17 Ağustos 2016 Çarşamba

Özgür Basın Susmayacak

Özgür Basın Susmayacak, Direnmeye, Mücadeleye Devam Edecek!
Milliyetçi Cephe İttifakı, ülkede muhalif olan sosyalist, demokrat, Kürd özgürlük hareketlerine karşı oluşturdukları cadı avı ve soykırım operasyonuna Özgür Gündem Gazetesi’ni kapatarak ve gazetede çalışanları faşist bir biçimde darp ederek gözaltına almıştır.
Türk militer devletinin kuruluşu ile başlayan militer diktatörlük çeşitli dönemlerde faşist askerî diktatörlükle yer değiştirerek devam etmiştir. Kürd ve Alevi halkına karşı soykırım operasyonları 1930’larda, 1938 Dersim katliamında ve günümüze kadar devam ederek gelmiştir.
27 Mayıs askerî faşist darbesi, ülkede gelişen ekonomik ve siyasi kriz karşısında her türlü siyasi derneği ve Demokrat Parti’yi kapatmış, Başbakan Adnan Menderes’i ve bakanlarını idam etmiştir.
Muhaliflerin kesimlerin gazeteleri kapatılmış, bu kişiler cezaevine doldurulmuş, askerî sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp cezalandırılmışlardır. Böylece “demokrasi” adı altında askerler meydanlarda demokrasi nutukları atarak zafer kutlamıştır.
Askerî faşist darbe generali Cemal Gürsel’in resimlerini toplum korkudan çerçeveleterek işyerlerinde gözükecek şekilde duvarlarına asmıştır. Askerler demokrasi adına anayasa hazırlatarak ülke o askerî darbe anayasaları ile yönetilmiştir.
1971’de 12 Mart askerî faşist diktatörlük geldiğinde Demirel şapkasını alarak istifa etmiştir. Askerî faşist sıkıyönetim mahkemeleri ne kadar devrimci muhalif kesim varsa vatanı kurtarmak adına cezaevlerine atmıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan askerî sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak 6 Mayıs 1972’de idam edilmiştir.
Devrimciler, sosyalistler, demokratlar, Kürdler yine askerî cezaevlerine doldurulmuş, sendikalar, partiler, dernekler kapatılırken hukuk askıya alınmış, askerî sıkıyönetim mahkemelerde yargılanmışlardır.
Her nedense askerî darbe sonrası CHP parlatılmış, iktidar olması için askerî darbelerin desteğini almıştır. Ecevit de 12 Mart askerî faşist darbe sonrası sahneye çıkarak “Karaoğlan” sloganlarıyla meydanlarda CHP’yi birinci parti yapmış ama tek başına bir türlü iktidar olamamıştır. CHP-MSP koalisyonu kısa süreli olmuştur. İlkin Kıbrıs’a savaş ilan edilmiştir. Yüz binlerce askerin kanını dökerek Kıbrıs adasını işgal etmişlerdir Bu işgal ne Kıbrıs halkını memnun etmiş, ne de savaşı yapanlar zafer elde etmişlerdir.
12 Eylül askerî faşist darbesi ile birlikte yine sendikalar, dernekler, partiler kapatıldı. Anayasa, parlamento iptal edildi. Askerî sıkıyönetim ilan edilerek ne kadar devrimci, sosyalist, demokrat, Kürdler hedef tahtasına konularak onlarcası askerî faşist sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak idam edildi.
Milyonlarca insan işkence tezgâhlarından geçerek cezaevlerine dolduruldu. Diyarbakır Cezaevi direnişin adı ve tarihidir. Kemal Pirler, Mazlum Doğanlar ve arkadaşları direnişleri ile destan yazdılar.
Her askerî darbe sonrası olduğu gibi alanlarda faşist Kenan Evren az demokrasi nutukları atmadı. 12 Eylül askerî faşist anayasası hazırlandı, ülke 36 yıl askerî faşist anayasası ile yönetildi.
12 Eylül askerî faşist diktatörün devrimci ve sosyalist hareketi ezerken yerine İslamcıları, tarikatları destekledi, İmam-Hatip okulları, Kuran kursları açıldı, miting meydanlarında elde Kuran dolaştılar.
Böylece ülkenin dokusunu değiştirdiler. Bugünkü AKP kurmayları ve Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve diğer İslamcı hareketler Şeriatçı tarikatlar 12 Eylül askerî faşist diktatörlüğünün çocuklarıdır. Onların ellerinde büyütülmüş, geliştirilmiştir.
Bunları niye anlattım; Geçmişimize bakmadan günümüze bakamayız. 15 Temmuz askerî darbe sonrası Erdoğan “Başkomutan benim” diye çıktı ortaya.
Böylece Yenikapı ile başkomutanlığını pekiştirmek ve elini güçlendirmek için FETÖ’yü hedef tahtasına koyarken, asıl amaç, geçmişteki askerî faşist darbeler gibi, önce sağ gösterip sola, sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara, Kürdlere yöneldi. Bugün de aynı sahne yine tekrarlanmaktadır, cadı avı altında hedef FETÖ değil, sosyalistler, devrimciler, demokratlar ve Kürdlerdir.
Yenikapı Başkomutanı ve Milliyetçi Cephe İttifakı ile on binlerce kamu emekçisi işten atıldı, cadı avı ile FETÖ operasyonu adı altında 15 bin insan tutuklandı ve halen gözaltılar, tutuklamalar devam etmektedir.
Askerî darbenin ertesi günü Milliyetçi Cephe ortaklığını daha da geliştirerek ülkede OHAL ilan edildi. Ülkede ve özelikle de Kürdistan’da darbe öncesi zaten aylardır, devam eden sokağa çıkma yasakları halen devam etmekteydi. OHAL’e Kürdistan halkı 90 yıldır alışkındır. Anayasa, hukuk, parlamento rafa kaldırılarak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra kurulan Milliyetçi Cephe İttifakı ülkedeki ve Kürdistan’daki savaşı yürüttüler.
HDP’li seçilmiş vekillerin dokunulmazlığı kaldırılırken, Kürdistan’da katliam yapan askerlere dokunulmaması için yasa çıkarmışlardır. Kürdistan’ı bombalayan, tanklarla top atışına tutan, yakan, yıkan, Kürd şehirlerini, ilçelerini harabeye çeviren askerler FETÖ üyesi olma suçuyla tutuklanmışlardır.
Ülke artık OHAL kararnameleriyle yönetilmekte, Yenikapı Başkomutanı ne emrederse o kanun olarak yürürlüğe geçmektedir. OHAL bünyesinde Kürdistan’da, seçilmiş belediye eşbaşkanları tutuklanırken, kararname ile kayyum atayacaklarını söylüyorlar, yani Kürdistan halkının iradesini elinden alamaya çalışmaktalar.
İşçi hakları geri alınmış, grev ve direniş yasaklanmış, yirmi birinci yüzyılda köle-işçi düzeni iyice kökleşmiştir.
Sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, gazeteler susturularak, ötekileştirilerek kendi Milliyetçi Cephe medyasının sesi ile topluma tek yönlü yalan haberle halkları kandırmak, uyutmak istemektedirler.
Tabii ki, duyarlı kamuoyu hariç kendi tabanlarını bir ay boyunca alanlara çıkartıp her türlü şovu yaptırırken demokrasi oluyor. Muhalif kesimin her türlü gösteri ve yürüyüşü ise yasadışı ilân ediliyor.
Halkı doğru ve gerçekçi haberleri ile aydınlatmaya devam eden Özgür Gündem, gazetesi dün hiçbir uyarı ve tebligat yapılmadan, faşist polisler tarafından basıldı. Çalışanları darp ve işkenceye maruz kaldı ve gözaltına alındı. Devamında gazete kapatıldı.
Özgür Gündem Gazetesi’nin başına ilk defa böyle bir şey gelmiyor 1990’lardan günümüze kadar sürekli baskı altında olan gazete 1993’te bombalanmıştı. Özgür yayıncılık adına hiçbir dönem militer devlete ve faşist yönetimlere boyun eğmeyerek, diz çökmeyerek doğruları söylemeye, yazmaya devam etmiştir. Bundan sonra da devam edecektir.
Milliyetçi Cephe faşist ittifakına dün bir yenisi daha eklenmiştir. “SADAT”ın sahibi baş danışman oldu. Böylece Kürdistan’da yapılan katliamlar bizzat Yenikapı Başkomutanı tarafından üstlenilmiş oldu.
Özgür Gündem Gazetesi’ne ve çalışanlarına geçmiş olsun. Susmak yok, direnmeye, mücadeleye devam! Özgür Gündemyalnız değildir.
Mehmet Özcan
17.8.2016

