3 Ağustos 2016 Çarşamba

İslam Denen Yükten Kurtulmak

Kimin neyi düşündüğü ve niçin düşündüğü kısmında değilim. Herkes layık ettiği şeyi düşünür, herkes layık olduğu şeyi düşünür. Bir başka ifade ile Allah kişiye layık olduğu biçimde ve şekilde düşünmeyi nasip eder. Olan her şey olması gerektiği için olmuştur. Ne olanlardan ne de olup bitenlere dair kimin ne düşündüğünden şikâyetim var.
Kişisel düşüncem o ki; olup bitenler, bu topraklarda "İslam" denen din ile sahici/varoluşsal bir ilişki imkânının neredeyse tümden yok edildiğini hem gösterdi hem de buna olanak verdi. "Millet" olmak ile en son vasıflanacak kalabalıklardan "millet" çıkarsama, siyasetin doğasının zaten silaha dayandığı ve modern devletin bizatihi zaten bir darbe olduğu gerçeğinin insanlar tarafından bile isteye gözardı edildiği günler geçirdik. Vallahi kimseye hakaret olsun diye demiyorum; insanların en çok aptal numarası yaptığı, birbirine bu denli aptal muamelesi çektiği bir başka zaman dilimini kendi hayatımda hatırlamıyorum.
Artık iyice gördüm ki muhafazakârların ve sekülerlerin kesiştiği önemli bir nokta var: İslam denen yükten kurtulmak. Daha net yazayım; olup bitenler; müslümanlık ile malum çevrelerin İslam'ı ne denli bir yük olarak gördükleri ve de ondan kurtulmak için bol paye vatan-millet yanılsamalarını nasıl iştiyak ile inşa ettiğini gösterdi.
Bu toplumun kahır ekseriyetinin kendisi ile varoluşsal bir ilişki kurduğu bir dini yoktur ve bu toplum hiç olmadığı kadar son 15 yılda sekülerleşmiştir...
Bu yüzden esasa ilişkin ciddi şeylerin olup bittiğini sanan herkes hapı yutmuştur. Hepimiz helaka koşar adım gidiyoruz ve koşar adım yürüyüşümüze büyük bir yanılsama yaratılmış oldu.
İsmet Özel bir zamanlar şöyle bir şey demişti:
"Komünist olamadan Müslüman olmuş bir insanın ümmete veremeyeceği zarar yok".
Adnan Fırat Bayar

2 Ağustos 2016 Salı

Zorunlu Bir Cevap

31 Temmuz Pazar günkü Sözcü Gazetesi’ndeki yazısında Ege Cansen adlı köşe yazarı hem kişisel ahlakı, hem de haddini aşarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya çamur atmış. Şöyle diyor yazısında:
“Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya göre Türkiye'de devrim pratiği: 1970'li yıllarda Türkiye'de ‘komünist darbe’ tehlikesi vardı. O dönem komünistlerinin, şef ideologlarından Dr. Hikmet Kıvılcımlı, yazılarında şunu savunuyordu:
Türkiye'de işçi ve köylüleri bilinçlendirip örgütleyerek sosyalist devrim yapılamaz. zaten Rusya'da da bu böyle olmamıştır. Komünist devrim, ancak sosyalist subayların yapacağı bir askerî darbe ile gerçekleşebilir.” (italik bize ait)
Bu amaçla askeri okullara sızıldı. Darbe deşifre olunca, kabak, özellikle Deniz Harp Okulu öğrencilerinin başında patladı. Anlaşılan İmam Gülen de Dr. Kıvılcımlı'nın ‘devrim pratiğini’ benimsemiş. Ne yazık ki ondan çok daha başarılı(?) olmayı becermiş.
Son söz: Benzerliğe aldanma, farkı fark et.”
“…yazılarında şunu savunuyordu:” dediği paragrafta söylediklerinin tek bir kelimesi bile doğru değildir. Kıvılcımlı’nın el yazısıyla yaklaşık 50.000 (elli bin) sayfayı bulan külliyatında bu adamın söylediklerine benzer tek bir cümle yoktur. Zaten olsa bu adam da (Ege Cansen) “işkembeden atma yerine “şu kitabının şu sayfasında ya da falan makalesinde” derdi. Bunun yerine apaçık yalan söyleyerek, 69 yıllık yaşamının 50 yılını her nefesinde kapitalist düzenle savaşa harcamış bir mücadele adamını, ömrünün tamamını kapitalist düzene hizmetle geçiren F. Gülen’e benzetme ahlaksızlığına düşebiliyor.
Kıvılcımlı’nın 60 kadarı yayınlanmış 100 kitabı, yüzlerce makalesi, 22 yılı hapiste geçen mücadele dolu bir ömrü var. Davaları, savunmaları var. Buralardan hiçbir referans göstermeden böyle ucuzca suçlamalar ancak sistem görevlilerinin harcı olabilir. Gizli servislerin “Sözcü”sü bir gazetede bir köşe alacaksın, geçmişinde finans kapitale hizmetle dolu yıllar olacak, elbette işçi sınıfına ve onun öncülerine çamur atacaksın. Oysa namuslu bir burjuva aydını bile, çamur atma yerine eleştirmeyi seçer. Eleştireceği kişi ya da görüşten namusluca alıntılar koyar ve diyeceğini der.
Ege Cansen’in bir sonraki paragrafta söylediği “Bu amaçla askerî okullara sızıldı. Darbe deşifre olunca, kabak, özellikle Deniz Harp Okulu öğrencilerinin başında patladı.” cümleleri de yalandır. Komünistleri kendileri gibi ikiyüzlü zannediyor. Komünistler bir yerlere sızmazlar. Sızmak gizli servislerin ve sağcıların işidir. “Bir komünist asla yalan söylemez”, bizzat Kıvılcımlı’nın lafıdır. Sızma falan yoktur. Darbe girişimi de. Zaten 83 sanıklı Teğmenler Davası da darbecilikten açılmamıştır. Ege Cansen’de zerre kadar namus olsa bu iddiasını ispatlayacak bölümler bulup koyar yazısına.
Kıvılcımlı’nın “devrim pratiği” derken de alaycı bir üslupla “İmam Gülen”le benzeştirir. Kıvılcımlı’nın devrim pratiği “düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz” şiarına sıkı sıkıya bağlılıktır.
Türkiye’nin teorik ve pratik devrim orijinalliğine çözümler üretip önermiş ve çözümlerinin hayata geçmesi için ömrünü vermiştir. Finans kapitalin “Cansen”lerinin onu anlamasını beklemeyiz ama hayasızca saldırılarının da cevapsız kalmayacağının bilinmesini isteriz.
Hikmet Kıvılcımlı Enstitüsü

