Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2016 Çarşamba

Sekülerizm Fransa’nın Köktenci Dinidir

Nice’teki kalabalık sahilde dört polisin bir Müslüman kadını üzerindeki burkiniyi çıkartmaya zorlamasına dair o şoke edici görüntüler, birkaç gün içerisinde internette hızla yayıldı. Musab Yunis’in de yerinde bir ifadeyle tespit ettiği üzere, bu görüntüler Fransız devletinin sekülerizmi koruduğuna dair iddiasının ardında apaçık bir ırkçılığın yattığını gösteriyor. Dahası bu görüntüler, Fransız devletinin Müslüman kadınlara uyguladığı şiddetin düzeyini de ortaya koyuyor. Bir yandan da bu devlet, Müslüman kadınları kendi dinlerinin uyguladığı iddia edilen şiddetten kurtarmayı amaçladığını söylüyor. O sahilde kadının aşağılanmasına dair çok şey yazılıp çizildi. Kadın bedeninin metalaştırıldığı bir dünyada, yarı çıplak kadınların tümüyle giyinik kadınlardan daha özgür olduğu iddia edildi. Tüm bu söylemler, özünde Fransız devletinin Müslüman kadınların peçesini, çarşafını söküp atmaya dönük tarihte görülen girişimlerindeki sömürgeci dayanaklara sırtını yaslıyordu.
Burada Fransa’da laikliği çılgınca sahiplenen (özelde ülkedeki Müslüman kadınlara öfkelenen) herkesin artık tüm çıplaklığı ile ifşa ettiği bir olguya dair birkaç kelam edeceğim.
Fransız sekülerizmi, Fransa’nın köktenci [fundamentalist] dinidir.
Alman sosyolog Max Weber, dini bir tanrıyı ya da yüce bir kudreti içeren bir inanç sistemi olarak tarif ediyor. Bu sistem, örgütlenmenin ana ilkesi olarak görülüyor, dine mensup kişiler sisteme göre hareket ediyorlar ve bu sistemi hararetle destekliyorlar. Ayrıca Weber, “tarikat” ve “kilise” konusunda faydalı kimi tanımlar sunuyor. “Tarikat, dindar üstatların veya ehil dindar kişilerin özel birliğidir. Gerekli vasıfların oluşturulması ardından kişiler tarikata kabul edilmektedir. Tersten, kitlelerin selameti için evrenselci bir yapı olarak kilise, tıpkı devlet gibi, herkesin, en azından üyelerin her bir çocuğunun doğumdan itibaren yapıya ait olduğunu iddia ediyor.”
Eğer Weber’in din ve kilise tanımını Fransız sekülerizmine tatbik edecek olursak, bu sekülerizmin de Weber’in tanımına uyduğunu göreceğiz. Laiklik, bir inanç sistemin bulunmadığı bir düzen değildir, aksine bu düzende Tanrı yoktur ve diğer inanç sistemleri yasaklıdır veya inkâr edilmiştir. Laiklik, en kudretli hâline cumhuriyet bünyesinde kavuşur. Dinlerin üyelerine değerler kümesi ve eylem kuralları temin etmesi gibi, Fransız sekülerizmi de cumhuriyete bağlı yurttaşlarından kendi değerlerine ve kaidelerine bağlılık talep eder. Dahası, tıpkı kilise gibi, Fransız sekülerizmi ve Fransız devleti de bir Fransız yurttaşı anaya sahip ya da Fransız toprağında [jus soli] doğmuş olanların yurttaş olarak kabul edileceğine dair evrenselci ilkeye dayanır. Gene kilise gibi, Fransız sekülerizmi de heretiklere ve kurallara uymayanlara zulmeder ve onları dışarıda tutar. Dolayısıyla laiklik, Fransa’daki hâkim dinin adıdır. Dahası bu kesinlikle hoşgörüsüz bir dindir. Müslümanlar Fransız yurttaşı olmuşsa, bu hâkim dine uymak zorundadırlar. Başka dinî uygulamalara ve ibadetlere devam etmek suretiyle bu hâkim dine uyamayanlar disiplin cezalarına çarptırılırlar.