16 Ağustos 2016 Salı

Behzat F.

Behzat Ç. solun biraz Ankara’dan, biraz da kendi içindeki “polis”ten bakmasıdır. Muhtemelen Serdar Akar ve taifesinin akarı azalmış, bu işe yeniden soyunmuştur. Reaksiyondiye “Made in AKP” işlere imza attıktan sonra sol TV izleyicisini yeniden avlama peşindedir. İkinci Behzat Ç.’ye bu dönemde egemenlerce ihtiyaç duyulması önemli bir alamettir.
Anlaşılan o ki huylu huyundan vazgeçmemektedir. Gezi’den sonra Fethullah’ın türküsünü söyleyenlerin “Darbecilere işkence ediyorlar” nağmesi de gene Fethullah menşeilidir. Bu nağme, aynı zamanda “15 Temmuz’da sokaklara Suriye’den getirilen IŞİD çeteleri döküldü” bestesine dairdir. Bu beste de Fethullah’a aittir. Sol, Fethullah sayesinde, onun icazetiyle muhalefet yürütmeye artık alışmıştır. O açıdan “kitle tabanım eriyor, emek ve demokrasi diyerek tabanı yeniden toparlayayım” lafının hiçbir temeli yoktur. Emek de demokrasi de Fethullahçı küçük burjuvalığın sınırlarına tabidir. Bu Fethullahçı küçük burjuvalık devlet içredir, onun dönüşümüne tabidir.
Behzat Ç., polise kötü davranma imkânını, onun karanlık sokaklarda, bilinçaltının dehlizlerinde kaybolmaya dair macerasını sola uygun soslarla yedirme projesidir. Arkasındaki aklın adı muhtemelen Dev-Yolculardır. Geçmişte Pol-Der örgütlemeyi bilmiş bu örgüt, oradan ancak polisçilik öğrenebilmiştir. Eskinin Devrimci İstihbarat Teşkilâtı Fethullah menşeli haberler yapan yayın organlarına dönüşmüştür. Polisteki sol damarı kabartma girişimi, soldaki polisliği şahlandırmıştır. Bir katarsis işlemi olarak, solcuların devletten dışlanmışlığına dair maraza merhem olarak takdim edilmiştir. Sol, “bizim olan devleti-memleketi şu cahil yobazlar yönetiyor la!” küçük burjuvalığına inceden örgütlenmiştir. Artık “bu devlet-memleket ne vakit bizim oldu ki?” sorusunu sorana rastlanmamaktadır. Devlet solda işte bu şekilde örgütlenmektedir.
Bahsi geçen dizide, kuytu köşelerde esrar içme, polise tokat atma, serseri hal sevilmiş, Flash TV dizilerinden daha beter kurgusu ve senaryosu takdir görmüştür. Avamlaşamayan sol, Behzat Ç.’de ufak bir kaçamak yapabilmiş, yalan da olsa avamlaşabilme ihtimalini, İncesu’ya, İsmet Paşa’ya, Solfasol’a gidebilme ihtimalini sevmiştir. O dizideki Ankaragücü ise süsten ibarettir, zira gerçekte Gezi günlerinde o Ankaragüçlüler sokaklara döküldüğünde, o sol o Ankaragüçlüleri tekme tokat kovalamıştır. Onların kara öfkesinden korkulmuştur.
Fethullah sevgisi ile Behzat Ç. sevgisi birdir. Fethullah sayesinde devletin içindeymiş gibi hissetme, devlet içre gelişmeler dâhilinde iradeymiş gibi hareket edebilme ihtimali sevilmiştir. Sanat ve edebiyat, solun hiç oluşunu varlıklandırma, cisimlendirme aracıdır. Fethullahçı sol, sanatın ve edebiyatın içinden konuşmaktadır. Kaldırım diplerinden akan çamurlu sudan, makine yağı kokan ellerden, toprağa belenmiş tırnaklardan kaçışın adıdır o.
Kendisine sanat ve edebiyat dâhilinde irade ve özne olma imkânı verilen sol, bu varlığını mutlaklaştırmak zorundadır. Çektiği bu diziden de görüleceği üzre, herkese büyük şeyler vaat edip, bir komediyle nihayete ermiştir. Polis, asker, savcı dünyasında gezen solcu bir hayalet olarak Behzat Ç. bugün Fethullahçılıkta arz-ı endam etmiştir. Ancak dizi çekebilen bu sol, kitleleri devlet içi dönüşüme itiraz etmeyecek bir kıvama getirmiştir. Elde bira, katıldıkları Gezi eylemlerindeki “cüret”, AKP yanlısı MİT dizileri çekerek sona ermiştir. Olacağı budur: çünkü Serdar Akar, çektiği Barda filminde o tamirciyi tüm solcu yönetmen arkadaşlarıyla birlikte katletmeye yemin etmiştir. O yemin, tamirci çıraklarının sınıfına değil, o barların, o TV kanallarının sahiplerine, orada reklâmları yayınlanan sınıfa yöneliktir.
Behzat Ç.’nin Ankara’nın kültürel hayatına tek katkısı, yozlaşmaya müsait pavyon kültürünü canlandırmak olmuştur. Pavyonları da içeren turistik geziler için birer rehbere dönüşen dizi oyuncuları, ceplerini yeterince doldurmuş olmalıdır.
Dizinin soldurduğu bir diğer renk de Neşet Ertaş’tır. Esasında bu dizinin arkasındaki akıl için Ertaş “gerici ve yobaz”dır. Çünkü Neşet Baba, “evvelim sen oldun ahirim sensin” diyendir. Diziyi yapanlar ise bu dünyanın rengine kananlar, herkesi kandırmaya çalışanlardır. Onların kitabında evvel ve ahir gibi kelimelere, bu kelimelerin işaret ettiği hakikate asla yer yoktur. Onlar bugünlerine âşıktır, ancak ona dokunulunca radikalleşirler. Bu radikalleşmenin barutu ıslaktır.
O barutun ıslandığı yer ise Fethullahçılıktır. O bunun için vardır. Burjuvazinin, emperyalizmin ve devletin olduğu gerçeklikte hepimize masallar anlatılmak zorundadır. “Daha çok toplum daha az devlet” diyenlerin tüm atardamarları devlete bağlıdır. Fethullah, solun kendisini AKP ve onu kurup kullanan iradeye karşı örgütlemesine izin verilmemesinin adıdır. Küçük burjuva şefler aptal, cahil, geri halk kitlelerine güvenmediklerinden, yüksekten esen rüzgârlarda yelkenlerini şişirme derdindedirler. Hepsi iddialarından vazgeçmiş, masabaşında birbiriyle atışıp didişen birer müzmin muhalife ve basit birer stratejiste dönüşmüştür. Behzat Ç. onların zihinlerinin bir ürünü, avamın ağzına çalınan bir parmak baldır.
Bugün “halk kutsal bir varlık değildir.” diyenlerin “27 Mayıs” hevesleri kursaklarında kalmıştır, çünkü Fethullah’ı öncü bellemiş, tüm akıl ve iradelerini ona bağlamışlardır. Halk, ezilen… hiçbir kutsal kabul etmeyenler için tek kutsal şey bireydir, o kendi varlıklarıdır. Behzat Ç. esas olarak bireyin kulağına uykudan önce fısıldanan bir masaldır. O bireyler ne evvel ne de ahir tanımaktadır. Tek bildikleri, ucuz bir materyalizm edebiyatı ile, bugün’dür. Birgün dedikleri de aslında bugündür. Çünkü önemli olan, burjuvanın kudreti ve o kudretten sanat ve edebiyatla nemalanmaktır. Bunlar için devrim de devrimcilik de, mavzer de bu sanatın-edebiyatın parçası olduğu ölçüde önemlidir. Halkın içindeki evvelin ve ahirin bir değeri yoktur. Bize lâzım gelense o tamircilerin intikamıdır. O intikamın evveli ve ahiridir.
Yusuf Karagöz