1 Ağustos 2016 Pazartesi

HDP Hariç Süreci

“Liderler Saraya davet edildi…
HDP hariç”
“Birlik ve beraberliği tahkim amacıyla hakaret davaları geri çekildi…
HDP hariç”
“Liderler Yenikapı mitingine davet edildi…
HDP hariç”
[Gazeteler]
Egemenin neden ‘davet etmediği’ pek anlaşılır. Hayır, hayır kastım HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde elde ettiği başarı yüzünden  başkanlık hayallerinin suya düşmüş olması değil… Ya da sürekli kulağının dibinde ‘demokratik değerlere’ ve ‘Kürt sorununa’ vurgu yapan HDP’nin varlığı da değil tek başına onu rahatsız eden… Bu rakibi eğip bükememesi, ne yaparsa yapsın ‘hizaya sokamaması’, bir türlü etkisizleştirememesi, gündemden düşürememesi de değil… Davet edilmeme nedeninin bütün bu saydıklarımın yanında son derece ‘insanî’ bir boyutunun da olduğu kanaatindeyim. Çok basit ve anlaşılır aslında, dizginlenemeyen kişisel öfke… Egemenin bu tür öfke patlamalarına birçok kere şahit olmadık mı? Bu öylesine bir öfke ki hani ‘sureti haktan görünme’, ‘zevahiri kurtarma’ ihtiyacı bile duymuyor… Siyaseten bile… Takdire şayan!
Bakınız ‘hırsızlık, yolsuzluk, vatan hainliği’ propagandalarını siyasi manifestosu yapmış MHP nasıl da uysal bir koyun gibi hizaya girdi. Nasıl da yedeklendi… Kongresini engelleyebilmek için bile AKP hükümetinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Meclis MHP’si AKP’nin ‘elde bir’ oy potansiyeli haline geldi…
Anlı şanlı ordu ve bir zamanların mangalda kül bırakmayan ulusalcı solu egemenin ağzına bakıyor, epeydir. Egemende anti-emperyalizm keşfettiler…
CHP yönetimi de -CHP değil- neredeyse kapana girmek üzere, maalesef! Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda alınan ve ‘anayasaya aykırı ama…’ diye başlayan siyaset parodisiyle de başlamadı süreç. Mustafa Sarıgül’ün İstanbul adaylığından, Ekmeleddin İhsanoğlu mutabakatından geçerek bugünlere geldik. 45 gün süren avara kasnak ‘istikşafi’ görüşmelerde figüran olma basiretsizliği de ayrıca siyaset tarihine kaydoldu… Ha keza il, ilçe ve mahalleler yerle yeksan edilirken en ufak bir demokratik tepki belirtisi gösterememe aymazlığı da unutulmadı… ‘Efendim ben sarayda sordum, neden HDP davet edilmedi, edilmeliydi, dedim’… Eee! Bitti mi, görev tamam mı? ‘Böylece ne kadar demokrat olduğumuzu da göstermiş olduk, olmadı mı?’ Yersen! Aslında E. Kürkçü veciz bir şekilde ifade etti, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin açmazını; ‘yeni bir rejim inşa ediliyor ve CHP yönetimine de bu rejimin icazeti solu olma görevi teklif ediliyor’. CHP’den kuvvetli bir tepki yükselmezse, CHP yönetimi bu teklifin üstüne atlayacak gibi görünüyor… Aslında CHP gibi damarlarında devletin kanı dolaşan bir partinin ‘HDP hariç sürecinin’ -eğer genel kabul görüp kronikleşirse- devletin bekası açısından nasıl bir tehlike oluşturduğunu gör(e)memesi de ayrıca kayda değer…
İtinayla tırmandırılan ‘HDP hariç sürecinin’, üzerinde siyaset yapılan zemin açısından ne kadar büyük tehlikelere gebe olduğunun HDP dışındaki sosyalist oluşumlarda da gereken uyarıcı etkiyi yaratmadığı görülüyor. Bu umursamazlıkla malul tutumun demokrasi mücadelesinde CHP’yi kerteriz almaktan kaynaklandığı açık. En azından bir kısım sosyalist oluşumlar bakımından. CHP ile aradaki mesafenin daralmasının, başka bir deyimle HDP ile mesafeyi netleştirme arzusunun sosyalist mücadeleye olsa olsa zararı olur… ‘Efendim egemenin daveti de önemli mi, gidecek miydi ki’ sorusu da son derece yanlış. Sorun gidip gitmemenin ötesinde ‘HDP hariç sürecinin’ nelere yol açabileceğini görmek meselesi.
S. Demirtaş HDP’nin önemini şöyle vurguluyor:
“…Tümüyle Türkleşmiş bir Kürt partisinden asla korkmazlar, tümüyle Kürdistan’a hapsolmuş bir bölge partisinden de asla korkmazlar. Korktukları şey, bu dengeyi sağlayabilen partidir. HDP 7 Haziran’da bu dengeyi sağlayabildiği için zaten rejim kendisini tehlikede hissedip Saray’ın etrafında milli blok oluşturdu.” [Express144]
‘HDP hariç süreci’ bu dengeyi bozmayı hedefliyor. Egemenler bu dengenin bozulmasının bu ‘güzel ve yalnız ülkenin’ dengelerini de bozacağının ne kadar farkındadır, bilinmez.
Biz sosyalistlerin farkında olmama ve tepkisiz kalma lüksümüz yok!
Cengizhan Güngör