Bugün Fransa’da hâkim dinin (laikliğin) azınlık dinini (İslam’ı) yaftalamasına ve ona zulmetmesine tanık oluyoruz. Müslüman kadınlardan devlet okullarında başörtülerini, kamusal alanlarda burkalarını veya sahillerde burkinilerini çıkartmaları istenmektedir. Bu talebin, dinden arındırılmış bir alan isteniyor olunması ile alakası yoktur, söz konusu talep, hâkim dine ait değerlere uyma konusunda bir emir olarak dillendirilmektedir.
Bugün örtülü kadınların yarı çıplak yüzmeyi reddettikleri için cezaya çarptırıldıklarına tanık oluyoruz. Fransız devleti, bizim Müslümanlardaki dinî hoşgörüsüzlükle sekülerizm arasında bir çatışmaya tanık olduğumuza inanmamızı istiyor. Oysa bu tip olaylar, azınlık dinine mensup kadınlara karşı hâkim dinin yürüttüğü zalimane bir saldırıdan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Kentlerde gettolara hapsedilmiş, iş arama noktasında ayrımcılıkla yüzleşen, işsiz, dinî kıyafetlerini çıkartmaya zorlanan, medyada alay konusu edilen Fransa’daki Müslüman kadınlar, sekülerizm adına uygulanan dinî bir zulmün mağdurlarıdırlar.
Eğer her türden köktencilikten arındırılmış bir gelecek tahayyül ediyorsak, o vakit bize düşen, dinî bir o kadar da toplumsal bir çatışmanın içerisinde olduğumuzu, Fransız devletinin bu gerçeklik dâhilinde, kendine has köktenci eğilimlere sahip bulunan hâkim dinin (laikliğin) garantörü olarak hareket ettiğini idrak etmektir.
Sara R. Farris
Sara R. Farris: Londra Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde eğitmen. In the Name of Women’s Rights. The Rise of Femonationalism [Duke University Press, 2017] isimli kitabın yazarı.

11 Ağustos 2016 Perşembe

Seküler Müslümanlığın Geleceği

Dünyada dinlerin devletler ve toplumlar karşısındaki etkisi son 200 yılda hızlı bir değişime uğruyor. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin durumu ve örneğin Fransız elitlerinin karşıt olarak geliştirdikleri tartışmalar derinleştikçe, devlet düzeni yerini laikliğe bırakmıştır. Günümüze doğru evrilerek hem toplum hem de siyaset alanında sekülerleşen bir durum söz konusudur.
Yine biraz farklı olarak bu durum Amerika’da da yaşanmıştır. Fransız Devrimi’nden etkilenilmiş olsa bile din daha çok hayat bulmuştur. Bu da toplum ve idare nezdinde aşırı uç sekürlerleşmeyi kısmen de olsa durdurmuş, kültürel yaşam şekli olarak din toplumdan tamamen uzaklaşmamıştır. Bu iki ülke örnekleminde laiklik ve sekülerizm ayrışan bir neticeye varmıştır. Amerika’da seküler toplum kendini yavaş yavaş inşa etse bile mesela Amerikan filmlerinde vurgulanan Hristiyanlık ve kilise temaları keskin bir kopuşa henüz varılmadığını göstermektedir. Fransa’da ise tersi olarak laiklik ve sekülerizm sistematik ve kurumsal tarzda siyaset eliyle uygulanmıştır.
Maddi yönü temsil eden iki batı ülkesindeki duruma karşılık olarak, manevi dinamikleri olan Ortadoğu’da da durum çok farklı değil. Yine örnek olarak Türkiye ve Suudi’ye bakabiliriz. Küreselleşen dünyada İslam ülkelerinin son 100 yıllık süreci incelenmeye değer. Elbette bu değişimin altında yatan çeşitli sebepler vardır. Sanırım konumuz olan sekülerleşme tehlikesinin de başlıca nedeni ‘din’ olgusunun eksik ifade edilmesidir. Bunun karşılığı olarak dine karşı dinin geliştirdiği alternatifler ise maneviyat yerine maddi dünyaya hapsoluyor. Özellikle Mekke ve Medine gibi kutsal ve aynı zamanda İslam âleminde medeniyetin inşasına öncülük eden iki şehir bugün vahşi kapitalizmin esaretine girmiştir. Sosyal adalet ve ahlak ile pekiştirilemeyen ibadetler, kılık, kıyafet ve şekil üzerinden dış dünyaya görünen yüzü, özünü bulamayıp kabuğuyla uğraştırıyor. Bilim, teknoloji, sanat ve hikmet yerine hazır tüketim üzerine kurulu devasa yapıtlar ile kentleşerek sekülerleşiyor. Bunu yaparken de laiklik ve şeriat arasında korkunç bir uçuruma yaklaşılmış.