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Bakkal

56 yaşındaki bir kadın akademisyen, solcu bir refleksle, İstanbul’da bir adamın belediye otobüsünü namaz için durdurmasını eleştiriyor ve “ben de pedimi değiştirmek için otobüsü WC önünde durduracağım” diyor. Bu tür haberlere lapin gibi atlayanların anlamadığı şu: Toplumda dinin yeri ve konumunu bireye, bireyin tercihlerine doğru daraltmaya dönük bir girişim, solculuğu ve sosyalistliği de vuruyor. Farkında olunmayan gerçek bu.
Belki de farkındalar. Solculuklarını her türlü sorumluluktan kurtarmaya, laikleştirmeye, yeni döneme layık hâle getirmeye çalışıyorlar. Tek dertleri, arkadaşlarıyla serin bir ağacın altında sohbet edebilmek zira. Ezilenlerin kurtuluşu, işçilerin iktidarı, halkın davası gibi ulvi hedeflerden bir bir uzaklaşıyorlar, hatta bu hedeflerle dalga geçiyorlar. Yenikapı’da bu sebeple “faşizm” görüyorlar, korkuyu köpürtüp büyüyebileceklerini zannediyorlar. Birileri korkup bunların yanına sığınsa, “biz size hiçbir şey vaat etmedik ki!” diyecek, bu sorumluluktan da sıyrılmanın yollarını bulacaklar.
Namazla ped değiştirmeyi bir tutan zihnin bugüne ve geleceğe söyleyeceği bir söz yok. Ne kadınlığın toprağına, ne de solculuğun vatanına ait olabiliyorlar. Herkes kendi bakkalını işletmekten memnun. AVM eleştirileri ise sinik mızırdanmalardan ibaret.
Erdoğan, bir ara, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyordu. Bu söz, kendisi dışında kurulmuş bir devletin yönetilmesi sürecinde her emri yerine getireceğine dair bir akdi ifade ediyordu. Söz konusu yaklaşıma bakkalcılık yaparak, esnaf olarak karşı çıkmak mümkün değil. Bu bakkal muhalefeti devlete körleşecek, onun hareketine örgütlenecek, devlete karşı kudret imkânlarını toprağa gömecektir.
2001’de esnaf direnişi gerçekleştiğinde solun ana bölüğünden biri olan ÖDP, AB’den gelen fonlara, kooperatifçiliğe, KOBİ’lere göz dikmişti. “Proleterleşen” esnaf direnince ÖDP boşa düştü, o proleterleşmeye ses edemedi. O direnç olduğu gibi AKP’ye örgütlendi. AKP denilen çıkar şebekesi dâhilinde ihaleler peşine düşüldü. ÖDP’nin önceden öngördüğü şeyi AKP yaptı. Yıllar sonra Yunanistan’da ÖDP benzeri parti, SYRIZA başarılı olunca ÖDP başkanı, “Türkiye’nin SYRIZA’sı biziz, ama biz onların yaptıklarını yapamadık” dedi.
Yapmadıkları işlerin yer aldığı listenin başında 12 Eylül faşizmine direnmemek var. Kendisini devrimci bir örgüt olarak lağv edip dergiciliğe indirgemek var. Dağa çıkmış kadrolarını yüzüstü bırakmak var. Darbeden önce kurduğu işletmeleri üyelerine dağıtmak var vs…
Bu işletmeler büyüdü, büyük kısmı köşeyi döndü, ciddi bir servet birikti. Söz konusu rantı bölüşmek istemeyenler, ÖDP’yi dağıttılar. Kendi bakkallarını kurdular. Bugün, küfrettikleri o AKP’li kitlenin onda biri kadarlık direnişi sergileyememiş şefler, tekrar ortaya çıkıyorlar ve devlete, AKP’ye ayar vermeye çalışıyorlar. Bunu nasıl yapabiliyorlar, asıl soru bu.
Çok akıllılar, çok zekiler… AKP’liler zaten “kandırılmaya müsait.” Kendileri özgürlükçü ama aptal değiller. Örneğin Melih Pekdemir her yazısında “Bizi kimse kandıramaz!” diyor, ama linki verilen yazıda, “Kılıçdaroğlu, Yenikapı’yı Taksim ve Gündoğdu’nun suratına kapattı, ana muhalefet lideri olarak önemli bir figür olmaktan vazgeçip figüran olmayı tercih etti.” diyor. Hâlâ, inatla Kılıçdaroğlu’nun kendilerini kandıramadığını söylüyor, “acımadı ki!” diye çocukça bir tepki geliştiriyor. Her seferinde zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkabiliyor. Kırk yıldır akıl hocası olarak zulada tuttukları Birikimçevresinin Fethullah’tan aldığı zarflara tek laf edemiyor. Gerçek şu ki Tayfun Atay gibilerin üzeri kazındığında altta Fethullah sırıtıyor. Hepsi Abantçı, cümlesi Birikim’ci…
