olarak tasavvur ettikleri için kurbanı da böyle algılıyorlar.
Ayrıca “hayvan kesme” üzerinden yapılan sözümona eleştirinin de tuhaflığı ortada. Sen et yemiyor musun? Eğer et yiyen biri isen bu konuda çıt çıkartmaya hakkın yok. Yemek iyi de kesmek mi kötü oluyor? Sen onu mideye indirmek için boğazlıyorsun iyi de başkası, başkası ile paylaşmak için kesiyor, kötü mü oluyor? Onu kendine kurban ediyorsun ama… Bırak bir kez de başkasına kurban edelim; tuhaflık nerede?
Adnan Fırat Bayar

11 Eylül 2016 Pazar

İrfan Aktan Hadisesi

Nuray Mert, çözüm sürecinin çok çıkmasına neden olduğu liberal bir ses. Onunla boğuşmak da aynı liberalizmle malul. Buna mecbur. Çözüm süreci ve HDP ile birlikte daha çok duyduk bu sesleri. O günlerde Nuray Mert, “HDP Türkiye partisi olsun diyenlere katılmıyorum, aksine HDP Kürt partisi olmalıdır” diyordu. Ayrıca o dönemde eleştirilen HDP adaylarına istisnasız sahip çıkıyordu. Oysa bugün Rojava’da olan kimi sosyalist örgütler, o adayların bazılarını beğenmedikleri için kendi adaylarını göstermişlerdi.
Nuray Mert “HDP Kürt partisi olsun” derken, onun PKK’nin yerini alacağını ummaktadır. Sivil siyaset ve demokrasi kavgası galebe çalmış, medya bu konfetilerle süslenmiş, HDP ile yeni bir çıkış örgütleneceği vehmi ağır basmıştır. Ama her “güzel” hikâyenin bir sonu vardır.
İrfan Aktan da aynı kapıdan girmiştir. Eski arkadaşları sayesinde o konfetilerden biri olmuş, birden Hakkârili olduğunu anımsamış, ÖDP’nin kapısını suratına çarpmış, oradan ayrılıp yeni “demokrasi kavgası”na yelken açmıştır. Nuray Mert’le kapışması yeni zeminin meşruiyeti ile ilgilidir. Bu, ne Türk ne Kürt aydını olabilmenin, daha doğrusu işine geldiğinde Türk, işine geldiğinde Kürt olmanın ceremesidir.
Muzaffer Oruçoğlu, “herkes gerçeklere ya uzaydan ya mezardan baksın” diyor ya, gerilim bununla da alakalıdır. İrfan Aktan, zaten hepten ve her daim haklı olduğunu düşündüğü gücün yanına hizalanmayı önemsiyor. Başkası mümkün değil. Bu, fikrî ve pratik faaliyeti doğalında askıya alıyor. Ezilen bir hareketin bileşeni olmayı zûl kabul ediyor, bunu utanç verici ve aşağılayıcı buluyor. Zaten yazısında İrfan Aktan Nuray Mert’in tespitine hak veriyor. “Dolayısıyla bir mücadeleyi kendiniz için verirsiniz, Kürtler için değil.” diyerek kendi konumunu da özetliyor. O gerçeğe ya uzaydan ya da mezardan bakıyor. Gerçekle her türlü bağını koparttığını ikrar ediyor. Zihindeki bir işlem, pratiği bu şekilde kuşatıyor. Sonra da başkalarıyla “idealist” diyerek alay ediyorlar!
Eskiden, Özal zamanında, “herkes kendi kapısının önünü süpürsün, her şey güllük gülistanlık olur” derdi liberaller. Sonra temizlik işçilerinin büyük kentlerde başlattığı grev bunun böyle olmadığını gösterdi. Her yerde çöp dağları oluştu. O dönemde sol, en azından “herkes kendi kapısının önünü süpürürse, meydanlar, ortak alanlar ne olacak?” sorusunu sorardı. Mert ve İrfan, bu dönemi liberal sığınaklarda geçirdiği için bu bilince erebilmiş değil.
Ayrıca İrfan Aktan’ın sıkışınca her daim devreye soktuğu Cezayir analojisi de yersiz. Dolayısıyla karşısında Sartre görmek istemesi de anlamsız. Dahası Sartre’ın Cezayir’i Fransa’nın bileşeni olarak gördüğü ve oradaki çapaklı direnişi psikolojik vak’aya indirgediği de bir gerçek. Sömürgecinin aydını, sömürüden vazgeçemez. Sömürülenin kavgasını ancak sağaltılması gereken, patolojik bir olgu olarak görebilir. Aktan ve Mert gibiler arasında bir ayrımdan söz edilemez. Birey denilen devletlerinden, o uzaydan ya da mezardan bakıldığında, her şey marazmış gibi görünür. Nereden bakıldığı önemlidir.