Batı ve doğu bloğu arasında kalmış Türkiye’deki durum ise son 15-20 yılda farklı bir kulvara ulaştı. İslam ülkelerine rol model olabilecek bir yapıya sahip olmasına rağmen bir takım handikaplar dolayısıyla belirsizliğe sürüklenmiştir. Bugün Suudi’de devlet eliyle kurumsal bir uygulama söz konusu olmazken, Türkiye, toplumsal dinamikler ve Müslümanlar eliyle alabildiğince sekülerleşmeye gidiyor. Sekülerleşen Müslüman algının bir kanadını milliyetçiliğe bulaşmış ulus-devlet anlayışı, diğer kanadını ise teknolojinin insanı kendisine yabancılaştıran yanı, kapitalizm ve düzensiz kentleşme oluşturuyor. Düşünün ki Müslümanlar iktidar oluyor, ancak toplumsal sorunların hangi birisi çözülüyor? Bu bile dine zararla beraber dini salt dünyevileştiriyor.
Müslümanların iktidar sarhoşluğuyla dünyevileşmesi maalesef muhtemel sonuç oldu. Her ne kadar Allah inancı olsa bile, muktedir olmak bir anlamda Allah’a olan ihtiyacı bertaraf ediyor. Dolayısıyla ortaya, “Allah var” deyip, O yokmuşçasına yaşamak gibi bir sonuç çıkıyor. Anadolu Müslümanlığı ve sosyolojik durum göz önüne getirildiğinde toplumun bütün kademelerinde bu iktidar lezzetine rastlanır. ‘Tek millet’ üzerinden ulusalcılık kutsanarak dinî kılıfına uydurup, asıl kutsal olan ise sıradanlaşmıştır.
Müslüman kesim iktidarlaştıkça maddeten terakki etti. Milliyetçilik üzerine iktidar, iktidar üzerine kapitalizm inşa edilerek korkunç bir dünyevileşmeye sebep oldu. Bir süre sonra da sistematik bir şekilde uygulanmaya başlandı. Sonuç olarak da laiklik handikapından kurtulmadan aniden sekülerleşen sözde ‘dindar nesle’ dönüştü. Son tahlilde maneviyatı temsil eden tarikat ve cemaatlerin dünyaya perestiş etmeleri (ona tapmaları) bundandır. Oysa dünya işleri, Hakkın rızası ve halk için, ahireti de dâhil ederek olmalıdır.
Kültürel kodları İslam ile bütünleşmiş olan halklar, maddeden terakkiyi yine manevi dinamiklerle beraber harmanlayabilirse İslam’ında izzetini korumuş olurlar. Bu da ‘denge’yi ifade eder. Özellikle demokratik, özgürlükçü ve laiklik çözümlemesi ile farklı inançları da kapsayan bir anlayış dinin maneviyatını da diri tutacaktır.
Ey Nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.”
Sefa Mehmetoğlu

7 Mayıs 2015 Perşembe

Bize Her Yer Trabzon!

Bir vakitler “Altan Tan HDP’den aday olmasın” kampanyası başlatanlar, bugün Tan’ın sözleriyle coşuyorlar “sosyal âlem”lerinde. Bireyi aşan değerlerin taşıyıcılarını, belirledikleri siyaset alanında görmek istemiyorlar, bu açık. Bunu da küçük burjuva bir eşitlikçilik adına yapıyorlar. “Cascavlak, dımdızlak bireyler olarak eşitlenelim” istiyorlar. Ama bu eşitlikçilik, eşitleyici pratikleri ezmek için ifa ediliyor. Eşitlikçi vurgu, bir çizginin arkasında, koşu parkurunda yan yana durabilmek için yapılıyor. Yani bu vurgu, örtük bir özgürlük kurgusuna dair. Sorulmayan soru şu: gürleşmesi istenen öz neyin özüdür?