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Janus

Küçük burjuvanın en önemli hastalığı, herkesin kendisi gibi olduğunu düşünmesidir. Kemal Erdem böylesi bir hastalığın semptomudur. O, Tayyip’i kendisi gibi, zeki ve akıllı zannetmekte, o şekilde takdim etmektedir. Buradan da herkesi Tayyip’le mücadele bağlamında kendisine râm etme gayreti içerisindedir. Tezini sağlama alması için 28 Şubat’ı, 2001 Krizi’ni, 27 Nisan’ı da Tayyip’in örgütlediğini söylemesi gerekir. Tayyip’in bu kadar yüceltilmesi, Erdem gibilerin yüce varlığının görülebilmesi için şarttır.
Anti-tayyibizm tutarsızdır. Tayyip Erdoğan’ı her türlü sınıfsal, iktisadî, tarihsel ve toplumsal ilişkilerden bağımsız, ona karşı çıkan bireyler gibi özel bir birey olarak görmektedir. Dolayısıyla buradan Erdoğan, hem “diktatör” olarak takdim edilmekte, onun ülkeyi tek başına yönettiği söylenmekte hem de “bu darbeyle tam diktatörlüğe geçiş yapıldı” denilmektedir. Bu tarz yazılar ancak Dursun Çiçek kılavuzluğunda yazılabilir. Buradan da “Madem öyle, bu darbe tezgâh, kurgu, neden koşa koşa CHP’nin manifestosunun altına imza atmaya gittiniz?” sorusu gündeme gelir. Taksim Manifestosu’nun ilk cümlesinde “15 Temmuz darbe girişimi parlamenter demokrasimize karşı yapılmıştır” denilmektedir. Sol, CHP-AKP'nin iç içeliğinin, müesses nizam denilen Janus’un iki ayrı yüzü olduğu gerçeğinin üzerindeki örtüdür.
Kemal Erdem’in “tezgâh, tiyatro” dediği darbe girişimini, Erdem’in yazısını yayınlayan örgütün de katıldığı mitingin sahibi CHP’nin ideolojik öncüleri Ayşenur Arslan ve İsmail Saymaz, “fazla şişinmeyin, darbeyi biz durdurduk.” demektedir. Bu noktada özellikle Gezi’den beri Saymaz’ı gölge içişleri bakanı olarak gören sol-sosyalistlerin bu darbeyi bu isimlerin ardındaki güçlerde aramaları gerekir.
Devrimci sosyalistlerse, HBDH başlığı altında, “sistemin en zayıf halkası Erdoğan. Bugünün acil görevi Erdoğan’a yüklenmektir.” demektedir. Darbe girişiminin ardındaki denklemin bu tespit üzerinden de düşünülmesi icab etmektedir. Söz konusu denkleme belirli güç ilişkilerinin dolayımı olarak duhul etmenin bir anlamı bulunmamaktadır. O güç ilişkilerinde belirli bir kudretle varolma imkânı Haziran kıyamında mündemiç ise, onu tarumar edenlerin hangi güç ilişkilerine biat edildiğinin sorgulanması zorunlu.
Dolayısıyla “Devrimci ODTÜ” adına kaleme alınan bildiri Akitile yürütülen bir kayıkçı dövüşünün ürünü. Esas olarak olan biteni internet karşısında izleyen bir kişinin sayıklamasından ibaret. Yazan, ne sokakta var ne de hayatta. Her şeyi internet âleminden görüyor, anlam dünyasını oradan teşkil ediyor. Bırakalım politikayı, bu bildirinin gerçeklik açısından bir karşılığı yok. Derdi tasası AKP karşıtı CHP’ci siyasete eklemlenmek. Oysa görülmeyen şu: CHP, bu milli iradenin ve devletin parçası. “AKP’yi yıksın” diye umutla beklenen ordu işte bu. Demek ki Kemal Erdem gibi komplocu hezeyanlar kaleme alınması bir anlam ifade etmiyor.
Komplocu zihnin gerçekle ilişkisi kopuk. Bu kopukluk zorlama bağlarla giderilmeye çalışılıyor. Mülkiyet bilinci aidiyet bilincini kapı dışarı ediyor. Kemal Erdem ait olduğu Batı dünyasından buradaki mülkiyet bilincine ayar vermeye çalışıyor. Batı’yı “darbeyi eline yüzüne bulaştırmakla” eleştiriyor, ondan daha batı olduğunu söylüyor, oradan da Erdoğan’ın batı karşıtı, milli kahraman mitosuna katkı sunuyor. Bu mitos CHP dolayımı ile kemalizme bağlanıyor. Ak Parti merkezine bu yüzden Atatürk posteri asılıyor. Ahmet Hakan bu çizginin öncüsü olarak anayola işaret ediyor.
Esas olan, uydurma bağ kurmak değil, varolan bağları görmek demek ki. Taksim Manifestosu’nun sekizinci maddesinde Kılıçdaroğlu, sosyalistlere de mesaj vermektedir: “devleti ele geçirme anlayışından vazgeçilmelidir.” Haziran Hareketi o alana bu yüzden alınmıştır. Devletin yeniden inşası orta sınıfın hassasiyetine göre gerçekleşmelidir. Solun ağzından çıkabilecek tek laf budur. Kılıçdaroğlu’nun mesajına Haziran Hareketi tam da bu sebeple şu olumlu karşılığı vermiştir: “AKP tarafından ilan edilen bu savaşa verilecek en etkili yanıt, şiddeti yükseltmek değil, en geniş toplum kesimlerini biraraya getirecek kitlesel, barışçıl, güçlü bir karşı duruşun inşasıdır.”
Şiddeti yükseltmemeye yemin eden Haziran, etnik ve mezhepsel eksende her kutuplaşmanın zararlı olduğunu etnisitelere ve mezheplere, daha doğrusu Kürdlere ve Alevîlere söylemektedir. Bu yeni siyaset sahnesinin emrettiği bir yönelimdir. Özetle Haziran 28 Temmuz tarihli bildirisinde, zahirde düşman olduğunu söylediği AKP iktidarına “şiddeti yükseltmeyeceğine ve etnik-mezhepsel öfkeyi örgütlemeyeceğine, o öfkeden uzak duracağına, gerektiğinde onu ezeceğine”, genel burjuva siyasetinin figüranı olmaya devam edeceğine dair söz vermiştir.
Bu söz, AKP umacısı yaratılırken kullanılan kimi ifadelerde karşılık bulmaktadır. Erdal Kara’nın yazısında İbrahim Karagül’e vururken kullandığı şu ifade bunun bir örneği: “15 yaşındaki gençler bile, evet yanlış okumadınız 15 yaşındaki gençler bile... Bu cümle, cümledeki tuhaf şaşkınlık ifadesi Dev-Lis’e edilmiş bir küfürdür. Bugün aksiyon değil reaksiyon ile siyasetlerini yürüteceklerine dair yemin etmiş olanlar, geçmişte 12 Eylül’de örgüt üyelerine “herkes başının çaresine baksın” talimatı vermekle kendisini esasen lağv etmiş bir ekibin üyeleridir. Geçmişin sömürüsü artık manasızlaşmıştır. Geçmiş de bugünün güçlerince düzlenmek zorundadır.
Habertürk’te Cemaat’in tartışıldığı programda (30.07.16) Prof. Dr. Hilmi Demir, İngiliz istihbarat örgütü MI5’ın radikalizm raporuna atıfta bulunuyor ve bu raporla aynı fikirde olduğunu söylüyor. Rapordaki aynı ifadeyi tekrarlayarak, “Sağduyulu, akli bir din eğitimi verilmelidir” diyor. Cemaat operasyonu toplum kadar tarihi de kapsıyor. İslam içi muhalefet imkânlarının bastırılması için Cemaat bir bahane olarak kullanılıyor. Burjuva aydınlanmasının ve kemalizmin kendisini yeniden ürettiği yer bu anlamda AKP.
Dolayısıyla Ufuk Göllü’nün Taksim mitingine katılanları, Mahir Çayan’a atıfla, “Kendi sağından medet umanlar” olarak nitelemesinin bir anlamı yok. Zira Göllü’ye de Gezi’den beri sakızını çiğnediği Cemaat’in kendisinin sağında mı yoksa solunda mı olduğu sorusu meşru bir sorudur. Haber, istihbarat, teori ve ideoloji kaynağının Cemaat olduğu bu uzun momentte sol örgütlerin de hizaya çekildiğinin görülmesi gerekir. Sol, siyaseti ve ideolojiyi bireyin lüks ayakkabısı içine hapsetmiş, bireydışı, tarihsel-toplumsal olgu ve olaylara küfreder bir yere çekilmiştir. Dün “hırsız” diye bağıranlar, tek siyaseti bu olanların, bugün “burjuva siyasetinin restorasyon sürecinin parçası olunmamalı” demesi manasızdır. Sırf nicelikçi bir yerden mitinge katılımını kılıflandıran da (bkz. Nuray Sancar) aynı nicelikçi yerden tek merkez olarak Kürd’ü işaret eden madalyonun iki yüzü gibidir, aynı siyaset anlayışının iki farklı tezahürüdür.
Özetle, Mahir’in tespitinin manasına atıfla, sol ve sağ oportünizm özde aynıdır. Kurtuluş, özelleşmiş, tarihsizleşmiş, halksızlaşmış, temelden ve mayadan mahrum kalmış, aklî, kalbî ve maddî birikimimizi ezilenlerin mücadele tarihine, tarihî mücadelesine, o ateşe atmaktadır.
Yusuf Karagöz