Cezayir’i kana boğan paraşütçü birliğinin komutanı, “bana ‘faşist’ diyorlar, bu kanıma dokunuyor, ben Direniş’in [La Résistance] bir parçasıydım, o faşistlerle ben mücadele ettim.” diyor. Kürd’ün mücadelesi ile Cezayir direnişi arasında ancak kâğıt üzerinde analoji kurmak mümkün. Fransa’daki Cezayirliler, “kimliğimizde bir sömürgecinin ismi yazamaz” deyip kimliklerini yakıyorlar misal. Mesele, o komutanın veya “sömürgeler kalmalı ama ilerletilmeli” diyen sosyalistlerin yanından bakmaktadır.
Bu analojinin imkânsızlığında, Aktan da kendi mahallesinin huysuz liberal muhaliflerine çatabiliyor. Tek derdinin “demokrasinin nimetleri” olduğunu söylüyor. Mert’i mahallenin kafesinde kahve yudumlarken, sigaya çekiyor ve “ona buranın insanı, ol kâfi” diyor. “Olmadı git ÖDP’ye destek ver” diye nasihat ediyor. Kendi yaptıklarını anlatıyor ve Mert’e “bari benim gibi ol” diyor. Ona, “özel ve güzel liberalizme halel getirme bari” demiş oluyor. Örtük olarak, “beni de zor duruma sokuyorsun” anlamına gelecek laflar ediyor. Taraf, Diken, T24’e (dondurmacı) Duvar diye bir halka ekleniyor. Dolayısıyla Aktan, bu yayınlar bağlamında, liberalizminin sakatlanmasını istemiyor. İşine geldiğinde hemen Kürt’e sokuluyor. Kürt olmaktan değil, kendi meselesinden bakıyor Kürt’e. Kürt’ten bakmak, aşağılayıcı ve işe yaramaz kabul ediliyor. Mert, lütufta bulunuyor, yeni paraşütçü birliklerine selam çakıyor, Aktan da geri kalmış Kürt’e Sartre ve Fransız aydını gibi, muhalif ama Paris’ten bakmayı matah bir şeymiş gibi, satıyor.
Ezilenlerin mücadele birikimi, özellikle yirmi yıldır geri, uygunsuz, yetersiz ve zararlı kabul ediliyor. Öğrenilen de öğretilen de bu. Hepsinin elinde sihirli değnek olsa, herkesi bir dokunuşta liberal, sosyalist, komünist yapabilseler, bu imkân karşısında ya korkup kaçarlar ya da “bozuk bu değnek!” deyip kahvelerini yudumlamaya devam ederler. Çünkü ezilene yönelik korku, ondaki bilinemez, kontrol edilemez yan, sol örgütlerin varlık sebebini tehdit eden bir güçtür. Liberalizmden rol çalınmasının, ona öykünülmesinin, onunla tartışılmasının ana nedeni budur. Sonra “burjuvazinin her şeye hâkim olması, her şeyi ilerletmesi gerek” yalanına sığınılır. Böylece hiçbir kolektif dinamiğe, ezilen hareketine ait olmamanın kılıfı da bulunmuş olunur.
İrfan Aktan’ın Mert’ten önce harekete geçirmesi gereken milyonları vardır. Okların Mert’e dönmesinin sebebi, o milyonların hareketsizliği, Aktan’ın bahanesiz, gerekçesiz, bağlamsız kalmasıdır. Mücadele keskinleştikçe, liberalizm gene sığınaklarına kaçacaktır. Mert-Aktan polemiği, bu kaçışa dair bir emaredir.
Yusuf Karagöz

Cedel

Kürt belediyelerine atanan kayyıma “bu saldırı, Meclis’e atılan bombalardan farksızdır” sözüyle eleştiri yöneltmek yanlıştır. Bu yanlışlık, Demirtaş’ın “Erdoğan’ı değil, cumhurbaşkanlığı makamını alkışladım” sözünün güncel tezahürüdür. Kürd’ün kendine karşı kurulmuş bir devletten alacağı, alabileceği hiçbir şey yoktur. Söke söke aldığı varoluşsal haklarının kişisel cedelleşmeye kurban edilmemesi gerekir. Devletin eldiveni olarak demokraside pay sahibi olma çabası, devletin pratik örgütlenme sürecine dâhildir.