Burdur’da düzenlenen bir Yörük kültürü gecesinde konuşmacı şunları söylüyor: “Yavuz Sultan Selim’in sözüdür: ‘bu Yörükleri savaşçı yapın, devletin hiçbir noktasına getirmeyin.’ Artık biz Yörükler savaşta ön saflara sürülmek değil, doktor, mühendis, bürokrat olmak istiyoruz.” Yeni Yavuz’lar, Yörükleri doktor, mühendis, bürokrat ordusu dâhilinde ön saflara sürüyorlar artık. Sağ siyaset, Anadolu’nun Yörük ve Türkmen aşiretlerinin temsilcilerini besleyerek, burjuvazinin ve devletin bekası için siperlere koşturuyorlar onları.
Bir vakitler TKP, sanırım, 1980 kongresini Konya’da yaptığını duyuruyor dosta düşmana. Oysa kongre Moskova’da yapılıyor. Bu TKP’nin üst düzey kadrolarından biri olan Veysi Sarısözen’in şimdiki partisinin genç üyeleri, Kadıköy Salı Pazarı’nda çektikleri seçim videosunu Burdur’da çekilmiş gibi gösteriyorlar bugün. Burdur halk pazarında tüm pazarcıların “HDP” dediklerini iddia ediyorlar. Madunların, mağdurların, mazlumların bu zihniyet dâhilinde niceliksel bir değer, görsel bir malzeme niteliği taşıdığı ortada.
Genel siyaset alanının sınırlarını burjuvazi tayin ediyor. Burjuvazi kendi azınlık oluşundan ürktüğü için, öncelikle o azınlık hâlini gür gösterecek yolları araştırıyor, kendisine düşman kesimleri de birey ölçüsünde, temsiliyet düzleminde, eşikten içeri sokmak istiyor. Ne gürleştirilmek isteniyorsa, burjuvaziye hizmet ediyor.
Yörükler batılı, emperyalist kurgunun ürettiği Türkçülüğün nesnesi kılınıyorlar. Burjuvazinin belirlediği siyaset alanına ancak bu surette girebiliyorlar. Bugün toprağı, suyu, geleceği çalınıyor ama onlar Türk’ten gayrı, Türk’e düşman Türkçülük ideolojisiyle hareket ediyorlar. Türk, özel insanların özel duygularına kapatılıyor. Burjuva siyasetinin kutsal bireyinin “Türk”, “Müslüman” ya da “İşçi” olarak kodlanması arasında bir fark bulunmuyor.
Din, millet ve sınıf meseleleri, özel, bireysel olgular olarak gösteriliyor. Burjuva siyaset alanında ancak bu kadarına tahammül edilebiliyor. Örneğin Demirtaş bir konuşmasında yoksulluktan bahsedip “meselenin sınıfsal tarafı da bu” diyor. Yani belirli bireylerin özel, öznel hikâyeleri o düzeyde ele alınıyor. Din, millet ve sınıfla ilgili değerlendirmelerde bu birey vurgusu öne çıkıyor. Tüm hikâyeler, toplam gidişattan, tarihten ve toplumdan ayrı ele alınıyor. Burjuvazinin tarihten ve toplumdan kaynaklı her türlü öfke biçimine ve tarzına karşı kendisini savunma biçimi bu. Din, millet ve sınıf, bireye kapatılarak, tehdit oluşturan yanları budanıyor.
Liberaller, haber kaynaklarının başını tutuyorlar. İdeolojik düzeyde HDP dâhil tüm seçim partilerinin zihinsel işlemlerini tayin ediyorlar. Onların görevi, burjuvazinin savunma hattını örmek. Faşistlerse saldırı hattını örmekle meşguller. İki kesimde de bu bireyin kutsiyeti temel rol oynuyor. Her ikisi de burjuvazinin siyasetteki hareket alanını rahatlatıyor.