Bunlar hep bakkalcılığın, esnaf olma muradının tezahürleri. Proleter olmak bunlar için zûl. Bakkal da esnaf da hiçbir şey üretmiyor, üretileni aktarma işi üzerinden rant elde ediyor. Herkesi tüketiciye indirgemek, o tüketiciyi kendisine tabi kılmak bu iş için zorunlu. Pedini değiştiren akademisyenin akademisyenliği de bir tür bakkalcılık, esnaf pratiği. Hiçbir şey üretmiyor, üretilenin aktarılması konusunda herkesi kendisine tabi kılmayı iş ediniyor, hepsi bu. Dolayısıyla yüce, kutsal, ne denirse densin, insanların aidiyet ilişkisi kurdukları ve oradan gerçekleşen üretime ter döktükleri pratiklerin boşa düşürülmesi, değersizleştirilmesi zorunlu. İnsanların Batı’nın mallarının tüketicisi olmaya indirgendiği dönemin teologları, Cizvit papazları bunlar.
Böylesi bir sınıfsallığın tayin ettiği ideoloji ve politikanın ezilenlere, yoksullara, işçilere verebileceği bir şey yok. Bakkal-esnaf, bu kesimleri tüketiciye indirgemek zorunda.
Dolayısıyla, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyen Erdoğan’a karşı muhalefeti, o sözden bağımsız bir birey olarak Erdoğan’a ve onun kişisel tercihi olduğu düşünülen ideolojik yaklaşımlarına kapatmak, bakkalların bir refleksi. Bu refleksin bırakalım devrimi, herhangi bir politika üretmesi bile mümkün değil. Zira aslolan, o devlete karşı devrimci politik hat oluşturmak. Bu nedenle, kendi militanlarını esnafın-bakkalın tanıtım, promosyon ve reklâm amaçlı el ilânlarını dağıtmaya indirgemiş solun, böylesi bir devrimci politik hat açması mümkün değil. Bu militanları, içi geçmiş, işçisiz, emeksiz, üretimsiz birer esnaf loncasına dönüşmüş sendikaların ve odaların etrafında birleştirmek, kesinlikle çıkışsız. Devrimci hattın meslekî ideolojilerle açılması imkânsız, zira en başta o ideolojiler düşman devrime.
İki kez tankın altına yatmayı bilmiş genç, 12 Eylül mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun tabutuna son çiviyi çakmıştır. Yanıbaşında kardeşi vurularak düşen, ama gene de kurşunların üzerine yürüyen genç, Gezi mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun mezarına taşı dikmiştir. Mevcut yangının, sızlanmanın, tedirginliğin sebebi budur.
Benlisoy’un “bizim mahalle panik atak geçirdi” demesinin sebebi de burada. O, solun temellerinden yeniden kurulması gerektiğini vazediyor, ama bu yeniden kuruluşun aynı bakkalcılık-esnaf pratiği ile gerçekleşebileceğini zannediyor. Yıllarca “halkın despotizmi”ne dair ne varsa eleştirdikten sonra, bugün o despotizmi yardıma çağırıyor. Onu biraz sınıfsallık sosuna daldırıyor ve yeni dönemin esnaf olma arzusundaki işçilerle kurulabileceğine inanıyor.
Kendi bedenini “emanet” gören, ucu açık bir bütünün parçası kabul eden, bu sorumlulukla hareket eden Müslüman’dan öğrenilecek bir şeyler olmalı. Burjuvazinin yaydığı korkular, bizim bu bilgiyi tehlikeli görmemize sebep oluyor. O korkuyla hepimizi kendi yanına hizalıyor. Kendi varlığını, bedenini, aklını yüce kabul eden burjuvaya öykündüğümüzde, Müslümanları da kesecek biçimde, özellikle bu coğrafyadaki tüm ezilen hareketlerinin bu bilgiyle ve pratikle hareket ettiği görülüyor. O hâlde dini bireyin vicdanla Tanrı arasındaki bir pratiğe kapatmak isteyen burjuvazinin oyununa gelinmemeli. Burjuvazi, bu lafla birey dışına taşan, vicdanı aşan, kolektif akılla yoğrulan her türden pratiği yasakladığını ilân etmiş oluyor. Bu yasak, sosyalizmi ve komünizmi de kapsıyor. Dolayısıyla dine küfredenler, kendi temellerini de dinamitliyorlar. Ezilenlerin kolektif mücadele tarihine ait olamayan, o tarihin birikimlerini akademi kürsülerinde, dergi bürolarında, örgüt yayınlarında satmayı, bir tür bakkalcılığı-esnaflığı tek hakikat kabul eden kesimlerin bir huruc gerçekleştirmeleri mümkün görünmüyor.
Kerem Kamoğlu