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Çark

Bir kısım solun uzun süredir beklediği darbe nihayet gerçekleşti. O da sol gibi, cüssesi iri ama sesi tiz bir şekilde cereyan etti.
İki klikten söz ediliyordu, herkes bir biçimde bu iki klikten birinin kuyruğuna yapıştı. Düzenin çarklarına ayar verilirken, sol da o düzeneğin bir parçası olma muradını açıktan ortaya koydu. AKP, Taksim meydanına sol kitleleri ücretsiz taşıdı. Bir sembol olarak Taksim, ana çarklardan biri olan CHP’ye teslim edildi. Eskiden 1977 Taksim’inin, 1 Mayıs iradesinin arkasındaki örgütün her şeyi CHP’ye teslim etmesinde olduğu gibi, bugün de onca yıl Taksim için dökülen kan ve ter, CHP’nin malı kılındı. Sip’in TKP’si ulaşımın ücretsiz oluşundan komünizm edebiyatı yapar hale geldi. Birgüngazetesi ise eşit ücret verileceği haberini “Finlandiya ve İsviçre’ye komünizm geliyor” şeklinde sundu. Herkes nereye hizmet ettiğini gayet iyi biliyordu. CHP’nin Taksim manifestosunda ne ABD ne Fethullah ne de devlet içi gerilimler vardı.
Sonrasında, eskiden “Saray’a çıkmam” diyenler koşa koşa gittiler, çağrılmayanlar “beni niye çağırmıyorsunuz?” diye serzenişte bulundular. “Saray gladyosu”, “AKP diktatörlüğü” gibi tespitler üzerine kurulan tüm siyaset çöktü. Bu lafları edenler, 15 Temmuz sonrası Tayyip’in aczinden, çaresizliğinden dem vurmaya başladı, darbe haberini “enişte”den almasıyla dalga geçildi. Bunca lafın ardında, Taksim’de o sarayın savunulması gerçeği gizlenmeye çalışıldı. Kışlık Saray’a yürüme hayalleri kuranlar, AKP’nin kucağına koştular. Devlet bizzat böyle emrediyordu. Tutunulan yer orasıydı. Gezi’deki tüm tutamakları kırıp atanlar, demek ki bunun için yapmışlardı onca işi. Zira çarklar dönmek zorundaydı.
Darbe girişiminin ilk saatlerinde CHP kitlesinde bir heyecan açığa çıktı. Bazı komutanlar darbe karşıtı açıklamalar yapınca, “bu darbeyi Tayyip tertiplemiş, her şey oyun” denmeye başlandı. Bu fısıltıya son verme görevi Kemal Okuyan’a düştü. Komünist değil istihbaratçıya yakışır bir eda ile Tayyip’in uçakta Yunanistan’a iltica etmek istediğini söyledi. Yani bu iş bir kurgu değil, ciddi ciddi bir darbe girişimiydi. Çark-çekiç hemen çark etti ve darbeye “dur” diyen askerlerin yanına hizalandı.
Aylardır taşların yerinden oynadığı söyleniyordu zaten. HDP ve CHP uzantısı sol örgütler bu yönde değerlendirmeler yapıyorlardı. Kimileri Tayyip’in ABD tarafından istenmediğini söylüyor, onun bugünkü “milli kahraman” olarak takdimine tanıklık eden şölen ateşine odun taşıyorlardı. Askeri olmayanların siyaseti, giderek askerîleşmişti.
Bağzı “Marksistler” de yüksek siyaset koltuklarından, darbe girişiminin “27 Mayıs darbesi” olduğunu, ordunun kılıç attığını, herkesin darbe girişimini desteklemesi gerektiğini söyledi, desteklemeyenleri “hain ve liberal” ilan etti. Sonra da utanmadan Tayyip gibi “yanıldık” dediler. Eğer bu işin arkasında gerçekten Fethullah var ise ve yazdığı mektupta dile geldiği biçimiyle Fethullah hep batının uşağı olagelmişse, bu “bağzı Marksizler" de batı uşağı idi. Onca aydınlanma ve modernizm eleştirisi sığ bir kemalizme bağlanıverdi. Herkese ilkesiz siyaset önerenler, doksanlarda belirledikleri bir ilkeyi 15 Temmuz momentine dayattılar. Sokaktaki halkı aşağılamak gene onlara düştü. Oysa kemalizm gibi teşkil edilecek bir Marksizmin kimseye bir hayrı yoktu. ABD’nin adının geçmediği bir “muz cumhuriyeti” tabirini herhangi bir tatil kasabasındaki CHP’li ihtiyarların yüreğine sıcak şekilde kullanmak da karşılıksızdı. CHP kitlesine bu şekilde girebileceğini düşünenler, o sızmayı neden yapmak istediklerini sorgulamalılardı. Zira AKP ve CHP iç içeydi ve toplamda mevcut devletin bileşeniydi. 15 Temmuz bunun tescil edildiği momentti, sadece kendi zihinleriyle konuşan, sadece kendi bireyliğini tanıyan, onun dışındaki her şeye kör bakanların anlamadığı buydu. O kör siyasetle aynı yatağa girenlerin şaşı kalması, şaşırması doğal bir sonuçtu.
Ergenekon döneminde “mecliste subay görmek isterim” diyerek ordunun siyasetle ilişkisine destek sunan Kemal Okuyan ise birden çark etti, etmeyenlerin başına çekiç savurdu. Son üç yıldır haber kaynakları, ideolojisi, teorisi Fuat Avni kadar olan bu örgütler, siyaseti çark etme becerisi olarak görüyorlardı anlaşılan. Bugünse “darbe girişimi ABD’ye ait, Tayyip’in üzerini çizdiler” diyor. İşçi Partisi ile aynı yere savruluyor. Tek fark, onun siyasetin kirine bulaşmamış bir solculuğun müdafisi olması. Yoksa hepsinin kitabında cin olmadan adam çarpmak yazılı.
AKP’nin örtük ve gizli müttefikleri ile CHP ve HDP’nin de rabıtası var. Milli konsensüs bu rabıtanın eseri. Sol siyaseti Fuat Avniciliğe indirgeyenler, hiçbir şey olmamış gibi bu konsensüse duhul ettiler. AKP’ye devlet adına, devlet içre ve devlet için karşı çıktılar. Yoksul halkın, ezilenlerin zerre önemi yoktu. Ali’siz Alevilik, tam da Alevilerin öfkelendiği bir momentte çıkartılmış bir kitapsa, bunların sınıfsız sınıfçılığı, halksız halkçılığı da aynı işlevi görüyor. Her şey devlet ve onun bir başka biçimi olan demokrasi için nasılsa. Bu nedenle AKP’deki İslam’sız İslamcılığın yanına düşülmesinde bir gariplik yok. Köksüzleştirme, tarihsizleştirme, toplumsal zemini aşındırma devletin kimi sol örgütler eliyle gerçekleştirdiği bir işlem.
AKP kitlesinin camileri, salayı, Kur’an’ı devreye sokuşunu anlamıyorlar. MİT ve Diyanet eliyle bu silâhın kullanılmasından bağımsız olarak, şu söylenebilir: Namaz vakti dışında savaş çağrısı olarak ezan okunması çok eski bir gelenek. Sünni Müslümanlar camiye örgütlü. Peki onca “Alevi” diyenler, geride Aleviliğe dair ve içre, örgütlenecek ne bıraktılar? Alevileri korkutarak kendilerine örgütleyebileceklerini sananlar, Aleviliğe ne kadar örgütlendiler? Hangi örgütte politik tarihsel bir örgütlenmenin tezahürü olarak 12 hizmete ve ceme dair bir iz var?
Fatih Yaşlı gibilerin piyasaya sunulma sebebi burada. 1977 Taksim’inin arkasındaki irade, bu ülkenin kurucu iradesi ile Sovyetler dolayımıyla ilişki kuran bir yapıydı. Sol siyaset, o dönemde Sovyetler’den buraya doğru teşkil ediliyordu. Bugün sol siyaset, Sovyetler’le anlaşma imzalamış kemalizmden batıya doğru teşkil ediliyor. Artık sovyetçilik ve türevleri kemalizmle mayalanmış. Kuleli’ye, meclise, ticarethane olarak meslek odalarına ve sendikalara örgütlenen solun dıştaki dinamikleri örgütlemesi, onlara örgütlenmesi mümkün değil.