Aynı şekilde “Kayyım Darbedir” lafı da varolduğu düşünülen bağlar üzerinden düşünmenin bir ürünüdür. “Türkiye demokrasisi” diye bir alan varsayılmakta ve oraya örtük ya da açık mesajlar gönderilmektedir. Kürd’ün o demokrasi alanı ile ilişkisi bir tebaa ilişkisinden başka bir şey değildir. Bu söylemle AKP’ye yapıldığı varsayılan darbeye atıfta bulunulmakta, hâlâ AKP’yle masa altından bir ilişki yürütmenin imkânları araştırılmaktadır. Esasen “demokrat ve sivil siyaset” devlet mekanizması üzerindeki renkli örtüden başka bir şey değildir. Devlet demokrasi içinde ve bünyesinde, onun üzerinden örgütlenen bir güçtür. Statik, durağan, sabit bir koltuğun varolduğunu ve o koltuğa talip olmanın önemsenmesi gerektiğini söyleyenler bilerek ve bilmeyerek o güce örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, ehil, yetkin, belirli bir çapa sahip, kâmil, ileri vs. görülmedikleri için ezilenler ve sömürülenler, demokrasi mücadelesinden dışlanmaktadır. Özünde demokrasi mücadelesi, devletin hareket serbestiyeti içindir. Ve aslında ezilenlerin-sömürülenlerin güç imkânlarına dair bir pratik olabilmelidir.
Bu anlamda “seni başkan yaptırmayacağız” siyasetinin merkezine yerleştirilen, örtüyle dikilmiş elbiseler giyen isimlerin yanlış yaptığı görülmelidir. Önemli bir bölümü, esasen PKK’nin silâhlı varlığının tasfiyesi ve yaratacağı imkânlar, açacağı ikbal kapıları için böylesi bir yola tevessül etmiştir. Devlet, PKK’nin tarihsel varlığı ile kurduğu ilişki biçimlerini dönüşüme uğratmaya mecburdur, ama burada özde bir dönüşüm yaşandığı yanılsamasına kapılmakta ciddi bir sorun vardır. Liberallerin hücumu, sınıfsal bir eleştiriye tabi tutulamamıştır. Liberallerin görevi, ezilenlerin-sömürülenlerin mücadele birikimlerini tarumar etmek, o birikim içerisinde sınıf atlamak isteyen failleri devlete bağlamaktır. “Kürd hareketinin basit bir demokrasi mücadelesi bileşenine indirgenmesini, Kürd halkı mı istemiştir?” sorusu hâlâ meşru bir sorudur.
“Başkan yaptırmayacağız” siyaseti, sosyal medyada bizatihi kendisini başkan zannedenlerin ideolojisine teslim olmuştur. Bu da meseleyi Erdoğan’a hapseden bir dilin oluşmasına yol açmıştır. Artık herkes, kendi bireysel varlığını aşan bir gerçekle mücadele etme zorunluluğundan, o mücadelenin niteliksel sıçrama yaşaması gerekli emekten el yumuştur. Sosyal medya, ülkeye nizamat verenlerle, “ah ben başbakan olsam!” diyenlerle, aklını fikrini bireysel dünyasında gördükleri ile biçimlendirenlerle doludur. Anti-Erdoğan siyaseti, bir sosyal medya yanılsamasıdır. Demek ki gerçek bir devrimci siyaset, sosyalliği başka yerlerde aramakla alakalıdır. Siyasetin kişiselleşmesi, kişinin siyasallaşmasını doğurmamaktadır. Sadece siyasetle gündelik merak düzeyinde haberdar olunmakta, giderek, “her şey oluruna varır, bu işleri bilenler var nasılsa” kolaycılığına teslim olunur.
Kayyım meselesi de maalesef basit birkaç basın açıklaması ve sosyal medyadaki yiğitlenmelerle geçiştirilecektir. Seslenilen yer artık açıktır. Ezilenin öfkesi, örgüt büroları-akademi-basın zinciri içerisinde lime lime edilecektir. Ezilenlerin, sömürülenlerin kirli yanları, o zincir aracılığıyla arındırılmak zorundadır. Tüm teorik, ideolojik değerlendirmelerin amacı bu yöndedir. O zincirin sahibi kadar, onun bileşenleri de kirlilikten nefret etmekte, ihtimallerden korkmaktadır.