14 Ağustos 2016 Pazar

15 Temmuz Sonrası: Bir Kez Daha

Bir gerçeği tespit etmek gerek. Muktedirin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği olağanüstü. Kısa bir dönem içerisinde AB perverlikten AB düşmanlığına; Fethullah örgütü düşkünlüğünden, Fethullah düşmanlığına; askerî vesayet karşıtlığından, mitinglerde Genelkurmay Başkanı konuşturmaya; Rusya düşmanlığından ve Rusya’nın Suriye’deki rolünü kınamaktan, Rusya dostluğuna ve Suriye’de çözümün Rusya olmadan gerçekleşmeyeceği görüşüne; İsrail’in ‘katil devlet’ olduğu iddiasından, aynı ülkeyle ilişkileri geliştirmek aşamasına; dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı duruştan, dokunulmazlıkların kaldırılması aşamasına; ‘çözüm’ süreçlerinden savaş süreçlerine bir çırpıda sıçranıveriyor… Belli başlılarını dile getirdiğimiz bu listeye şüphesiz bir dizi başka örnek de eklenebilir…
14 yıllık iktidar sürecine damgasını vuran bu sert kırılmalar, 180 derece dönüşler; bir başka deyişle, düşmanlıktan-dostluğa, karşıtlıktan-taraftarlığa geçişler tutarlı bir zemin teşkil eden ideolojik-politik referanslara da dayanmıyor… Ha keza siyaset bilimcilerinin sıkça vurguladığı ‘esnek politika’ zorunluluğunun gereklerine de!.. Tamamen muktedirin kendi iktidarının devamını ve bekasını garanti altına almaya yönelik sıçramalar… Bu sıçramalarda zaman zaman ‘o gün için öyle görünmek zorunluluğu(!)’, yani takiyye motivasyon kaynağı oluyor. Diğer yanda ‘paçanın fena halde sıkışması’…
Bu ‘yeteneğin’ iki yönü var kuşkusuz. Bir yanıyla ‘fosluğa’, ülke içi ya da uluslararası politikanın gerçeklerinden uzaklığa, politikalarının ve programlarının içinin boşluğuna… Ve hatta bütün bu hamaset dolgusuyla işlenen politikaları yerine getirmek için gerekli güçlere, kadrolara sahip olmamasına. Yani ‘el yardımına’ muhtaçlığa… Bu yanı muktedirin zaafına işaret ediyor.
Diğer yanıyla 14 yıldır ciddi ‘badirelerle’ karşılaşan iktidarın, değişen koşullara, hiçbir ilkesel kaygı taşımadan, geçmiş müktesebatına uygunluğu tasasını zerre miskal taşımadan uyum sağlayarak, bu badirelerden sıyrılabilme yeteneğine işaret ediyor. Bu açıdan politik psikoloji anlamında ‘kişilik bölünmesiyle’, ‘çok kişiliklilikle’ malûl iktidar, bu özelliğini ‘kuvvete’, krizleri fırsata çevirmeyi becerebiliyor… Ve ilginç olan şu ki, sıçradığı yeni platformda bir zamanlar düşman olduklarıyla müttefik olmayı; liberallerden koparken ulusalcıları yedeklemeyi beceriyor… Ya da bir kısım muhalefet odaklarını paralize etmeyi…
Darbe Sonrası!
İktidar egemenleri 14 yıllık iktidarlarının en büyük ‘kriziyle’ 15 Temmuz 2016’da karşılaştı… Bir zamanların ‘kanka’sı, bütün operasyonlarda birlikte hareket ettikleri ortakları TSK içindeki güçlerini harekete geçirerek kanlı-faşist bir darbe girişiminde bulundu.
Bugünden geriye baktığımızda ‘çekirge’ ateş çemberinden yine kurtulmuş görünüyor, üstelik döneme özgü yeni avantajlarla birlikte… Günün geçerli sloganı ‘darbelere karşı büyük milli uzlaşma’… Etkili olmuşa benziyor… ‘Darbelere karşı mısın-değil misin, milli uzlaşma sağlanıyor’ psikolojik terörü, daha 14 Temmuz’da muhalif olan kimi güçleri hayırhah bir tutuma sürüklerken ve paralize ederken, İktidar daha öncesinden yedeklediği MHP’nin yanına en büyük muhalif parti CHP’nin yönetimini de eklemlemeye çalışıyor. Bu yolda CHP’de -şimdilik olmasını umuyorum- ökseye yakalanmış görünüyor… Üstelik OHAL kararnameleriyle, onbinlerce gözaltı ve tutuklamalarla, hapishanelerin dolup taştığı, “Fetöcü yakalama kampanyası” adı altında fırsat bu fırsat bütün muhaliflerin içeri tıkılmaya çalışıldığı, tarihin en büyük asker-sivil bürokrat ve akademisyen tasfiyesinin yaşandığı koşullarda… Üstelik para-militer sokak güçlerinin örgütlenmesinin provalarının yapıldığı-tamamlandığı koşullarda… Medyada da kırıntı halinde kalmış muhaliflerin yerlerine yeni yandaşlar eklenerek tam tekel sağlanmış görünüyor. HDP’nin şahsında ‘elbirliği ile’ 6 milyonun dışlandığı ve linç çağrılarının yankılandığı koşullarda yeni bir ‘rejim’ inşa ediliyor… Devlet yeniden yapılandırılıyor… İktidar güçlerini konsolide ediyor, muhalif aydınlar yeniden saflaşıyor…
Bu böyle ne kadar daha devam edebilir? Çekirge daha kaç kere sıçrayabilir? Krizi fırsata çevirme, yeni durumlara hemen uyum sağlama yeteneği daha ne kadar sürebilir? Belirsiz…
Üstelik batının hegemonlarının müttefiklerine nerede patlayacağı belli olmayan bir el bombası olarak baktığı, artık ‘sabrın’ sınırlarına gelindiğinin gözlemlenebildiği koşullarda; bütün manevralara rağmen Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin zamana ve ciddi tavizlere bağlı olduğu koşullarda… Ortadoğu’da düşülen bataklıktan çıkmak için çırpınıldığı koşullarda…
Ülkenin ‘öngörülebilir ülke’ olmaktan çıkarak dış yatırımların çekilmeye başladığı, turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlandığı koşullarda yakın ve orta vadeli gelecek belirsizliğini koruyor.
Sonuç olarak, iktidarın hacıyatmaz gibi her şart altında dört ayağı üzerine düştüğü ve otokrat iktidarını koruyabildiği zeminin, kelimenin gerçek anlamında en geniş demokrasi cephesinin kurulamadığı koşullarda gerçekleştiğini de unutmamak gerekiyor. Hastalığın ilacı burada…
Cengizhan Güngör