Dolayısıyla “Cumhuriyet 1923’te ‘dünya-tarihsel bir olay’ın, yani Ekim Devrimi’nin etkisinde kuruldu, Milli Mücadele’nin seyrini Sovyetler Birliği ile kurulan ilişki belirledi, kuruluşa sosyalizm damgasını vurdu.” kötü ve cahilliğin ürünü olan bir ezber. Bu cümleleri yazanlar, Mustafa Kemal’in resmi TKP’si kadar solculuk oynamaya ahdetmiş kişiler. O partinin birinci ana maddesi, “parti dışında her türden komünist faaliyetin yasaklanması”nı öngörüyor. Fatih Yaşlı da bu yasağa uyuyor ve kemalizmin istediği kadar solculuk oynayacağını söylüyor. Gericiliği, AKP’yi bahane olarak kullanıyor. Çünkü yazdığı gazetenin arkasındaki sol örgütün bir nevi tetikçiliğini yapan “Deli Gaffar” isimli zat, “Kuleli, bizim okulumuz. FETÖ'cüler tarafından ırzına geçildi ve şimdi öldürülüyor. Çok üzgünüm.” diyor. Sosyalistlik ve devrimcilik bugün Kuleli’ye ağıtlar yakıyor. Taksim’e çıkma onurunu yaşayan EMEP’in lideri, kendi TV’sinde devletin dağıldığını söylüyor ve bunu dert ediniyor, söz konusu gelişmeye üzülüyor. Diğer cenahtan Veysi Sarısözen ise “Apo orada, anlaşın, bu dağınıklığı çözün, Rojava’yı ülkeye katın, yoksa daha çok darbe olur.” diyor. AKP kanallarında “Kürtlere zulmeden bu darbecilermiş” laflarını perçinleyecek yazılara yer veriliyor. Alper Taş, “bu darbeciler Kürtlerle savaşanlar” tespitinde bulunuyor. Alp Altınörs ise darbecilerin Fethullahçılarla birlikte hareket ettiğini, Kürtlerle savaşı bunların yürüttüğünü söylüyor. Maalesef, herkes her şeyi biliyor.
Fatih Yaşlı da resmi TKP’yi biliyor olmalı. Ama derdi “az gelişmiş kapitalizm”i ilerletmek olduğu için, o yoksul çocukları neden Müslümanların örgütlediğini anlayamıyor. Ali Ağaoğlu’ndan alınan parayla ödenen maaşını sorgulamıyor.
Yazı yazdığı gazeteyi çıkartan örgüt de bir dönem anti-komünist olarak nitelendiriliyordu, çünkü komünizm “Sovyetler” demekti. Ama Sovyetler kalmayınca her örgüt o kanaldan beslenmeye çalıştı. Çark başağı öğüttüğü için bir grup devrimci, biraz da sınıfsal gerekçelerle, itiraz geliştirmişti. Başak öğütüldü, kimileri için ekmeğe dönüştü, çark ise yüksek siyasetin mecazı hâline geldi. Yüksek siyasetin tek dolayımı ise kemalizmdi. Müslüman hareketin kontrol altına alınması, dışarıdaki her türlü faaliyetin yasaklanması için nasıl ki AKP kurulmuşsa, bu milli mutabakat içindeki partiler de aynı amaçla kurulmuşlardı.
Fatih Yaşlı “günümüzün şeriatı sosyalizmdir” sözünü bilir mi, bilmiyoruz. Onun anti-komünist cepheye kolayca fırlatıp attığı Nurettin Topçu’nun sözü bu. Onun muhayyilesinde darbe girişimi bir badire ve bu badireden kurtulmak için Sovyetler’le ilişki kurmuş kemalizmin serin sularına çekilmek tek çözüm. Köy Enstitüleri övgüsünün üzerindeki yaldız kazındığında altta Sovyetler değil, Hitler Almanya’sı çıkar. Bugün cemaatlere yönelik saldırı bu geleneğin uzantısı. Dolayısıyla Fatih Yaşlı’nın yoksul çocukları eğitmek için kurulan kimi solcu dersanelerin nasıl birer ticarethaneye dönüştüğünü, bu alana nasıl ihanet edildiğini sorgulaması gerek. Ensar haberleri ile o alanda devletin örgütlenmesine nasıl destek olduğunu görmesi gerek.
Yaşlı, hem “Türkiye hiç sosyal devlet olmadı” demekte hem de herkesi sosyal devletçi kemalizmin önünde diz çökmeye davet etmektedir. Bir tür solculuğun ve marksizmin, cılız, dağınık, güçsüzmüş gibi gösterilen kemalizmi ikame etmesi yönünde hesaplar yapanlar, boşa kürek çekmektedirler. Bu girişim, esasen çarkların dişlisi olma meselesinin örtbas edilmesi girişiminden başka bir şey değildir. Temelde ikame işlemi için Marksizmin kemalistleştirilmesi zorunludur. Kadrocular içimizdedir. Gizlenmek istenen budur.
Bugün Gezi’den kaçıp Haziran Hareketi’ni kuranlar, “nasıl ama, AKP’lileri Taksim’den kaçırttık, laiklik maddesini nasıl soktuk manifestoya” diye kendilerine gaz vermektedirler. Oysa AKP’liler, zaten CHP ile yürütülen pazarlık ve anlaşma süreci gereği çekilmişlerdir. Bu çekilme Haziran girsin diyedir. Düşmanın istediğini yapıyorsan, asıl sende bir sorun vardır. Saray’a koşa koşa gitmek isteyenlerde de benzer bir sorunun olduğu görülmelidir. Sırrı Süreyya tekrar sahneye çıktığına göre, müzakere süreci gene başlayacaktır, daha doğrusu, kaldığı yerden devam edecektir. Zaten Sarısözen de “alın Rojava’yı, verin Apo’yu” demektedir.
Halkevleri ise zaten fukara mahallelerdeki tokileşme gibi süreçlerde arabulucu ve komisyoncu olarak varolmayı devrimcilik zanneden bir yapıdır. Bu işlem, öğrencilik, meslek grupları ve sendikalarda da yinelenmektedir. Örgütün herkesin nabzına göre şerbet verdiği çağrısında darbeye kerhen mani olan irade konuşmaktadır. O irade, AKP eliyle kitleyi bireye bölmekte, siyasetin bireyin hukukî ve meslekî varlığına kapanmasını istemektedir. Halkevleri’nin ve benzerlerinin demokrasi cephesi çağrıları, devrimci kitlelere değil, özel bireylere yönelik bir çağrıdır. Özünde sadece AKP’ye odaklanmış tüm siyaset ve ideolojinin devlet içi dinamikleri örtbas etme amaçlı olduğu görülmelidir. Tayyip ve AKP, bazen kendi adına bazen de o devlet adına konuşmaktadır. Sola da eksik yanları tamamlamak düşmektedir. Sol buna tavdır, tava gelmiştir.
Onca yıl, özellikle Gezi’den beri seslenilen bireylerdeki mülk bilinci, bayrak ve memleket tasavvuru üzerinden eşitlenmiştir. Çarşaflı kadınla başı açık kadının yan yana geldiği resme ağlamak, bu eşitlenmenin yol açtığı bir duygudur. AKP’li Hakan Arslanbenzer, “Her üç generalden biri hapiste. Durum o kadar vahim. Memleketimizde esir olacaktık.” demektedir. Öz vatanında parya olanlar, kıpırdamadıkları için zincirlerin de farkında değildir. Darbe karşıtı eylemlere katılanlar, cılız da olsa “biz demokrasi için mücadele etmedik ki!” diyerek, bu yöndeki tespitleri eleştirmektedir. Bu eleştiri bastırılmak zorundadır. AKP, biraz da 19 Ekim 1920’de kurulan resmi TKP üzerinden anlaşılmalıdır.
Bugün devlet yanında olan da devletle eşdüzlemde ama karşısında olan da aynı şeyi söylemektedir. Aslolan, altta rüşeym halinde varolan “ezilenlerin iktidarı” ölçüsüyle meselelere bakabilmektir. Bayrağımızın rengi, üzerindeki tarih unutulmamalıdır.
Kerem Kamoğlu