Bir tamirci çırağına “ileride ne olmak istiyorsun, bir hayalin var mı?” diye sorarlar. Çocuk tek cevap verir: “yok”. Emekli bir amcaya, “yılbaşında milli piyango sana çıksa ne yaparsın?” diye sorarlar. Amcanın cevabı nettir: “Bana çıkmaz.” İşte büro-akademi-basın zincirinde eksik olan, bu sınıfsal netliktir. O zincirin nerelere bağlı olduğu, kimlerin boğazına dolandığı artık görülmek zorundadır. Zincir, bireylerden oluşmaktadır ve karşısında ancak düşman varsaydığı bireyler görmektedir. Buradan mesele, bireysel tercihlere, (dindar olup olmama gibi) kişisel özelliklere, ağızdan çıkan sözlere indirgenmektedir. Herkes ancak “ah yerinde ben olsam” düzeyinde siyasetle ilgilidir. Kolektif disiplin, örgütlülük, işbölümü ve hiyerarşik zorunluluklar hükmünü yitirmektedir.
Demokrasinin eşitlik ve özgürlük yanılsamasına kanmamak gerekir. Orada teşkil edilen zincirin bir halkasında, 7 Haziran öncesi sallanan Türk bayrakları asılıdır. Aynı bayrak, bugün belediye binalarının balkonundadır. Masa başında, gizli odalarda verilmiş sözler varsa, bilinmelidir. “Açıklık, demokrasi, sivil siyaset vs.” diyenlerin bu bilgileri saklamaması icab eder.
Bahsi geçen zincir, tekil bireyler özelinde teşkil edilmiştir. Gerçeğin çok boyutlu, çok katmanlı niteliği karşısında zincir, bilinci ve pratiği boğmakla görevlidir. Türkiye gerçeği nereye örgütleniyor, neyi örgütlüyor, nereden kuruluyor, nerede inşa ediliyor, tüm bu hususları görmekten kaçanlar, o zincire eklemlenme derdindedir. Sosyal medyada imza yaldızlama, benliğini okşama derdinde olanların, o gerçekle ilgili bir derdi ve öfkesi kalmamıştır.
Onlar, ne sömürülenin derdiyle, ne de ezilenin öfkesiyle hemhal olma çabasındadır. İnşaattan düşen işçi de, kayyım üzerinden hakkı çalınan Kürd emekçi de masa başı işlemlerin basit bir kaleminden ibarettir. Devlet, kendisine halel getirmeyecek isimlerle kurmaktadır zinciri. Tayin edeni, şakırdatanı, boynumuza dolayanı, neden dolandığını anlamak, önemli bir yükümlülüğümüzdür.
Bahri Dikmen

İslam’a Savaş Açmış Müslümanlık

Şüphesiz İslam dini ile Müslümanlık birbirinden farklı şeylerdir. İslam dini, Allah’ın yarattığı şu koca kâinatı içine alan “zamanüstü evrensel sistem ve düzen”dir. Müslümanlık ise daha çok örf ve âdetlere dayanan, din bilgisinin eksiğiyle, bildiklerini anladığı kadarıyla değerlendirip, bilmediklerini anlamadığı şekliyle yaşamayı ifade eder. Öz’ünde tam ‘İslam’ olmuş kimseye Müslüman denilmesi beklenirken, günümüzde ise Müslümanlık, geleneksel ve toplumsal bir kimlik halini almıştır.
Dolayısıyla Müslüman kimliği, tam anlamıyla İslam’ı temsil etmediği gibi, bazen de bilerek ya da bilmeyerek karşı İslam’ı ifade eder. Bu hâl, siyasi görüşlerin dinin bir parçası veya dinin siyasi görüşler uğruna feda edilmesiyle başlayan “İslam’a savaş açma” durumuna kadar gidebiliyor. Daha çok kendilerini Allah’a adayan, Allah’a satan kimse olmak yerine, yanlış bilgi üzerine kurulu Müslümanlık uğruna, her şey için Allah’ı satan konumuna düşülmüştür.