11 Ağustos 2016 Perşembe

Utanç

Şuan Hollanda yolunda değilim. Hollanda ve Fransa gazetelerinden belirli bir hükme varabildiğim kadarıyla Almanya bugün çamura batıyor ve giderek daha da dibe vuracak. Seni temin edebilirim ki Hollanda’da bile olsa, bir insan ulusal gurur konusunda bir duyguya sahip olmasa da gene de ulusal düzeyde bir tür utanmaya sahiptir. En beş para etmez bir Hollandalı bile en mükemmel Alman’a kıyasla hâlâ bir yurttaş olma vasfına sahiptir. Yabancıların Prusya Hükümeti ile ilgili kararları bu yöndedir! Bu konuda herkes tam bir oydaşma içerisindedir. Prusya’daki sistem ve bu sistemin sahip olduğu temel nitelik artık kimseyi aldatamamaktadır. Bu nedenle orada kurulan yeni okul belli ölçüde kullanılabilmiştir. Liberalizmin yüzündeki peçe düşmüş, o en mide bulandırıcı despotizm tüm çıplaklığı ile bütün dünyanın gözü önünde faş olmuştur.
Her ne kadar olumsuz bir nitelik arz etse de bu önemli bir ifşaattır. Bu hakikat en azından vatanseverliğimizin boş olduğunu görme konusunda bizleri eğitmiş, devlet sistemimizin anormalliğini göstermiş, büyük bir utançla yüzlerimizi saklamaya itmiştir. Bana bakıp gülüyor ve şunu soruyorsun: Bu bize ne kazandırdı? Utanç devrim yapamaz ki. Benim cevabımsa şu: Utanç zaten bir tür devrimdir. Utanç, Fransız Devrimi’nin 1813’te Alman vatanseverliği karşısında kazandığı zaferdir. O insanın kendi içine dönen bir tür öfkedir. Eğer tüm bir millet gerçekte utanma nedir biliyorsa, sıçramaya hazırlanmak için yere çöken bir aslan hâline gelir. Kabul ediyorum, Almanya’da utanmanın izine bile rastlanmamaktadır. Aksine bu sefil halk hâlen vatanseverdir. Ama yeni şövalyenin [IV. Frederick William] kurduğu bu saçma sapan sistem olmasaydı, hangi sistem bu vatanseverliği devredışı kılmaya mahir olacaktı ki? Despotizmin bizi sahnelemeye mecbur ettiği komedi bu şövalye için tehlikelidir, geçmişte İskoç ve Fransız Krallığı'nda sergilenen trajedi kadar tehlikelidir. Uzun süre bu komedi fiiliyatta gerçekleşen bir şey olarak görülmese bile, o pratikte bir devrime varacaktır. Devlet, bir tür palyaço oyunu hâline gelen, ciddi bir meseledir. Aptallarla yüklü olan bu gemi, muhtemelen rüzgârın inayetiyle bir süre daha yol alacaktır, ama esasta o kadere inanmadığından halk illaki o kaderiyle yüzleşecektir. Bu kader yaklaşmakta olan devrimdir.
Karl Marx’tan Arnold Ruge’ye
Hollanda’ya giden kanal teknesinde
Mart 1843