AKP nerede “köke, ecdada dönüyoruz” diyorsa, orası burjuvazinin yüzünü döndüğü yer oluyor. Bu parti, din, millet ve sınıf bahsinde, gene burjuva siyasetin ihtiyaç duyduğu bir yerden karşılanıyor, karşıya atılıyor. AKP’nin “kök ve ecdad” dediği şey, burjuva bireyden başka bir şeyi ifade etmiyor. Esas itiraz edilmesi gereken bu. Erdoğan’ın “Benim sayemde on kat zengin oldunuz” dediği kesimlerin ideolojik itirazlarından medet umulmaması gerekiyor.
HDP’liler de dâhil kimi siyasetçilerin AKP’lileri zekâ, akıl, ilericilik üzerinden eleştirmelerinin sınıfsal bir tarafı var. Boğaziçi ve ODTÜ çıkartmaları, mevziin nereye kurulduğunu gösteriyor. Cem Yılmaz kitlesine oynayarak, hazır cevap olmanın, lafı gediğine koymanın, kelâmı mizahla yoğurmanın prim yapacağı düşünülüyor. Charlie Hebdo’nun Le Pen ve devletçi zihniyetin çizgisine çekildiğinin söylendiği günlerde, LeMan dergisi, Fenerbahçeli futbolculara yapılan saldırı sonrası, kendilerinin tabiriyle, “nefret suçu” işliyor ve tüm Trabzonspor taraftarını aşağılayan, onları bir kupa için insana kıyacak caniler olarak gösteren bir karikatür çiziyor. Rahmetli Kazım Koyuncu’nun tabiriyle, “Trabzonspor güçsüzlerin güçlülere meydan okuma ihtimalini temsil ediyor.” Efendilere yaranmak isteyenler, güçsüzlerin güçlenme gayretlerini alaya almayı maharet sayıyorlar.
Sapla samanın karıştığı yer de burası. Birilerine “ben daha zekiyim, akıllıyım hem de komiğim” diyerek kendilerini beğendirmeye çalışanlar, o birilerini sorgulamalıdırlar. AKP’ye oy veren, ona çalışan halk kütlelerini din, millet ve sınıf üzerinden ezmeye, parçalamaya, siyaset alanından kovmaya çalışmak, devrimci bir tutum olmasa gerektir. Yani AKP’yle güçlü olduğunu sananları aşağılayarak yol almak yerine, aksine onların AKP'yle güçsüzleştiklerini ve güç imkânlarını göstermek zorunludur.
AKP bugün güncellenmiş Kemalist devlettir. Yüz yıldır ne yapılıyorsa, onu yapmaktadır. Onun burjuva siyasetin ilke, kural ve alışkanlıkları dışında bir şey yapması mümkün değildir. Burjuvazinin belirlediği alana giriş bileti almak isterken bu bileti AKP tabanına küfrederek almaya çalışmanın bir anlamı yoktur. O alana Müslüman, Kürd ve işçinin girmesi yasaktır. Burjuvazi ancak kendisine benzeyene el etmektedir. Bilet alanlar, gücü düşürmüş, güçlenme imkânlarına sırtını dönmüş demektir.
O alana Müslüman’ın girmesi, Ermeni’nin, Rum’un dinleri üzerinden dışlanması ile mümkündür. Girdiği yerde yanına birçok şeyi almaması gerekmiştir. Kürd’ün girmesi, Türk’ün, Yörük’ün, Türkmen’in kovulması ile mümkündür. Yanındaki birçok şeyi eşikte bırakmalıdır. İşçinin girmesi ise ancak şirketleşmiş sendikalar üzerinden olabilir.
Bugün CHP, HDP ve MHP, dinin istismar edilmesine karşıtlık noktasında birleşmektedir. Şirketleşmiş sendikalar, dağdan inmiş Kürd, Yörük’ü ancak kendi çıkarlarına hizmet ettiği noktada değerli gören “Türk”, AKP’de gördükleri “din”e saldırmaktadırlar. Sınırlamak istedikleri, saldırdıkları şey, kendilerinde kireçleşmiş burjuva kurguyu parçalayacak bir İslam’ın imkânlarıdır. Saldırı savunma amaçlıdır ve savundukları genel burjuva siyasetidir.