“Neo-haricilik” diyebileceğimiz bu Müslümanlık, “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini bile aslında “Bizim verdiğimiz hüküm Allah’ın hükmüdür” anlayışı üzerinden okumaktadır. Bugün İslam coğrafyasında Radikal İslam ile sözde Ilımlı İslam’ın bileşkesi olan Siyasal İslam’ın iflasına şahit oluyoruz. Bu kaos ortamının sorumlusu da yine Müslümanlardır. İslam, Müslümanlar eliyle dünyada itibarını kaybediyor. İktidar, güç, otorite, şiddet ve hatta terör ile özdeşleşen bir algının tek müsebbibi dış güçler olmasa gerek.
Gelinen noktada ‘dış güçlerin’ eliyle kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı ulus-devlet anlayışı, İslam milletlerinin yeni dini haline gelmiştir. Dış güçler, bu faşist soykırımcı anlayış, imanın bir parçası halini almış. Asya’nın manevi dinamikleri, batının maddi ve seküler anlayışına peşkeş çekilmiş. Zaten bir süre sonra bu, dinin kendisi olarak görülmeye başlıyor.
Eğer eleştirilecekse, en başta iktidar hegemonyaların başat unsuru olan milliyetçiliğin, din ile soslanmış haline karşı çıkılmalıdır. Sadece iktidarlarda değil, taassuba sebep olan ve inandığı dinin cahili, Kur’an’a bütüncül olarak bakamayan Müslümanlık anlayışı, toplumun tamamına sirayet etmiş durumdadır. Gittikçe İslam yerine Müslümanlık bir din haline gelmeye başlıyor. Burada, yanlış ameller üzerine yeni bir itikad inşa ediliyor. Bu anlamda dinî söylemler çok tehlikelidir.
Bugün bu coğrafyanın kanayan yarası olan Kürt sorunu hâlâ yerinde duruyor. Suriye ve Irak’tan, Afganistan ve Mısır’a kadar İslam coğrafyası birbiri içinde binlerce sorunla boğuşuyor. İslam’ın medeniyet şehirlerinde her gün bombalar patlıyor. Kürt şehirleri başta olmak üzere İstanbul, Bağdat, Şam ve şimdi de Medine’de bulutlar yükseliyor. Müslüman toplumların İslam ile arasındaki makas gittikçe açılıyor. Kur’an’ın adalet ve barış mesajı ve Peygamber’in toplumsal iradesi göz ardı ediliyor.
Bu Müslümanlığın en güncel halini temsil eden IŞİD ise aslında sadece bir örgüt değil, Müslümanların büyük çoğunluğunun zihinsel altyapısını oluşturan hastalıklı bir ruhtur. Bedir Savaşı gibi İslam’ın en kritik zaferinden sonra bile Hz. Muhammed ‘büyük cihad’a çağrı yapmıştır. O da kendi nefsimizle beraber inşa ettiğimiz şehirlerde ortak yaşamın mücadelesidir. Bugün ise cihad ve şehitlik gibi kavramlar, İslam’a karşı olarak şiddetin ve savaşın meşruiyet aracı olmuştur.
Üstünde insanların öldüğü, kan gölüne çevrilmiş toprağa vatan denmez, İslam memleketi hiç denmez, tam tersi, adaletin ve barışın tesis edildiği, ölümün değil yaşamın olduğu her yer insanlığın vatanıdır. Müslümanların kanla karışmış bu zihniyetine karşı en büyük cihad, Doğru İslam’ı müdafaa etmektir.
Kendisi gibi düşünmeyenlerin canını, malını ve her şeyini mubah görenler, İslam’a savaş açmışlardır. Yüz binlerce Kürd’ü ve mülteciyi yurdundan edip ardına yıkılmış şehirler bırakmak, savaşta ısrar edip şehirlerde bombalar patlatmak insaniyet ve İslamiyet adına utanç vericidir.
Tüm bunlara rağmen zalimin zulmüne rıza gösteren ve iktidara ve güçlüye göre saf tutan, kralın soytarısı olmak için yarışanlar bilsin ki küfür devam etse dahi zulüm devam etmez. Müslüman olup da, İslam adına yine İslam’a savaş açanlar hiç şüphe yok ki kaybedecektir.
Sefa Mehmetoğlu

Altan Biraderler ve Hazin Son

Bence ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyorlar…
A. Altan...
Bir dönemin muktedirlerinin hazırladığı proje gazeteciliğinin -rakibi saf dışı etme projesinin- genel yayın yönetmeni. Yönetmenliğine AKP destekçiliğiyle başladı. 'Askeri vesayete(!)' karşı mücadelede bugünün saray iktidarına, o zaman şartsız kayıtsız omuz verdi. Gözü öylesine kararmıştı ki ya da öylesine bir gazetecilik(!) şehvetine kapılmıştı ki kendisine bavullarla gelen uydurma bilgi ve belgeleri yayınlayarak devasa bir komplonun tetikçisi oldu. Birçok insanın mağduriyetine yol açan sürecin köşe taşlarının döşenmesine yardımcı oldu.