26 Temmuz 2016 Salı

OHAL; Kimin İçin, Niye?

15 Temmuz Askeri ayaklanmasından bu yana devlet alanında ilan edilmemiş bir “olağanüstü hal” planı uygulanıyor. Yargı, emniyet ve ordu başta olmak üzere devlet kadroları kitleler halinde gözaltına alınıyor ve yine kitleler halinde tutuklanıyor. Yönetim ve daha kaygı verici olmak üzere yargı, genel “listeler”le iş yürütüyor. Hakim ve savcılar dahil kamu görevlilerinin ve yakınlarının havayoluyla seyahatleri yasaklanıyor. Anayasal haklar açıkça lağvediliyor. Gözaltına alınanlar soyuluyor ve ters kelepçelerle toplum karşısında ifşa ediliyor. İşkence iddiaları ise giderek yükseliyor. Bu durum ülkenin baştan sona bir toplama kampına dönüştürülmeye başlandığını gösteriyor. Şimdi ise yaşanan fiili durum OHAL ilanıyla resmileştiriliyor. Şunu bir kenara öncelikle kaydedelim. Toplama kampının, yönetim ve yargının temel aracına dönüşmeye başladığı böyle bir süreçte hükümet ve bağlaşıkları açısından tüm bir muhalefetin "tehdit ve tehlike" sınıfına dahil edildiği-edileceği gerçeğini geçmiş tecrübelerimizden pek iyi biliyor olmalıyız. Bu nedenle OHAL ilanını iki önemli noktanın altını çizerek değerlendirmek isteriz.
15 Temmuz Askeri Ayaklanması'ndan bu yana devlet alanında ilan edilmemiş bir “olağanüstü hâl” planı uygulanıyor. Yargı, Emniyet ve Ordu başta olmak üzere devlet kadroları kitleler halinde gözaltına alınıyor ve yine kitleler hâlinde tutuklanıyor. Yönetim ve daha kaygı verici olmak üzere yargı, genel “listeler”le iş yürütüyor. Hâkim ve savcılar dahil kamu görevlilerinin ve yakınlarının havayoluyla seyahatleri yasaklanıyor. Anayasal haklar açıkça lağvediliyor. Gözaltına alınanlar soyuluyor ve ters kelepçelerle toplum karşısında ifşa ediliyor. İşkence iddiaları ise giderek yükseliyor. Bu durum ülkenin baştan sona bir toplama kampına dönüştürülmeye başlandığını gösteriyor. Şimdi ise yaşanan fiili durum OHâl ilanıyla resmileştiriliyor.
Şunu bir kenara öncelikle kaydedelim. Toplama kampının, yönetim ve yargının temel aracına dönüşmeye başladığı böyle bir süreçte hükümet ve bağlaşıkları açısından tüm bir muhalefetin "tehdit ve tehlike" sınıfına dahil edildiği-edileceği gerçeğini geçmiş tecrübelerimizden pekiyi biliyor olmalıyız. Bu nedenle Ohal ilanını iki önemli noktanın altını çizerek değerlendirmek isteriz;
Bu bir karşı tatbikattır
En başından söyleyelim. Olağanüstü hâl ilanının askeri ayaklanmanın bastırılması ve Cemaat'in kalkışması ile bir alakası yoktur. Cemaat'in "Askeri Ayaklanması" zaten bastırılmış durumda. Geriye kalan askeri unsurların tek yaşam alanı "gerilla harbi" olabilir. Fakat, Cemaat'in bunu yürütebilecek hazırlıkları yoktur. Diğer yandan, hükümet Cemaate karşı önlemlerini herhangi bir hukuki kaygı duymaksızın fiilen yürütmeyi tercih ettiğini 15 Temmuz'dan itibaren zaten göstermiştir. OHâl ilanının arkasındaki asıl saik ise, hükümetin, askeri ayaklanma sürecindeki kurumsal zayıflığını somut olarak tecrübe etmesi ve böyle bir müdahale karşısında kurumsal dinamiklerin kendi dışında ilerlediğini fark etmiş olmasıdır. Tam da bundan dolayı, hükümet OHAL ile devlet alanını yeni bir cephe anlayışı içinde örgütlenmeye girişmektedir. Nitekim, ayaklanma, tam tekmil bir darbe tatbikatına denk düşmüştü ve bu hâliyle darbenin "başarılabilir" bir siyasi hedef olduğunu somut olarak gösterdiği gibi ordunun diğer kanatlarının ayaklanmaya katılmaması nedeniyle akim kalması ise hükümetin varlık ve gelecek kaygısını daha da besledi. Şunu da ekleyelim: Ayaklanma sürecinde hükümet, ordunun ulusalcı grubuna, merkez medyaya ve geleneksel siyasal partilere olan “borcu”nu dehşetle gördü. Her borç hükümeti kendi bağımsız varlığı ve geleceği konusunda kaygıya düşürür kuşkusuz. Özetle şunu söylemeye çalışıyoruz. Hükümet, olağanüstü hâli, zaten yenilmiş olan Cemaatin tasfiyesi için ilan etmiyor. Tam tersine, kendisini yeniden örgütlemek ve kurumsal dinamikleri kendi lehine dönüştürmek için ilan ediyor. Kabaca bakıldığında OHÂL, geniş bir kitlesel mobilizasyon ile kurumsal bir reorganizasyonun üzerine oturuyor ve bu hâliyle de devlet içindeki müttefikler karşısında AKP’nin çıkarlarına denk düşüyor. Şunu da bu çerçevede dikkate alalım: kurumsal planda ulusalcı-Kemalist grupların giderek merkeze yerleşmesi karşısında, AKP, halka dayanmaktan ve halkın silahlandırılmasından söz ederek bundan sonra benzer bir askeri ayaklanmaya tevessül edebilecek gruplara “gözdağı” vermeye çalışıyor. Bundan dolayı kendi topluluğunu sürekli hazır ve nazır bir halde sürekli karşı tatbikata çağırıyor...