Bu tantana içerisinde, Diyanet tartışması noktasında, bugün TKP ile AKP yan yanadır. İkisi de İslam’ın imkânlarını bastırma ve ezme gayreti için Diyanet’in gerekliliğini dile getirmektedir. Burada cin olmadan adam çarpma çabası söz konusudur. Masa başında kendisini devlet zannedenler, devletin nasıl olması gerektiğine ilişkin fikirler saçmaktadırlar ortalığa. Dolayısıyla alttakilerin “devlet” olma iradesi, bugünkü devleti eleştirirken ezilmektedir. Bu amaçla devletin değil, canlı varlıkların olmadığı bir zaman kesitini merkeze alıp bugüne ölçü ve ölçek sunulmaktadır. Oysa bu ölçü ve ölçek, bugünün burjuvazisi içindir, onun çıkarınadır. Burjuva siyasetinin mayasında pazara, kâra, mülkiyete ve rekabete uygun bir “insan” kurgusu vardır.
Yani Hz. Muhammed’in devlet kurmadığını söylemek, Medine kurgusunu Mekke’nin karşısına çıkartmak, en iyisinden, Medine’nin dişlerini söküp onu burjuva liberal bir ezbere kurban etmek, hiçbir sonuç üretmez. Bu anlamda daha düne kadar “Müslüman’ın dinî değerlerine dokunmamak lazım. İhsan Hoca yanlış yapıyor” diyen Ayhan Bilgen’in bugün İhsan Eliaçık’la “demokratik İslam” kurgusu üzerinden yan yana gelmesi manidardır. Getirene, hizalanan çizgiyi kimin çizdiğine bakmak gerekir. Bu çizgi, muhtemelen dini, dindeki devrimci imkânları öte tarafta bırakmak içindir.
Dinin istismar edilmesi bahsinde Sıffin Savaşı’na atıfta bulunulması da manasızdır. Erdoğan Aydın, “AKP bizi zayıf yerimizden vurmaya çalışıyor” deyip, bu savaşta mızrakların ucuna Kur’an sayfaları asılmasından bahsetmektedir. Oysa Muaviye’nin karşısındaki ordunun komutanı dini zayıf değil, aksine, İslam’a göre, “ilmin kapısı”dır. Yani Muaviye kendi İslam’ını üstün kılmak değil, Hz. Ali’nin dine tam bağlılığını kullanmak için o taktiği uygulamıştır. Tayyip Erdoğan’la yarışı eşit koşullarda yürütmek isteyenler, esasen bu yarışı kabul etmekle mağlupturlar. Ayak bastıkları, start çizgisinin arkasına dizildikleri kulvar asla bizim değildir.
Sabahın beşinde işe gidenlerin yürüdükleri yollar, gecenin köründe mevzilere inenlerin yürüdükleri patikalar, tırnakları ile sürülen toprak, yağmalanan ormanlar… Girilen kulvar, buraları kesinlikle görmeyecektir. Oralar, sadece egzersiz ve antreman için vardır. Yola revan olanlar yoldaşlaşıyor, kulvar yoldaşlığa da düşman.
Osmanlı’dan beri “Yâr ile kâr”ı birleştirme becerisini haiz Nakşibendî tarikatları merkezî bir konumdadırlar. Bugün de AKP buraya yaslanmaktadır. Bir iddiaya göre, bu tarikatın kollarında şeyhten sonra ikinci adamlar hep subaydır. Diyanet’e takılanlar buralara kördürler. Burjuvazi ve devletinin kendisine tehdit teşkil eden yerleri boş bırakması doğası gereği mümkün değildir. “Tehditleri savuşturma işlerini ben hallederim” yarışından mazlumlara, fukaraya asla hayır gelmeyecektir.
Laik, “din dışı” demektir. Laik olduğunu söyleyen, doğal olarak, mevcut burjuva kurgunun içerisinde işleyen bir kutsalın hizmetinde olduğunu da söylemiş olur. Kahire’de Müslüman Kardeşler’e “laik olun!” emrini veren Erdoğan ile buranın laikleri esasında yan yanadır. Esma’yı katledenlerle birlikte mazlum Yemen’e yönelik saldırıda ortak olan bu laikler, bugün Siirt’te elindeki Kur’an'ı sallamaktadırlar rakiplerine. O Kur’an, zalimin değil mazlumundur; zalime zulüm, mazluma hürriyettir.
Yusuf Karagöz