Ta ki, gazetesinin 'gerçek' sahibi o günkü iktidarla boğaz boğaza gelene kadar. O andan itibaren sert muhalefet yürütmeye başladı. Çok geçti. İnandırıcılığını tamamen yitirmişti. İtibarını sıfırlamıştı.
En büyük hassasiyeti olduğunu iddia ettiği askerî vesayetin temel direği şahsiyetler, kendi gazetesinin destek verdiği davaların bir bir çökmesiyle serbest kaldılar. Uydurma delillerle ve aleni hukuksuzluklarla açılan davalarda birçok masum insanla aynı torbaya doldurulan gerçek darbeci ve kontracılar da 'aklanmış' olarak tahliye oldular. Askerî vesayete karşı mücadele niyetiyle hararetle destek verdiği, görmezden geldiği hukuksuzluklar ve provokatif yayıncılık nedeniyle gerçek suçlular da 'ak'landılar. Tam tersi askerî vesayet şimdi eskisinden daha güçlü. Bu da onun ilahi cezası, kişisel azabı herhalde... İşin acıklı tarafı odur ki; bir zamanlar hararetle desteklediği saray iktidarı askerî vesayetle bütünleşti.
Benim için bu hazin deneyden çıkardığım iki hisse şu: En büyük tehlike, kötülük diye bellediğiniz hedefe karşı mücadelede her türlü aracı mubah, her türlü provokasyonu göz yumulabilir, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu 'ayrıntı' görürseniz, her türlü ortaklığı içinize sindirebilirseniz; sonuç olarak o kötülüğü güçlendirmiş, o tehlikeyi büyütmüş olursunuz. Bugün olan budur. Hedefinizi gerçekleştirmek için başvurduğunuz araçlar, sandığınızın aksine, hiç de önemsiz ve tali değildir. Makbul ve doğru olmayan araçlar sizi hedefinize ulaştırmaz. Ya da araçlarınızın niteliği sizin hedefinize ulaştıktan sonra nasıl bir kimlik kazanacağınızın da işaretlerini verir.
İkincisi, gazetecilik halkın doğru bilgilendirilmesidir ve bu meslekte ne olursa olsun gerçekler esas alınır. Gazeteci için en tehlikeli alan bir yandan kimi iktidar sahiplerinin maddi çıkarlarının genişletilmesi mücadelesi(!) vermekse; diğer yandan muktedirler arasındaki çatışmaların koçbaşı rolü oynamaya soyunmaktır.
M. Altan…
Onun temel hassasiyeti ‘ne olursa olsun AB üyesi olmak’ noktasında düğümleniyordu. Onun için bu ideal, memleketi her türlü ‘dertten’ -askerî vesayet dâhil- kurtaracak(!) bir mahiyet arzediyordu. Bu amaca müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Her konuşması ve hatta paragrafının ana teması, AB üyeliğiydi. İlginçtir, bu tutkusu onun aynı zamanda aşil topuğuydu, tam da oradan yakalandı. Sonradan saray iktidarı haline gelen AKP hükümetinin ilk yıllarında, AB’ye üye olmak için gösterdiği çabalar(!) ve azim(!) M. Altan’ı mest etmişti. O da böylece ‘politik’ kariyerine ‘AKPperverlikle’ başladı, diğer kardeşi gibi… İktidar sahipleri AB üyeliği hedeflerinden uzaklaştıkça o da muhalif olarak konumlandı. Gezi Direnişi’nden sonra kendisine sunulan her türlü olanağı sert bir muhalefet yürüterek kullandı.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, M. Altan saf kötülüğün ‘aleti’ olmadı. Bir tertibin ve provokasyonun içinde yer almadı. Belki onun için günün moda deyimi ‘kandırılma’ ve iyi niyetlerinin kurbanı olma sıfatı kullanılabilir.