Seküler Müslümanlığın Geleceği

Dünyada dinlerin devletler ve toplumlar karşısındaki etkisi son 200 yılda hızlı bir değişime uğruyor. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin durumu ve örneğin Fransız elitlerinin karşıt olarak geliştirdikleri tartışmalar derinleştikçe, devlet düzeni yerini laikliğe bırakmıştır. Günümüze doğru evrilerek hem toplum hem de siyaset alanında sekülerleşen bir durum söz konusudur.
Yine biraz farklı olarak bu durum Amerika’da da yaşanmıştır. Fransız Devrimi’nden etkilenilmiş olsa bile din daha çok hayat bulmuştur. Bu da toplum ve idare nezdinde aşırı uç sekürlerleşmeyi kısmen de olsa durdurmuş, kültürel yaşam şekli olarak din toplumdan tamamen uzaklaşmamıştır. Bu iki ülke örnekleminde laiklik ve sekülerizm ayrışan bir neticeye varmıştır. Amerika’da seküler toplum kendini yavaş yavaş inşa etse bile mesela Amerikan filmlerinde vurgulanan Hristiyanlık ve kilise temaları keskin bir kopuşa henüz varılmadığını göstermektedir. Fransa’da ise tersi olarak laiklik ve sekülerizm sistematik ve kurumsal tarzda siyaset eliyle uygulanmıştır.
Maddi yönü temsil eden iki batı ülkesindeki duruma karşılık olarak, manevi dinamikleri olan Ortadoğu’da da durum çok farklı değil. Yine örnek olarak Türkiye ve Suudi’ye bakabiliriz. Küreselleşen dünyada İslam ülkelerinin son 100 yıllık süreci incelenmeye değer. Elbette bu değişimin altında yatan çeşitli sebepler vardır. Sanırım konumuz olan sekülerleşme tehlikesinin de başlıca nedeni ‘din’ olgusunun eksik ifade edilmesidir. Bunun karşılığı olarak dine karşı dinin geliştirdiği alternatifler ise maneviyat yerine maddi dünyaya hapsoluyor. Özellikle Mekke ve Medine gibi kutsal ve aynı zamanda İslam âleminde medeniyetin inşasına öncülük eden iki şehir bugün vahşi kapitalizmin esaretine girmiştir. Sosyal adalet ve ahlak ile pekiştirilemeyen ibadetler, kılık, kıyafet ve şekil üzerinden dış dünyaya görünen yüzü, özünü bulamayıp kabuğuyla uğraştırıyor. Bilim, teknoloji, sanat ve hikmet yerine hazır tüketim üzerine kurulu devasa yapıtlar ile kentleşerek sekülerleşiyor. Bunu yaparken de laiklik ve şeriat arasında korkunç bir uçuruma yaklaşılmış.
Batı ve doğu bloğu arasında kalmış Türkiye’deki durum ise son 15-20 yılda farklı bir kulvara ulaştı. İslam ülkelerine rol model olabilecek bir yapıya sahip olmasına rağmen bir takım handikaplar dolayısıyla belirsizliğe sürüklenmiştir. Bugün Suudi’de devlet eliyle kurumsal bir uygulama söz konusu olmazken, Türkiye, toplumsal dinamikler ve Müslümanlar eliyle alabildiğince sekülerleşmeye gidiyor. Sekülerleşen Müslüman algının bir kanadını milliyetçiliğe bulaşmış ulus-devlet anlayışı, diğer kanadını ise teknolojinin insanı kendisine yabancılaştıran yanı, kapitalizm ve düzensiz kentleşme oluşturuyor. Düşünün ki Müslümanlar iktidar oluyor, ancak toplumsal sorunların hangi birisi çözülüyor? Bu bile dine zararla beraber dini salt dünyevileştiriyor.
Müslümanların iktidar sarhoşluğuyla dünyevileşmesi maalesef muhtemel sonuç oldu. Her ne kadar Allah inancı olsa bile, muktedir olmak bir anlamda Allah’a olan ihtiyacı bertaraf ediyor. Dolayısıyla ortaya, “Allah var” deyip, O yokmuşçasına yaşamak gibi bir sonuç çıkıyor. Anadolu Müslümanlığı ve sosyolojik durum göz önüne getirildiğinde toplumun bütün kademelerinde bu iktidar lezzetine rastlanır. ‘Tek millet’ üzerinden ulusalcılık kutsanarak dinî kılıfına uydurup, asıl kutsal olan ise sıradanlaşmıştır.
Müslüman kesim iktidarlaştıkça maddeten terakki etti. Milliyetçilik üzerine iktidar, iktidar üzerine kapitalizm inşa edilerek korkunç bir dünyevileşmeye sebep oldu. Bir süre sonra da sistematik bir şekilde uygulanmaya başlandı. Sonuç olarak da laiklik handikapından kurtulmadan aniden sekülerleşen sözde ‘dindar nesle’ dönüştü. Son tahlilde maneviyatı temsil eden tarikat ve cemaatlerin dünyaya perestiş etmeleri (ona tapmaları) bundandır. Oysa dünya işleri, Hakkın rızası ve halk için, ahireti de dâhil ederek olmalıdır.
Kültürel kodları İslam ile bütünleşmiş olan halklar, maddeden terakkiyi yine manevi dinamiklerle beraber harmanlayabilirse İslam’ında izzetini korumuş olurlar. Bu da ‘denge’yi ifade eder. Özellikle demokratik, özgürlükçü ve laiklik çözümlemesi ile farklı inançları da kapsayan bir anlayış dinin maneviyatını da diri tutacaktır.
Ey Nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.”
Sefa Mehmetoğlu