İkna olmakta zorlananlar için şu hususu da ekleyelim; Hükümet daha çok yakın zamanda Kürt bölgelerinde her tür hukuksuz şiddeti olağanüstü hâl ilan etmeksizin yürütebildi. Olağanüstü hâle yönelik bir ihtiyaç hissetmedi. Çünkü zaten buna ihtiyacı olmadığını çok iyi biliyordu ve bugün Cemaat’e yönelik uyguladığı şiddetin bir kaç yüz katını olağanüstü durum ilan etmeksizin gerçekleştirebildi. Bu da hükümetin olağanüstü hal ilanı ile asıl olarak bugünkü müttefiklerine karşı kendi gücünü yeniden örgütlemek istediğini gösteriyor.
Nihayetinde OHAL’le, AKP, ülkenin her yerinde kendisini aynı anda ve hızlıca örgütleme tatbikatı yapıyor ve böylece devlet kurumları içerisindeki muhtemel “tehdit ve tehlike”lerin Valiler, kaymakamlar, MİT vb. gibi kurumlar ile AKP tabanı arasındaki siyasi bağlar kurularak tenkil edilmesi provaları yapıyor. Bunun sonucunda ise kurumsal dinamiklerin AKP’nin tamamen eline geçmesi bekleniyor. Bu ilk noktaydı. Gelelim ikinci önemli meseleye...
Peki OHAL ilanı neden yanlış?
OHAL'in Cemaat tehlikesi bakımından iki önemli noktada hayati yanlış olduğu kanaatindeyiz.
İlk olarak yaşanan kriz, AKP'nin bizzat kendi varlığı ve geçmişini mahkûm ettiği bir krize tekabül etmekle hükümetin inisiyatif aldığı bir OHAL tercihinin açık biçimde dışlanmasını gerektirmekte ve Meclis odaklı bir kamusal platformu zorunlu kılmaktadır. Hükümet, kamu görevlilerine yönelik yaptığı toplu gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle kurumların bittiğini açıkça itiraf etmiş bulunmaktadır. Bu durum aynı zamanda kendi yönetim ve yargı tecrübesinin de mahkûm edilmesi demektir. Devlet kurumları ve kadrolarının bu seviyede iflası hükümetçe açıkça kabul edildiğine göre, askeri ayaklanma soruşturması ve tasfiyelerin, meclisin ve sivil toplum örgütlerinin gözetimi altında demokratik bir biçimde yürütülmesi şarttır. Bu yönde öncelikle bir meclis komisyonu kurulması zaruridir. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin de bu komisyona katılması denetimi güçlendirecektir. Çünkü gözaltı ve tutuklama sayıları ve oranlar göz önüne alındığında, hâlihazırda yürütülen operasyonların aynı zamanda kurumların tasfiyesi hâline geldiği açıktır ve bütün bu süreçlerde Meclis'in ve kamuoyunun aktif katılımını zorunlu kılan en önemli noktalardan birisi de burasıdır.
İkinci olarak, Cemaat ile hesaplaşma, tıpkı Ergenekon Davası'nda olduğu üzere tarihsel öneme haiz bir meseledir ve Ceza yargılamasının bu hesaplaşmayı iktidarlar lehine "harcaması" tehlikesi de bulunmaktadır. Nitekim Ergenekon Davası, tam bir fiyaskodur ve hükümet iddialarının tersine ülkenin "askeri geçmiş" ile hesaplaşmasını engelleyen bir işlev görmüştür. Yaşadığımız son bir haftalık süreç ise, Cemaat soruşturmasının Ergenekon soruşturması benzeri bir yapıda inşa edilmekte olduğunu göstermektedir. Bir defa ceza yargılaması, önceden kapalı kapılar ardında hazırlanan bir liste ile yürütülemez ve adeta bir "toplama kampı" mantığı içinde işletilemez. Zira "genel listeler" oluşturarak soruşturma yürütmek, kişiler ve eylemleri arasında herhangi bir fark görmez ve toplu bir infazı daha en başından gerçekleştirir. Ayrıca, listeler, ceza soruşturmasının temel mantığı ile de bağdaşmaz. Çünkü ceza yargılaması fiiller ve failler ile ilgilenir. "Tehditler" belirlenerek ceza soruşturması ve yargılaması da yapılamaz.
Son olarak OHAL, AKP’nin kendi dışındaki politik güçlere ilan ettiği yeni bir politik mevzi ilanıdır. Oysa OHAL yerine geniş bir kamuoyu denetimi araçlarının devreye sokulması yaşanılan krizin kaçınılmaz gereklerinden birisidir. Aksi durumda, toplumun denetimine kapatılan bürokratik faaliyet yeni çeteler üretmeye devam edecek, hukuksuzluk bir kamu kültürü olarak varlığını sürdürecektir. En nihayetinde tıpkı Ergenekon Davası gibi Cemaat Davası da Türkiye yargı tarihinin büyük hüsranlarından birisi olarak yerini alacaktır...