Bu son cümle, diğer kardeşin bilinçli bir kişisel seçim ve iradeyle iktidar sahipleri çatışmasının ve provokasyonun aleti olduğu iddiası taşımaz. Bunu naçizane ben bilemem. Olsa olsa ve sadece yayın politikasıyla yüzlerce masum insanın -ve dolayısıyla yakınlarının çektiği acıyla- mesleğinden olmasıyla, yıllarca hapiste kalmasıyla, hapishanede ölmesiyle, intihar etmesiyle oluşan ‘saf kötülüğün’ müsebbiplerinden biri olduğu anlamını taşır.
Sonuç Olarak…
Altan Kardeşler’in birlikte yola çıktıkları arkadaşları Yıldıray Oğur, Melih Altınok, M. Esayan… vb’nin demir attıkları zavallı ve sefih konum dikkate alındığında; onların vardığı yer yine de bir ‘olumluluk’ olarak işaretlenebilir. Bu da benim ‘saflığımın’ yol açtığı bir not düşme kaygısı olsun.
Cengizhan Güngör

Politika, Kıvılcımlı ve Siyasal İslam

Günümüzde siyasal mücadelenin geldiği nokta, resmî görüşü aşamamakta. Sosyalistlerin, özgürlük ve demokrasi güçlerinin, muhaliflerin sığ, dar, şabloncu, dogmatik yanları, devleti ele geçirme çabalarının, ulus-devlete, onun iktidarlarına yaradığını, ulus devletin mabedinde yok edilen muhalifliği, sosyalizmi “kazandıran” 2013 Diyarbakır Newroz bildirisi ve Gezi’nin ortaya çıkışı ve 7 Haziran çizgisine günümüzde gelemediklerini görmekteyiz.
Sistem-devlet karşıtlığını, muhalifliğini Erdoğan’a, Fethullah'a indirgeyen politik analizin kendilerine kaybettirdiğini görememektedirler. Buradan da toplumsal yapımızda halk, millet, sınıflar manipülasyonunu ortaya çıkarttığı gerçeği ile yüzleşmemektedirler.
Muhalifler, sosyalistler, demokratlar, mücadeleci İslamcılar, AKP-Erdoğan-Fethullah ekseninde kaldıklarını, bunun da sisteme, mevcut iktidara yaradığı gerçeğini bir türlü “görememektedirler. Önlerinde duran, İmralı tutuklusu Sayın Öcalan’ın ortaya çıkarttığı 2013 Newroz açıklaması, Gezi ve 7-Haziran çizgisine bir türlü gelinememektedir. AKP-CHP-MHP anlayışı hüküm sürmekte, sistemi ters yüz eden 7-Haziran çizgisi ve onun çatışmasızlık, meşru müdafaa hattına, Ağrı-Diyadin anlayışına dönmemekte ısrar edilmektedir.
Ulus-devletin bürokratik cihazının zaptı üzerine çıkan bu mücadelenin nasıl mabedinde sosyalizmi yok ettiğini, devleti ele geçirme anlayışının devlet tarafından daha ele geçirilmeden bile nasıl enerjisinin boşalttığını görmek gerekmektedir. Tüm bunları gören konumda olan, Erdoğan’dır. Tüm stratejisi ve taktikleriyle, o, 7 Haziran darbesi ile darbe içindeki darbesiyle günümüze kadar getirmesini bilmektedir.
Muhaliflerin, özgürlük-demokrasi güçlerinin sadece miting yapma anlayışı, yalnızca Erdoğan’ın darbesine yaramaktadır. Devletin ele geçirilme mücadelesinde, Erdoğan ve Fethullah’ın devlet tarafından ele geçirildiklerini görmekteyiz. Özünde devletin atamalara dayalı sisteminin, bürokratik yanının, valiler ve kaymakamların atanması meselesinin panzehri şudur: açıklık, demokratik işleyişin, seçme-seçilmenin temel alınması, devlet işleyişinde yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi, tüm grupların açık programlarını halka kabul ettirip oy almaları. Onlar, demokratikleşmenin yaşama geçmesi, özgürlük, eşitlik, adalet temelinde, ahlaklı, tutarlı olmak zorunda kalacaklardır.
Çoğunluk dilinin resmi dil olması ile diğer kesimlerin kendi dillerini, tarihlerini, edebiyatını öğrenmesi farklıdır. Bu, AB’nin tipik standardıdır. Ermeniler kendi okullarına, Kürtler kendi okullarına değil, sınıfların ayrılmasıyla her dilden kendi tarihini, edebiyatını öğrendiği bir anlayışa gelinmelidir. Demokrasilerde eşit vatandaşlık ilkeleri doğrultusunda onların iradelerini yansıtmayan, fikirlerini örgütleyemeyen bir ortam, tam da darbeye açık bir ortamdır. Kendi valisini, yöneticisini seçen basit bürokratik, militer olmayan, denetlenebilir bir devlet cihazına kimse darbe yapamaz.