Patronlar OHAL'i Fırsata Çeviriyor

5 yıldızlı bir otelin Genel Müdürü duyuru panosuna astığı bildiride şunları söylüyor:
“İstirahatli personel hakkında, tüm departmanlara;
Bugüne kadar birçok defalar Personel İdari İşleri Müdürü, İnsan Kaynakları Müdürü ve departman müdürlerine ikazda bulunmama rağmen hâlâ istirahatli, izinli veya tatilde olan personele telefonla ulaşılamamaktadır. Gerektiği hâlde istirahatli olan personelin evine kontrol gönderilecektir. Bu işleri Personel İdari İşler Müdürü ve İnsan Kaynakları Müdürü takip edecektir.
Tüm personel turizm sektöründe çalıştığını ve nasıl çalışacağını unutmamalıdır. İstirahatlerin yarısının bozuk düzenden dolayı keyfi alındığının farkında olmamıza rağmen her şeyi ile kanuni çalıştığımız için kanunî işlemlere hiçbir şey yapamamaktayız. Fakat her türlü kontrol hakkımızı kullanırız. Bu olaylar ile düzgün çalışan personelin hakları ihlal edilmektedir. Tüm müdürlerin dikkatine.
İstanbul Çınar Hotel Genel Müdürü Esen Çetingil”
Genel müdür hızını alamamış, OHAL’den vazife çıkararak, istirahat eden işçilerin nerede istirahat edeceğine karar verme, bunu denetleme yetkisini kendi kendine bahşetmiş. Turizm sektöründe örgütlenen işçi arkadaşlar, OHAL ilanından önce böyle bir tehdide otellerde patronların kolay kolay cesaret edemediğini söylüyorlar.
Devam edelim.
Elazığ’da AKSA Elektrik Arıza’da yürütülen toplu iş sözleşmesi sürecinde tıkanıklık yaşanıyor. İşçiler eylem yapmaya karar veriyorlar. 25 işçi gözaltına alınıyor. Polis işçilere şöyle diyor:
“Eylemi bitirmezseniz 30 gün gözaltı yaparız!” (OHAL ilanıyla gözaltı süresi 30 güne çıkarılmıştı.)
Adana’da aylardır maaşları ödenmediği için direnişte olan Ekoroma işçilerinin Mersin’e girişleri ve bildiri dağıtımları OHAL gerekçesiyle engelleniyor. İşçiler gözaltına alınmakla tehdit ediliyor.
OHAL’den faydalananlar sadece patronlar, genel müdürler ya da polis de değil. Sarı sendikalar da, OHAL sopasını işçiler üzerinde deniyor. Haksız yere işten atmalara karşı tepkilerini eylemle göstermek isteyen BEDAŞ işçilerine Türk-İş’e bağlı Tes-İş Sendikası: “OHAL sürecinde eylem yapmanın cezası 30 gün gözaltı süresi. 40 kişiden 10 kişi atılacak ama eylem yaparsanız bu sayı artabilir” diyerek, onları eylemden alıkoymaya çalışıyor.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Farklı sektörlerden işçi arkadaşlar son dönemde patronların büyük baskısı altında kaldıklarını anlatıyorlar.
Bu patronları, genel müdürleri, polisi, sarı sendikaları cesaretlendiren nedir?
2 Ağustos'ta “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan'ın yaptığı konuşma bu konuda bize bazı önemli ipuçları verebilir:
“İlan ettiğimiz bu OHAL ile devletin işleyişini hızlandırmak, bunu hızlandırırken de devletin yeniden yapılanması sürecini başlattık.
TBMM'de bekleyen Ekonomik Reform Paketlerinin süratle yasalaştırılması konusunda arkadaşlarımız ile hemfikiriz. Darbe girişimi ile ilgili süreçler Kanun Hükmünde Kararnameler ile yürütüldüğü için meclis gündeminin tıkanması, Ekonomik Reform Paketlerinin ötelenmesi söz konusu değildir.”
İki gün sonra, yine “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Oda ve Borsa Başkanları ile İstişare Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan şunları söylüyor:
“Kalkıp ‘devletin malı deniz yemeyen domuz, girdin mi içeri ölene kadar kal orada’... Böyle bir şey olmaz. Şimdi devleti bunlardan arındırma zamanıdır, tüm sektörleri arındırma zamanıdır. Bu yasal düzenleme Anayasa değişikliği gerektiriyor ve ben bu konuda muhalefet liderleriyle yaptığım görüşmede kendilerine söyledim.”
Bu konuşmalardan patronlar büyük cesaret alıyorlar. Memnuniyetlerini kurumsal yayınlarında da dile getiriyorlar. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından hazırlanan Temmuz 2016 Ekonomi Bülteni’nde; “Küresel yatırımcılarla Hükümetimizin temasa geçerek güvence vermesi isabetli oldu, finansal piyasalardan önemli bir sermaye çıkışı yaşanmadı, çıkan da geri dönmeye başladı” yazıyor.
ABD finans kapitalinin sözcüsü Financial Times gazetesi 11 Ağustos 2016 tarihli sayısındaki haberinde Türkiye burjuvazisindeki panik havasını çok iyi yansıtıyor:
“Temmuz ayındaki darbe girişiminden sonra, Türk Bakanlar, yetkililer ve ticaret organları dünyanın en büyük on yedinci ekonomisinin iyi durumda olduğunu kanıtlamak için büyük çaba gösteriyor, yatırımcılarla görüşüyor, yabancı basına reklâm veriyor ve güven artırıcı bir dizi önlem paketi açıklıyor.
Türkler, piyasaları ve yatırımcılara güven verme telaşı içindeler. Özellikle de, Moody’s Kredi Derecelendirme Kuruluşu’nun Türkiye’nin ulusal borcunu batık ilan edebileceği uyarısını yaptıktan sonra.
Moody’s, Fitch’le birlikte Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” olarak gören tek kuruluş. Bu kuruluşların “yatırım yapılabilir” değerlendirmesi dünyanın en büyük fonlarının Türkiye’de kalmasını sağlıyor. Bu statünün kaybedilmesi, 10 milyar dolar civarında tahvilin otomatik olarak satılmasına yol açacak.
Analistler, böyle bir durumda, Türk ekonomisinin küresel şoklara çok açık hale geleceğini, borçlu Türk banka ve şirketlerin borçlanma masraflarının yükseleceğini ve büyümenin duracağını düşünüyor.”
Marx’ın şu satırlarını hatırlatmadan edemiyoruz:
“Kredi, ücretli emeğin sermaye tarafından, proletaryanın burjuvazi tarafından, küçük burjuvazinin büyük burjuvazi tarafından sömürülmesinin geleneksel tarzda devam edeceğine olan güvene dayanır. Bu yüzden, doğası ne olursa olsun, proletaryanın her siyasi hamlesi, eğer bu hamle burjuvazinin doğrudan emri altında gerçekleşmiyorsa, bu güveni sarsar, krediyi zayıflatır.” (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Marx-Engels Toplu Eserler, c. 8)
Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi durgunluktan, borçlarından sıyrılmak için siyasi krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ve işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırıyor.
Bütün bunlar göstermektedir ki burjuva yazarçizer takımının işçilere vaaz ettiği gibi “siyasetle ilgilenmemek”, yalnızca “kendi ekmek davasına” bakmak işçileri kurtarmıyor. Mevcut kavganın burjuvazinin kendi içindeki bir iktidar kavgası olduğu doğrudur. Ama bu tür “aile içi” kavgaların en ağır faturası herkesten çok işçilere ve emekçilere çıkarılmaktadır. Ancak işçiler olarak kendi bağımsız siyasal, sendikal vb. örgütlenmemizi gerçekleştirebilirsek, ülke gündemini sürekli burjuvazinin kendi içindeki ikiyüzlü iktidar ve menfaat kavgalarının işgal etmesine ve bizim taraf olmadığımız kavgaların faturasının hep bize çıkarılmasına bir son verebiliriz.