15 Temmuz’un Yan Etkileri

15 Temmuz’da kudurmuş köpekler gibi millete saldıran üniformalı alçaklara karşı her türlü tedbirin ve cezalandırmanın gerçektirilmesini elbette ben de herkes gibi arzu ediyorum.
Yeter ki hukuk çerçevesi içinde kalınsın, dahası; adaletten şaşılmasın.
Bu arzumuzun yanında endişemiz de var: eyvah, kurunun yanında yaş da yanacak!
8 yıldır beraber olduğumuz, Müslüman olarak bu dünyadaki şahitliğimizin yolunu birlikte yürüdüğümüz, üniversitede öğretim görevlisi olan bir arkadaşımız açığa alındı.
Gerekçe şöyle:
“15 Temmuz 2016 tarihinde ülkemizde silahlı, Paralel Devlet Yapılanması (PDY) / Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından anayasal düzene, hükümete ve demokrasimize ve milletimize karşı darbe kalkışması başlatılmış ve halen devlet ve milletimiz imkanları kullanılarak çeşitli fiili saldırı ve tehdit yöntemleri ile kaos ortamı yaratılarak sürdürülmeye çalışılmaktadır. Süregelen açık tehditleri dikkate alarak Üniversitemizde görevli olup, bu örgüt ile bağı kuvvetle olan ve Üniversite imkânlarını bu hain amaç için kullanma şüphesi bulunan personelin kurumumuz ve devletimizin güvenliğini korumak amacıyla açığa alınmaları Rektörlüğümüzce uygun bulunmuştur.”
Diyeceksiniz ki: Ne var bunda? Bu adamların kendilerini gizlemek konusunda uzman oldukları anlaşılmış değil mi? Hem, bu daha soruşturma!
Diyeceğim ki: terör örgütü mensubu olarak yargılanma ciddi tehlikesi ile karşı karşıya kalan arkadaşım hakkında bir delil var mı acaba?
Bir delil yok ama bir iftira olduğu ortada!
Bir iftira dolayısıyla insanlar terör örgütü üyesi olmaktan yargılanabilir ve dahi, çılgınlık odur ki ceza dahi alabilirler!
Arkadaşımızı medya üzerinden linç etmeye çalışan iftiracılar hakkında suç duyurusunda bulunduk ve fakat hukuki süreç o kadar yavaş ilerliyor ki, işkillenmemek elde değil, henüz bir dava açılmış değil, soruşturma devam ediyor.
İftira atıp hedef gösterenler şimdi mutlu mudurlar?
Büyük bir vebalin altında kalacaklar…
15 Temmuz ile başlayan temizlik sürecinin yan etkilerine karşı dikkatli olmak gerekiyor. Birileri bu arada, bilerek veya bilmeyerek, amaç dışı, tümüyle kişisel hesaplarla bir temizliğe girişebilir.
Bu yazı da örnek vermek gibi olsun…
Hatırlamak isteyenler için haberi de burada, ama, sorarım size: kimin umurunda? 
Hakkında suç duyurusunda bulunduğumuz haber sitesi, haberci mi yoksa tetikçi mi, mahkeme henüz karar vermedi ama siz karar verebilirsiniz. Biraz vicdan ve ilke yeter…