Vatandaşın fikir özgürlüğü ve onların iradelerini yansıtan devlet anlayışında darbe yapılamaz. Bu anlayışı geliştirdiğinde namussuzlar bile çoğunluğun oyunu almak zorunda olacağı için namuslu olma durumu ortaya çıkacaktır. Merkezî bürokratik yapının hüküm sürdüğü koşullarda, demokratikleşmenin yok olduğu yerde, gerek Fethullah’ın gerek Erdoğan’ın bu alandan dalarak darbe yaptıkları gerçeğini herkesin görmesi lazım.
Özgürlük ve demokrasi güçlerine yenilen Erdoğan’ın işlettiği, 7 Haziran darbesiyle başlayan sürecin devamı 15 Temmuz’dur. Bunun panzehri açıklık, kendi yöneticisini kendisi seçmedir. Devletin olduğu yerde her şey açık hale geldiğinde, darbeye teşebbüs edip darbe yapanları devlet ele geçirecektir.
Ne Fethullah ne de Erdoğan, bürokratik alana atama yapamayacağı için onlara emir veremez duruma gelecektir. Demokratik yan, seçme-seçilme darbelerin panzehridir. Darbecilerin bürokratik, atamacı, devlet cihazından güç aldığı kesindir. Burada başbakanın vekillerin mahkemeye çıkmaları ile ilgili sarf ettiği sözlerde hukuka, yargıya müdahale suçu işlenmektedir. Yine içişleri bakanı, “ya herro ya merro” diyerek, vekillerin zorla mahkemeye getirileceklerini söylemektedir. Evet, 12 Eylül hukukunda bile yargıya bu şekilde müdahale edilmemişti. Bunların hepsi, darbe içindeki darbeden güç alarak iktidarlarını sürdürme telaşıdır.
Devlet, yaptığı işkenceyi kabullenmez, maalesef günümüzde işkence fotoğrafları iletilerinin servis edildiğini görmekteyiz. Şu anda kendi burjuva hukukunu bile uygulamıyorlar. Fethullah sermayesi Tüsiad-Müsiad arasında bölüşülmektedir. Devlet, hukuku ayaklar altına alırsa, devletin devlet olma dayanakları ortadan kaldırılmış olur.
Gelelim muhaliflere, demokrasi güçlerine. Demokrasi güçleri nezdinde, seküler anlayışın aklın önüne çıkartılması, günümüzde burjuvaziye hizmet etmektedir.
Dr. Kıvılcımlı Eyüp Sultan Camii konuşmasında helali haramı anlatırken, Marksizm ile İslam’ı sentezlemesi, Marksist anlayışı, artık değeri sömürüyü helal haram ile anlatması, seküler anlayışta görülen din karşıtlığına en büyük cevap olmuştur. Bizde bu ilktir. Marksizmi böyle yorumlayan başka bir marksist daha yoktur. Gerçi Goethe’ci ve Voltaire’ci anlayış, dinsel alanda korumacı bir anlayıştır. Din burjuvazinin elindedir. Dr. Hikmet’teki Marksizm, İslam’ı özgürlükle, eşitlikle, paylaşımla sentezlemiş, dini bireye indirmiştir.
Yine Demir Küçükaydın ise bir TV tartışmasında sosyalizme saldıran konuşmacıya “yanlış örnek verilemez” demiştir. “Muaviye’yi de İslam’dan mı sayacağız?” diyerek, kendini Doktor gibi diğer sol sosyalistlerden, Marksistlerden ayırmıştır.
Bu yazıda belirttiğim gibi, muhalifler, özgürlük ve demokrasi güçleri, özgürlükleri, seçme-seçilmeyi, açık demokratik anlayışları savunarak stratejilerini ve taktiklerini özgürlükler üzerinde temellendirmelidir. Demokratik bir proje, programla kitlesel yanımızla darbelere karşı durulmalı, sistemin karşısına demokratik işleyişle, özgürlüklerle, dünyanın, Ortadoğu’nun en demokratik özgürlükçü anlayışına evrilecek dünya cumhuriyetler birliği, demokratik cumhuriyetler veya sosyal cumhuriyetler anlayışı ile çıkılmalıdır.
Veysel Saka